1 Nisan 2010 Perşembe

GÜNCEL

1  NİSAN  ALDATMA  GÜNÜ
Burhan Bursalıoğlu

 İlk "1 Nisan" şakaları  1564  de  Fransa'da yapılmaya başlandı. Bu yıl değiştirilen takvime göre, eski yılbaşı sayılan Nisan'ın 1'i, yerini yeni yılbaşı 1 Ocaka bırakmaktaydı. Nisan'ın ilk günü yeni yıl kutlamaya alışmış olan halk ve yeni takvim uygulamasını beğenmeyenler, çeşitli şakalar yapmaya başladılar. Fransızlar, bu şakalara Poisson D'avril (Nisan balığı) adını verdiler.

BİR  BAŞKA  RİVAYET

15. yüzyılın sonlarında, Haçlı ordusu Endülüs Müslümanlarının son kalesini kuşatır. Uzun süren bir kuşatma olmasına rağmen, kış aylarının da etkisiyle,
kale korunabilmektedir. Durumun zorluğunu anlayan Haçlı ordusunun komutanı değişik taktikler düşünmektedir.


En sonunda 31 Mart gecesi Kalenin önüne giderek bir elinde Kur'an bir elinde İncil 'Şu iki kitap üzerine yemin ederim ki, teslim olursanız bu akşam size bir şey yapmayacağım' der. Gerekli görüşmelerden sonra canlarının kurtarılması karşılığında Müslümanlar kaleyi teslim ederler.


Ertesi sabah, yani 1 Nisan sabahı, Haçlı ordusu komutanı bütün Müslümanların öldürülmesi için emir verir. Bunun üzerine Müslümanlar 'Yemin etmiştiniz, bize söz vermiştiniz' dediklerinde Haçlı ordusu komutanı 'Benim sözüm size dün akşam içindi, bugün için size bir sözüm yoktur' diye cevap verir ve BÜTÜN MÜSLÜMANLAR ORADA ŞEHİT EDİLİR.


İşte o gün bugündür 1 Nisan hristiyanlar arasında 'Hile Günü' olarak kutlanmaktadır.
Maalesef halkımız arasında da yaygınlaşmış, yüzlerce, binlerce müslümanın katliam günü olan 1 Nisan'lar, bir şakagünü olarak kutlanmaktadır.

31 Mart 2010 Çarşamba

BİRAZDA ŞİİR - 4 -

ATAM



Faruk Nafiz Çamlıbel


Bir yüz tanıdım, ruhuma nakşoldu zamanla,
Bir yüz ki bütün hatları şimşekle doluydu,
Ben yalnız onun resmine daldım heyecanlı,
Benden çocuğum yalnız onun şi'rini duydu.


Bir hüzne bürünmüştü cenazeyle düğünler,
Bir damla yaş olmuştu denizler gözümüzde.
Hasretle bakarken gecenin rengine günler,
Seyretti yanan gözlerimiz fecri o yüzde.


Tarih onun emriyle kımıldandı yerinden,
Birkaç yıla toplandı hemen birçok asırlar,
İsa eli geçmiş sanılır yurt üzerinden,
Gül bahçesi olmuş dün ayak bastığı yerler.


Ondan geliyor, her günümüz başka baharsa,
Ondandır, ufuklarda ne ürperme, ne gam var.
Kalbim nefesim dursa, düşüncem sona varsa,
Dünyayı unutsam da unutmam bir Atam var...


SEVGİLİYE


Behçet Kemal Çağlar

Üç şeyin üstüne can-baş koymuşum:
Anayurt, Atatürk ve sen, sevdiğim!

Kavak yeli esmez benim başımda
Atatürk rüzgârı esen, sevdiğim!

Diz çök Anıtkabrin mermerlerine
Herkesi kıskanıp küsen sevdiğim

Mustafa Kemal'in neferiyim ben;
Haklısın kölesi desen, sevdiğim!

Belki çıkacağız yine savaşa
Ki kalasın sen sağ-esen , sevdiğim!

Öp beni alnımdan, uğurla, bekle
Erliğimden şüpheliysen, sevdiğim!





~KİTAPLARDA ÖLMEK



Behçet Necatigil


Adı, soyadı
Açılır parantez
Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti,
Kapanır parantez.


O şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı
Bir parantez içinde doğum, ölüm yılları.


Ya sayfa altında, ya da az ilerde
Eserleri, ne zaman basıldıkları
Kısa, uzun bir liste.
Kitap adları
Can çekişen kuşlar gibi elinizde.


Parantezin içindeki çizgi
Ne varsa orda
Ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci
Ne varsa orda.

O şimdi kitaplarda
Bir çizgilik yerde hapis,
Hâlâ mı yaşıyor, korunamaz ki,
Öldürebilirsiniz...


29 Mart 2010 Pazartesi

EDEBİYAT ETKİNLİKLERİ


HİKAYE  SEVENLER  GECESİ

Burhan Bursalıoğlu

25 Mart 2010 Perşembe günü, Emirgan İlkokulunda birlikte çalıştığımız Cafer Hergünsel öğretmen, telefonla beni arıyarak, 26 Mart Cuma günü, saat 18 de, Sarıyer Kültür Merkezinde, “Hikaye gecesi “ düzenlediğini, katılırsam memnun olacağını söyledi.

Cafer Hergünsel, benim müdürlük yaptığım dönemde, birlikte 6 yıl çalıştığım öğretmen arkadaşlarımdan biridir.

Hikaye gecesinde de söylediğim gibi, Cafer öğrtetmen çok çalışkan, çalışmaktan yılmayan, dürüst, doğru, son söyleneceği, önce söyleyen, sanat sever, yardım sever, sevilen, samimi kişiliği olan bir arkadaşımız.

Okulda kendisine verilen ve kendisinin gönüllü olarak istediği her tür görevi seve seve kabul edip, şevkle yapardı. Bayram, önemli günler düzenleme, uygulama, programlama, müsamere hazırlama, sahneye koyma görevlerini yapan, kendi tatlı üslubuyla spikerlik görevini de yürüten, düşündüğünü uygulayan, özgür tavırlı, ihtiyacı olanlara, özellikle yardıma muhtaç öğrencilere yardım etmeyi esirgemeyen, yardım edebilecek kişileri bulan, doğru bildiğinden şaşmayan, adil, haksızlıklara tahammülü olmayan karakterde, kilolu vücuduyla, sağa sola koşan, atik, cabbar ve hareketli, tükenmeyen bir enerjisi vardı.

İçinde kitabı, defteri, kalemi ve ihtiyaç malzemeleri olan çantasını omuzuna atar, Emirgan, Çınaraltı ve sahile inerek, gördüklerini, duyduklarını hikayelendiririp, defterine geçirirdi. Emirgan halkı da, O’ nun bu samimi ve değişmez hareketlerini benimseyerek, bu güne dek Cafer öğretmeni bağırlarına basmışlardır. Bu nedenle dir ki, Emirgan’da kurulan, faaliyette olan bir çok derneklerde yönetime alınarak, onun bitmeyen enerji ve görüşlerinden istifade etmektedirler.
                             Sarıyer Belediye  Başkanı konuşuyor
Cafer öğretmen eğitimde de başarılı bir öğretmendi. Sınıfının seviyesini, diğer şubelerden üstün tutmak için çaba harcar, mesai saatları dışında gelir, geri kalmış öğrencilerini çağırarak onları yetiştirmeye çalışırdı.

Hikaye gecesinde, bir öğrencisinin,” Cafer öğretmen edebiyata çok düşkün olmasına rağmen, bize hep matematik çalıştırırdı. Beden eğitimi gibi beceri derslerin çoğunda matematik çalışırdık” şeklinde dile getirdiği tespiti gibi, matematik seviyesini, diğer şubelerin üzerine çıkarmak için, tüm fırsatları değerlendirirdi.

Cafer öğretmenin bu tempolu ve yoğun çalışması az geliyormuş gibi, birde üniversiteye kayıt olarak, İşletmeyi ve Edebiyat Faküldesini bitirdi. Yani birkaç karpuzu bir koltuğuna sığdıran, nadir, “ çalışkankolik” lerden birisidir
 Cafer öğretmen.

Cafer öğretmen’ın yazıp , bastırdığı hikaye kitapları, girişimciliği, insanlarla olan samimi ilişkileri, Edebiyata verdiği değer nedeniyle, basılı, işitsel ve görsel medyanın da dikkatini çekip farkedilerek, ünü, “Otobüse bindiğimde, bende Emirgan Hasreti başlar “ diyecek kadar sevdiği Emirgan dışına taştı. Edebiyat sevenler ve hikaye yazarları arasında yerini almaya başlandı. Kısa zaman da da kendini kabul ettirdi.

26 Mart Cuma günü Saat 18 de Sarıyer Kültür Merkezinde düzenlediği hikaye gecesinde, 3 öğrencisi, ile birlikte çalıştığı öğretmen arkadaşlarından , ben, Hüseyin Bilgin ve Sevgi Vural ile, çeşitli yörelerden gelen, Edebiyat ve Cafer öğretmeni seven 100 civarında misafir vardı.

Saat 18 de başlayan gecede, Cafaer öğretmen kitaplarını imzalarken, misafirlere de kokteyl ikram ediliyordu. Saat: 19,15 de salona geçildi.

Görevli bir hanım açıştan sonra, Cafer öğretmeni sahneye çağırdı. Alışık olduğu mikrofonu ele alan Cafer Hergünsel, yaptıklarını, yapılmasını istediği ve yapılacakları bir bir , samimi üslubuyla anlatıp, kendine yardımcı olan kişilere teşekkür ederek, Sarıyer Belediye Başkanı Sayın Şükrü Genç’i sahneye davet etti.

Başkan, Cafer öğretmeni taktir ettiğini, Edebiyat, sanatsal ve kültürel çalışmalara hız verileceğini, düzenli olarak geceler, paneller yapılacağını, Boyacıköy’deki kapanan yazlık sinemanın açılacağını, Sarıyerin bir kültür merkezi haline getirileceğini belirterek, Cafer öğretmene bir de plaket taktim etti.

Üç saat süren Hikaye Gecesinde, söz alan 20 ye yakın konuşmacı, Cafer öğretmen hakkındaki samimi duygularını dile getirdiler. Bazı şiir severler de şiirler okuyarak geceye çeşni kattılar.


Son konuşmayı tekrar Cafer öğretmen yaptı. Katılanlara teşekkür edip, bu tür birtlikteliklerin daha sık sık yapılacağını, bunun için çalışacağını söyledi.

Her zaman olduğu gibi Cafer öğretmeni taktir ediyor, çalışmalarında başarıların devamını ve bol bol, o güzel akıcı ifadelerle yazılmış hikayeler oluşturmasını diliyorum.





28 Mart 2010 Pazar

BİRAZ DA ŞİİR - 3 -

ATAMA AĞIT .

Kemalettin KAMU
Sırma sarısını yay saçlarına,

Gözüne rengini koy denizlerin;

Düşün dudakların en incesini,

Yüzüne tuncunu ver benizlerin.



Onda yürüyüşün en yiğitçesi,

Onda bükülmezi vardı dizlerin

Gezerdi ülkede bir hızır gibi

Em olup derdine çaresizlerin.

II.

Durgun bir denizi andırır dışı

İçi hiç sönmeyen bir yanardağı.

Sesinde ıslığı eser kuvvetin,

Sözünde şahlanır Hakkın bayrağı



Gökle Güneş gibi buluştu onda

Sezinin sağlamı, duyunun sağı

Yıkarak kökünden osmanlılığı

O gömdü tarihe bir ortaçağı.

III.

Dağlar dümdüz olur işaretiyle,

Ürperir ovalar avazesine;

Devrilir hıncına çarpar ordular

Kaleler dayanmaz yelpazesine.



Fikrin, güzelliğin, aşkın, her şeyin

Bağlıydı daima en tazesine

Yaşadı başı dik, dünyaya karşı

Getirdi dünyayı cenazesine!

IV.

Onsuz kaldığın bilse tabiat

Bağlar üzüm vermez, bahçeler kurur;

Okşar saçlarını ezelin eli,

Yüzüne ebedin ışığı vurur.

Övünür insanlık eserleriyle,

Yurt onun sevgisi üstünde durur.

Adıdır kurduğu devlete temel,

Ünü kurtardığı millete gurur!

V.

Fâni varlığını kaybetti ama,

Simgesi yurdumun burçlarındadır

Engin ufuklara uzanmış kolu,

Hızı altıokun uçlarındadır!



Kadının, erkeğin hafızasında

Gencin, ihtiyarın duşlarındadır

Yayla yellerinde eser gölgesi,

Sesi bahçemizin kuşlarındadır.

VI.

Ben mi yazacaktım göçüm gününü

Dökerek ardından böyle gözyaşı?

Ben ki ona büyük gezilerinde

Oldumdu bir küçük yol arkadaşı



En son durağına varmadan ömrün

Kapadı yolunu bir mezar taşı...

Büyük kurucusu cumhuriyetin

Hürriyet aşıkı milletin başı!


Bingöl Çobanları


Kemalettin KAMU
Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum.

Bu dağların en eski âşinasıdır soyum,

Bekçileri gibiyiz ebenced buraların.

Bu tenha derelerin, bu vahşi kayaların

Görmediği gün yoktur sürü peşinde bizi,

Her gün aynı pınardan doldurur destimizi

Kırlara açılırız çıngıraklarımızla...



Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eski, yeni;

Kuzular bize söyler yılların geçtiğini.

Arzu, başlarımızdan yıldızlar gibi yüksek;

Önümüzde bir sürü, yanımızda bir köpek,

Dolaştırıp dururuz aynı daüssılayı;

Her adım uyandırır ayrı bir hatırayı:



Anam bir yaz gecesi doğurmuş beni burda,

Bu çamlıkta söylemiş son sözlerini babam;

Şu karşıki bayırda verdim kuzuyu kurda,

'Suna'mın başka köye gelin gittiği akşam.



Gün biter, sürü yatar ve sararan bir ayla,

Çoban hicranlarını basar bağrına yayla.

-Kuru bir yaprak gibi kalbini eline al,

Diye hıçkırır kaval:

Bir çoban parçasısın olmasan bile koyun,

Daima eğeceksin, başkalarına boyun;

Hülyana karışmasın ne şehir, ne de çarşı,

Yamaçlarda her akşam batan güneşe karşı

Uçan kuşları düşün, geçen kervanları an!

Mademki kara bahtın adını koydu: Çoban!



Nasıl yaşadığından, ne içip yediğinden,

Çıngırak seslerinin dağlara dediğinden

Anlattı uzun uzun.

Şehrin uğultusundan usanmış ruhumuzun

Nadir duyabildiği taze bir heyecanla...

Karıştım o gün bugün bu zavallı çobanla

Bingöl yaylalarının mavi dumanlarına,

Gönlümü yayla yaptım Bingöl çobanlarına!







26 Mart 2010 Cuma

BİRAZ DA ŞİİR - 2-

Hepimiz karamsar yaşam içinde  birer piyon durumuna girdik. Nasıl isteniyorsa öyle hareket bekleniyor. Eskisi gibi, neşeli, güvenli, saygılı, korkusuz, endişesiz günlerimiz kalmadı. Romantikliğimiz kalmadı. Gereksiz ve boş işlerle günümüzü gün ediyoruz. Eski günlerimizi arar olduk. O günleri, yaşadıklarımızı, hatıralarımızı unutur olduk.  Atatürk'ümüzün  " geçmişini hatırlamayan topluluklar, geleceğe yön veremezler " anlamındaki sözleri aklıma geliyor.
Yaşadığı ortamı ve geleceği, şiirleriyle düşüncelerini , cesaretle dile getiren  şairlerimiz de ,anılmaz oldular. Şiirleri söylenmez oldu.
Yakın geçmişe kadar okul kitaplarında olan, anlamlı ve gür sesimizle, sınıfları gürlettiğimiz  dizeler artık okul kitaplarına konmuyor. 
Bundan sonra, her iki günde değiştirerek, hafızalarımızda paslanmış  olan  şiirleri Blogumda yayınlayacağım. Meraklılar, çocukluklarını hatırlayarak,  bulundukları  yeri gür sesleriyle çınlatsınlar.
Burhan Bursalıoğlu 

ÇANAKKALE

Faruk Nafiz ÇAMLIBEL


Övün ey Çanakkale, cihan durdukça övün!

Ömründe göstermedin bin düşmana bir gün.

Sen bir büyük milletin savaşa girdiği gün,

Başına yüz milletin birden üşüştüğü yersin!


Sen savaşa girince mızrakla, okla, yayla.

Karşına çıktı düşman çelikten bir alayla.

Sen topun donanmayla, tüfeğin bataryayla,

Neferin ordularla boy ölçüştüğü yersin!


Nice tüysüz yiğitler yılmadı cenk devinden,

Koştu senin koynundan çıkar çıkmaz evinden.

Sen onların açtığı bayrağın alevinden,

Kaç bayrağın tutuşup yere düştüğü yersin!


Toprağından fazladır sende yatan adamlar,

Irmağın kanla çağlar, yağmurun kanla damlar.

O cenkten armağandır sana kızıl akşamlar,

Sen silahın inançla son döğüştüğü yersin!


Bir destana benziyor senin bugünkü halin.

Okurken duyuyorum sesini ihtilalin.

Övün ey Çanakkale, ki sen Mustafa Kemal'in,

Yüz milletle yüz yüze ilk görüştüğü yersin!

 
OTUZBEŞ YAŞ

Cahit Sıtkı TARANCI

Yaş otuz beş ! Yolun yarısı eder .

Dante gibi ortasındayız ömrün.

Delikanlı çağımızdaki cevher,

Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,

Gözünün yaşına bakmadan gider.



Şakaklarıma kar mı yağdı ne var ?

Benim mi Allahım bu çizgili yüz ?

Ya gözler altındaki mor halkalar ?

Neden böyle düşman görünürsünüz

Yıllar yılı dost bildiğim aynalar ?


Zamanla nasıl değişiyor insan

Hangi resmime baksam ben değilim

Nerde o günler , o şevk , o heyecan ?

Bu güler yüzlü adam ben değilim

Yalandır kaygısız olduğum yalan.


Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız

Hatırası bile yabancı gelir.

Hayata beraber başladığımız,

Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir

Gittikçe artıyor yalnızlığımız.


Gökyüzünün başka rengi de varmış

Geç farketttim taşın sert olduğunu .

Su insanı boğar , ateş yakarmış

Her doğan günün bir dert olduğunu ,

İnsan bu yaşa gelince anlarmış.


Ayva sarı nar kırmızı sonbahar

Her yıl biraz daha benimsediğim.

Ne dönüp duruyor havada kuşlar ?

Nerden çıktı bu cenaze ? Ölen kim ?

Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar.


Neylersin ölüm herkesin başında .

Uyudun uyanamadın olacak

Kim bilir nerde , nasıl , kaç yaşında ?

Bir namazlık saltanatın olacak

Taht misali o musalla taşında...




23 Mart 2010 Salı

BİRAZ DA ŞİİR


MEMLEKETİMİ SEVİYORUM


                                                                   Nazım Hikmet Ran

Memleketimi seviyorum :
Çınarlarında kolan vurdum, hapisanelerinde yattım.
Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımı
memleketimin şarkıları ve tütünü gibi.

Memleketim :
Bedreddin, Sinan, Yunus Emre ve Sakarya,
kurşun kubbeler ve fabrika bacaları
benim o kendi kendinden bile gizleyerek
sarkık bıyıkları altından gülen halkımın eseridir.

Memleketim.
Memleketim ne kadar geniş :
dolaşmakla bitmez, tükenmez gibi geliyor insana.
Edirne, İzmir, Ulukışla, Maraş, Trabzon, Erzurum.
Erzurum yaylasını yalnız türkülerinden tanıyorum
ve güneye
pamuk işleyenlere gitmek için
Toroslardan bir kerre olsun geçemedim diye
utanıyorum.

Memleketim :
develer, tren, Ford arabaları ve hasta eşekler,
kavak
söğüt
ve kırmızı toprak.
Memleketim.
Çam ormanlarını, en tatlı suları ve dağ başı göllerini seven
alabalık
ve onun yarım kiloluğu
pulsuz, gümüş derisinde kızıltılarla
Bolu'nun Abant gölünde yüzer.

Memleketim :
Ankara ovasında keçiler :
kumral, ipekli, uzun kürklerin pırıldaması.
Yağlı, ağır fındığı Giresun'un.
Al yanaklı mis gibi kokan Amasya elması,
zeytin
incir
kavun
ve renk renk
salkım salkım üzümler
ve sonra karasaban
ve sonra kara sığır
ve sonra : ileri, güzel, iyi
her şeyi
hayran bir çocuk sevinciyle kabule hazır
çalışkan, namuslu, yiğit insanlarım
yarı aç, yarı tok
yarı esir...

HAPİSTE YATACAK OLANA BAZI ÖĞÜTLER


Dünyadan memleketinden insandan
umudun kesik değil diye
ipe çekilmeyip de
atılırsan içeriye
yatarsan on yıl on beş yıl
daha da yatacağından başka
sallansaydım ipin ucunda
bir bayrak gibi keşke
demeyeceksin
yaşamakta ayak direyeceksin.


Belki bahtiyarlık değildir artık
boynunun borcudur fakat
düşmana inat
bir gün fazla yaşamak.


İçerde bir tarafınla yapyalnız kalabilirsin
kuyunun dibindeki taş gibi
fakat öbür tarafın
öylesine karışmalı ki dünyanın kalabalığına
sen ürpermelisin içerde
dışarda kırk günlük yerde yaprak kıpırdasa.


İçerde mektup beklemek
yanık türküler söylemek bir de
bir de gözünü tavana dikip sabahlamak
tatlıdır ama tehlikelidir.


Tıraştan tıraşa yüzüne bak
unut yaşını
koru kendini bitten
bir de bahar akşamlarından.


Bir de ekmeği
son lokmasına dek yemeyi
bir de ağız dolusu gülmeyi unutma hiçbir zaman.


Bir de kim bilir
sevdiğin kadın seni sevmez olur
ufak iş deme
yemyeşil bir dal kırılmış gibi gelir
içerdeki adama.


İçerde gülü bahçeyi düşünmek fena
dağları deryaları düşünmek iyi
durup dinlenmeden okumayı yazmayı
bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana
bir de ayna dökmeyi.


Yani içerde on yıl on beş yıl
daha da fazlası hattâ
geçirilmez değil
geçirilir
kararmasın yeter ki
sol memenin altındaki cevahir.

Nazım Hikmet Ran
[Mayıs 1949]


22 Mart 2010 Pazartesi

G Ü N C E L

E V   L E   N İ   Y O   R U M


Burhan Bursalıoğlu

Dünya’da teknoloji geliştikçe, yeni yeni elektronik buluşlar yapıldıkca, insanın yaşantısı da kolaylaşmaktadır. En basitinden bir örnek verirsek, cep telefonlarıyla her yerden her tarafa, nerede olunursa olunsun, neyle meşgul olunursa olunsun 11 rakam tuşlanınca karşına görüşmek istenen muhatabın yüzü çıkıyor, o da seni küçük ekranda görerek karşılıklı konuşma imkanı bulunabiliyor. Ve ya o küçük aletle TV kanallarını buluyor, istenilen yayındaki program seyredilebiliyor veya istenilen radyo kanalı bulunup sesli dinlenebiliyor. 3 G mucizesi ise bir alem. İnternete girip istediğin yapabiliyorsun. Bankana gir bütün işlemlerini yap. Bu teknolojinin basit , fakat faydalı bir gelişmesi. İnsanlık uzaya çıkıyor, aya adam gönderiyor, Mars’a, Mars’ın coğrafi durumunu incelemek için uydu gönderiyor, uydularla Dünya’mızda adam takibi yapılıyor. Bilgisayarın da marifetleri  ortada. Hepsi güzel ve faydalı da, acaba bu gelişmelerin engel olduğu, değiştirdiği, yozlaştırdığı, ortadan kaldırdığı hiç mi bir şey yok? Var tabii. Başta insan ruhunu karartıyor. İnsanlığı, arkadaşlığı, dostluğu, komşuluğu, sohpeti, araştırmayı, okumayı, hareketliliği öldürüyor, tenbelliği teşvik ediyor. Kısaca, geleneklerimizi, ananelerimizi, alışkanlıklarımızı, aile yapımızı, aile oluşumumuzu yok ediyor.

Bu satırları okurken dudak büktüğünüzü görüyorum. Haklısınız. Çünkü çoğunuz bu buluşların yapıldığı zaman içinde yetiştiniz. Ama ben geçmişimi arıyorum. İçinizde benim özlemlerimi arıyanlarda vardır. “Neydi o günler be “ diyenleriniz de az değil hani.

Bizler doya doya çocukluğumuzu yaşadık. Annelerimiz, mis gibi kokan tereyağını bir dilim ekmeğin üzerine sürerek elimize verir, onunla uzun bir zamanı sokakta oyun oynayarak geçirirdik. Kilo diye bir sorunumuz yoktu. Doğal yiyeceklerle beslenip, tek, tük vasıtalar olduğu için uzak yerlere yürüyerek giderdik.

PKK, Kürt, Alevi, Ermeni, işsizlik gibi sorunlar yoktu. Okulu kazanırmıyım, kazanamam mı gibi öğrencilerin derdi yoktu. İsteyen istediği okula girebiliyordu. Hep dostluk vardı. Belki bugünkü kadar bol çeşitli gıda yoktu, belki bazılarını karne ile alıyorduk ama, doğaldı, zararsızdı ve karnımız doyuyordu, ac kalmıyorduk.

Ananelerimize, geleneklerimize, yaşam koşullarına, adab-ı muaşeret kurallarını uyguluyor, sevgi ve saygınlıktan taviz vermiyorduk.

Bunları neden yazıyorum? Aslında çocukluğumuzu geçirdiğim dönemi yazmaya kalksam ciltlere sığmayabilir. Ben bir konuya girmek istiyorum. Onun için bir giriş yapmak istedim.

Birkaç TV kanalında evlilikle ilgili canlı programlar yapılıyor. Kimilerine göre iyi veya kötü. Ama ben , son günlerde o programları zevkle izliyorum! Çünkü, neşeleniyorum, gülüyorum, kahkaha atıyorum, bazan da “çüşşşş, oooha” diyor, deşarj oluyorum. Düşünüyorum, üzülüyorum, “ne günlere geldik “ diyorum.

Genç-yaşlı, dul- bekar, fakir- zengin, çocuklu- çocuksuz insanlar evlenmek amacıyla programa katılıyorlar. Programda ayrıca, danışman, psikolog, devamlı gelen, adaylar hakkında yorum yapan, uygun eş olup olmadıkları hakkında ahkam kesen misafirler de var.

Erkek olsun bayan olsun, evlenmek istediği kişinin vasıflarını sıralıyor. Buna “kriter “ diyorlar. “ Öyle şartlar ve kriterler (!) sunuyorlar ki, sanki dalga geçiyorlar. Mesela, “Falan burçtan olmalı,…./…. Yaş aralığında olmalı, boyu…. Kilosu…. Olmalı, şişman olmamalı, işi olmalı, emekli maaşı olmalı, arabası, evi olmalı, eşi ölmüş olmalı, bir defa evlenmiş olabilir, çocuksuz olmalı, bir çocuklu olabilir, çok küçük çocuk olmamalı, Dini bütün olmalı, aile sevgisi tam olmalı, bıyıkli, kel, göbekli olmalı, köyde değil, merkezde yaşayanlar olmalı, beni ümreye götürecek biri olmalı, bana dünyayı gezdirecek biri olmalı, eve gelecek arkadaşlarımı hoş karşılayacak biri olmalı, sigara içmeyen olmalı, kumar ve kötü alışkanlıkları olmayan olmalı, kadın ruhundan anlamalı, bakımlı olmalı, ayakları kokmayan olmalı, tırnakları bakımlı olmalı, karizmatik olmalı, gözleri mavi veya yeşil olmalı, esmer olmalı, sarışın olmalı, neşeli ve nükdetan olmalı, sanatsever olmalı, beni yaşatacak biri olmalı, kadınlığımı hissettirecek biri olmalı, açık ve kapalı faketmez, kapalı olmalı, açık olmalı, çocuklarımı kabullenecek biri olmalı, aşık olabileceğim, beni taşıyabilecek, adam gibi adam olmalı, bunları taşıyanlar çıksın gelsin.”

Bu istenen vasıflara uyanlar, talip olduğu aday için telefona sarılıyor, davet edilirse, nerede olurlarsa olsunlar, ki Taaa Kanada’dan, Almanya’dan, Hollanda’dan, Danimarka’dan İran’dan gelenler oluyor. Paravananın bir tarafında davet eden bir tarafında da davet edilen aday oturuyor, kriterler tekrar ediliyor. Bir müddet sonra sunucunun isteğiyle paravana açılıyor ve yüz yüze gelinip konuşmalar tekrarlanıp, Soru-cevapla devam ediyor. Davet eden, “elektrik alamadım, veya biraz elektrik aldım, bir çay içelim, veya içmeyeceğim, geldiği için teşekkür ederim. Ben adaylarımı beklemeye devam edeceğim “ gibi fikirler beyan ederler. Sunucu davet edilen adaya, burada kalıp eşini arar mısın diye sorar. Peki derse, o da diğerleri gibi kriterleri sunar ve orada kalır. Aday çağıran, gelenden elektrik (!) almışsa çay içmeye, baş başa sohpete giderler. Tabii kamera da arkalarında.

Anlaşma sağlanırsa, birbirlerini daha iyi tanımak için kısa bir süre veriliyor, o sürenin sonunda evlenmeye karar verilirse, stüdyoda nikah, nişan ve düğün yapılabiliyor. Anlaşma olmayınca , başa dönülüyor.

Stüdyoda bazan öyle komik veya dramatik olaylar olmakta ki, insanın tiyatro sahnesinde gördüklerini aratmıyor. Bazıları da başka amaçla geliyor. Ama sunusu anlayınca sahneden atıyor.

Bizim gençliğimizde, evlenme çağına gelen delikanlı, genelde görücü usulüyle evlendirilirdi. Aday kız aylarca takip edilir, hamamda vücudunda anormallik var mı diye anne tarafından görülür, ailece uygunluğuna karar verilirse isteme işine başlanırdı. Genelde, varlığa, yokluğa önem verilmezdi. Bazı yerlerde başlık parası önem kazanırdı. Evlenecek adaylar bişekilde birbirlerini görme fırsatı yakalarlardı, ama, şimdiki gibi elektrik, melektrik yoktu. Zaten o devirde elektrik de yoktu. Derslerimizi sokak lambaları altında yaptığımız olurdu. “Nikahta keramet vardır” denir ve evliliği gerçekleştirmek için, söz, nişan yapılır, düğünle de evlilik gerçekleşirdi. Herkes dengi dengini bulur, yaşamları boyunca bir yastıkta kocarlardı.

Şimdi olay değişti. İşin kolayına kaçıldı. Kurbanlık koyunların alındığı gibi, görücüye çıkanlar seçiliyor ve alınıyor.

Evlilik ve aile, özellikle bizim toplumumuzun, vazgeçilmez kutsallarından sayılır. Aile mef-umu, bayrak gibidir, Vatan gibidir, namusumuz, haysiyetimiz ve şerefimiz dir. Ama bazılarımız, evliliği, aile kurmayı hafife alıyorlar. Çık TV ye, kriterleri say dök, adaylar gelsin, elektrik çarpmışsa ( ! ) sahneye nikah memuru gelsin, iki şahit, 20 misafir ve TV izleyicilerinin huzurunda nikah ol, pastanı ye, iki göbek at, bin arabaya git eve. Oooohh, ne güzel evlilik. Bu tür evlilik ne kadar sürer bilemem. Bazan da yarı yolda bitiyor. “ Bana yalan söyledi, her gün para istiyor, söz verdiği halde bana bilezik almadı, küpe almadı. Simitçiye 20 lira verdi, bir simit için paranın üstünü almadı, huylandım, beni bonkörlükle kandırmak istiyor. 20 güdür evliyiz ayrı ayrı odalarda yatıyoruz, çok konuşuyor, elimden tutmadı, yanımda başkalarına kompliman yapıyor, geçmişindeki ilişkilerinden bahsediyor, ailem beğenmedi, ailesi beni laik görmedi “ gibi bahanelerle ilişki bitiyor. Yeni adaylar aranıyor.

Stüdyoya gelen misafirler hep aynı kişiler. Onlara bir ücret veriliyor mu bilmiyorum. Galiba işleri güçleri yok, işleri , oraya gelip adaylar hakkında olumlu veya olumsuz ahkam kesmek olmalı. Yeri geldiğinde aşk şiirleri, şarkılar, orkestra eşliğinde müzik, oyun ve şamata.

Derlerki, bu programlar “oyundur. Şahıslar parayla tutulmuş rol yaptırılmaktadır.” Hayır buna inanmıyorum. Program açık, canlı ve gerçek. Ama ne var ki, bu tür programlar evlilik ve aile müessesesini küçük düşürmektedir. Böyle evlilikler aile kavramını yozlaştırmaktadır. Ben bu kanıdayım.

Bizim dönemimizden birkaç kişi kaldık. Artık yapacağımız bir şey kalmadı. Yeni yetişen gençler geleneklerimize, örf ve adetlerimize sahip çıkmalılar. Yukardaki olayın yapımı ve izlenmesine araç olan TV gibi teknolojinin karşısında gençlerimiz yenik düşmemeli. İleri görüşlü, yenilikçi, modern, aydın olmalıyız , ama gelenek, anane, örf ve adetlerimizden ödün vermeden, değiştirmeden.



MİLLİ BAYRAMLARIMIZ

  CUMHURİYET Burhan Bursalıoğlu Bu gün Cumhuriyetimizin 99. Yıl dönümü. 99 yıl önce bugün, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşla...