18 Ağustos 2010 Çarşamba

TUTKU


B A Z E N

Bazen nefes almak demek değildir yaşamak
onunla gülüp onunla ağlamaktır
sarı kırmızı olmaktır her an onu solurcasına.

Bazen özgürlük cimlerde koşmak değildir
sevdası uğruna prangaya vurulmaktır
hep ona tutuklu kalmışçasına.

Bazen başarı para kupa kazanmak değildir
insanların yüreğine dağlanmaktır
damarında kanında yaşarcasına.

Bazen imparatorluk ülkeleri ele geçirmek değildir
bir meşin yuvarlakta yürekleri feth etmektir
sınır tanımadan hüküm kurmaktır milyonlarcasına.

Bazen aslan bir hayvan değildir bir simge bir semboldur
tarifsiz güçtür ruhundaki asalete yazılmışçasına.

Bazen cehennem öbür dünya değildir
taraftarla coşmuş Samiyen dir alev alev yanarcasına.

Bazen imkansız olmaz değildir
7 kişi 7 - 0 yenmek ağları delmek
şampiyonluktur milenyumda hayalleri gerçek yapmaktır
sahaya her çıktığında.

Bazen kral olmak taç giymek değildir
soyunu sevgiden ünvanı halktan almaktır
her doğan bebenin Metin olması demektir
kuşaktan kuşağa akarcasına.

Bazen vefa semt adı değildir
14 yıl kan kusup ölümüme arkasında durmaktır
her şartta yıkılmaz bir duvarcasına.

Bazen tarih tozlu bir sayfa değildir
gerçektir yaşamdır 1905 te doğup ciltlere sığamamaktır
destanların değişmez yazarı olurcasına.

Bazen güç bir sıfat değildir
evsiz barksız beş parasız en zorda tüm dünyayı
ayağa kaldırmaktır üstünde sade bir parçalı formayla
kolaycasına.

Bazen cesaret korkuyu yenmek değildir
on binlerce rakibin kalesine bayrağını dikmektir
tek başına kimse yokmuşçasına.

Bazen sevgi anne baba eş dost değildir
onlardan ötedir tutkudur renklere armaya
ayrılmaz parçanmışçasına.

Bazen hayat her şey değildir
Galatasaray lı olup Galatasaray lı gibi yaşamaktır
doğumdan ölüme, kalbin her çarptığında cim bom bom diye atarcasına

16 Ağustos 2010 Pazartesi


HALK OYLAMASI !

Burhan  BURSALIOĞLU

Son bir aydır, iktidar partisi ile muhalefet partileri, harıl, harıl , kent, kasaba, köy demeden meydanlarda çene patlatıyorlar. İktidarın hazırlamış olduğu Anayasa değişiklik paketi halkın oyuna sunuluyor. Bunun için boğucu  sıcakta, halk değişen Anayasa maddelerinin yenisiyle eskisinin karşılaştırmasını Ülke yararına hangisinin uygun olacağını öğrenmek için  meydanları doldururken, kimi bayılıyor,  kimi bağırıyor kimileride alkış tutuyor. Ama öğrenmek istediklerini öğrenemiyorlar. Hatipler, kalabalıktan cesaret alarak, yalan, iftira ve ağza yakışmayan  tehdit ve küfürlü  hitapları sıralamaktan geri kalmıyorlar.

Her gün televizyonlarda gördüğümüz, gazetelerde boy, boy poz verip söylevlerini okuduğumuz, başlıca  üç hatibi görüyoruz. AKP  li Başbakan Recep Tayip Erdoğan, CHP Genel  başkanı Kemal Kılıçdaroğlu  ve MHP  Genel başkanı    Devlet Bahçeli.  
                       .
Bu üç insan, sanki seçim konuşmaları yapmak için meydanlarda ter döküyorlar.  Amaç seçim mi? Ulusun ve Türkiye Cumhuriyetinin geleceğine  etkili olabilecek Anayasa değişikliklerinin ne olduğunu halka açık, açık, örneklerle, uygulamalarla açıklanması lazım değil mi?  Yoksa biz yanlış anlıyor, seçime mi gidiyoruz?  Hayır, doğru anlıyoruz da hatipler yanlış yapıyor. Ortada bir paket var. Bu pakette, iktidara göre halkın yararına, bazılarının aleyhine olabilecek değişmeler, muhalefete göre de değişikliklerin Türkiye’nin aleyhine, halkın aleyhine, kurumların, özellikle de  hukukun taraflılığını oluşturacak değişiklikler, halktan  onay veya ret  biçiminde  paketin  değerlendirilmesi isteniyor. Yapacağı tercihin içeriğini, paketin neler getirip, neler götürdüğünü bilmeyen vatandaş, değerlendirmesini doğru yapabilir mi? Bu yanlışlıklar, ülkemize zarar vermez mi? Rejime zarar vermez mi?  Birbirini  görmeyen iki insanın evlenmesi gibi bir şey.

Tataflar, meydanlarda, kürsülerde, toplu yemeklerde, yapılmak istenen değişiklikleri tek tek halka açıklamak mecburiyetindedirler. Değişikliklerin faydalı ve sakıncalı taraflarını  hatipler, dostça ortaya sermelidirler. Bu insanlar aynı ülkenin vatandaşları, yöneticileridir. Dili, ırkı, dini, tarihi,  bayrağı, gelenek ve görenekleri  aynı olan bu şahsiyetli  insanların birbirlerine karşı  oluşturdukları düşmanca tavırların dışında,  ölmüş insanları da siyasete karıştırmaları inanın, ülkenin kaderini elinde tutanlara yakışmıyor.  Söylenen sözlerin nereye gideceğini, kimleri etkileyeceğini, tepki olur mu, olmaz mı, ahlak kurallarına ters mi düz mü, bunları bilmeleri lazımdır. Halkı birbirine düşürmenin,  kutuplara ayırmanın anlamsızlığını bilmeleri gereken partili, partisiz hatipler,  sözlü ve yazılı medya köşe yazarlarını sağ duyuya davet ediyorum.

Bundan sonraki yazımda, bir vatandaş olarak. Seçmen olarak oyumun rengini açıklayacağım.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

EDEBİYAT


ADİL GİRAY’IN PERİHAN’A YAZDIĞI           İLK MEKTUP
 Burhan Buırsalıoğlu

Perihan'ın Adil Giray'ya yazdığı ilk mektuba karşılık olarak  Adil Giray'ın kaleme aldığı mektup aşağıdadır.
 
Ayrılığın bu denli şiddetli bir azap, bekleyişin bu derece gönül yakıcı  bir ateş olduğunu bilmezdim.  Gözlerim güzel yüzünü görmeyeli henüz sekiz gün olmadı. Vücudum seksen yıl mezarda kalmış da bütün bütün yok olmaya yüz tutmuş ölülere benziyor. Aynada yüzüme baktıkça, kendi kendimden korkuyorum. Ne yazık!... Bana olan aşkın bu durumla nasıl sürecek? Sevginden mahrum kalırsam nasıl yaşayacağım?... Gönlüm, buluşmalarımızın böyle kayıtlara bağlı buluşuna bir türlü razı olmuyor; senden ayrı geçen her dakikam bana yüzyıllar kadar uzun geliyor.
Uğrunda ölecek olsam zararı yok!   Çünkü senin için ölecek değil miyim? Senin yolunda ölmek bence sonsuz yaşamdan daha üztündür… Ancak ayrılık!... Ah o zalim ayrılık!... Ne yapalım yaşamım senden ayrı geçiyor. Ölsem yine senden ayrılacağım. Ama böyle bir ayrılık sonsuza dek olacak! Sonsuza dek ayrılık!... Ne can yakıcı söz!... Ne müthiş düşünce!..:

Acaba ne güçlü zalimlerle en aciz zayıfları, yüce Tanrı'nın mutlak adaletine delil olmak üzere bağrında eşitçe barındıran kara toprak, yine o mutlak adaletin  yüzü suyu hürmetine, birbirine eş yaratılmış iki ruhun sonsuza dek birleşmesine engel olmaktan çekinmez mi?
Sonu gelmeyen ayrılık!... Ne olmayacak kuruntu! Ne güzel hayal!... Acaba durumları kendi gibi geçici,  vakitleri devri gibi sınırlşı olan şu alçak dünyanın yalnız ayrılığında mı sonsuzluk zevki var.? Yüce Tanrı'nın kullarına merhametinin bayram yeri olan öbür dünyada, birbirine özlemle gitmiş sevgilileri buluşturmaktan daha büyük  ne armağanı vardır ki, yine Tanrı’nın aşk gibi en aziz bir bağışı yalnız dünyaya ait olsun da sonsuz ömür ayrılık içinde geçip gitsin. Ahhhh!... Mutludur o aşıklar ki, yaşam kayıtlarından silinip uzaklaşarak yüksek ruhlara karışırlar; güzelliğin zevklerine, aşkın tatlarına boğulurlar;  ışık gibi her an bir alemden  başka bir aleme geçerler; hayal gibi, her dakikada bir arzu dünyası, bir ferahlık cenneti yaratırlar…
Yok, aşkın bu geçici dünyada da vaz geçmeyecek, doyulamıyacak tatları vardır!... Eğer olmasaydı, aşk dediğimiz o yüksek duygunun bu dünyada varlığının anlamı kalmazdı.
Bunu nefsimizde de denemiyor muyuz? Düşünüyorum, şu anda hayalini gözlerimin önüne getirerek bu satırları karalarken duyduğum zevki, yaşadığım giçbir mutluluk anıyla değişemiyorum.
Senden ayrı iken hayalinde bu denli tat buluyorum… Ya birleştiğimiz zaman ne durumlara geleceğimi, artık sen düşün.!..:
Offff!... Bu ayrılık da nedir? Niçin istediğimiz zaman birbirimizi göremiyoruz? Acaba rakip var da onun için değil mi? Rakip olacağına kahrolsaydı!
Alçak kadın benden ne istiyor? Beni seviyormuş. Ne yapayım, ben kendisini sevmiyorum. Beni sevmesini ona ben mi teklif ettim ki cezasını ben çekeyim? Bu durumu düşündükçe, olanca kanım başıma hücum ediyor. Beynim eriyip yerlere akacak sanıyorum. Bilmem, senin aşkına layik olacak  denli değerli bir insan değilsem, onun heveslerina alet olacak kadar alçak mıyım? Tanrı’yı kutsarım!... Dünyada aşığı ölümlere dek sürükleyen aşklar olduğunu çok gördüm; ama sevileni öldüren türünü hiç işitmemiştim. Besbelli felek,  o belayı da benim için saklıyormuş….
Aramızda 80 adım mesafe ya var, ya yok. Bende bu denli özlem, sende o derece merhamet var da yine birbirimizi yedi sekiz günde bir defacık olsun göremiyoruz. Göremiyoruz değil, görmek kendi elimizde olmasına karşın göremiyoruz. Ayrılığın bu çeşidi de çekilir eziyetlerden midir?
Ne yalan söyleyeyim, ben bu duruma daha fazla dayanamıyacağım. Cadının bir hevesi için böyle ızdırap çekmeyi, özlem içinde ölmeyi gönlüm bir türlü kabul etmiyor. Cadıyı ilk gördüğüm zaman olanca nefretimi yüzüne karşı  haykıracağım. Benden umudunu kessin ve bu sevdadan  vazgeçsin. Alçak, birleşmemize böylece engel oldukça adeta ömrümden çalıyor; bana ait olan aşk zevklerini zorla elimden alarak bizimle eğleniyor sanıyorum…
Bana acı!... Bu akşam yanıma gel! Biraz gönlüm dinginlik bulsun! Biraz aklım başıma gelsin de bir çılgınlık yapmayayım. Sözlerimin  bağlantısızlığından, düşünme gücümün ne denli zayıfladığını anlarsın. Başka ne diyeyim?
Buyruklarını bekliyorum.

Derd-i firaki çekmeye yok dilde iktidar
Ben ölmek isterim bana kat’i cevap ver.
 (Ayrılık  derdini çekmek için gönülde güç kalmadı. Ben ölmek istiyorum, kesin yanıtını ver.)

                                                             Adil Giray

9 Ağustos 2010 Pazartesi

EDEBİYAT


MEKTUPLAR

Burhan Bursalıoğlu

 Bilmiyorum, Namık Kemal’in  C E Z M İ  sini okudunuz mu? Okumuş veya okumamış da olabilirsiniz. Osmanlı imparatorluğu ile İran arasındaki gerçek bir savaştan bahseder. Savaşa Kırım hanı, Şehzadeler  ve  kahramanları da karışır.  İran’ın başında anadan doğma bir şah vardır. Muhammet Hüdabende. Onun eşi Şehriyar, genelde İran’ı yönetir. Şahın birde kızkardeşi var. Perihan.  22 yaşında,Cesur, atik, güzel mi güzel.
Savaş sırasında Kırım  şehzadeleri  olmalarına rağmen Osmanlıların yanında olan Gazi Giray ve Adil Giray  kardeşler, İran’lılara esir düşerler. Kırım hanedanı mensupları oldukları için, Gazi Giray’ı Kahkaha kalesine hapsederler, Adil Giray’ı da, Şehriyar’ın israrı üzerine  Sarayda, müsafir gibi bir dairede alıkorlar.
Adil Giray genç ve yakışıklı , yağız,güçlü bir komutan.  Şahın karısı Şehriyar, Sözde Kırım ve Osmanılarla  iyi geçinme  için nedenler bulma, sorunlar gidermek için sık sık Adil Girayın yanına gidip görüşme yapıyor, arada sırada Perihan’ı da yanına alıyor. Perihan da Adil Giray’a aşık oluyor: Şehriyar Adile aşık olduğunu söylüyor ama Adil soğuk bakıyor. Perihan’ın aşkına cevap veren Adil’le Perihan’ın birbirine yazdıkları mektupları, belki edebi değerleri yoktur ama, romantik kişiler için  faydalı olur nedeniyle burada birer birer, hiç bir yerini değiştirmeden yayınlayacağım.
Umarım düşündüğüm gibi genç aşıklara ışık tutar, ilham kaynağı olur.

PERİHAN’ IN   ADİL  GİRAY'A   1.  MEKTUBU

“Şiirinizi okudum. Bu hareketinizin sonucunu da biliyor musunuz? Kader, Sizi tutsak düşürmesine karşın, bugün yine koskoca İran’a hükmeden şanlı bir şahın sarayında oturuyorsunuz.. Ev sahibiniz size kendi  şehzadelerinden, kendi akrabasından daha çok saygı gösteriyor. Sizinle resmi anlaşmalara girişmek istiyor. Bunun için de karısını ve kız kardeşini size güvenerek yalnizca odanıza gönderiyor. Siz ise o padişahın kız kardeşine laf atmaktan, aşk cambazlığı  yapmaktan çekinmiyorsunuz. Mutlaka düşünmüş ve tahmin etmişsinizdir ki bu davranışınızın cezası  Kahkaha zindanı değil, idamdır.
Bu denli büyük tehlikeleri göze aldığınızı gördükçe şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemiyorum. Ama ne yalan söyleyeyim, sevincimden de çıldıracağım geliyor. Dünya’da hiçbir gönül yoktur ki, aşkına bundan daha etkili, bundan daha açık bir kanıt göstermiş olsun. Size karşı davranışlarım ortadadır. Sanıyor musunuz ki, yanınıza ilk kez yalnız geldiğim gece, yüz örtümün inceliği, omuz örtümün süsü rastlantıydı. Sanıyor musunuz ki geçen akşam öfkeyle yüz örtümü açtıktan sonra kapamak aklıma gelmedi. Bir kadının yapabileceklerinin en sonu sayılacak derecelerde aşkıma kanıtlar göstermiştim. Gözünüzde hiç birinin değeri olmadı. Siz bana sevginizi, benim için kendi canınızı tehlikeye atarak gösteriyorsunuz. Ben de Size tutsak olurcasına tutulduğum bu kara sevdayı, inşallah  yolunuzda ölmekle, kucağınızda can vermekle kanıtlarım. Fakat ne yazık!... Acaba bir zavallı, gerçek ruhu olan sevgilisinin kucağında can verip de  yaşamakta bulamadığı zevke hiç değilse ölürken  erişebilinir mi? Felekte bu mutluluğu esirgemeyecek denli insaf var mıdır?.
Ah !...Sen  niçin bu memleketlere düştün? Güzel vücudu Tanrı’nın belirme ruhundan yaratılmış bir meleğin, bu kara topraklar üzerinde ne işi vardı? Dünya’ya benim için mi geldin? Tanrı aşkına söyle! Gelişin benim içinse, dünyaya ayak basmanın şerefine ne türlü hediyeler dağıtayım?  Cana cevher demişler. Ama senin gibi kutsal bir konuğun gelişine hediye etmek için o cevherin de  bence hiçbir değeri yoktur.
Bak! Nasıl  deli deli söylenip duruyorum, ya ne  yapayım! Aşkın insanda düşünce diye bir şey bırakmıyor.
Sana henüz sahip olmadım; elimden kaçıracağım korkusu ile perişan oluyorum. Kalbim göğsümden ayrılıp da senin ruhani meclisinin nedimeliği hizmetinde bulunmak, ruhum bedenimden çıkıp da senin ışıktan vücuduna gölgelik etmek istiyor.
Baştan aşağı ışıktan yaratılmış bir güzelliksin. İçindeki  o müthiş ateş  neden ileri geliyor? Şiirini yazarken mürekkep yerine ateş mi kullandın? Her harfi, gönlümü tutuşturmakta aşkınla yarışıyor.
Aşkının havasında, İsa’nın  ölüyü dirilten nefeslerindeki kutsal özellik mi var? Güzel yüzünü görmediğim zamanlar her dakika kahrımdan ölüyorum da, hayalin gözümün  önüne geldikçe  yeniden diriliyorum.
Renk renk süslü güzellikleriyle canlanmış, insan biçiminde bir ilkbahar mısın? Güzelliğinin yansısı gönlümde cilveleştikçe gözlerimden nisan yağmuru gibi  sevinç göz yaşları  dökülüyor; gönlüm, cennet bahçeleri gibi, renk renk, çeşit çeşit güzel çiçeklerle doluyor…
Aşkın dünyada en büyük bir tat olduğunu işitirdim. Ama azabında bile dünyalar değer başka bir tat olduğunu bilmezdim. Sana daha ne söyleyeyim?  Ağzımdan ruhlar coşsa, kalemimden ışıklar aksa, şu andaki mutluluğumu yine de anlatmaya gücüm yetmez. Gel, gel! Göğsümü yar da  kalbime bak! Aşkının orada ne büyük mucizeler yarattığını gör! Dünyada ne denli güzellikler var nasıl bir noktaya toplanmış, nasıl bir tabloya işlenmiş! Ah! Gel, diyorum, ama  nasıl gelebilirsin? Felek gaddarlıkta da başka bir tavır takınmış ; evreni ışıklara boğmak için yaratılan bir güneşi, zulmün zindanının içinde saklıyor. Ama zararı yok, sen bir ruhsun. İsterse üstün örtülü bulunsun. Emellerin seni arayıp bulur ve ayağına denk gelir.
İşte akşama Perihan’ın geliyor. Ama görüşmede zorunlu olarak Şehriyar da bulunacak. Off!... Senin yanında oldukca kara kara hülyalar bile yanımıza yaklaşmaya cesaret edemiyor da baş ucumuzda dolaşan o kabus nedir? Acaba, her anı bir ömre değer aşkımızın zevklerini uykuda mı geçiriyoruz?
Akşam buluştuğumuzda görüşmeyi kısa keselim, erken dağılalım. Şehriyar’ı savdıktan sonra ben tekrar yalnız olarak geleceğim. Güneş kadar yakıcı güzelliğin karşısında kendimi yitirmek, zerre gibi erimek ve ışık alemlerine, hayal alemlerine kavuşmak için geleceğim.
Mektubumu getiren korucu çok yakın adamımdır. Bu gece sabaha dek sizi o bekleyecek. Saat yirmi üçten sonra sarayın içinden ondan başka gören bir göz, işiten bir kulak ve dolaşan bir ayak kalmaz.
Yoksa sen de o zaman uyur musun? Ben düşlerimi süsleyen yüzüne hayalinden daha çok aşık olmasam, bir dakikacık bile gözlerimi kapamak istemez, bütün ömrümü senin hayalinle geçirirdim. Bilir misin ki, seni bir dakikacık düşünmek bile, vücuduma saatlerce uykudan bin kat daha fazla rahatlık, gönlüme bin kat daha fazla dinginlik veriyor. Düşlerimdeki hayalin, hiçbir zaman gözlerimin önünden ayrılmayan hayalinden daha canlı, daha aydınlık ve daha güzel görünüyor.  Bundan dolayı ben, uykuya rahat etmek için değil, seni istediğim gibi görmek, yolunda rahatımı kaybetmek için yatıyorum.
Mektubuma yanıt istemez! Yanına davetsiz gelebilmek rahatlığını bana bırakırsan Perihan’ını bir kat daha mutlu etmiş olursun! Şair değilim ki, o nefis şiirinize karşılık vereyim. Bununla birlikte şu hareketim, gösterdiğim cüretin gerçek bir karşılığı değil midir?
…… Bir yıkıntıya güneş ışınları düşer, ama insanın bakışları gönül bulandırmak korkusuyla yine de bakmak istemez. Siz güneş  görünüşünde bir insan değil misiniz? Kadınlara yakışmayacak yolda, böyle çılgıncasına aşkımı sana açıkladığım için belki!...  Ah belki!... Beni ayıplayacaksın. Ama ne yapayım!... İki yüzlü olmayı, aşkımı söylemekten daha kötü buldum. Aşkımı sana itiraf edişim bir suçsa, ben bu suçu nasıl olsa işleyecektim. Ha bugün işlemişim ha yarın….
Bu davranışım sende nefret uyandırır da aşkımı reddedersen kahrımdan ölürüm. Oysaki aşkımı sana itiraf etmeseydim yine kahrımdan ölecektim. Böyle iki türlü ölüm arasında kalmış bir zavallının canını kurtarmak için ufacık iltifatlı bir bakışınız yeterli
Bilmem beni böyle nasıl büyüledin

Reside kaar bicayi kikofr eğer nebud
 Tora perestem o goftyem: hoda-yi men inest”

“İş öyle bir duruma geldi ki, eğer dinden çıkmak olmasaydı, sana tapar ve işte benim Tanrım budur, derdim.”
                                                                                             
                                                                                                      PERİHAN

4 Ağustos 2010 Çarşamba


ANADOLUM

Gezilmeyince her köşen Anadolu
Bu görmemek değil ki.
Giysimde Adana’yı gördüm,
Çayımdaki Rize.
                  Kocatepe’den feyz aldım,
                  Kars’tan duydum türküyü.
Dört köşesinde dört mevsim,
Deniz mavi, dağları yeşil yurdum.
Sana yolluyor güneş renkleri
Güllerin de al, Bayrağın da al.
                   Bülbüller, keklikler, karacası
                   Ormanda, Karadeniz boyunca.
                   Kan damlayan toprağı yok,
                   Ağrıda kar, tarihi kadar ak.
Gülüşündedir sıcaklık,
Çatık kaşındadir mertlik Erzurum’lunun.
Boğaz boyunda inci gerdanlık,
Hasan Tahsin gururu İzmir’de.
Kahramanlık Maraş’ta, gazilik Antep’te.
Şanlı Urfa’m, sıcak şenliğinde güzel,
Samsun’lu bayrak taşır önde.
                    Bir başka Türkiye yok kürede
                    Anadolu’m, ruhunda güzellik
                    İnsanında cömertlik.

1 Ağustos 2010 Pazar

ESKİ HİKAYENİN DEVAMI

Gaziantep Dünya Dengesini Değiştirebilecek !                                Alıntı



Yakın zamanda dünyanın dengesini değiştirecek element.
ama bu elementi buraya yazmamın asıl sebebi bu değil. Şimdi lütfen koltuklarınıza yaslanın ve hikayeyi okuyun:

Yıl: 1940 yer: Almanya
2. dünya savaşının başlamasından bu yana 1 yıl olmuş ama savaş henüz tüm dünyayı etkileyecek hale gelmemişti. ama Adolf Hitler'in doyumsuz egosu bu savaşın önce tüm Avrupa'yı, sonra tüm dünyayı kasıp kavuracağını gösteriyordu. Alman bilim adamlarının en büyük arzusu bu savaşı Almanya lehine çevirebilecek silahları ve enerji kaynaklarını yaratmak veya bulmaktı.

İşte tam o yıllarda Asya'dan gelip Avrupa'ya bir kısrak başı gibi uzanan ve başlamakta olan savaşı uzaktan izlemeyi yeğleyen Türkiye'de kuruluşundan bu yana 5 yıl geçmiş olan  Maden Tetkik Arama (MTA) Anadolu'yu karış karış kazıyor, ülke ekonomisine katkıda bulunmak için var gücüyle doğada yeni şeyler bulmaya çalışıyordu. Şanlıurfa ile Gaziantep sınırında küçük bir kasabada araştırma yapan ekibin başındaki Ahmet Rıza Erbay 7 şubat 1940 yılında bulduğu minerallerin aslında yeni bir çağ açmaya yetecek kadar önemli şeyler olduğunun farkında değildi. zaten ilk tetkiklerin sonunda MTA bu bulguyu sınıflandırmayı ve periyodik tabloya yerleştirmeyi dahi başaramamıştı. İşte bu nedenle tahlil için Almanya'ya göndermek gibi vahim bir hata yaptılar.
Tarih: 16 nisan 1940

Yer: Berlin / Almanya
Laboratuvara Türkiye'den gelen ve o güne dek keşfedilen tüm radyoaktif elementlerden çok daha fazla yoğunluğa sahip olduğu anlaşılan bir element; inceleme yapanları şaşkına çevirmiş, Nazi diktasının tüm dünyayı ele geçirmesi için çırpınan ve bunun için kaynak arayan Alman
bilim adamlarını sevince boğmuştu. Ekibin başındaki Herbert Taninbaium hemen durumu orduya raporlamış, daha fazla araştırma için ödenek istemiş, element hakkında geniş bilgi almak için Türkiye'ye gönderilecek bir de ekip kurulması gerektiğini bildirmişti.

Tarih: 13 mayıs 1940
Yer: Ankara / Türkiye
Almanya ile iyi ilişkiler içinde bulunan ama her halükarda savaştan uzak durmakta kararlı olan Asya'nın bu yeni yeni gelişmekte olan ülkesi Türkiye Almanya'dan gelen ekibi şaşkınlıkla karşılamış, açıkçası ne istediklerini tam olarak anlamamışlardı. Almanya Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu bölgesinde sınırsız araştırma yapma hakkı istiyordu ve bunun karşılığında Türkiye'ye çok yüksek maddi
bedeller ödemeye hazırdı. Konu İsmet İnönü'ye intikal ettirildiğinde kurt siyasetçi bunun aslında büyümekte olan savaşa iştirak anlamına geleceğini hemen anlayıp ekiple bizzat görüşmek istedi. Onca yokluk içinde Almanya'nın vaatleri çok çekici gelsede zaten son savaştan yıkık dökük ayrılmış bir memleketi yeniden savaşa sokmaya hiç niyeti olmayan İsmet İnönü sunulan tüm teklifleri geri çevirdi. Alman ekibi eli boş ve biraz da kızgın bir şekilde Almanya'ya döndüler.

Tam o esnada hiç istenmeyen bir şey oluverdi ve hangi ülkenin casusunun buna sebep olduğu hiç bir zaman anlaşılamadı. Konu İngiltere'nin ve oradan da ABD'nin kulağına gidivermişti bile. Birden bire savaşla uzaktan yakından alakası olmayan Türkiye savaşın taraflarından gelen ekiplerle dolup taşmaya başladı. Ama hiç birisi İsmet İnönü'yü ikna etmeyi başaramadı. Sonrasında gerek İsmet İnönü'nün korkuları, gerekse iki tarafın da bu elementi karşı tarafa kaptırmama telaşı dolayısıyla Türkiye'nin de doğudaki araştırmalarına son vermesi, bu element konusunun uzunca bir süre bir daha açılmaması konusunda tüm taraflar anlaştılar. Öyle ki, MTA'nın o dönemde bütün idari yapısı değiştirildi ve araştırma ekibinden kimse MTA'da bırakılmadı. toplam 500 dönümlük bir araziye yayıldığı düşünülen taridyum elementinin adı bir daha anılmadı.

Savaşın bitiminin ardından kimse Sovyetlerin bu kadar güçleneceğini, dünyanın iki kutuplu bir hale geleceğini, son savaşta birbirinin yanında olanların savaşın hemen ardından birbirine rakip olacaklarını elbette beklemiyordu. savaş sona erdiğinde İngiltere ve ABD'nin
aklından hiç çıkmamış taridyum elementinin enerji kaynağı olarak gündeme gelmesi bekleniyordu ama işin içine bu kez de Sovyetler girmişti ve iki taraf da bu elementi işletme hakkına sahip olmak istiyordu.
 
Yıl: 1950
Yer: Türkiye
Bir yandan ABD-İngiltere baskısı, bir yandan da Sovyetler baskısı arasında sıkışmış küçük Asya'da Adnan Menderes hükümeti kendini ABD'ye yakın hissediyor ama Sovyetleri de karşısına almaya çekiniyordu. İşte tam o sırada ABD'den garip bir öneri geldi. Sovyetlerin Türkiye'ye coğrafi olarak daha yakın olduğunun ve elemente ulaşmak için kendisinden daha şanslı olduğunun farkında olan bu uzak ülke bu elementin kimselerin eline geçmemesi için içinde bulunduğu arazinin zaten son zamanlarda iyice artmış kaçakçılığın bahane edilerek tümüyle mayınlanmasını öneriyordu. Üstelik mayınlarında maliyetini karşılamaya hazırdı. Bloklar arasında sıkışmış haldeki Türkiye  Cumhuriyeti bu öneriye balıklama atladı ve toplam 500 dönümlük arazi tümüyle mayınlandı.

Aradan yıllar geçti ve Sovyetler tarihin tozlu sayfalarındaki yerini alırken ABD dünyanın tek süper gücü olarak varlığını sürdürdü. Ortadoğu'da bir ileri karakol vazifesi gördürttüğü İsrail'le petrol bölgelerine yakın olurken diğer yerlere de gerek işgaller, gerekse uydurma barış güçleriyle yerleşiyordu. (Somali, Afganistan v.s.) ama tüm bu süper güç olmanın bir faturası vardı ve o fatura da ABD'den çıkıyordu. üstelik de ABD'nin enerji ihtiyacı sürekli artmaya devam ederken kullanabileceği kaynaklar azalıyordu. İşte bu şartlar içinde birden bire birilerinin aklına Türkiye'deki taridyum elementi geldi. Bu element ABD'nin enerji ihtiyacını fazlasıyla karşılamaya yetebilir,
uranyumdan çok daha yoğun radyoaktivite kapasitesi ile aynı zamanda ABD ordusunun nükleer silahlar konusunda rakiplerine fark atmasını sağlayabilirdi.

2001 de kurulmasından 1 yıl sonra 3 kasım 2002 de yapılan seçimlerle iktidara gelen AKP hükümeti ABD ile daima iyi ilişkiler içinde olmuş, ABD'nin ileri karakol vazifesini İsrail'le birlikte paylaşmaya başlamıştı. Ama her şey gibi bunun da bir bedeli vardı ve ekonomiyi yabancılara teslim etmek bu bedeli ödemek için yeterli değildi. Ekonomik krizle birlikte yeniden alternatif enerji kaynaklarının
peşine düşmüş ABD bu elementi her ne pahasına olursa olsun elde etmek ama işletme hakkını Türkiye ile paylaşmamak istiyordu. Çünkü çok fazla enerjiye ihtiyacı vardı ve artık doğuda bir denge unsuru olmaktan çıkmış durumdaki Türkiye'ye pay vermeye hiç mi hiç niyeti yoktu. Bunun
için hemen alternatif planlar hazırlandı ve mayınların temizlenmesi konusu gündeme getirildi. Ama bunu doğrudan yapması batıda bu konuyu bilen diğer devletleri işkillendirebilirdi. Bu nedenle Ortadoğu'daki güvenilir karakol konumundaki İsrail'in kullanılmasına karar verildi
ve Türkiye çeşitli yönlendirmeler sonucu mayınlı arazilerin temizlenmesi için taridyum elementinin bulunduğu tüm arazileri İsrail'e 49 yıllığına kiralamak için meclisten bir yasa çıkardı.

Şimdi tam olarak anlayabiliyor musunuz meclisin İsrail'e bu arazileri adeta peşkeş çekmek için bunca ısrarcı olmasını? şimdi tam olarak anlayabiliyor musunuz birden bire Kürt sorununda adımlar atılmasını? Şimdi tam olarak anlayabiliyor musunuz Türkiye ile İsrail'in köşe kapmaca oynar gibi bir iyi, bir kötü ilişkilerini? Şimdi tam anlayabiliyor musunuz ABD'nin Türkiye'ye ilgisini?
Size daha vahim bir şey söyleyeyim, internette taridyum diye arama yapın, bakın bakalım hiç kaynak bulabilecek misiniz? Her elementle
ilgili bir sürü kaynak bulunabilirken taridyumla ilgili tek bir kaynak bilgi dahi bulamazsınız.

Sizce bunun sebebi ne olabilir?
lütfen, bu yazıyı tanıdığınız herkese gönderin. bu peşkeşe son verelim. Bu peşkeş Türkiye'nin ihtiyacından da fazla enerji kaynağı sunabilecek taridyum elementinin sonsuza dek elimizden çıkması anlamına geliyor. AKP'nin ülkeyi satması karşısında sessiz kalabilirsiniz ama bu sadece ülkemizin satılması değil, aynı zamanda geleceğimizin de satılmasın anlamına geliyor.
Çok geç olmadan, bu talanı durdurun!

30 Temmuz 2010 Cuma

İBRETLİK SÖZLER


  •  
  • ÇEŞİTLİ  KONULARDA  DERS  ALACAĞIMIZ  SÖZLER 


Ağaç ile ilgili sözler


AĞAÇ

Meyvasız ağaca kimse taş atmaz
Sadi
Geç yetişen ağaçlar en iyi yemiş verenlerdir
Moliere
İyi ağaçtan talihli dal çıkar
Mevlana
Meyvalarla yüklü dal, başını yere kor
Sadi
Ağaçların, çiçekler gözü, kuşlar dilidir
Cenap Şehabettin
Kavak ağacını beğenen ve seven pek az kişi gördüm, çünkü dosdoğrudur
Cenap Şehabettin
Ağaç, meyvasından bilinir, yaprağından değil
John Ray
İyi bir ağaca sarılan, gölgesiz kalmaz
Cervantes


İyiliği Emredip Kötülüklerden Men Etmek (sözler)


Birliğin kederi, ayrılığın safasından daha hayırlıdır (Yahya bin Muaz)

Her gecenin bir gündüzü vardır (Hz Ali  )

Sakladığın sır senin esirindir Açığa vurursan sen onun esiri olursun (Hz Ali )

Bütün kötülüklerin anahtarı, hiddettir (Cafer bin Muhammed)

Güzel ahlak; bağışlayıcılık, sabır ve tahammüldür (Hasan-ı Basri)

En iyi nasihat; iyi örnek olmaktır (Malcolm X)

Nefis üç köşeli dikendir, ne türlü koysan batar (Mevlana)

Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer (İbni Haldun)

İnce sözler keskin kılıca benzer, kalkanın yoksa geri dur (Mevlana)

Gerçek zengin, bilgisi çok olan insandır (Hz Ali )

Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol (Mevlana)

Haksızlığa baş kaldırmayanlar, onlardan gelecek her kötülüğe katlanmalıdırlar (Hz Ali

Hiç kimse, diğer bir kimsenin kulu değildir (Hz Ali )

Tarih değil, hatalar tekerrür ediyor (Abdulhamid Han)

En büyük felaketler içinde bile ümidini kaybetme, unutma ki ilik, sert kemiğin içinden çıkar (Hafız Şirazi)

Her kalbin çarpıntısı kendi ecelinin ayak sesleridir (Beyazidi Bestami)

Mal cimrilerde, silah korkaklarda, karar da zayıflarda olursa işler bozulur (Hz Ebubekir (ra))

Kibir, bele bağlanmış taş gibidir Onunla ne yüzülür ne de uçulur (Hacı Bayram-ı Veli)

Tatlı suyun başı, kalabalık olur (Mevlana)

Kurdun elinden çobanlık gelmez (Sadi)

Eğri ok, doğru yol almaz (Hz Ali (ra))

Hiçbir acı, cehaletten daha fazla zahmet verici değildir (Hz Ali (ra))

İnsanı maskara eden, dilidir (Sadi)

Ham düşünceleri, ancak akıl pişirir (Firdevsi)

Fırsatlar da bulutlar gibi çabucak geçer gider (Hz Ebubekir )

Çocuklarınızı kuzu gibi büyütmeyiniz ki, ileride kuzu gibi güdülmesinler (Şeyh Sadi Sirazi)

Hükümetlerin en kötüsü, suçsuzu korkutandır (Beydeba)


Hükümdar köylünün yumurtasını alırsa, adamları bütün tavukları alır (Sadi)

Bin zulme uğrasan da, bir zulüm yapma (Hz Ali )
Bir mum diğer bir mumu tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez (Mevlana)

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ

  CUMHURİYET Burhan Bursalıoğlu Bu gün Cumhuriyetimizin 99. Yıl dönümü. 99 yıl önce bugün, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşla...