5 Temmuz 2010 Pazartesi

HAYVANLAR ALEMİ

HAYVANLAR  DÜNYA'YI   NASIL  GÖRÜYORLAR?
Burhan Bursalıoğlu


Yüzyıllardır insanoğlu kendi dışındaki canlıların nasıl gördüğünü merak etmştir. Yapılan son araştırmalar canlıların görme duyusunun oldukça çeşitli bir yelpazede yer aldığını ortaya koyuyor.

Mesela yusufçuk böceklerinin beyni çok hızlı çalışır fakat görme duyuları bir o kadar yavaştır. Güvercinler ise farklı renk tonlarını en gelişmiş bilgisayar programlarından bile daha detaylı biçimde saptayabilme yeteneğine sahiptir.

İşte size doğruluğu bilimsel olarak da kanıtlanmış yedi hayvan ve bu hayvanların dünyayı nasıl gördüğü...


Atlar

Atlar inanılmaz bir görüş alanına sahipler fakat dürbün görüş alanına sahip oldukları için tam olarak iki göz arasında kalan bölgedeki görüntüyü göremiyorlar. Yani gözleri geniş alandaki bir manzarayı ikiye bölüyor.

Maymunlar

Eski dünya maymunlarının aynı bir insan gibi kırmızı, yeşil ve mavi renklerini algılayabildiği zaten kanıtlanmıştı. Fakat birçok yeni dünya maymunu bu yetiye sahip değil. Hatta bugün bir maymun ailesinin her bir üyesi bile aynı görme algısına sahip değil. Maymunlar içinde tam altı farklı tipte renk körlüğü mevcut. Bu anlamda maymunlar tıpkı insanlara benziyor. Erkek maymunlarda renk körlüğü kadınlara göre daha yaygın.


Kuşlar

Birçok kuş farklı görüyor. Mesela güvercinler milyonlarca farklı renk tonunu algılayabiliyor. Zaten doğada rengi en geniş yelpazede algılayan hayvan türü olarak biliniyorlar. Gözlerinde diğer canlı türlerine göre çok daha fazla renk reseptörü bulunuyor.


Kedi ve köpekler
Kediler ve köpekler güçlü bir görüş algısına sahip değiller. Bu iki canlı türünün koku ve ses algıları görme duyularından daha fazla gelişmiş. Özellikle kediler, köpeklere göre bu konuda daha kötüler. Renk körüdürler. Köpekler zaman zaman sarı ve mavi arasındaki farkı algılayabiliyorlar fakat kediler bunu bile ayrıt edemiyor. Fakat kediler gece görüşü açısından insanlardan bile daha iyi.


Yılanlar

Yılanlar iki sistemli göz algısına sahip. Bu sistemlerden biri renkleri çok daha iyi algılıyor. Dİğer sistem de ısıya dayalı algıya sahip. Bu anlamda gözleri aynı bir infrared detektör gibi işliyor. Yani diğer canlıları ve insanları ısıya dayalı özel bir algıyla seçebiliyorlar.


Sinekler ve böcekler

Parçalara ayrılmış göz yapıları görme algılarını insanlardan farklı kılıyor. Nokta gözlü bu haşerelerin birçok türünün gözlerinde 30 bin civarında lens bulunabiliyor. Mesela yusufçuk böceğinin beyni inanımaz bir hızda işliyor. Fakat gördükleri herşeyi ağır çekimde algılıyorlar.

Renkleri de ayırt edebiliyorlar ama diğer hayvanlar kadar güçlü değil. Görme algıları harekete çok duyarlı. Bu nedenle öldürme konusunda çok atik ve sertler.

1 Temmuz 2010 Perşembe

G E Z İ

UYKU VADİSİ

Burhan Bursalıoğlu

Bodrum deyince akla sadece deniz ve sıcaklık gelmektedir. Oysa ki, Bodrum’un gezilecek, görülecek, piknik yapılacak çok güzel,enfes yerleri var.
Bunlardan biri de Uyku Vadisidir.

Rivayet o ki, Asırlar önce Milas’da  kuyumcuıluk yapanYahudiler yaşarmış.  Bir gün eşkiyalar gelip en büyük kuyumcuyu soyarak kaçmışlar. Görgü tanıklarının ifadeleriyle, zaptiyeler takibe başlamış.. 3 gün sonra vadide, değirmenlerin yanında, eşkiyaları uyurken buluyorlar. O kadar derin uykudalarmış ki dürterek uyanamamışlar. Soğuk suyu dökünce uyanmışlar. Altınlarla birlikte yakalanmışlar. İşte o tarihten itibaren bu yöreye Uyku Vadisi denmiş.

29 Haziran Salı günü, sitemizden, 5 aileli 15 kişi, 4 araba ile , saat 17 de, siteden çıkarak Milas’a doğru hareket ettik. Bodrum-Milas yolunun 30. kilometresinde, Ağaçlıhöyük –Gökçeler sapağından sağa dönüp.rahatsız etmeyen yollardan ve köy içlerinden geçerek, etrafı yer, yer çıplak kayalıklı orman ağaçlarıyla kaplı, vadinin ortasından akan dere boyunca, zeytin, ceviz, çınar ağaçları, değirmen, restorant, bar ve çocuk parkı bulunan hedefimize ulaştık
.
Bol sulu şelale, suyun döndürdüğü değirmen çarkı, kısım, kısım, akıntılı, içinde alabalık yetiştirilen göller, meyve ağaçları, yüzme havuzu, çok uzun bir yürüyüş parkuru, dere boyu yüründüğünde rastlanan sarkıt , dikit ve traventerlerle bezenmiş,İncirli mağaranın kükürtlü, solumaya değer havası Uyku Vadisinin başlıca özellikleri…

Uyku Vadisinin doğal yapısı şaşırtıcı. Aramızda bulunan arkadaşımızx, araştırmacı gazeteci, aynı zamanda doğa araştırmacısı olan Ahmet bey, ortaya bir soru attı.
Burası vadi mi, kanyon mu?” Tartışma sonun da “vadi “ ağırlık kazandı ama, Ahmet bey pek de tatmin olmadı.

Gezme,görme faslı bitince, önce çay servisi yapıldı . Bu arada da yemek siparişlerimizi verdik. Balıktan kavurmaya, testi kebabından köfteye, tavuktan karışık ızgaraya , sebze yemeklerinden et yemeklerine kadar ne istendiyse, karşılığı olan zengin bir mutfak. Böyle bir masaya yakışan da rakı olur. Aksisi hakaret olur. Araba da kullanacağımız için tedbirli davrandık ama, hava okadar etkili ki, rakının tesirini dahi anlamıyorsun.

Saat 21 e kadar çok güzel  vakit geçirdik. Kısaca, gittik, gördük, gezdik, yedik içtik, oksijeni bol havasını aldık ve döndük
Hesap mı soruyorsunuz? 15 kişi, yekün 160 ( Yüz altmış) lira .

28 Haziran 2010 Pazartesi

İLGİNÇLİKLER




VARSA  YAZIN
 Burhan Bursalıoğlu
Öyle anlar oluyor, öyle şeylerle karşılaşıyorsunuz ki bunları tanımlamak zor oluyor. Bildiğiniz  kelimeler yetersiz kalıyor ya da durumu anlatacak kelimenin henüz icat edilmediğini fark
ediyorsunuz. Kendi , kendimize de “amma cahiliz be” diyoruz.
Demet Erel bu tür durumlar için bazı kelimeler üretmiş ve Türkçemize armağan etmiş.

Bu “yeni!” kelimeler aslında komik. Ancak yerli yerine oturduğunda aslında ibretlik. Gelin yeni kelimelere birlikte  bakalım.

* ÇAYYAŞ: Sabahtan akşama kadar çay içen bağımlı kimse. Türkler kahveden çok çayı severler.

* DEKILTE: Görgüsüz, kıro erkeğin ipek gömleğinin önünü derin açarak sergilediği kıllı ve altın kolyeli göğsü. Nedense bazı kadınlar erkekte kıllı göğsü seksi bulurlar.

* HİÇ ÇAMAŞIRI: Varlığı ile yokluğu belli olmayan kadın iç çamaşırı.

* DUŞÜNÜR: Duş alırken gelen ilhamla ülke sorunları, hayatın anlamı veya benzer derin konulara kafa yoran ve özgün fikirler üreten entelektüel ve temiz kimse.

* CİNEKOLOG: “Kızım, senin içine cin girmiş” diyerek kadınların oralarını buralarını elleyen, cinsel tacizde bulunan hoca, üfürükçü,

* KANKAMATİK: Yolsuz kaldığınızda borç para aldığınız yakın arkadaş.

* EFEMDİ: Davranışları ve sözleri kadınsı olacak kadar nazik, yumuşak ve ince erkek.

* İÇERDÖĞER: Her akşam bir yerde içip, eve zil zurna sarhoş gelip karısını, çocuğunu döven hayırsız koca, kötü baba, zayıf karakter.

* SİNİRBAZ: Nasıl olduğunu anlayamadığınız ve çözemediğiniz bir şekilde, sizi her defasında sinirlendirebilen özel kimse.

* HAFIZAPPİNG: Bir şeyi hatırlamaya çalışırken hafızanızda attığınız hızlı tur.

* LAFIZA KAYBI: Söyleyeceğiniz sözü unutmanız.

* KELDİVEN: Saçı olmayan erkeklerin, kafalarını soğuk hava, yağmur gibi dış etkilerden korumak için kullandıkları şapka, peruk gibi gereçler.

* MARKALEMUN: Saç şeklini ve rengini üzerindeki marka giysiye göre değiştiren, dış görünüşüne aşırı önem veren boş ve sığ insan.

* JELOĞLAN: Saçlarına bir kutu jöle sürmeden asla insan içine çıkmayan, görünüşüne fazlasıyla düşkün genç erkek. Derler ki uzun süreli jel kullananlar sonunda “jeltoş” olurlarmış.

* TÖ BE OR NOT TÖ BE: Uzun yıllar yasadışı faaliyetlerle uğraşan kulağı kesik şahsın hapisten çıktıktan sonra, aynı pis işlere bulaşmakla sakin ve namuslu bir hayat yaşamak arasında yapması  gereken zor seçim.

* KEŞPORTACI: Sokağa tezgâh açmış uyuşturucu satıcısı.

* SHOPŞAL: Büyük alışveriş merkezlerine gidip saatlerce aylak aylak dolaşan, mağazaların önünde dakikalarca dikilip boş boş vitrine, içerideki bayan görevlilere bakan işsiz, güçsüz ve alık kimse.


* ŞENFORMASYON: İyi, müjdeli haber.

* TÜKÜRÜKÇE: Konuşurken ağızlarından çok fazla tükürük saçan kişilerin ana lisanı.

* ZIRVANA: Aptallığın en aşmış noktası. Zırvanın zirvesi ve nirvanası. Salaklığın ulaşılabilecek en üst seviyesi.

* TEMBESİL: Çok zeki olmamasının dezavantajını çok çalışarak kapatacağına, bütün gün yan gelip yatan  tembel ve akılsız öğrenci, kimse.

* TINTINAGER: 13-19 yaşlarında boş ve cahil genç.

* NOTLAKÇI: Üniversitede derslere girmeyen, sınavlara başkalarının notlarından fotokopi çekerek hazırlanan beleşçi ve hayta öğrenci.

* KAMPUSIRIK: İş hayatından korktuğu için bütün eğitimi boyunca kampüsün içinde saklanan, bu nedenle de şirketleri ve iş ortamını tanıma fırsatını kaçıran üniversite öğrencisi.

Sizin yeni kelime önerileriniz var mıdır? Varsa anlamlarıyla  yazabilirsiniz

24 Haziran 2010 Perşembe

SON DAKİKA

SEVGİLİ HASTAMIZ ALİ CAN'I BUGÜN ÖĞLE ÜZERİ KAYBETTİK. SEVENLERİNİN BAŞI SAĞOLSUN. İLGİLENENLERE DE TEŞEKKÜR EDİYOR, ARAÇ VE GERECİN DIŞINDA KAMPANYA DEVAM EDİYOR.

KENT TARİHİ



Marmaray projesi için yapılan kazılarda tarihi değiştirecek bir keşfe imza atıldı. Yenikapı’daki çalışmalarda 8.500 yıl öncesine ait 4 iskelet ile ahşap ve seramik eşyalar bulundu. Kazı Başkanı Dr. İsmail Karamut çok heyecanlı… “Bu keşif, İstanbul’un ilk yaşam biriminin 2.700 yıl önce değil, cilalı taş devrinde kurulduğunu gösterir” diyor

Yenikapı’da 4 yıldır devam eden Marmaray ve Metro istasyonları kazılarında İstanbul’un tarihini sil baştan yazdıracak yepyeni bulgulara rastlandı. Tarih ve arkeoloji çevrelerinde büyük heyecan yaratan bulgulara göre İstanbul’un tarihi bilinenin aksine 2.700 değil 8.500 yıl öncesine dayanıyor. Marmaray kapsamında Yenikapı’da yapılan arkeolojik kazılarda bugüne kadar Theodosius Limanı gün yüzüne çıkarılmış 33 gemi, İstanbul’un Bizans Dönemi’nde yapılan en eski suru, Bizans Kilisesi ve binlerce buluntu ortaya çıkarılmıştı. Ancak son yapılan kazılarda hiç hesapta olmayan ve beklenmeyen tarihi bulgulara rastlandı. Theodosius Limanı’nın altındaki katmanda M.Ö. 6.500’lü yıllara ait olduğu tahmin edilen 4 insan iskeleti ile ahşap savunma silahları, ahşap eşyalar ve kano kürekleri bulundu.

İstanbul’un ilk çiftçileri
İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürü ve Marmaray Kazı Başkanı Dr. İsmail Karamut Yenikapı’daki kazı çalışmalarında 4 yıl içinde 58 bin metrekarelik alanın kazıldığını söyledi: “4 yıl içinde çok önemli tarihi bulgulara, eserlere ulaştık. 33 gemi çıkartıldı. Ancak 2 ay önce hiç birimizin tahmin etmediği bulgularla karşılaştık. Deniz seviyesinin 6 metre aşağısında, Theodosius Limanı katmanı altında 4 insan iskeleti bulundu. Bu iskeletler M.Ö. 6000-6500 yıllarına ait. Bu müthiş bir keşif. Çünkü İstanbul’un tarihinin sil baştan yazılmasını gerektirecek bir durumla karşı karşıyayız! İstanbul’un çevrelerinde neolotik döneme ait bulgulara rastlanılmıştı ancak tarihi yarımada da ilk kez böyle bulguları çıkardık. Kazılarda ahşap eşyalar, savunma silahları da bulduk. Kazı yaptığımız bölge, Likhos deresinin Marmara Denizi’yle buluştuğu nokta. Belli ki bundan 8-8.500 yıl önce o bölgede bir köy vardı ve o köylüler hayvancılık ve tarımla uğraşıyordu.”

fotograf : milliyet
Çatalhöyük’le aynı
Marmaray kazılarıyla birlikte bulunan heyecan verici köy, İstanbul’un ilk yaşam merkezi miydi? Dr. Karamut, “Evet, olabilir” diyor. Peki Marmaray kazılarındaki son buluntuların Neolotik çağa, yani cilalı taş devrine ait olduğundan nasıl emin oldular? İşte Dr. Karamut’un kanıtları: “İnsanların avcılık ve toplayıcılıktan yerleşik hayata ve tarım toplumuna geçtiği dönemde yani Neolitik Çağ’da kullandığı malzemeleri biliyoruz. Yenikapı’da bulunan malzemeler, özellikle de seramik parçaları, buluntuların Neolitik Çağ’a ait olduğunu gösteriyor. Zaten, Anadolu’daki bu çağa ait olan buluntularla da Marmaray kazılarından çıkan bulguları kıyasladık. Kazı ekibimizde bulunan Neolitik Çağ uzmanı Prof. Dr. Mehmet Özdoğan, Yenikapı’da bulunan seramik parçalarıyla, Çatalhöyük’teki neolitik çağda bulunan seramik parçaları arasında büyük benzerlikler olduğunu tespit etti.”


NEOLİTİK ÇAĞ NEDİR?

Neolitik Çağ (M.Ö 8.000-5.500) ya da diğer adıyla Cilalı Taş Devri’nde önceki devirlere göre daha sert ve daha düzgün taş aletler yapıldı. Topraktan veya kilden yapılan kaplar ateşte pişirildi, bunun sonucunda seramik sanatı başladı. Bu devirdeki insanlar bilgi ve teknikte önceki dönemlere göre oldukça ileri bir düzeye çıktı. İnsanların avcılık ve göçebeliği bırakıp yerleşik düzene geçmesi de bu dönemde başladı. Birbirine yakın aileler topluca bir yerde oturarak köyleri meydana getirdi. Böylece tarihteki ilk köyler kuruldu. Ayrıca insanlar tahıl üretimine de başlayıp, hayvanlar evcilleştirilip, insanlar tüketicilikten üretici duruma geçti. İlk defa ticaret de başladı. Neolitik Devrim, ilk olarak Orta Doğu, Önasya , Uzakdoğu gibi geniş ve düzenli akarsuların yaygın olduğu bölgelerde ortaya çıktı.

22 Haziran 2010 Salı

YARDIM SEVENLERE

 ÇOK  ACİL

Değerli arkadaşlarım, çok sevdiğimiz ve yakınımız olan hasmızla ilgili gelişmeleri üstlenen oğlum Kubilay'ın mesajı aşağıdadır.


Gereken ilgiyi göstereceğinizden emin olarak, şimdiden teşekkürlerimi sunuyorum.

Burhan Bursalıoğlu

TEL; 0252 391 79 50 - 0534 899 62 62




Kas hastası (DUŞEN) olan çok yakınımız, şu anda Haydarpaşa numune hastanesinde yoğun bakımda yatmaktadır . Yaşı 19 olduğu için babasının sigortasından yararlanamamaktadır.Yararlanabilmesi için heyet raporu alınması gerektiğinden müracatı yapılmış olup Eylül ayına gün verilmiştir. Hastamız bundan sonraki yaşamını solunum cihazıyla sürdürecektir. Hastaneden çıkması ve evinde hazırlanacak steril hasta odası gereçleri (solunum cihazı elektrik kesintisine karşı güç kaynağı hastane karyolası havalı yatak) alımı için, yardıma ihtiyaç vardır.


Solunum cihazı uyum sağlama süreci olduğundan temin edilip hastamızın kullanımına sunulmuş olup henüz ücreti ödenmemiştir. Cihaz 6000 tl civarındadır. Eğer uyum sağlanmazsa ki, inşallah buna gerek kalmaz bir üst modeli denenecek olup ücreti 13000 tl imiş. Hastane ücetide bugün itibarıyle 6000 tl civarındadır.


Ailesinin, bu yüksek rakamları karşılayacak durumda olmadığını ifadeile, hastamızın evinde, sevdikleriyle birlikte olmasının sağlanmasını , imkanlarınız nispetinde rica ediyorum.


Hasta hakkında, edinmek istediğiniz bilgileri, aşağıdaki telefon, iş yeri, ve mail adreslerinden öğrenebilirsiniz.






Hesap Numarası


Kubilay Bursalıoğlu


İş bank 1008  Beşiktaş Şubesi.....255 22 11


Kubilay BURSALIOĞLU


Doru İletişim  İdari İşler Amiri




Tel::    +90 212 326 92 00 /243


Fax::   +90 212 227 28 11


E-mail::   kubi@doruk.net.tr


Adres:   Dikilitaş Mah. Eren Sok. No:26 Beşiktas 34349 İstanbul


www.doruk.net.tr

21 Haziran 2010 Pazartesi

YAKIN TARİHİMİZ



Balkan Savaşları Birinci Balkan Savaşı Osmanlı Devletinin Balkanlar’daki dört devlete karşı yaptığı savaşlar.




Balkan Savaşları

Osmanlı Devletinin Balkanlar’daki dört devlete karşı yaptığı savaşlar.

Birinci Balkan Savaşı

1789 Fransız İhtilâlinin dünyaya yaydığı milliyetçilik akımı neticesinde, imparatorluklar dahilinde bulunan milletler, bağımsızlık için harekete geçmişler ve bazı devletlerin destek ve yardımları ile ayaklanmışlardı. Osmanlı tarihinde 19. yüzyıl, bu tür ayaklanmalar dönemidir. Balkan Yarımadasında çok çeşitli milletler yaşadığı için, milliyetçi ayaklanmalar, en fazla burada görüldü.


Balkanlarda çıkan ayaklanmaları, daha çok 17. yüzyılda gelişmeye başlayan ve en büyük gayesi, Baltık Denizine ve özellikle Akdeniz’e çıkmak olan Rusya kışkırtıyordu. Akdeniz’e inmek için önce Karadeniz’i, sonra İstanbul ve Çanakkale boğazlarını ele geçirmesi gerekiyordu. İşte Rusya, bu gayeye ulaşmak için her yola başvurmaktan geri kalmamıştır. Bu yollardan biri de ırk ve din bakımından akraba olduğu Balkan prensliklerini alet olarak kullanıp, bu genç devletleri Osmanlı Devleti’nin varlığını sona erdirmeleri için kışkırtmaktı. Osmanlılar, Trablusgarp’ta savaşırlarken, Sırbistan’ın başkenti Belgrat’taki Rus elçisi harekete geçerek, Balkanlarda Osmanlı Devletinin elinde kalan son toprak parçalarının Sırbistan ile Bulgaristan arasında paylaşılması için teşebbüste bulundu. Buna karşılık Sırbistan, Bulgaristan’ı bir tarafa iterek kendi menfaatlerini temin için Babıali ile anlaşmaya uğraşıyordu. Balkan devletleri arasındaki menfaat çatışmalarından gafil olan zamanın İttihat ve Terakki hükümeti, Sırbistan’ın bu çok müsait teşebbüslerine aldırış bile etmedi. Üstelik, İkinci Abdülhamid Han’ın Balkan ülkelerinin birleşmesini önlemek için tahrik ettiği kilise ihtilafı, çıkarılan ittihad-ı anasır kanunuyla halledildi. Bu durum ise, Bulgaristan ve Yunanistan’ın arasındaki ihtilafı çözdüğü için, şimdi her ikisi için de ortak düşman, Osmanlı Devleti olmuştu. Neticede kısa bir müddet için önce Sırbistan ve Bulgaristan arasında kurulan ittifaka Karadağ ve Yunanistan da katıldı. Böylece Balkanlarda Osmanlı Devletine karşı harekete geçme hazırlıkları tamamlanmış oldu.
Bu sırada Türk ordusu subayları iki partiye ayrılmış durumdaydı. Hükümet ise, Rusların Balkanlarda savaşa müsaade etmeyeceği hususundaki yalan teminatına inanmıştı. Nitekim Sofya elçiliğinden hariciye nazırı olan Asım Bey, 15 Temmuz’da, Meclis-i Mebusan’da; “Balkanlardan imanım kadar eminim!” tarihi cümlesini ihtiva eden bir nutuk söyleyerek, harp ihtimalinin bulunmadığını iddia etmişti. Ayrıca Asım Beyin yerine gelen yeni Hariciye Nazırı Ermeni Gabriel Noradingiyan da Rusya’nın teminatının kesin olduğunu hükümete bildirmişti. Bu inandırıcı teminatlar neticesinde Rumeli’ndeki en iyi 120 tabur asker terhis edilmişti.


Balkan devletleri ittifaktan sonra Osmanlı Devletine isteklerini bildirdiler. Bu ittifaktan haberi olmayan İttihatçılar, savaş için yüksek öğrenim talebesini kışkırtarak, Babıali önünde “Harb” diye bağırtmış ve hükümet aleyhinde nümayiş yaptırmışlardı. Harbin kolay geçeceğini zannediyorlardı. Halbuki müttefikler, Türkiye’ye karşı uygulayacakları savaşı ve taksim projelerini en ince teferruatına kadar tespit etmişlerdi.
8 Ekim 1912’de Karadağ Prensliği, Osmanlı Devletine savaş açtı. Onu 18 Ekim’de Bulgaristan ve Sırbistan, birkaç gün sonra da Yunanistan takip etti.
İkmal ve Levazım Teşkilatının bozulduğu Osmanlı ordusu, seferberliğini çok geç yapabildi. Terhis edilip Anadolu’ya gönderilen 120 taburu, savaşın sonunda bile yeniden silah altına alamadı.
Bulgaristan’a karşı çıkacak kuvvetler 5 kolordu halinde, “Şark Ordusu” namıyla toplandı ve Birinci Ferik Abdullah Paşanın kumandasına verildi. Edirne mevkiindeki bağımsız kuvvetler Şükrü Paşa’nın emrindeydi. Yunanistan’a karşı, Selanik’te bir kolordu ve Yanya Kalesindeki kuvvetler bırakılmıştı. Karadağ’a karşı kuvvetler İşkodra Kalesinde toplanmıştı. Sırbistan’a karşı Makedonya’yı “Garb Ordusu” kumandanı müstakbel sadrazam Birinci Ferik Ali Rıza Paşa savunacaktı.
Savaşı idare kabiliyetinden mahrum Nazım Paşanın hiçbir hazırlığı olmayan orduyu, hemen Bulgarlara karşı taarruza geçirmesiyle hezimet başladı ve artık arkası alınamadı. Osmanlı orduları, Bulgarlara karşı bütün Trakya’yı bırakarak, Çatalca’ya kadar çekilmek zorunda kaldığı gibi, Sırbistan’a karşı Kumova’da yenilmişti. 6 Kasım’da Preveze’yi alan Yunanlılar, Veliahd Konstantin idaresindeki büyük kuvvetlerini Selanik üzerine gönderdiler. Selanik’i savunmakla görevli jandarma paşası Tahsin Paşa, tek silah atmadan, muazzam kolordusunu bütün silahları ile beraber Yunanlılara teslim etti. Sultan İkinci Abdülhamid Han devrinde ihtilas (devlet malını zimmetine geçirmesi) suçu tespit edilmiş olan Tahsin Paşa, o devirde menkub (rütbe ve haysiyetten düşmüş) olduğu gerekçesiyle, Selanik kolordusunun başına getirilmişti. Bütün Kuzey Arnavutluk da Sırp-Karadağlılar tarafından işgal edildi.
Selanik’in düşmesinden 8 gün önce, artık “Hakan-ı sabık” diye anılan Sultan İkinci Abdülhamid Han, İstanbul’a getirilmişti. Sultan Abdülhamid Hanı Selanik’ten almaya, nazırlarından Vezir Damat Germiyanoğlu, Arif Hikmet ve Damat Çavdaroğlu Mehmed Şerif paşalar gitmişlerdi. Sultan Abdülhamid Han’ın, muhafızlarının yanında, ikisi de bilgin ve değerli eserler sahibi damatlarıyla konuşması meşhurdur. Gazete okuması yasak olduğu için, kulaktan aldığı bilgi dışında, siyasi durumu etraflı bir şekilde bilmeyen “Sabık Hakan”, dört Balkan devletinin ittifakına ve bu ittifakın haber alınmamasına hayret etmiştir. Makedonya’da kiliseler meselesinin İttihatçılar aracılığıyla ortadan kaldırıldığını öğrenince, Balkanların ittifakını bununla izah etmiş, fakat ittifakın öğrenilmesi karşısında elçilerin, ataşelerin ne iş yaptıklarını sormuştur. “Allah, bu hallere sebep olanları, Kahhar ismiyle kahretsin; devleti batırdılar!” diyerek büyük bir teessürle gemiye binmiştir.
Selanik’i ele geçiren Yunanlılar, daha sonra Ege adalarından Bozcaada, Limni, Somatraki ve Taşoz adalarını işgal ettiler.
22 Ekim 1912 tarihinden beri Şükrü Paşa kumandasında Edirne’yi müdafaa eden Osmanlı birlikleri, İstanbul ile bağlantı kesik olduğu için silah, mühimmat noksanlığı ve açlık gibi sebeplerle teslim olmak zorunda kaldılar.
Üst üste gelen mağlubiyetler üzerine Osmanlı Devleti, Bulgaristan’a müracaat ederek ateşkes istedi. Böylece 3 Aralık 1912’de imza edilen ateşkes antlaşması (mütareke) ile silahlı çatışma durmuş oldu. Balkan devletleri ile Osmanlı Devleti arasında antlaşma, 30 Mayıs 1913’te Londra’da imzalanmıştır. Bu barış antlaşması ile Osmanlı Devleti, Ege adalarının durumunun tayinini ve Arnavutluk’un sınırlarının çizilmesi işini büyük devletlere bırakmakta, Girit’i hukuken Yunanistan’a terk etmekte ve Midye-Enez hattının batısında kalan toprakları da Balkan devletlerine vermekte idi. Bu antlaşma ile kendisini kahramanca savunmasına rağmen yiyecek sıkıntısından düşman eline geçen Edirne de Bulgaristan sınırları içerisinde kalıyordu. Böylece Bulgaristan, Kavala ve Dedeağaç arasındaki toprakları da alarak Ege Denizine ulaşıyordu.
2500 yıllık Türk tarihinin büyük felaketlerinden biri olan Balkan Savaşında Türkler, Anadolu’dan sonra ikinci anayurt haline gelmiş olan Rumeli’ni bıraktılar. Rumeli, 550 yıldır Türk yurduydu. Birçok bölgede Türkler, ezici ekseriyet halindeydiler.
93 Harbi’nde görülen göç ve göçmen felaketinin daha şiddetlisi, Balkan Harbinde cereyan etti. Yüz binlerce Türk, bütün varlıklarını bırakarak, eriye eriye, İstanbul’a eriştiler ve Anadolu’ya dağıldılar. Balkanların, bilhassa Bulgarların yaptıkları zulüm, tüyler ürpertici idi. Onbinlerce sivil Türk, kadın, ihtiyar, çocuk ve bebekler dahil olmak üzere, her türlü işkencelerle doğrandı.
İkinci Balkan Savaşı

Birinci Balkan Savaşında Osmanlı Devletinin ağır mağlubiyete uğrayıp Balkanlardan çekilmesi sonucunda, Balkanlarda siyasi bakımdan büyük bir boşluk ve dengesizlik meydana geldi. Ganimetin paylaşılmasında anlaşamayan Balkan devletleri, birbirine düştüler.

Sırbistan askeri, hareket dolayısıyla Sırp-Bulgar ittifakının çizdiği ve kendisine ayırdığı arazi parçasından daha büyük bir bölgeyi ele geçirmişti. Sırpların bu arazi bölgelerini geri vermemesi anlaşmazlığın düğüm noktasını teşkil ediyordu. Diğer taraftan Londra Konferansı’nda en büyük payı Bulgaristan’ın alması, diğer müttefiklerin hoşnutsuzluğuna sebebiyet vermişti. Bulgarların Ege kıyısına ulaşmış olmasını, Yunanlılar, sert tepki ile karşılamışlardı. Bu husus, Yunanistan ile Sırbistan’ı birbirine yaklaştırmış ve aralarında ittifak anlaşması akdine sebep olmuştu. Sırbistan ile Yunanistan’ın birbirlerine yaklaştıklarını gören Bulgaristan, bu iki devlete tam hazırlıklarını yapmadan önce 29-30 Haziran 1913’te saldırdı. Ancak Bulgar ordusu, Yunanlılar ve Sırplar tarafından Makedonya’dan çıkarıldı. Bu sırada Bulgaristan’dan pay almak isteyen Romenler de savaşa girdiler ve kısa zamanda Bulgar Dobruca’sını ele geçirdiler. Bulgar orduları, birkaç cephede savaşmak zorunda kaldığı için yenilmeye başladı.
Osmanlı Devleti de bu fırsatı kaçırmadı ve bütün özellikleri ile bir Türk şehri olan Edirne’yi geri aldı.
Bu yenilgiler üzerine Bulgarlar, bir yandan Romanya kralına başvurarak Balkan devletleriyle, bir yandan da Babıali’ye başvurarak Osmanlı Devletiyle barış yapmak istediler.
İkinci Balkan Savaşı sonunda, Bulgaristan’la diğer Balkan devletlerinin imzaladıkları 10 Ağustos 1913 tarihli Bükreş Antlaşması, Romanya ile Bulgaristan’ın yeni sınırını belirliyor, Tuna’nın güneyinde kalan önemli bir arazi parçasını, Güney-Dobruca dahil, Romanya’ya bırakıyordu.
Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasında 29 Eylül 1913 tarihinde, imzalanan İstanbul Antlaşması ile Bulgaristan; Kırklareli, Dimetoka ve Edirne’yi, Osmanlı Devletine geri verdi. Antlaşmada Bulgaristan’da kalan Türklerin de durumu ele alınmakta, Türklerin mülkiyet haklarına saygı gösterileceği de belirtilmekteydi.

Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında imzalanan 14 Kasım 1913 tarihli, Atina Antlaşması ile, Girit, kesin olarak Yunanistan’a bırakıldı. Ege adalarının ne olacağı da büyük devletlerce kararlaştırılacaktı. Büyük devletler ancak 1914 Şubatında Londra’da bu adalardan İmroz, Bozcaada ve Meis bir yana, diğerlerinin Yunanistan’a ve İtalya işgalinde olanları da İtalya’ya kalmasına karar verdiler. Ancak bu karar üzerinde henüz bir anlaşmaya varılamadan, Birinci Dünya Harbi çıktı. Sırbistan’la antlaşma ise 13 Mart 1914’te İstanbul’da imza edildi. Sırbistan’la Osmanlı Devletinin artık ortak sınırı olmadığından, sadece Sırbistan’da kalan Türklerin durumları düzenlenmiştir.
Böylece, Sultan İkinci Abdülhamid Hanın 1909’da tahttan indirilmesinin üzerinden henüz dört yıl geçmeden, Osmanlı İmparatorluğu, Afrika ile ilgisini kesmiş, Balkanlarda ağır toprak kaybına uğramış, Bulgaristan’dan geri aldığı Edirne ile Doğu Trakya’da kalabilmiştir.

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ

  CUMHURİYET Burhan Bursalıoğlu Bu gün Cumhuriyetimizin 99. Yıl dönümü. 99 yıl önce bugün, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşla...