14 Mayıs 2010 Cuma

BODRUM'DAN


BODRUM' DAN  MERHABA 


Burhan Bursalıoğlu

Çarşamba sabahı saat:04 . 40 da  Yeniköy’den yola çıktık. Ortaköyden  Oğuz’u alarak  yola koyulduk.. Araba vapuruyla, Topçulardan karşıya geçtik. Susurluk’taki Ulusoy dinlenme  tesislerinde 45 dakikalık kahvaltı molası verdik.
12.30 da   Selçuk’a girdik. Girişimizin özel bir nedeni vardı. Her geliş gidişimizde uğradığımız Seçkin Ciğerciden ciğer yemezsek  olmaz. Senede iki kez de olsa uğramadan geçmiyoruz.. Çünkü yaptığı çiğer enfes. Selcuk’a uğrayan olursa Seçkin Ciğerciyı  ziyaret etmelerini tavsiye ederim.

Bir saatlık bir mola sonrasında yolumuza devam ettik.  Bafa gölüne yanaştığımızda hava değişti. Bir taraftan orman bir taraftan göl havası. İstanbul’un eksozla karışık  kirli havasını geride bıraktığımıza sevindik.
Milas’tan sonra yol yapımı nedeniyle yavaş yavaş yol aldık. Bazı yerlerde, asfalt dökümü, bazı yerlerde de yol genişletme çalışmaları yapılıyordu
.
 Torba  yol ayrımına geldiğimizde, üst geçit ve alt geçitin yapıldığını görünce, sevindim.Birçok kez, bu kavşağa ışık konmasını zaman zaman yazdım. Galiba yetkililer, ışığı az görüp geçit yapmaya başlamışlar. Her yıl bu kavşakta birçok kaza olup insanlar ölüyordu.  Bildiğiniz gibi, genç yaşta  bir şarkıcımız da   burada trafik kazasında hayatını kaybetmişti.
Bodrum’a girmeden Gürece’ye, oradan da içeri saparak  Bağlaya doğru  devam ettik. Tepeye gelince, deniz, Gümbet, Bitez ve Ortakent  sahillerini kuş bakışı  görerek içimiz açıldı.  Bank-Ev Sitemize girince, yolların kazılmış, yolun, bazı yerinde sağında, bazı yerlerin solunda, hatta ortasında  asfalt döküldüğünü, asfaltında yeni dökülmüş olmasından ötürü, arabamızı kurtarmakta zorlandık. Yine de arabanın altına ziftlerin yapıştığını, çıkardığı sesten anlıyorduk.  Milas’dan getirilecek su için bu kazılar yapılıp borular döşeniyor. 2011 de de sular verilecekmiş
.
Saat 15.30 da evimize geldik. Daha kapıyı açmadan bahçeye şöyle bir  göz attım.  Kooperatif yönetimi  otları temizlemiş. Ama tüm çiçeklerinde kurumuş olduğuna üzüldüm. Kapıyı açarak tekrar  bahçeye girdim. Güllerim  yaşam savaşını kazanmış. Bir de kaktüsler sağlam. Çiçek dahi açanlar var.  Siyah dutun  meyveleri  henüz  olmamış. 15 güne kadar  olurlar. Kayısında bu sene az meyve var. Narlar hala çiçekte.  Siyah  erikte bol meyve var. Ayvalar da ceviz büyüklüğünde. Kış armudunda meyve geçen yıllara göre daha çok.

En çok dikkatimi çeken, her yıl gayretlerimle, kurumaktan kurtardığım  narenciye  cinsinden bir fidanın üzerinde Eylül ayında fındık büyüklüğünde meyveler vardı. Bugün gördüğüm o meyvelerin, portakal büyüklüğünde sapsarı oldukları. Diğer dallarında da yeni meyveleri nohut büyüklüğünde. Aynı ağaçta geçen yılın  meyvesiyle bu yılın yeni meyvesi birlikte. Bu ağacın, portakal mı, turunç mu, mandalina mı olduğunu bilemediğim için, bir tane kopararak tadına baktım. Portakal gibi dilimli ama çok ekşi. Turunç olduğuna karar verdim. Eylülde diktiğim iki asma kökünün biri kurumuş biri ise yapraklanmış  olduğunu gördüm.
.
Eve girip eksik bir şeyin olup olmadığını kontrol edeyim derken eşim, suyun akmadığını söyledi. Telefon da kesikti. İçecek suya da ihtiyacımız vardı. Hemen idareye cepten telefon ederek suların akmadığını, telefonun çalışmadığını söyledim. Akabinde  içme suyu için Kızılcık Madra suyu satan  mağazasını arayarak  18 litrelik şişelerden iki adet istedim. 10 dakika sonra  Kızılcık Madra suyumuz geldi. Yarım saat sonra su tesisatçısı geldi. Sularımız aktı. Bugün sabahleyin de telefonumuz yapıldı. Bu arada internetin olup olmadığını, 6 ay çalışmayan Bilgisayarın durumu ne alemde diye  kurdum ve hiçbir anormal bir durumun olmadığını, internetin de çalıştığını gördüm.

Bilgisayarı kapatarak işe giriştik. Şort ve atleti giyerek, hortumları  bahçedeki musluklara takıp önce balkonu  ve pergoleleri güzelce yıkadık. Masa, koltuk, sandalye ve sehpaları çıkardık. İçerde de ufak değişiklikler yaparak, Oğuz’u eve bırakarak Sitemizdeki Dia-Sa marketine gittik. Grekli ihtiyaçlarımızı aldık.
Güneş batınca, bol su ile kurumuş olanlar da dahil tüm yeşil kalmışları suladım. Bir ümit belki kurumuşlar yeşerir diye de düşündüm. Geç saatte, Atlantico Madrit ve Fulhanın final maçını izledikten sonra, istirahate çekildik
.
İstanbul’da saat 9 dan önce kalkmayan eşim, saat 6.30 da kalkmış. Bahçivan  makasını alıp, gül ve ağaçların kuruyan dallarını budamış. Etrafı temizleyerek sulamış.. Yorgunluktan olsa gerek biraz geç kalktım. Oğuz benden de geç kalktı.. Hemen yarın bir temizlikçi kadını getirtip genel temizlik yapması lazım. Bir hafta içinde de dış cephe ve iç duvarların boyanması da şart.
Bodruma gelince, inanın huzur buluyorum. Sabahtan akşama kadar çalışsam bıkmam. Havasından mıdır, suyundan mıdır bilemem ama  mutlu oluyorum
.
Yapacak daha çok işimiz var. Umarım her hangi bir aksilik olmaz da,  geçmiş yıllarda olduğu gibi eğlenceli geceler düzenleyen Macik Layf  otelinin  kulağa hoş gelen sesli  curcunasına şahit oluruz.. Şimdilik buralar çok sessiz. Bizden başka mahallemizde henüz kimseler yok. Macik Layf ta sessiz. Bugün açılışı yapacakmış. Bundan sonraki geceler eğlenceli olur.
. İleride gelişmeleri sizinle paylaşacağım.
Şimdilik hoşça kalın.
                                                               

11 Mayıs 2010 Salı

YAZLIK

YARIN, 12 MAYIS SABAH ERKEN SAATTE BODRUM'A HAREKET EDİYORUM. KASIM AYINA KADAR, SAĞSAK, ORADAYIM. BU NEDENLE, BAHÇE VE YERLEŞME İŞLERİYLE UĞRAŞACAĞIMDAN  BİRKAÇ GÜN SİZİNLE OLAMIYACAĞIM. TATİLE GELENLER OLURSA GÖRÜŞMEYİ İSTERİM.



HOŞCA KALIN

10 Mayıs 2010 Pazartesi

SİYASİ POLEMİK


BÖYLE  BENZETME  OLUR  MU?
Burhan Bursalıoğlu

Son günlerde siyaasi arenada çok yakışıksız benzetme mesajları uçuşup duruyor. Kim olursa olsun, karşısındakini bir başkasına benzetme hakkı yoktur.
 Hiçbir insan bir diğerine benzemez. Hele hele bu benzetme tanınmış şahıslar olursa, Dünyanın tanıdığı kişiler arasında olursa daha da çirkinleşmektedir. Ya bu insanlar ölmüşlerse, artık söyleyecek kelime bulamıyorum.
 Nedir mesele?
CHP Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal Başbakan Sayın Tayyip Erdoğan’ın davranışları, tutumu ve Anayasa oylamasında, milletvekillerini baskı altına alması nedeniyle Hitler’e benzetti. Başbakan bunun üzerine, Baykalı değil de Türkiye Cumhuriyeti’nin 2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’yü Hitler’e benzetiyor. Bu benzetmeyi de şu sözlerle ifade ediyor.
 “ Eğer illa Hitlere benzetecek bir siyasi figür arıyorlarsa, kendi genel merkezindeki eski genel başkan fotoğraflarına baksınlar. Orada Fühler’e özenip, kendine milli şef dedirtmiş genel başkanlarının Hitler’vari bıyıklarının altından kendilerine gülümsediğini, görecekler. Ona baksınlar.”
 Nasıl bir benzetme anlamış değilim. Bıraktıkları bıyık şekliyle insanlar birbirine benzetilir mi? Benzetme, düşünce, karakter, davranış, huy benzerlikleriyle olur. Eğer yapılan benzetmede bunlar kasdediliyorsa, bıyığı, sözlerini pekiştirmek için kullanmış olabilir.
Bunun diğer bir yönü de, bu benzetmeyi Milletvekillerinin alkışlamasıdır. Biri çıkıpda,”Başkanım, yanlış yapıyorsunuz “ demedi, diyemedi. Neden? Korktular mı acaba?

Bu benzetme doğru mu, yanlış mi? Bir bakalım.
 1933 yılında iktidara gelen Adolf Hitler, kötü olan Alman ekonomisini düzeltmeye çalıştı. Bunda da başarılı oldu. Ülkede tüm kadroları ele geçiren Hitler, sendikaları kapatarak, tüm çalışanları “İşçi Birliği “ çatısı altına topladı. İşçi aidatları genel bütçeye aktarıldı, grevler kaldırıldı, ücret artışları durduruldu. Bu tedbirler sonucu istihdam artışı sağladı, iş gücü maliyetinin düşmesiyle de işgücü arttı ve tüm yatırımları teknoloji ve askeri alanlara kaydırıldı.

İsmet İnönü yeni bir devletin Cumhurbaşkanı. Bozulanı kurtarmaya değil, olmayanı oluşturmaya çalışmıştır. Yoktan var etmeye çalışmıştır. Ekonomide aldığı tedbirler,teknoloji ve askeri alanlara yatırıma değil, 6 yıl süren Dünya savaşına girmemeyi, bir aksilik olursa orduyu ayakta tutabilmek düşüncesi içindi.
 Bunlar farklı şeyler. Biri orduyu, silahları yenilemek, güçlendirmek için tedbirler alıyor, diğeri mevcudu korumaya çalışıyor.
 Alman ekonomisinin iyileşmesiyle Hitler dış politikasını çiziyor. Kara, deniz, hava kuvvetlerinin gelişmesini engelleyen Versay anlaşmasını elinin tersiyle iterek, denizaltılar, büyük tonajlı nakliye ve harp gemileri, zırhlı savaş araçları, uçaklar ve silah üretimi için tüm sanayii fabrikalarını bu işe dönüştürerek, ordularının insan gücünü artırıyor.

İnöni ne yapmıştır?. Olanı korumuş, ayakta tutmuş, zaten fakir olan devlet ve Ulus daha da yoksullaşmış, savaşa girme korkusunun tedbirlerinin ceremesini halk çekmiştir. Ama,6 yıllık dünya savaşında hiçbir askerin burnu kanamadı, hiçbir ana ağlamadı, hiçbir bina yıkılmadı, hiçbir doğan çocuk babasız veya babası belli olmadan doğmadı.

Hitler ordu gücünü kuvvetlendirdikten sonra planlarını uygulamaya koydu. Almanca konuşan nüfusun, yaşamakta olduğu toprakları Alman sınırları içine almak için Avusturya’yı işgal etti. Çekoslovakya sınırları içinde bulunan Sudet bölgesini de, 29 eylül 1938 de imzalanan Münih anlaşmasıyla topraklarına kattı. Hitler’e bu da yetmedi, 15 Mart 1939 da Çekoslovakya’nın tamamını işgal etti.

İnönü’nün böyle bir düşüncesi, eylemi veya girişimi var mıydı? İnönü bir komutan olarak savaşlar yapmıştır. Ama işgal için değil. Kendi yurdunu işgale kalkan ordulara karşı savaşmıştır.

Hitler 1933 de iktidara geldikten sonra 30 Haziran-1 Temmuz 1934 gecesi 85 SA üst düzey yöneticisini SS lere katlettirdi. Hitlerin bu hareketi, ordu üzerine tam bir otorite kurmak, en yüksek rütbeden en düşük ere kadar tüm ordunun hakimiyetini ele almak, onu istediği gibi yönlendirmekti. Bunda da başarılı oldu ama sonunda kendi başını yedi.

İnönünün böyle bir davranışa ihtiyacı var mıydı. O, zaten ordudan gelmeydi. O orduyu Atatürk ve arkadaşları yoktan varetmişti. İnönü de Atatürk’ün en samimi arkadaşı idi. İnönü üst düzey yöneticileri katletmeyi değil düşünmek, onların yerlerini dahi değiştirmeyi aklına dahi getirmemiştir. Ama ondan sonra gelen tüm iktidarlar “işe göre adam değil, adama göre iş “ yaratılarak binlerce görevli ya işten atıldı ya da görev yerleri değiştirildi. Kalitesine bakılmadan, yandaş insanlar kilit noktalara getirildi.

Hitler’in ikinci planı, ülkesindeki aksaklıkların nedeni, Yahudi ve çingenelerden kaynaklandığına inanmiş olmasıydı. Bu nedenle, gelmiş geçmiş en büyük soykırıma girişmiştir. Yahudileri toplama kamplarına topladı, Sağlam ve güçlüleri, fabrikalarda, inşaatta, demiryollarında çalıştırmak için ayırdı, diğer yaşlı, güçsüz, kadın,çocuk demeden hepsini fırınlarda yaktı. Bu uygulamayı yalnız Alman sınırları içinde değil, işgal ettiği topraklardaki yahudilere de uygulamıştır. Toplam olarak 6 milyon insanın kanına girdi. Hitlerin amacı, sağlam, güçlü, Alman kanından “yeni bir Alman ırkı” yaratmaktı. Onun için yalnız çingene ve yahudi değil, güçsüz,çelimsiz, zayıf yaşlı Almanları da katletmiştir.

Hitlere benzetilen İsmet inönü’nün böyle bir caniliği varmıydı? Yeni bir Türk ırkı yaratma gibi bir düşüncesi, eylemi var mıydı? O kendi topraklarında yaşayan tüm azınlıkları vatandaş olarak görüyor, eşit davranıyor, sosyal yaşamda, ticarette, kültürde ayrı tutmuyordu. Koyduğu “varlık vergisi” için onları üzmüşse de sonradan yanlış yaptığını anlayıp dönüş yapabilen bir karakterdeydi.

Karakter yönünden, Hitlerin üstün insan olduğunu, uzun konuşmalarıyla, tavırlarıyla dinleyenleri ikna etme becerisi bulunduğunu, vücut dilini iyi kullandığını, sert bakışları, ani hareket etmesi, kendisini yanılmaz, hata yapmaz, savunduğu düşüncelerden asla taviz vermez bir lider olduğunu tüm Alman Ulusuna kabul ettirmişti. Goebbels, Hitler için ”Fühler hiç değişmez. Çocukken nasılsa, şimdi de öyledir” demiştir.
 İnönü ise tamamen aksi karakterdeydi. Sakindi, az konuşurdu alçakgönüllü olup, Milletine ve vatanına halel gelecek durumlarda kaplan kesilen, yardımsever tam bir aile reisiydi.
 Hitler sanata özellikle resme önem verir, suluboya resim yapardı. İnönü, tarihi eserlere değer verir ama resim yapma gibi bir yeteneği olduğunu zannetmiyorum.
 Hitlerin acıma duygusu yoktu. Vicdanlı değildi. Katletmekten, ettirmekten zevk alırdı. Hitlerin hava kuvvetleri komutanı Hermann Goring şöyle diyor. “ Vicdansızım ben. Benim vicdanım Adolf Hitlerdir.” İnönü için böyle bir söz söylenmiş midir?
 Hitler öldükten sonra bulunan vasiyetinde dahi vicdansızlığını görmek mümkün. Vasiyetinde “ Almanya, bütün milletler için bir zehir gibi tehlikeli olan yahudileri ve Bolşevizmi kovalamakta asla vazgeçmemelidir” demektedir. İnönü’nün bu tür bir vasiyeti varmı acaba. “ Rumları, Yahudileri, Ermenileri, Çingeneleri, takip edin onlara göz açtırmayın” şeklinde bir sözü, vasiyeti, emri varmı?

Hitler kendini doğa üstü ve ölümsüz de görmüştür. Bunu iki olayla ispata çalışmıştır. Kendinden önce doğan kardeşlerinin ölmesi, kendisinin yaşıyor olması, birinci Dünya savaşında bulunduğu cephede, kulağına gaipten gelen bir sesin, oradan ayrılmasını telkin ettiğini, bu sese uyarak oradan ayrıldığını, bir müddet sonra oraya top mermisinin düşerek arkadaşlarını kaybettiğini, 42 kez suikasttan kurtulduğunu söyler ve söylediklerine de herkesin inanmasını isterdi. İnönünün böyle savsataları var mıydı?

Galatasaray Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Tarih uzmanı Doç. Dr. Ahmet Kuyas’ın benzetmelerle ilgili değerlendirmesi de dikkate değer. “En başta siyasetçiler, tarihi hep eğip bükerler ve kendi işlerine geldiği gibi kullanırlar. Hitler benzetmesi sevimsiz Liderler birbirlerine haksızlık yapıyorlar. “diyor.

İsmet İnönü, bir ulusa yeniden hayat verenlerin başında gelen bir adam. Hitler ise yaşayan bir ulusu yok eden insan.
 İsmet İnönu, köle bir ulusa özgürlük veren bir lider. Hitler ise özgür bir ulusu esir eden bir diktatör.
 İsmet İnönu Demokrasinin temellerini atan, Hitler ise atılmış temellere bömba koyan kişi.
 Şimdi bunların benzerliğine 3 yaşındaki çocuk dahi inanmaz. Diyelim ki, Baykal, Tayyib’in uyguladığı yöntemler nedeniyle onu Hitlere benzetmiştir. Peki, Tayyip, Baykalı birilerine benzetmek varken , neden İsmet İnönü’yü Hitlere benzetme gereğini duymuştur.? İnönü'nün CHP Genel başkanlığı yapmış olması mıdır sebep?
 Dünyanın en kötü döneminde, Türkiye Cumhuriyeti’nin 12 yıl Cumhurbaşkanlığını yapmış ve ölmüş bir insanı yermek, önce dinimize göre günah, sonra da insanlığa yakışmayan bir davranıştır.
Acaba bu benzetmeler Atatürk’e kadar uzayacak mıdır?
 Dikkatli, olunması lazım.
 Unutmayalım ki her çıkışın bir inişi vardır.

9 Mayıs 2010 Pazar

ÖZEL GÜNLER

ÇOCUKLARINA  ANNE  SEVGİSİ  AŞILAMIŞ  TÜM  ANNELERİN,  ANNELER  GÜNLERİNİ  KUTLAR, SAYGILAR  SUNARKEN,  ANNELERİN  EVLAT  ACISI  ÇEKMEMELERİNİ  DİLİYORUM. 

8 Mayıs 2010 Cumartesi

G Ü N C E L

GÜZEL BİR KAÇ SAAT


Burhan Bursalıoğlu

Sivas Öğretmen Okulu mezunu olup, askerlikte teskere bırakarak Hava Albayı, pilot Şeref Uğuriş'ten 4.5.2010 tarihinde bir telefon alarak, 5 Mayıs Çarşamba günü saat 17.30 da Osmanoğlu kliniğinde olmamı istedi. Önce korktum. Şeref Bey e bir şey oldu da beni yanına mı çağırıyor diye düşündüm. Telefondaki ifademden anlamış olacak ki, nedeni söylemeden, endişe etmememi, gelince anlatacağını söyleyerek rahatlattı.

5 Mayıs 2010 Çarşamba günü saat 17.30 da Osmanoğlu Kliniğinin kapısına geldiğimde Şeref beni kapıda bekliyordu. Sevinmiştim. Şeref ayakta ve sağlam görünüyordu. Sarıldık, öpüştük. Birlikte Kliniğin sahibi Prf. Dr. Salih Osm anoğlu’nun makam odasına girdik. Odada 7-8 insan vardı. Hepsinin yüzleri tanıdık geldi. Ama adlarını hatırlıyamıyordum. Daha doğrusu bilmiyordum. İçeri girince hepsi güler yüzle ayağa kalktılar. Ellerini uzatarak “hoş geldiniz” derken, Şeref Bey de beni onlara, onlarıda bana tanıştırdı. Hepsi de Prof. Dr.
                              Şeref Uğuriş ve  Nevzat Atlı
Bu arada içeri yenileri girip çıkıyor. Şeref Beye “ Buraya gelişimizin nedenini açıklar mısın “ diye sordum. Bana  "– Sen Türk Sanat Müziğini seversin. Küçük bir konser var, dinleriz “ dedi. Kısa bir süre sonra  Prof.Dr. Nevzat Atlı kapıdan içeri girdi. Kısa boylu, güleç yüzlü, alçak gönüllü, herkesin elini sıktı. Nevzat Atlı gibi birisi burada ise konser seyre ve dinlemeye değer diye düşündüm. Hep birlikte kalkarak  klinik içinde , geniş bir koridora konan koltuk ve sandalyelere oturduk. Birkaç bayan ve gerisi, genellikle klinikte çalışan doktorlardan oluşan 50-60 yaşlı kişi idik.

Bir görevlinin kısa bir açış konuşması sonucu, Nevzat Atlı’yı mikrofona davet etti. Nevzat Atlı, gelenlere teşekkür ederek, talebeleri olduğunu ve doçent diye taktim ettiği 3 genç kızı sahneye davet etti. Solist olarak Sinem Özden, kanun çalan Gözde Çolakoğlu ve kemençe çalan Ayşe Gül Kostak’ı tekrar tanıttı.

Bu 3 güzel kız gerçekten bize kısa ama muhteşem bir konser verdiler.

Kanun taksiminden sonra, Hacı Arif Bey’in Segah, Olmaz ilaç sine-i sad pareme şarkısıyla başlayan konser, Sadettin Kaynak’ın Ayrılık yaman kelime şarkısıyla devam etti. Kemençe ile kısa bir taksim ve Rast peşrevinden sonra  

               Hacı Faik Bey’in rast şarkısı Nihansın dideden den sonra kanun taksimi ve Nihavente geçişle, ilk nihavent şarkı,Zeki Duygulunun Ayrıldı gönül şimdi, Neveser Kökdeş’in nihavent şarkısı ,Hüsranla gönül hep inler, Avni Anıl’ın nihavent şarkısı, Bir kere bakanlar unutur derdi, günahı,  ilk kez duyduğum Akşamın süzme deniz renginden sonra, son olarak Erol Sayan’ın Nihavent şarkısı Kalbe dolan o ilk bakış’ la konseri bitirdiler.
                           Prof. Dr. Salih Osmanoğlu ve Nevzat Atlı
Solist olarak şarkıları söyleyen Sinem Özden’e hayran oldum. Müthiş bir ses. En az 3 oktavlık ses. Temiz, berrak ve net. İnanın, yozlaştırılmaya çalışılan, ne idüğü bilinmeyen, uyduruk şarkı türlerinin gündemi işgal etmesinden duyduğum kaygılarım gitti. Türk Sanat Müziğini seven, icra eden, hangi kaynaktan yetişirlerse yetişsinler, bu genç kızları görünce gururlandım. Gelecekten endişe etmeye gerek olmadığını anladım. Biz, Türk Sanat Müziğinin nağmeleriyle büyüdük. Kanımızda onun rengi, ruhumuzda onun besini, beynimizde onun şavkı var. Vazgeçmek mümkün mü?

Prof. Dr. Salih Osmanoğlu, 3 güzel doçent sanatçıya birer plaket ve hediyelerini verdikten sonra yan salona geçildi.

Çok çeşitli olarak hazırlanmış, açık büfe yiyeceklerinden tadarak, akşam yemek sırasını geçiştirdik. Sayın Osmanoğlu’na, Sayın Nevzat Atlı'ya teşekkür ederek dağıldık.

Bu arada, sevgili artkadaşım Şeref Uğuriş, memleketi olan İneboludan getirdiği  gül reçeli ile tahin helvasını vererek, Şevval'e vermemi istedi.

Şeref Uğuriş, geçen sene bu tarihlerde, eşi olan İngilizce   öğretmeni Perihan Uğuriş’i    kaybetti. Şeref hala olayın etkisinden kurtulamamış. Kendisini bitkin, ama yaşama tutunma azmi içinde gördüm. Nüktedan, neşeli, azimli, samimi ve güleryüzlü Şeref durulmuştu. 17 yıldır beslediği, çıtçıt adlı, kanij cinsi köpeğinin, perihan hanımı arayışına çok üzüldüğünü söylüyor.

Tanrıdan Şerf Bey’e sabır, sağlık, ve eski neşesine kavuşmasını, Perihan Hanıma da Allahtan gani gani rahmet diliyorum.

7 Mayıs 2010 Cuma

ATATÜRK

Atatürk ve Hz.Muhammed, Bilinmeyen Gerçek!!!


(Can Ataklı 09.08.2008 Tarihli Yazısı)

Pazartesi akşamı Avrasya Televizyonu' nda Lale Şıvgın'ın sunduğu 'Beyin Fırtınası' programına katılmıştım biliyorsunuz.

Programın diğer konukları Nevzat Yalçıntaş ile Erol Manisalı idi.

Nevzat Yalçıntaş program sırasında Atatürk'le ilgili küçük bir anekdota yer vererek 'Suudiler 1926 yılında sınırları içinde tüm mezarlıkları yıkıyorlardı. Atatürk sıranın Hazreti Muhammed'in kabrine geldiğini öğrenince bir telgraf çekerek, 'Eğer bir tek taşına bile dokunursanız ordumu aşağı gönderirim' demişti. Bunun üzerine Suudiler Hazreti Muhammed'in kabrine dokunamamıştı. Ama bu telgraf yok edildi' dedi.

Programın ana konusu kapatma davası olduğu için bu konu fazla uzun sürmedi.

Programdan sonra Lale Şıvgın, yayının yapıldığı Doğatepe tesislerinde bizlere birer çorba ikram etti. Bundan yararlanarak Yalçıntaş'a 'Hocam programda anlattığınız olayın ayrıntılarını söyleyebilir misiniz?' diye sordum.

1981 yılında 12 Eylül askeri yönetimi Atatürk'ün 100. doğum yılı nedeniyle kapsamlı bir program hazırlamış. Prof. Yalçıntaş o dönemde İlim Kurulu'nun başına getirilmiş. Amaç Atatürk'le ilgili çeşitli kaynaklardan arşiv araştırması yapmak ve 'bilinmeyen Atatürk'ü' ortaya çıkarmakmış.

Yalçıntaş, 'Dışişlerinde Münir Bey vardı.(Soyadını hatırlayamadı) İyi bir araştırmacı ve arşivciydi. Ona Dışişleri Bakanlığı arşivlerinin araştırılması görevi verilmişti' diyerek anlatmaya başladı.

Sonra da sürdürdü: 'Bir gün Münir Bey aradı. Çok ilginç bir belge bulduğunu, bunu getirip göstermesi gerektiğini söyledi. O sırada benim çalıştığım başbakanlık binası ile dışişleri binası aynı yerde. Hemen atlayıp geldi. Çok heyecanlıydı.'

Prof. Yalçıntaş, Münir Bey'in gösterdiği belgeye baktığında çok şaşırdığını belirterek şöyle devam etti:

'Belge bir telgraf metniydi. Henüz yeni kurulan Suudi devletinin kralına gönderilmişti. Telgrafta 'Hazreti Muhammed'in mezarının yıkılacağını derin üzüntü içinde öğrendim. Bu kutsal emanete asla dokunamazsınız. Bir tek taşının bile zarar gördüğünü duyarsam orduyu aşağıya gönderirim' anlamına gelen cümleler vardı.'

Yalçıntaş, burada Hazreti Muhammed'in mezarı ile ilgili kısa bir detay anlattı. İngiliz işgali sırasında komutan olan Fahrettin Paşa'nın kabri terk etmemek için uzun süre direndiğini, aç kaldıklarını bu nedenle çekirge yiyerek beslendiklerini, sonunda İngilizler'in hiçbir şekilde dokunmamaları kaydıyla Hazreti Muhammed'in mezarını terk ettiklerini ancak kutsal emanetleri de yanlarına aldıklarını söyledi.

Şimdi gelelim belgenin bulunmasından sonraki gelişmelere, çünkü vahim ve ilginç olan bu:

Nevzat Yalçıntaş'ın anlattığına göre Münir Bey belgeyi önce bir üst amirine götürüyor. Belge oradan daha yukarı taşınıyor. Sonunda müsteşara oradan da Bakan İlter Türkmen'e geliyor. Tabii Evren Başkanlığı'ndaki Milli Güvenlik Konseyi'nin de haberi oluyor. Sorun şu: Bu belge ne yapılacak?

Dönemin Atatürkçü komutanları ve onların emrindeki bürokrasi bu belgenin açıklanmasını istemiyor. Ancak belge de ortaya çıkmış bir kere. Sonunda o dönemde yazılan ve şimdi kitapçılarda tek nüshası bile kalmayan bir Atatürk kitabının içine, hiçbir anons yapılmadan konuyor. Kısacası konu adeta kapatılıyor, sadece o tuğla gibi kalın kitabı sonuna kadar okuyanların dikkatini çekecek biçimde 'zevahiri kurtarmak' adına konuyor.

Peki bu belge şimdi nerede? Kimin koruması altında? Bu da bilinmiyor.

Bilinen tek şey, Atatürk'ün İslam aleminin peygamberi Hazreti Muhammed'in mezarının ortadan kaldırılmasını önlemesi herkesten saklanıyor.

Hazreti Muhammed Mescidi Nebevi'de yatıyor

Hazreti Muhammed 571 yılında doğdu 632 yılında vefat etti. Peygamberimiz Medine'de oturduğu evde toprağa verildi. Bu mezar bugün dünyanın en büyük camisi olan Mescidi Nebevi'nin içinde.

Mescidi Nebevi, Hazreti Muhammed'in Mekke'den Medine'ye göç etmesinden sonra ilk namaz kıldığı yer. Hazreti Muhammed, Medine'de oturduğu evin hemen yanına kentin ilk mescidini inşa ettirmişti. Bu mescit geçen yıllar içinde defalarca yenilendi. Bugün 600 bin kişinin aynı anda namaz kılabildiği Mescidi Nebevi'nin korumasını çok uzun yıllar Osmanlı askeri yapmıştı.

Arabistan'da mezar adeti yoktur. Ölüler herhangi bir yerde toprağa verilir, üzerine belirleyici bir şey konmaz. Bu nedenle sadece Hazreti Muhammed'in mezar yeri ile ilgili bilgi vardır. O'nun dışındaki İslam büyüklerinin mezarlarının yeri bilinmez. Bir süre önce Hazreti Muhammed'in annesine ait olduğu ileri sürülen bir mezar ortaya çıkarılmıştı. Ancak Suudi yönetimi bu mezarı da ortadan kaldırmış ve yerine otopark yapmıştı.

Atatürk'ün müdahalesi olmasa Suudiler, Mescidi Nebevi'nin hemen dibindeki Hazreti Muhammed'in mezarını da tamamen ortadan kaldıracaktı. Nitekim Hazreti Muhammed'le aynı yere defnedildikleri bilinen Sahabe'nin önde gelen isimlerinin mezar yerleri bugün dümdüzdür.

Nevzat Yalçıntaş'la sohbetimiz sırasında 'Bir gün Yaşar Nuri Öztürk Bey aradı. Benim bu anlattığımı duymuş, belgeye nasıl ulaşabileceğini sordu' dedi. Ben de 'Belgeyi bulmuş mu?' diye sorunca 'Onu bilemiyorum, ama galiba bir kitabına koymuş ben okuyamadım' dedi.

Bunun üzerine önceki gün Yaşar Nuri Öztürk'ü aradım. Öztürk, Yalçıntaş'ın anlattıklarını doğrulayarak, 'Ancak bunu henüz bir kitabıma koymadım. Araştırmayı aşağı yukarı tamamladım, Gazi Mustafa Kemal ve İslam isimli çok kapsamlı bir kitap hazırlıyorum, bunun bitmesi üç yılı alır. Konu bu kitapta yer alacak' dedi.

Milletvekili olduğu sırada bu belgeye ulaşmak için çok çalıştığını söyleyen Öztürk, 'Belge Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde. Milletvekili sıfatımla bu arşivlerde çalışmak için bakan Ali Babacan'a başvurdum, ama bana izin vermedi' diye konuştu. Öztürk'e 'Peki hocam, böyle bir belgenin açıklanmasını neden istemiyorlar? ' diye sordum. Öztürk'ün cevabı çok ilginç oldu.

Şöyle dedi: 'Atatürk'ü din ve İslam dışı göstermek isteyenler elbette bu belgeden rahatsız olacaklardır. Bu nedenle dini siyasete alet edenler emperyalistlerle iş birliği bile yapabiliyor.Dincilerle İslamı reddedenler bu noktada birleşebiliyor.

6 Mayıs 2010 Perşembe

EĞLENCE

ACEMİ  TİRYAKİLERE  USTALARINDAN  ÖĞÜTLER

(Tiryaki  ifadeleri )

Racon 1:

Rakı sofrasında senden yaşça büyük ehlikeyfe saygıyı kusur etmemek için kadehini onun kadehinin altına tokuşturacaksın.

Racon 2:

Yaşça senden büyük kişi kadehini kaldırmadan rakı kadehi sofradan kalkmaz.

Racon 3:

Kadehe önce rakı, sonra su, sonra buz konur. Sıra bozulursa anason kadehin üstüne çıkar, rakının tadı kaçar.

Racon 4:

Yeni seri'yi kadehe çevire çevire dökmeli ki o ilk hasat anasonun kokusu etrafa yayılsın.

Racon 5:

Her rakı içilmez, her muhabbet çekilmez, her sofrada demlenilmez.

Racon 6:

Semaverin üstündeki çaydanlıkta demlenilen çay gibi ağır ağır, sindire sindire demlenilir.

Racon 7:

Adabıyla içenler, rakıyı özenle hazırlanmış az miktarda mezeyle içerler.

Racon 8:

Rakı insan seçer,kadeh seçer ve içenden "adap" ister.

Racon 9:

Rakı adabına, erkânına, zamanına, mekânına göre içilirse şifadır.

Racon 10:

Rakı sadece " İçmesini Bilenle " içilmelidir. Aksi halde keyif eziyete, sefa cefaya dönüşür.

Racon 11:

Racon gereği sofranın en genci sakilik yapar. ( kadehleri doldurur ) Büyüklere sakilik yaptırılmaz.

Racon 12:

Mezenin hası muhabbettir.

Racon 13:

Müzik olacak, meze olacak, muhabbet olacak, sebep olacak.

Racon 14:

Sofrada hep aynı konuda kalınmaz, konu sık sık değişir. Her konudan küçük lezzetler alınır, hiçbir konu fazla uzatılmaz.

Racon 15:

Rakıya başlamadan önce su katılmamış bol zeytinyağlı cacık yenilmesi tavsiye edilir.

Racon 16:

Yudum araları uzun tutulur, rakı fondip yapılmaz.

Racon 17:

Rakı sofralarının tarzı çilingir sofrası, ölçüsü bir karafa yani iki duble rakıdır.

Racon 18:

Rakıyı iyi tanımayan rezil, yeterince tanıyan vezir olur.

Racon 19:

Meze hiçbir zaman karın doyuracak yiyeceklerden değil. Karın doyurmak ayrı bir zevktir.

Racon 20:

Musiki ruhun, rakı muhabbetin gıdasıdır.

Racon 21:

Durman gereken zamanı bileceksin, rakı masasından kalkınca yalpalamayacaksın.

Racon 22:

Rakı masasında başka alkollü içecekler içilmez.

Racon 23:

Rakı masasına avuç içiyle yada yumrukla vurulmaz. Saygıda kusur edilmez.

Racon 24:

Rakı kadehi boş durmaz. Masadan kalkarken bile kadehin dibinde biraz bırakılır.

Racon 25:

Şişede kalan rakı, son damlasına kadar eşit paylaştırılır.

Racon 26:

Rakı masasından zorda kalmadıkça kalkılmaz. Masada uzun uzun telefonla konuşulmaz.

Racon 27:

Rakıya musuki eserler tat katar.

Racon 28:

Rakı incecik rakı kadehinde, yoksa çay bardağında içilir.



MİLLİ BAYRAMLARIMIZ

  CUMHURİYET Burhan Bursalıoğlu Bu gün Cumhuriyetimizin 99. Yıl dönümü. 99 yıl önce bugün, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşla...