21 Ekim 2010 Perşembe

BODRUM'DAN

 BODRUMDAN  SON  İLETİ
 Burhan Bursalıoüğlu

2010  yazı geldi gitti. Mayıs'ta geldiğim Bodrum'dan, 24 Ekim'de ayurılacağım.
Zaman zaman Bodrum'dan haberler verdim. İyi ve kötü durumları açıkladım. Sizlerle birlikte oldum. Artık ,çok sıcak geçen, bunaltan yazı geride bıraktık. Yağmurlar başladı, sıcaklık düştü, yazlıkcılar yurtlarına döndüler. Bize de  dönme kaldı.
Son hazırlıklarımızı tamamladık. Pergolelerimizi vernikledim, dışarı koltukları,sehpaları, masayı tik yağı ile  yağladım.  Gerekli yerlere sutut sürdüm. Çiçek ve meyva ağaçlarını budattım, ufak tefek eksikleri tamamlattım, çantamızı hazırlıyarak hareket günümüzü beklemeye başladım.
Yollarda herhangi bir sürprizle karşılaşmazsak İstanbul'a merhaba deriz.
Görüşme dileğiyle sağlıcakla kalınız.

17 Ekim 2010 Pazar

YAKIN TARİHİMİZ



KARADENİZ VAPURU - 1926

ATATÜRK'ÜN ÖNERDİĞİ PROJE   Dünya’da bir ilk:

Burhan Bursalıoğlu

Karadeniz Vapuru Projesi, Cumhuriyet'in ilanından 3 yıl sonra Atatürk'ün önerisiyle hayata geçirildi.
Türkiye'yi tanıtan çeşitli ürünlerin sergilendiği gemi, 12 Haziran 1926 tarihinde İstanbul'dan demir aldıktan sonra 12 ülkede 16 şehri ziyaret etti. Karadeniz Gemisi, 86 günde 10 bin mil yol katettikten sonra 5 Eylül 1926 tarihinde İstanbul'a döndü.

Karadeniz Gemisi'nin yolcuları arasında 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın oğlu Refi Bayar, Anadolu Ajansı'nın kurucularından Şair Kemalettin Kamu, İstiklal Marşı'nın bestecisi Zeki Üngör, ilk Türk kadın gazetecilerden Bedia Arseven, ilk Türk kadın milletvekillerinden Mebrure Gönenç ve Şair Orhan Veli Kanık'ın babası müzisyen Veli Kanık da yer aldı.

1926  Atatürk  sabah saat 8.00'de Bursa'dan hareketle Mudanya'ya, buradan da Karadeniz vapuruyla Bandırma'ya gelmişti. Atatürk'ün, Karadeniz vapurunda açılan gezici sergiyi ziyareti ve geminin hatıra defterine yazdıkları:
"Sergi, başarıya ulaşmış bir eserdir. Bende gayet iyi izlenimler meydana getirdi. Sunuş tarzı çok iyidir. Hazırlayıcısını takdir ve tebrik ederim."                                                                                                                 
 
BİR ULUS KENDİNİ TANITIYOR

"Karadeniz: Seyr-i Türkiye" belgeseli, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin, bin bir fedakarlıkla Avrupa’nın büyük limanlarına yolladığı seyyar sergi gemisinin ibret verici öyküsünü anlatıyor.
Marsilya Limanı tarihi günlerinden birini yaşıyor. Zaten her zaman hareketli olan liman, bugün sosyetenin akınına uğramış. Beyaz ve ağır ketenlerden dikilmiş "denizci yakalı" elbiseler içindeki güzel kadınlardan hoş bir parfüm kokusu yükseliyor. Şehir Bandosu "Marselyez" marşını son bir kez çalıp zarif bir vals prelüdüne geçerken, saatlerdir heyecanla beklenen gemi, limana doğru süzülüyor. Bembeyaz ve yüksek güverteli, renk renk yüzlerce bayrakla süslenmiş, tek bacalı, yaklaşık 5 bin gros tonluk gemi, limana yanaşıyor.

Rıhtımdaki Fransızlar, gemiye ve geminin çeşitli yerlerine asılmış olan bayrağa bakıyorlar. Güzel tonlu bir kırmızı üzerine bembeyaz bir ay ve yıldızın işlenmiş olduğu görkemli bir bayrak bu. Rıhtımdakiler güverteye baktıklarında ise, küpeşteye dayanmış kendilerini seyreden kadınlı erkekli yolcuları görüyor ve gözlerine inanamıyorlar. Onlar, Türkiye’den yani kendi düşüncelerine göre "Doğu"dan gelen bu gemideki yolcuların bir "Orient esintisi" sunacağını beklerken, karşılarında bambaşka bir görünüm var. Alt ve üst güvertelerden kendilerine bakan, gülen, el sallayan bu "Doğulu" konukların, kendilerinden hiçbir farkı yok. Erkekler koyu renk takım elbise, pırıl pırıl beyaz gömlekler giymiş ve çoğu zarif bir iğne ile süslenmiş boyunbağları takmışlar. Yanlarındaki kadınlar, erkeklerden daha şık. Siyah ağırlıklı ipek ve muslin elbiseler içindeler. İyice dalgalı, "alagarson"a yakın kısalıkta kesilmiş saçları, Marsilya güneşi altında parıldıyor. Gemi uzun ve neşeli tek bir düdük ile Marsilyalıları selamlıyor. Yanları halatla desteklenmiş ahşap merdivenler, gemiden sarkıtılıp rıhtıma yerleştiriliyor. Fransızlar gemiye çıkmaya başlıyor. Bir subay onları sergi salonuna götürüyor. Bir kış bahçesi ile kalabalık bir orkestranın çaldığı salonu geçerek sergi bölümüne gelen ziyaretçiler, hayranlıktan konuşamaz bir şekilde, sergilenen eşyalara bakıyorlar. Türk mavisi sırlı Kütahya çinileri; binbir nakış ve renkli Osmanlı, Yörük, Selçuklu ve Acem halıları; gül, tarçın ve sakız kokulu Hacı Bekir lokumları; yeşim, yakut, firuze gibi değerli taşlarla süslenmiş, tamamıyla elle yapılmış çeşmibülbül, laledan, gülabdan gibi cam ürünleri.

Tarih 21 Ağustos 1926. Fransızların büyük bir hayranlıkla içinde sergilenen ürünleri seyrettikleri, gönderinde ay-yıldızlı bayrak dalgalanan geminin bordasında kocaman harflerle "Karadeniz" yazıyor ve henüz üç yaşına basmış olan genç Türkiye Cumhuriyeti, "yeniden var edilen bir ulus’un neler yapabileceğini herkese göstermek için bu gemiyle Avrupa’nın en önemli limanlarında aylardır" sancak gösteriyor".
 
"KARADENİZ: SEYR-İ TÜRKİYE"
Netherlands Culture Fund’ın sponsorluğunu üstlendiği Karadeniz belgeselinin gerçekleştirilme öyküsü de ilginç.
Hollanda’daki Fatusch firmasında çalışan araştırmacı Eray Ergeç, gazete arşivlerini tararken, 1926 yılında Hollanda’ya gelen bir Türk sergi gemisinin haberini görmüş. Haber, Atatürk’ün isteğiyle, genç Türkiye Cumhuriyeti’ni tanıtmak amacıyla Avrupa limanlarını dolaşan seyyar sergi gemisi Karadeniz’in, Amsterdam limanına gelişini anlatıyormuş. Bu pek bilinmeyen tarihi olayın araştırılmasına zamanla Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden Prof. Dr. Bülent Çaplı da katılmış. İki yıl kadar süren çalışmalar sonunda, Karadeniz gemisinin Avrupa limanlarındaki ziyaretlerini gösteren görüntü, fotoğraf ve belgelere ulaşılmış ve hazırlanan belgeselle belki de tarihin tozlu arşivinde kaybolup gidecek olan bu olay gün ışığına çıkarılmış.
Genel koordinatörlüğünü Gülay Orhan’ın üstlendiği belgeselin koordinasyon çalışmaları için Amsterdam kullanılırken, Bülent Çaplı ile Bülent Özkam çalışmalarını Ankara’dan yürütmüş. Belgeselin senaryosu, Tannur Arat ve Nedim Olgun tarafından kaleme alınırken, "seyir defteri" bölümleri Kaptan Süreyya Gürsu, Celal Esat Arseven ve Orhan Kızıldemir’in anılarından derlenerek hazırlanmış. Emre Irmak’ın özgün müziklerini bestelediği belgeselin yönetmenliğini ise Soner Sevgili yapmış.

SEKSEN ALTI GÜN SÜREN YOLCULUK
Belgeseli izleyenler, Avrupa yolculuğu öncesi Haliç’te üç ay süren özel bir bakıma alınmış Karadeniz gemisinin  dümen suyuna kapılıp, tam seksen altı gün süren yolculuğu, sefere katılan sanatçı, gazeteci, milletvekili, öğretmen, müzisyen ve denizcilerden oluşan toplam 285 kişinin, genç Türkiye Cumhuriyeti’ni “dosta düşmana tanıtmak için” nasıl olağanüstü bir çaba gösterdiğini, henüz üç yaşındaki Türkiye Cumhuriyeti milletvekillerinin buna kaynak bulmak için nasıl çırpındıklarını ibret ve gururla izliyor. Ticaret Vekili Ali Cenani Bey’in meclis kürsüsünde, “Efendiler... Bir ticaret sergisi meydana getirmek kolay bir şey değildir. Bunun yerine bir seyyar sergi teşkilini düşündüm. Seyr-i Sefain’den bir vapur alalım. Mesela Karadeniz Vapuru’nu...” diye başlayan konuşmasının yarattığı ateşi, hummalı çalışmaları ve sonunda Marmara’nın solgun mavi sularını köpürterek yola çıkan beyaz bir geminin, Dolmabahçe’deki bir yatta, mavi gözleri çakmak çakmak, sarışın bir adam tarafından beyaz bir mendil sallanarak nasıl uğurlandığını görüyor. O sarışın adamın daha yedi yıl önce 19 Mayıs 1919’da ülkeyi kurtarmak için Samsun’a böyle bir vapur yolculuğu yapmış olduğunu düşünenler de bir cumhuriyetin nasıl doğduğunu görüp alabildiğine gururlanıyor.

II
KARADENIZ VAPURU
Yıl 1926... Günlerden 12 Haziran… Yer,  bugünkü Tophane rıhtımı...Taksilerin yanıbaşında çift atlı faytonların da yolcu bekledikleri görülüyor.... Bayraklarla donanmış, beyaz bir vapur harekete hazırlanmakta. .. Seyr-i Sefain  İdaresinin yeni satın aldığı bu  Karardeniz   gemisi çok önemli bir sefere çıkmak üzere... Üç aya yakın sürecek bu gezide el sanatlarımızdan örnekler ile başta gelen ürünlerimiz tanıtılacak... Ama asıl amaç, Batı Avrupa ülkelerine genç Türkiye Cumhuriyeti’ni tanıtmak! Bu niyetle düzenlenen sergi seferi boyunca gemi 12 Avrupa devletinin limanlarına uğrayıp üçer beşer gün kalacak…

Kömür almak için gireceği Cezayir’in Bona (sonraki adıyla Anaba) limanını saymazsanız, bakın hangi limanlara uğrayacak: Barcelona, Le Havre, Londra, Amsterdam, Hamburg, Stockholm, Helsinki, Leningrad, Danzig, Gdynia, Kopenhagen, Anvers, Marsilya, Cenova, Napoli...
Her limanda gemimizi gezmek isteyen ziyaretçiler kabul edilecek... Davetler, resepsiyonlar verilecek.... Gemideki Riyaset-i Cumhur Orkestrası da konserler verecek... Balolarda görevli zevat ile ziyaretçilerin kaynaşmaları sağlanacak... Cumhuriyet Türkiye’sinin Türkler’i tanıtacak.
Geminin süvarisi, genç yaşına rağmen dirayetli bir denizci olmasıyla ün yapmış olan TOPUZ lakaplı meşhur Lütfi Kaptan… Birkaç yıl öncesine kadar Gülcemal’in süvarisi iken, artık Karadeniz  de görev yapıyor. Gemideki genç zabitanın hepsi de özellikle seçilmiş pırıl pırıl genç denizciler.. . İlerde hepsi birer büyük kaptan olarak Denizyolları’nın gemilerinde kaptanlık, ya da idarecilik yapacaklar.
Karadeniz gemimiz ise 1905 Hollanda yapımı.. 4.765 gros tonluk. 120 metre boyu, 14 metre eni var. Tam istim tuttuğu zaman 12 mil hız yapmakta. Sergi için baştan sona özel olarak düzenlenip dekore edilmiş.
Yıllarca sözü edilen bu tarihi gezi 86 gün 22 saat sürüyor. İstanbul’da döndüğü gün takvimler 5 Eylül gününü gösteriyor. Toplam 9.981 mil yol kat eden gemi bu uzun sefer boyunca 2.778 ton kömür tüketmiş. Kullandığı tatlı su miktarı da 971 ton.

Bu sergi seferinin Türkiye’nin tanıtılmasındaki payı gerçekten çok büyük oldu. Geminin gittiği her ülkenin basınında Atatürk Türkiye’si hakkında çok güzel haberler çıktı, çok değerli yazarlar yayımlandı. Bu büyük başarıda, Seyr-i Sefain İdaresi'nin de önemli bir payı olduğu asla göz ardı edilmemeli.
Yıllarca iç ve dış hatlarda yolcu taşımaya devam eden KARADENİZ ise 46 yıllık bir gemi oluncaya kadar aralıksız hizmet etti. 50’li yıllarda, ticaret filomuzun yeni satın alınan gemilerle takviye edilmeye başlanması üzerine, 1951'de kadro dışı bırakılarak bir kenara bağlandı. Sonra da sökülmek üzere satıldı.
Günümüzde de böyle bir gemiyi donatıp bu amaçla uzun bir dünya seferine çıkartabilseydik keşke...
Kaynak : İstanbul’un Unutulmayan Gemileri, Eser Tutel

15 Ekim 2010 Cuma

Y A Ş A M

ÇOCUKLUĞUMUZU ARAMAMAK MÜMKÜN MÜ?
Burhan Bursalıoğlu

Benim çocukluğumda annelerimiz çalışmazdı. Babamın geliri bize yeterdi. Çünkü o memurdu.
Okuldan eve geldiğimde kapıyı her zaman annem açardı. Anahtarın yerini bir tek annem bilirdi. Babamda da anahtar olmazdı.

Annemin dışarıda hiç işi yokmuş, komşuya gitmezmiş gibi, her eve gelişimizde onu evde bulurduk.
Okuldan geldiğimde çantayı bir tarafa atar doğru tuvalete giderdim. Nedense dışarıda asla ihtiyaç gidermezdim. Şimdi de öyleyim ya.
Çocukluğumuzun en  büyük eğlencesi sokaklarda oynamaktı. Sokaklarda oynamak, okula gitmek gibi sanki bir mecburiyetti. Yemek yemeden sokağa fırlar, akşama kadar, babamızın geleceği saate kadar oynardık. Hem de ne oyunlar.
Çocukluğumda sigara paketlerinin kapakları biriktirilir, 2-3 kişi birlikte oynarken,  sigara paketlerinin kapaklarını  bir, birbuçuk metre yukardan duvara vurur bırakırdık. Bunu sıra ile yapardık. Kimin resimli kapağı yerdekilerden her hangi birinin üstüne düşerse, yerdekilerin hepsini alırdı.
O dönemde, kalın ve çeşitli resimli sigara kapakları vardı. Bizler için onlar çok değerliydi. Çünkü oyun araçlarımızdı.
Küçük baş hayvanların eklemlerinden çıkan aşık kemiğiyle de çok oynardık.Uzağa atılan aşık kemiğini vurmak oyunun kuralıydı. Misketin de çeşitli oyunlarını oynardık.“Mendil kapmaca, ebem sende” gibi koşma gerektiren oyunlarda yorulmazdık. Oynadığımız alanlar çok genişti. Yakalanmamak için bazen mendil elimizde koşar kovalayanla saatlerce koşardık.
Lastik top bulamadığımız zaman çaputtan top yapar oynardık. Bir diğer eğlencemiz de uçurtma uçurtmaktı. Amaç uçurtmanın çok uzaklara gitmesini sağlamaktı.
Okula giderken, gelirken arkadaşlarla birlikte olurduk. Servis diye bir kavram yoktu. Yaya ,sohbet ederek, okul sonrası plan yaparak gider gelirdik.
Başka yerlere uğramazdık. Okul dönüşünde eve uğramadan da oyuna daldığımız olurdu. Bunu bilen annemiz, kardeşimiz veya komşu çocuğuyla, ekmek diliminin üzerine sürdüğü tereyağı, onun üzerine de serpiştirdiği tulum peynirini  bize gönderirdi.
Gerçi mahallemizdeki abla ve teyzelerin annemizden bir farkı yoktu. İstediğimizde ekmek arası yapar verirdi. Kapıyı çalar su isterdik. Hepimiz bir bardaktan içerdik. Çi
şi gelen eve giderdi. Dönüşte annesi oğluna veya kızına verdiği yiyecekten  diğer çocuklara da gönderirdi.
Oyun oynarken önlüğümüzü çıkarır bir köşeye korduk. Bazen ceketimiz, önlüğümüz çalınırdı. Çalıntı işini yapanlarda diğer mahallenin çocukları olurdu. Sanki şaka yapıyor olurlardı. Çünkü ertesi günü çalınan eşyalar aynı yere bırakılırdı.  Demek ki babaları anneleri  müsaade etmiyorlardı. Mahallelerimiz ve sokağımız çok güvenliydi. Muhtaç olanlara yardım yapılırdı. Ama asla kendi malı olmayan eşyaya el sürmezlerdi.
Ayakkabılarımız çabuk delinirdi. Biraz azar işitir ama yenisi hemen alınırdı.
Oyun oynarken , takılır düşer, bir tarafımız kanarsa , komşular hemen gelir, kaldırır, kan varsa siler, az da olsa ilk yardımı yaparlardı.
Kavga da etsek gelir barıştırırlardı. Kimse kimseyi şikayet etmezdi. Polis gelip tutanak tutmazdı. Anne babanız kapılara gitmezdi. Haklı da olsak  velilerimiz bize “haksızsın “ derdi. Sonra kavgalarımız da öyle ustura, bıçak,falçata, muşta  ile olmaz, onlar nedir bilmezdik bile, asla kanla falan da bitmezdi, en fazla saçlarımızdan çeker, hayvan adları sayar, tekme atar, bir şey olmamış gibi yine oyuna dalardık.
Azar işitip, acillere taşınmazdık. Düşerdik, yaralı yerlere ekmek çiğner basarlardı, oyuna devam ederdik. Röntgenlere, ultrasonlara girmezdik.
9 yaşındaydım, Bahçenin  korkuluğuna yaslanmıştım. Korkuluk koptu ve 3 metreden aşağıya düştüm. Haftalarca koyun derisine sararak yatırmışlardı. Yattığım sürece de hiçbir arkadaşım sokakta oynamadı. Hep yanımdaydılar.
Çocukluğumuzda , hiçbir baba,anne okula gidip öğretmeni, müdürü veya bir çocuğu şikayet etmezdi. Babam beni  Okula kaydettirirken, baş öğretmen Hikmet Beye “Eti senin , kemiği benim” diyerek davranışını belli etmişti.
Ben bizim çocukluğumuzu çok özlüyorum. Aşık bile olmuştum. 2. sınıftaydık. Yıl sonu müsameresine hazırlanıyorduk.  Perihan öğretmenimiz dans gösterisi için, sınıfımızda bulunan Milli eğitim müdürünün kızı Okan’ la beni eşleştirmişti. Uzun müddet birlikte çalışmıştık. Çok iyi anlaşıyorduk. Okan güzel kızdı, konuşkandı, hareketliydi. Onu hep koruyordum. Yahut öyle görünüyordum.
Ne oduysa öğretmen bizi ayırdı. Başkalarıyla eşleştirdi. Bu duruma çok üzülmüştüm. Okula gitmez oldum. Hastayım diyerek evden dışarı çıkmıyordum. Annemin sıkıştırması sonucu gerçeği anlattım. Bana çok gülmüştü. Annem okula giderek Perihan öğretmenle konuşmuş. O günü akşama doğru Öğretmen evimize geldi. Bana sarıldı öptü “Yarın provalarımız var Okula gel.” Dedi. Ben gelmeyeceğimi söyleyince,bana “Burhan müsamereye az kaldı. Son çalışmaları yapacağız. Sen Okan’la gösteri yapacaksın. Siz iyi dans ediyorsunuz.  İyi yapamayanları öğretin diye sizi ayırmıştım” deyince çok sevindim. Bir sene sonra babası başka yere  atandığı için Okan’da gitti. Çocukluk aşkımızda bitti. Ama o günleri ve çocukluğumu arıyorum.
Şimdiki insanlarda, çocukluğumun insanlarının samimi dostlukları, komşulukları yok. Herkes ruhsuzlaşmış. Aynı binanın  dairelerinde oturanlar birbirleriyle tanışmiyorlar. Evimin camından, baktığımda karşı komşuyu tanıyamıyoruz. Kapının önünde  tahta iskemlelerimizde oturan yaşlılarımız, onlara dede, nene diye
hatırını soran çocuklarımız yok artık.
Evlerimiz var, içinde yaşayan yok. Parklarımız var, içinde oynayan çocuk yok. Sokaklarımız var, oynayan çocuklar yok. Sokaklar arabaların park yeri olmuş. Aşınmadan, eskimeden her yıl sökülüp yenisi yapılan kaldırımlar, gökdelenler, pırıl pırıl, ışıl ışıl parlayan vitrinler. Son model lüks arabalar. Kaldırımlarda yürüyen, asansörlerle, etrafında birçok koruyucularla lüks konutlarına çıkan, vitrinleri bulanık gözlerle seyreden, direksiyon başında, kulakları sağır edercesine açtığı teypteki müziğe eşlik eden buz gibi, ruhsuz insanlar olduk.
Bizim insanımız bu değildi. Ne oldu bize?

Kışın kuzinelerde, külde pişirdiğimiz patates, sobada patlattığımız mısırlar, kestaneler, loş ışıkların altında dikkatle dinlediğimiz büyüklerimizin hoş  sohpetleri, okunan hikaye kitaplarını özlüyorum. TV lerin karşısında konuşmayı da unuttuk. Sohbetin ne olduğunu çocuklarımıza izah edemez olduk.
Reklamlarla desteklenen beyni, ruhu ele geçirilmiş insanlar olduk.


Birbirimize yabancı olduk. Kalabalıkta yalnızlığa mahküm olduk.
Birbirimize yabancı olduk.
Acıyorum bugünkü çocuklara. Çocukluğunu yaşamadan robot gibi büyüyenlere acıyorum. Acıyorum geleceklere,endişeliyim gelecekten.
Bu durumu biz mi istedik?
Hayır hayır. Biz istemedik.
Birileri bunu istemiştir.
İnanın ben istemedim. Çocukluğumu özlüyorum.
Galiba bu durumu hak ediyoruz.  Ettiğimizi de buluyoruz. Ne demişler “Her toplum hak ettiği gibi yönetil
ir.”

11 Ekim 2010 Pazartesi

H İ K A Y E


 KIZ KULESİNİN BAŞROL OYNADIĞI YAKIN  GEÇMİŞİN HİKAYESİ
 
Burhan Bursalıoğlu

1827 yılında Almanya'nın Brandenburg kentinde Karl adında bir çocuk dünyaya gelir. Babası müzik öğretmeni olan Karl, aile içinde baş gösteren huzursuzluklardan dolayı bir Fransız yetimhanesine gönderilir.

Karl yetimhanede büyür ve gelişir.  
Bir müddet sonra Karl gemilerde miço olarak iş bulur. Karl Almanya'nın Hamburg  kentinden  kalkan bir gemiyle İstanbul'a giderken henüz 12 yaşındadır.
 
  Karl'lin içinde olduğu gemi İstanbula giriş yaparke, gemideki çalışmayı  beğenmediğinden, denizin de onu tutma nedenlerinden Kız Kulesi önlerinde gemiden atlayarak  yüzmeye başlar.
  Kız Kulesi'nin bekçisi  kendine doğru gelen çocuğu görünce denize atlar ve Karl'li kuleye getirir.

Karl bekçiye," gemiye geri dönmek
istemediğini, burada kalmak istediğini" söyler. Bekçi durumu üst makamlara anlatır. Gemi kaptanı ve daha sonra Alman hükümeti Karl'ı isterler. Ancak Karl küçük yaşına rağmen direnir, gitmek istemez. Bu durum iki ülke arasını da açar. Sadrazam Ali Paşa çocuğu himayesine aldığını Alman elçisine söyleyerek meseleye noktayı kor.Karl'a Mehmet Ali adını verirler.

Mehmet Ali  Paşanın himayesinde sarayda büyümeye başlar. Yetişkin duruma gelince de Kırım, Bosna ve Karadağ savaşlarına katılır. Mehmet Ali 2. Abdülhamit'in Padişahlık döneminde paşa ünvanını alır. Artık sözü geçen, bildiği Almanca,Fransızca, Yunanca,Arapca ve Farsça lisanları nedeniyle de, 1878 yılında imzalanan Berlin Antlaşması'nda Osmanlı'yı temsil eden üç kişiden biri olur.

Edebiyata da düşkün olan, şiir yazan Mehmet Ali Paşa'nın dört kızı olur.. Bu kızlardan  Leyla'nın da bir kızı olur; Adı Celile'dir. 

 Celile evlenir ve bir erkek çocuğu olur.Bu çocuk Türk  Şairi Nazım Hikmet Ran'dır.

Kız Kulesinin birkaç hikayesi vardır. Genelde bir rüya nedeniyle  yılan sokmasın diye   kızını kulede yaşamaya mahküm eden kralın kadere karşı koyması düşüncesi ve eylemi sonunda,ters tepen olaylarda,  üzüm sepeti içine saklanan bir yılanın Kız Kulesine gelip kızı sokması hikayesinin yanında, Karl yüzerek gemiden kaçmasa , Kız kulesine sığınmasa Nazım Hikmet'de olmazdı herhalde.

Her insanın geçmişinde tesadüflerle dolu bir hikayesi vardır. Hiç önemsemesek de gerçekleri inkar edemeyiz. Annemizle babamız bir şekilde karşılaşmasalardı biz olur muyduk? 

7 Ekim 2010 Perşembe

FANTAZİ



OĞULLARIMA
 
Köyümüz şehirden yüksek mi yüksek,
Baban ihtiyarlıyor oğul, bilmem netsek
Söz dinlemiyor artık ahırdaki eşek,
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul !

Sizi 9 ay 10 gün karnımda taşıdım
Beş oğul bir kızım için yaşadım
Şimdi halim kalmadı, gençliğimi boşadım
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul !





Köyde bacalar eskisi gibi tütmüyor,
Çorba dahi boğazımızdan geçmiyor
Takatimiz kalmadı işler bitmiyor
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Geçenlerde kasabadan köye doktor geldi
Sağlam kimse kalmadı herkese ilaç verdi
Bana da kendini yorma ansızın gidersin deyiverdi
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!


 
Eskiden köyümüzde yağız delikanlılar vardı
Al duvak içinde gelinler, giderken ağlardı
Gençler köyü terk etti, şimdi ihtiyarlar kaldı
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Hani yalnız yaşayan komşumuz Ali amca vardı
O da rahmetli oldu cenazesi üç gün kaldı
Mezarını kazacak delikanlı bulunamadı
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Öğrenci yokluğundan artık okul kapalı
İhtiyarlayınca, babanın döküldü saçı sakalı
Benimde dizlerim tutmaz, ağır işlere bakalı
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

İmam usandı, tayin yaptırıp gitti
Bir ezan sesi duyuyorduk o da bitti
Hastalıklar çoğaldı artık canımıza yetti
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Analarda ciğer, evlatlarda merhamet olur
Gezen görür, yaşayan ölür, eden elbet bulur
Hayır duamızı alın biz ölmeden ne olur
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Sizin huzurunuzu kaçırmak istemem
Gelinlerimi severim asla kin beslemem
Şimdi gelmezseniz cenazeme de istemem
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!


’ OĞULLARIN ANA MEKTUBUNA CEVABI ’’


(1. oğul)

Ana, şimdi Akdeniz sahillerindeyiz,
Buralar çok güzel herkese tavsiye ederiz.
Çocuklar diyor, ölürüz de asla köye gitmeyiz
Kusura bakma, çocuklar istemeden biz gelemeyiz!


(2. oğul)

Ana, mektup yazmışsın bize boşu boşuna,
Çünkü daha açarken gitmedi hanımın hoşuna,
Sen idare et artık, bu sene de yalnız başına,
Kusura bakma, ben hanımı gönderemem ana !



(3. oğul)

Ana, gönderdiğin mektubu şimdi okudum hanıma,
Dedi bu devirde hizmet eden var mı?, Allah aşkına,
Ne olur soğuk su katma bu yaştan sonra, pişmiş aşıma,
Kusura bakma ana, gönderemem hanımı ben sana asla!


(4. oğul)

Ana darılma, vakit bulup ta mektubunu okuyamadım,
Şimdi okuyunca ne demek istediğini çok iyi anladım.
Benim hanımdan başka çağıracak gelin mi bulamadın?
Kusura bakma gönderemem, hanım oralara alışamaz ana !


(5. oğul)

Ana abim söyledi, hizmete bizim hanımı çağırmışın,
Olur mu öyle şey, doğalgazdan sobalı eve nasıl alışsın.
Birde önceden başlamış günleri var, onlar yarım mı kalsın?
Kusura bakma ana gönderemem, bu sene bizimki kalsın! 


 
(ortak çözüm)

Ana, ana dört kardeş hanımlarıyla bize geldiler.
Anamızın isteği yerinde, acil çözüm bulalım dediler.
Bizler ne yapacağız diye düşünürken, akılı gelinler verdiler.
Kusura bakma ana, sana hizmete ancak bacımızı uygun gördüler!


6 Ekim 2010 Çarşamba

KURTULUŞ SAVAŞI


İSTANBUL’un  İŞGALDEN  KURTULUŞU      6 – EKİM - 1923

Burhan  Bursalıoğlu

Tarih sahnesinde var olduğundan beri bağımsız yaşamış Türk Milleti, 1. Dünya Savaşı'nda müttefikleri yenilgiyi kabul edip savaştan çekilince yenilmiş sayıldı... İtilaf Devletleri donanmaları 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması'na dayanarak 13 Kasım 1918'de Haydarpaşa önlerine demirleyip İstanbul'a girdiler. Fiilen gerçekleşmiş olan işgal, 16 Mart 1920 günü resmi işgale dönüştü.

Gazi Mustafa Kemal Paşa, Adana treninden inip Haydarpaşa rıhtımına ayak bastığında düşman gemilerinin zafer bayrakları açmış şekilde toplarını sağa sola çevirerek İstanbul limanına girdiklerini, Türk azınlıkların da sevinç çığlıklarıyla karşı sahilleri çınlattığını görünce, "Geldikleri gibi giderler" demişti.

Kurtuluş Savaşı'nın zaferle bitmesinden sonra Refet  Paşa (Bele) komutasındaki bir Türk birliği İstanbul'a girdiyse de, işgali resmi olarak kaldıramadı.

18 Eylül 1923'de Batı Anadolu tamamen düşmanlardan temizlendi. Mudanya Ateşkes Antlaşması'yla İstanbul, Boğazlar Bölgesi ve Doğu Trakya kurtarıldı.

İmzalanan Lozan Barış Antlaşması gereğince de düşman askerleri altı hafta sonra İstanbul'dan ayrılacaklardı. 4 Ekim 1923 günü düzenlenen bir törenle Türk Bayrağı'nı selamlayarak şehirden ayrıldılar.

5 Ekim 1923'te şehrin Anadolu yakasına gelen, Şükrü Naili Paşa kumandasındaki Türk Ordusu, 6 Ekim 1923 günü coşkun bir bayram havası içinde, sevinç gözyaşları arasında ve çiçek yağmuru altında İstanbul'a girdi. Böylece 5 yıl kan ağlayan güzel İstanbul kurtulmuş oldu.



İstanbul’ giren Türk birliğinin kumandanı olan  Şükrü Naili  Paşa (Gökberk, ) 1876 da  Selanik ‘te   Mustafa Bey ile Hasibe Hanım'ın oğlu olarak dünyaya geldi.
Edirne Lisesi'nden mezun olduktan sonra 1899'da Harp Okulu'nu 1902'de Harp Akademisi'ni Kurmay Yüzbaşı olarak bitirerek kurmay stajı için Selanik'te bulunan 3.Ordu'nun emrindeki Görice ve Avlonya 2. Sınıf Redif Taburu'na atandı.
1904'de Priştine Redif Fırkası'nda kurmay, 1905'te Rumeli'de eşkıyaları ortadan kaldırmak için Kuvve-i Takibiye Tugayı'nın Selanik Alayı 2. Avcı Tabur Komutanlığına, 1908'de 3. Ordu Nizamiye  22.Alay Komutanlığına atandı. 1910'da 3. Ordu 10. Köprülü Redif Fırkası Kurmay başkanı, 1911'de 5. Kolordu Nizamiye 14. Fırka Kurmay Başkanı oldu. Bu görevdeyken Balkan Savaşı’na katıldı. 1913'te 8. Fırka Kurmay Başkanlığına, ardından Redif Fatih Fırkası Kurmay Başkanlığına getirildi. 1914'te 7. Fırka Kurmay Başkanıyken I. Dünya Savaşı'na katıldı ve 1915'de 50. Fırka Komutanı oldu. 1918'de 49. Fırka Komutanı ve Temmuz 1920'de aynı fırkayla Kırklareli'de Yunan Ordusu'na karşı savaştıysa da birliğiyle Bulgaristan'a sığınmak zorunda kaldı.


Aralık 1920'de Bulgaristan'dan memleketine dönerek 25 Nisan 1921'de Kurtuluş Savaşı’na katılmak üzere Anadolu'ya geçti. 15. Fırka Komutanı olarak Kütahya ve Sakarya savaşlarına katıldı. Eylül 1921'de Ankara Komutanlığına, Kasım 1921'de Adana Bölgesi İşgal ve Tesellüm Heyeti Başkanlığına, Ocak 1922'de Mersin Bölgesi Komutanlığına getirildi. Temmuz 1922'de 3. Kolordu Komutanlığına atanarak Ağustos 1922'de bu kolorduyla Başkomutanlık Meydan Muharebesine katıldıktan sonra Mirliva (Tümgeneral) lığa yükseltildi. Eskişehir ve Bursa'yı düşmandan temizledikten sonra Bandırma'yı da geri alan Naili Paşa, Lozan Barış Antlaşması'nın yürürlüğe girmesinden sonra 6 Ekim 1923'te Kolordusuyla birlikte İstanbul'a girdi.

1923'da T.B.M.M. 2. Döneminde Kırklareli'den milletvekili seçildi.  Ancak, Kasım 1924'te askerliğini tercih ederek milletvekilliğini bıraktı. 
1926'da Ferik (Korgeneral)liğe yükseltildi. 1934'te 3. Kolordu Komutanıyken emekliye ayrıldı.
Gökberk, 1935'te İstanbul'dan milletvekili seçilerek tekrar T.B.M.M.'ye girdi. 23 Kasım 1936'da Edirne'nin kurtuluş bayramına katıldığı sırada hayatını kaybetti. Kabri İstanbul'a getirilerek şehitliğine defnedildi ve 1988'de Ankara'daki Devlet Mezarlığı'na nakledildi.
Şükrü Naili Bey’in Nazire Hanım ile evliliğinden Turgut, Macit (d.1908), Saadet (d.:1909) adlı üç çocuğu olmuştur.

İstanbul'un Kurtuluşu'nun 87. yıldönümü  coşkulu kutlamalarla törenler yapılacak, tüm okullar tatil edilecek.
Türk Milleti'ne kutlu olsun.

4 Ekim 2010 Pazartesi

DEVRİMLER




MEDENİ KANUN: 
TÜRK HUKUK DEVRİMİNİN SİMGESİ...

Burhan Bursalıoğlu

4 Ekim 1926 tarihinde, yanı 84 yıl önce, Türk Medeni Kanunu yürürlüğe girdi
Türk Medeni Kanunu, Atatürk devrimlerinin temeli, dinsel hukuk düzeninden laik hukuk düzenine geçişin belgesi, bir hukuk ve uygarlık anıtı olarak kabul edilmektedir.

 
Türk Medeni Kanunu, kısaca Medeni Kanun'un geçmişi 1923 yılına dayanmaktadır.
Atatürk, 1923 yılında Bursa'da halka yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu:
"Yeni Türkiye, ne zamana ne de ihtiyaca uymayan mecellenin hükümlerine bağlı kalamaz. En uygar uluslar derecesinde hukuk kurallarımızı da iyileştireceğiz. Yüz sene, beşyüz sene, bin sene evvel yaşayan bir toplum için yapılan yasalarla bugünkü toplumu yönetmeye kalkışmak gaflettir, cehalettir."
 
Cumhuriyet'in kuruluşu ile yeni bir devlet yapısı oluşturulurken varolan hukuk düzeninin iyileştirilmesi, çağdaşlaştırılması amaçlanmıştı. 1923'de Adalet Bakanlığı bünyesinde, başta Mecelle olmak üzere temel bazı yasaları yeniden düzenlemek üzere iki komisyon oluşturuldu.
KOMİSYONLARIN ÇALIŞMALARI...
Adalet Bakanlığı bünyesinde oluşturulan bu komisyonların çalışma yöntemlerini belirleyen yönetmelikte, komisyonların yeni düzenlemeler için önce Osmanlı döneminde, İslam hukukunda din ve dünya işleri ile ilgili  ana kaynaklardan yararlanarak konulmuş olan kuralların bütününün  yeterli  olmadığı konularda başka ulusların kabul ettiği çözümlerden yararlanmaları öngörülüyordu. Ama ,Komisyon üyelerinin şeriat kurallarından ayrılmaz gözükmeleri, bu arada yeni düzenlemelerde batı hukukunun örnek alınmasına ilişkin görüşlerin yoğunlaşması sonucu, bu komisyonlar dağıtıldı.
19 Mayıs 1924'de yeniden oluşturulan komisyonların çalışmalarına ilişkin yönetmelikte, bu kez, gerekirse "batı milletlerinin kanun ve eserlerinden icap eden esasların alınması" ibaresi yer aldı. Ancak bu komisyonların hazırladığı yasalar da, yetersiz ve çağdaş olmaktan uzak bulundu; bunlarla ülkenin ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde bir hukuk sisteminin yaratılamayacağı anlaşıldı.


Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, batıdaki örneklerinden yararlanarak hukuk sisteminin yenilenmesi kararını, "Türk ihtilalinin kararı, batı uygarlığını kayıtsız şartsız kendisine mal etmek, benimsemektir. Bu karar, o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki, önüne çıkacaklar, demirle, ateşle yok edilmeye mahkumdurlar. Bu prensip bakımından yasalarımızı olduğu gibi batıdan almak zorundayız  " sözleriyle açıkladı.
Batılı ülkelerin medeni kanunları incelendikten sonra Medeni Kanun'un hazırlanmasında, İsviçre Medeni Kanun'u esas alındı. 1912'de yürürlüğe giren İsviçre Medeni Kanunu, dilinin basitliği, kadın-erkek eşitliğine dayalı bir aile düzeni içermesi ve hakime takdir yetkisi vermesi nedeniyle benimsendi.
Avrupa'daki en eski yurttaşlık yasalarından Fransız Medeni Yasası, eskimiş kabul edildi, Avusturya Medeni Yasası, Habsburg Hanedanının "mutlakiyetçi" anlayışını yansıtır nitelikte bulundu. Alman Medeni Yasası ise, çok teknik bir metin olarak görüldü.
Türk Medeni Kanunu Tasarısının hazırlanması için hukukçu milletvekillerinden, öğretim üyeleri, yargıç ve avukatlardan oluşan 26 kişilik bir komisyon kuruldu. Bu komisyon, İsviçre Medeni Kanunu'nu Türkçe'ye çevirdi ve yeni bir metin oluşturdu.
GEREKÇEDEN...
Komisyonun hazırladığı taslak, 20 Aralık 1925'de Bakanlar Kurulu'nda (3. İnönü Hükümeti) görüşülerek kabul edildi.
Tasarının genel gerekçesi, Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt tarafından kaleme alındı. Bozkurt, gerekçede, "Türkiye halkı, adaletin uygulanmasında kuralsızlık ve sürekli kargaşa karşısındadır. Halkın kaderi belli ve yerleşmiş bir adalet esasına değil, raslantı ve talihe bağlı, birbiriyle çelişkili ortaçağ dinsel hukukun kurallarına bağlı bulunmaktadır. Cumhuriyet, Türk adaletinin bu karışıklıktan, yokluktan ve pek ilkel durumdan kurtarılmasını devrimin ve yüzyılımız uygarlığının gereklerine uyan yeni bir Türk Medenî Kanunu'nun hızla vücuda getirilmesini ve uygulamaya konulmasını zorunlu kılmıştır" dedi.
Tasarı, Meclis Adalet Komisyonu'nda hiçbir değişikliğe uğramadan kabul edildi. Komisyon raporunda, İsviçre Medeni Yasası'nın uygar ülkelerin en başarılı yasalarından biri olduğu, içerdiği hükümlerin toplumsal ve ekonomik yaşam bakımından çağın gereksinimlerini karşılayacak nitelikte olduğu belirtildi.
Genel Kurul görüşmelerinde tasarının madde madde ele alınması önerildi. Ancak Adalet Bakanı Bozkurt, yasanın bir bütün olduğunu, bu nedenle tümüyle görüşülmesi gerektiğini belirterek, bu öneriye karşı çıktı. Tasarı, kısa bir görüşmeden sonra, 17 Şubat 1926'da kabul edildi. 4 Nisan 1926 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan yasa, 6 ay sonra, 4 Ekim 1926'de yürürlüğe girdi.
Türk medeni Kanunu,Türkiye Cumhuriyeti'nin Batılı ve çağdaş anlayışa yönelmesini sağlaması açısından önem taşır.Medeni Kanun'un getirdiği yenilikler şunlar oldu:


a-   Ailede kadın-erkek eşitliği sağlandı.
b-   Evlilikte resmi nikah zorunluluğu getirildi.
c-   Kadınlara, istedikleri mesleğe girebilme hakkı tanındı
d-   Mahkemelerde tanıklık yapma, miras ve boşanma konularında kadın-erkek eşit hale    getirildi
e-   Patrikhanelerin, din işleri dışındaki yetkileri kaldırıldı
f-   Hukuk birliği sağlandı.
g-  Vatandaşlar arasında din,mezhep ayrılıkları gözetmeksizin, hak ve ödevler bakımından  eşitlik sağlandı.
h- Tek  eşle evlilik esası getirildi.
i-  Mirasta, kadın-erkek ayrılığı kaldırıldı.
k-  Toplumsal hayatta kadın-erkek eşitliği getirildi.
l-  Evlenme ve boşanmada belirli şartlar getirmiş, özellikle erkeğin tek taraflı boşamasını kaldırarak boşanmayı hakimin takdirine bırakmıştır.
m-  Kadınlar yönetim alanında da 1930 yılında belediye seçimlerine katılma, 1934 yılında da milletvekili seçilebilme haklarını elde etmişlerdir.

Zaman zaman Türk Medeni Kanununun değişik maddeleri  değiştirilmiş,  toplumun  yararına uygun hale getirilmiştir.
2001 de çok geniş  değişiklikler yapılmış olup,  en son olarak da 2010 da bazı maddeler değiştirilmiştir.


MİLLİ BAYRAMLARIMIZ

  CUMHURİYET Burhan Bursalıoğlu Bu gün Cumhuriyetimizin 99. Yıl dönümü. 99 yıl önce bugün, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşla...