30 Mart 2012 Cuma

TARİHİMİZDEN





PADİŞAHLARIN BİLİNMEYEN DURUMLARI
-1-

Osman Gazi
     OSMAN BEY

Rasih Nuri İleri'nin yazdıklarına göre okulda öğretilenlerden çok farklı bir kökeni var:
"Osmanlı devleti'nin kurucusu Osman bey'in ismi Osman değil ve kendisi müslüman değil. Osman bey'in asıl ismi ise Ataman bey ve Şamanist. Şeyh Edebali'nin etkisiyle müslümanlığı kabul ediyor; Ataman oluyor Osman.. Zaten bütün Avrupalı da Osmanlılar için ottoman kelimesini kullandı. ottoman, Ataman'dan türeyen bir kelimedir."

Yıldırım  Beyazıt
YILDIRIM BEYAZIT

Okuma yazma bilen ilk Osmanlı padişahıdır
Tarihte padişahlar arasında ilk evlenen padişahtır. Ankara savaşında Timura esir düşen Yıldırım Beyazıt zindandayken Timurun Anadoluya gelip Yıldırım Beyazıt'ın karısını orta yerde çırılçıplak ifşa etmesinden sonra evlilik osmanlı hanedanlığında artık yasak hale gelmiştir.Resmi olarak olmasa da böyle bir fikir tamamen kafalardan silinmiştir.


Çelebi Mehmet

  ÇELEBİ MEHMET

Osmanlı devleti'nin ikinci kurucusu manasında "bani-i sani-i devlet" olarak tanınan ve "çocuk yaşımda bunca belâları herhâlde benden başka kimse çekmiş değildir!" sözünün sahibi olan Osmanlı padişahıdır.. Osmanlı tarihçileri tarafından "tatar tufanının muhataraya düşürdüğü devlet gemisini kurtaran nuh" olarak anılmaktadır.

İkinci Murat
İKİNCİ MURAT

Diğer tüm osmanlı padişahlarının türbelerinde, sandukalar üzerinde sarık yer alırken, 2.Murat'ın sandukası üzerinde bir kalpak yer alır.

Fatih Sultan Mehmet

FATİH SULTAN MEHMET

Fetihten sonra Bizans sarayinin esiri olan ve 3 gun boyunce Hiristiyanliğa dönmeli mi değil mi diye düşündüğü söylenen padisah.. 14 suikastten kurtulup 15.de ebelenen padisah  tahta çıktıktan sonra ilk işlerinden biri henüz anne kucağından düşmemiş, süt emen kardeşi Ahmet'i boğazlatmak olmuştur
İstanbul'u fethedince kendine "doğu Roma İmparatoru" unvanini veren padisah. çoğu  kisinin hoşuna gitmese de sahip olduğu imparatorluğu "müslüman doğu roma imparatorluğu", kendini de "dogu roma'nin efendisi" olarak tanimlarmiş.  Hedefledİği doğu roma'nin miraslarini toplama işi tamamlaninca da gözünü bati roma'ya dikmiş, ama maalesef vadesi yetmemiştir.
Yöneticilerini devşirme kökenlerinden seçmesiyle Anadolu Türkmenlerini küstüren padişahtır, ayrıca paralarda bulunan osmanlı nın Kayı boyundan geldiğini simgeleyen sembolü kaldırmıştır
Bosna'yı fethettikten sonra "sakın ola ki, sırp kızları su almak için çeşme başlarına geldiklerinde askerim oralarda bulunmayalar!" fermanını yayınlatan osmanlı padişahıdır.

İkinci Beyazıt

İKİNCİ BEYAZIT

Kendisi, babasi Mehmedi   Hamin  Dudin Al lari adinda İranlı bir eczacıdan aldiğı  bir zehirle zehirleyerek öldürtmüştür..Bu zehir Mehme'de gut hastalığı  geçirmesi için verilmiştir;
Zehir önceleri bağirsaklarinda gevşeklik, sonrada felc yaratir ve 51 yaşındaki Fatih birkaç gün süren acilarindan sonra ölür. .Tum bu olanlardan sonra; Beyazid İranlı eczacıyı aşırı  dozda opium vermek suretiyle ortadan kaldırır ve hükümdarlığın tadını çikarmaya bakar.tabi bu sureçte kardeşi Cem Sultanı da etkisiz hale getirip ortadan kaldırmanın yollarını aramaktadır.
Bir çoklari küçük kardesi Cem Sultan'la girdiği taht mücadelesinden galip çıkmasının Osmanli için kötü olduğunu savunsa da; Yavuz Sultan Selim gibi bir padişah onun sayesinde varolmuştur,sirf bu yüzden saygıyı hak etmektedir.

Cesur ve atilgan miydı, bir tür he-man mıydı? Bilinmiyor.  Hakkindaki tüm sofu söylentilerine rağmen, yanlIş hatIrlamiyorsam (eski zaman tabi) ilk ve en önemli icraatI  Fatih Sultan Mehmed'in cenazesini 15 gün kadar bekletmek olmuştu. . Taht kavgasI nedeniyle ölümün gizlenmesi ve Beyazit'in tahta geçtikten sonra cülus dağıtması  için geçen süre boyunca Fatih'in cenazesi 15 gün boyunca deyim yerindeyse "ortalıkta sürünmüş"tü.
Hatta dönemin baltacilar kethüdası Fatih'in ölüsüne yayilan koku nedeniyle yaklaşilamadiği vs. söyler.  Ömrünün kalan kısmını geçirmek üzere Dimetoka'ya doğru yola çıktığında yavuz tarafından zehirlenerek öldürülmüştür.


Yavuz Sultan Selim

YAVUZ SULTAN SELİM
 
Oğlu Süleymanı süslü elbiseler içinde görünce "Bre Süleyman, anana ne bıraktın!" diye kızmış ,
ayrica babasını tahttan indirmesinden dolayı babasının "ciğerini görerek öl!" diye beddua ettiği, onun bu yüzden bu şekilde bir hastalıktan öldüğu de rivayet edilir.
Tek eşli olan yegane sultan yavuz sultan selimdir. 

 Tek sakalsız osmanlı padişahıdır. kendini yeniçeri olarak kabul ettiği için sakal bırakmamıştır.
mısır'ı fethettikten sonra halkın huzuruna çıkıp şunu diyen büyük osmanlı padişahı:
"ey mısır tebam! ben şimdi gidiyorum ama arkamda oniki yeniçerimi ve bir valimi bırakıyorum. eğer ki bu kullarımdan birinin bir tek kılına zarar verirseniz bizzat ben geri gelirim!"
yakın tarihe kadar mısır yüzyıllarca kuzu kuzu oturmuştur. ne korkuymuş be

yavuz'a sadrazam olasın" şeklinde bedduaların türemesine yol açan ciddi osmanlı padişahı.
bunun nedeni padişahlığı döneminde tam 12 sadrazamının öldürülmüş olmasıdır. yanılmıyorsam 7 tanesini aralarında geçen muhabbetten sıkılması nedeniyle tahtından kalkıp, belindeki bıçağı çekip, hovooorrrş diye saplamak suretiyle, bizzat kendi elleriyle, saray efradının bölermiş gözlerinin önünde öldürmüştür..
Ağabeyi şehzade korkud ile "eğer saltanat ikimizden birine nasip olursa birimiz öbürüne kıymasın" diye ant içen ancak tahtı ele geçirince antını unutan, kardeşine kıyan padişahtır. o korkud ki dedesi fatih sultan mehmet onu dizinin dibinden ayırmaz, eğitimi ile bizzat ilgilenirmiş gözleri şaşıdır. bu nedenle belki de profilden portresini yaptırmıştır.

ilgilenirmiş gözleri şaşıdır. bu nedenle belki de profilden portresini yaptırmıştır.
Bir rivayete göre babasının ''kılıcın keskin ömrün kısa olsun'' diyerek lanetlediği , 8 yıllık padişahlığında osmanlı yüzölçümünü 2 katına çıkaran osmanlı padişahı bir rivayete göre çok iyi satranç oynayan osmanlı padişahı.
Hatta başka bir hikaye onun çoban matını bulduğunu idda eder ki: yavuz sancaktayken gizlice şah ismailin otağına gider çoban kılığında. şah ismail de dönemin en iyi satranç oyuncusudur, hiç kimseye boyun eymez. ta ki selim onun karşısına çoban kılığında da çıkana kadar. ilk kez çoban matı burada uygular yavuz ve ayrılır şah ismailin otağından bi rivayete göre de; kuzey afrika topraklarında kölelerin kulaklarına, kölelik işareti olarak küpe taktıklarını görünce; allah'ın kölesi olduğunu belirtmek için o da küpe takmıştır..
Kendini yeniçeri olarak görmesinin sebebi de karıştıran savaşında* yenilmesine rağmen yeniçerilerin desteği ile tahta geçmesidir.

Güneydoğu ve doğu anadolu'daki türkmen aşiretlerini iran'a sürüp* yerlerine kürt aşiretlerini getirerek, şimdiki terör sorunumuzun temellerini atmıştır.

Çok sayıda alevi-türkmenin katline ferman olmuş, bir o kadarının da anadoluda ordan oraya sürülmesine neden olmuş halife-padişah-drakula.
Şah ismail'in vaktiyle yavuz'a yazdığı şu dize akla geldi birden: "sen de türk müsün bre arap uşağı"
2. beyazıt tahttan ayrılırken selim e bir beddua eder;
Kabaca der ki;
" ömrün at üstünde geçsin, savaştan savaşa giresin, allah seni galib eylesin, zenginlikle şanla şöhretle gözünü duyursun, ama dilerim ki ciğerini görerek ölesin... "babanın bedduası tutar, aynen dediği gibi ölmüştür,hatta selim ciğerini görerek ölmüştür, yani rivayet bu yöndedir.


Kanuni Sultan Süleyman

KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN

Fransuva'ya yazdığı mektupta "benki şuraların şuraların hükümdarı sultan     Süleyman'ım" diyerek hakim olduğu tüm yerleri saymış ve devamla "sense Fransa eyaleti'nin valisi Fransuva'sın" demiştir.
Köse olmasina rağmen resimlerinde sakalli çizilmeyi isteyen Osmanlı  padişahı o kadar iş yap, resimlerinde ise künek gibi görün. Anlaşılmaz  bir istek
Fatih Sultan Mehmet'in harem sarayı yapmadığı topkapı sarayına, Hürrem'in entrikaları sonucu harem sarayı yaptıran kişidir.
Bunun sonucu olarak, sultanların ve hasekilerin devlet işlerine karışması ve sarayda entrikalar çevirmesi kanuni ile başlar.
Her ne kadar osmanlı topraklarını en fazla kendisi artırmışsa da, önemli olanın boyut değil işlev olduğu kendisinden bir kaç yıl sonra başlayan duraklama devri ile görülmektedir
İdam ettiği, çocukluk arkadaşı, Sadrazam İbrahim paşa boğdurulmadan hemen önce kendisine "Boynuma dolanan bu ip hürrem'in saçlarıdır hünkarım" diye haykırmıştır.

İkinci Selim
İKİNCİ SELİM

Hakkında haremde kadın kovalarken düşüp başını taşa çarpıp ölmüştür diye söylentiler bulunan osmanlı padişahıdır.
Haremde değilde hamamda cariyelerle oynaşırken kalp krizi geçirerek öldüğüde rivayet  edilir.
Bir Hürrem masalı'ında yazılanlara göre; Kanuni Sultan Süleyman'la yattıktan sonra, hamile kalmayı garantilemek adına ak hadımlardan biri olan kapı ağası ile de bir kaç kez birlikte olur. Hürrem sultan. hamile olduğu anlaşıldıktan sonra da, haremde kıskanıldığını ileri sürerek, valide sultan'dan kendisi için bir muhafız vermesini ister ve yanına muhafızını da alarak kapı ağasıyla beraber oldukları yere gidip kuran okumaya başlar. Kuzey kulesinden Hürrem sultan'ın kuran okuduğu avluyu gözetleyen kapı ağası, Hürrem'in kendisini beklediğini düşünerek avluya gider. fakat Hürrem onu görür görmez ayağa kalkarak çığlık atar. Bu tepkiye şaşıran kapı ağası etrafına bakınınca muhafızı görür, tuzağa düşürüldüğünü anlayarak Hürrem'e saldırmak ister ve muhafız tarafından öldürülür. Böylece ilerde Hürrem için bir tehdit olabilecek kapı ağası ortadan kaldırılmış olur. Sarı Selim'in, Kanuni Sultan Süleyman'ın mı yoksa kapı ağasının mı oğlu olduğu bilinmemektedir.
Yeniçeriler arasında dangalak Selim olarak bilinirmiş. Türlü dalaverelerle kardeşleri şehzade Mustafa ve kardeşi Bayeziti öldürtmüş ve tahta geçmiştir. Dış görünüşü ve kişiliğiyle annesine çekmiştir. Onun gibi sinsi ve içten pazarlıklıdır. Şarapçıdır ve nefsine düşkündür. Ne yazık ki   Osmanlının devletinin başına geçmiştir. Ciddi şekilde yeteneksizdir. Zamanında devlet işlerini Sokullu idare etmiştir. Çok iyi bir ahlak terbiyesi görmiş müdür bilinmez,  ama babası Muhteşem Süleyman devamlı olarak islamın yasaklarına uyması konusunda ikaz etmiştir.
Bir Ermeni hamamcının oğlu olduğu idda edilen Osmanlı padişahı. 


Üçüncü  Murat
ÜÇÜNCÜ MURAT

Pir Sultan Abdal onun zamanıda asılmıştir, kendisinin Sivas valisi HizIr pasa tarafindan.tarih kaynaklarınca tam sayısı muamma olmakla birlikte yaklasik 130 çocuğu olduğu söylenmektedir.
Oğlunun sünnet düğününe gelen iki soytarıyı ,ki bu soytarı hakaret anlamında değil, adamlar  cidden soytarı, yeniçeri ocağına alarak ocağın ve geleneklerinin  içine  eden  padişah olarakta anılir.

Devamı var

23 Mart 2012 Cuma

YAKIN TARİHİMİZ


ATATÜRK'E İLİŞKİN ANILAR

Yabancı gözüyle.....


                                                                                           Alıntı


SEVGİLİ DÜŞMANIM: CHARLES RYAN




Eski bir ordu mensubu olan Baha Vefa Karatay, Türkiye’nin ilk Avustralya Büyükelçisi olarak atanır. Cumhuriyetimizin kuruluşunun üzerinden yarım yüzyıl kadar bir zaman geçmiştir…



Sidney’deki ilk gününde yaşadığı bir olay Atatürk hakkında duyduğum en güzel ama az bilinen hikayelerden biridir.
Bunu paylaşarak başlamak istiyorum izninizle…

Büyükelçimizin henüz birinci günüdür Sidney’de.
Ankara’ya postalamak istediği kartlar için pul alması gerekir.

Bir dükkana girer…
Dükkanın sahibi zarfın üzerinde ANKARA ismini görünce mırıldanır bir tonla “ hmmm Ankara… Ankara …” diye tekrar eder ve Elçimize sorar “Neredeydi bu şehir?”. Aldığı cevaptan sonra : “anladım, Yani Gelibolu’nun bulunduğu memleket.” Ve devam eder: “Dayım Gelibolu’ya katılmış bir Anzak’tı. Yaralı olarak dönmüştü. Türk Askeri'nin kahramanlığını ve dürüstlüğünü överdi.”.
Bir süre dayısının anılarını anlattıktan sonra sorar:

“O savaş’ta sizin “Kemal” adında genç bir komutanınız varmış,
Dayım ondan büyük hayranlıkla bahsederdi, sonra ne oldu ona?”.
Dükkan sahibi aldığı cevap karşısında şunları söyler:

“Hiç şaşırmadım!
Dayım onun büyük işler yapabilecek biri olduğunu söylerdi…”
Evet hikaye böyle işte…



İlerleyen günlerde Büyükelçimiz Avustralya Genel Valisi Lord Casey (İngiltere Kraliçesi’nin Avustralya valisi) ve eşi Leydi Casey ‘nin de olduğu bir akşam yemeğine katılır.

Lord Casey Büyükelçimizi salonda sakin bir yere alır ve bu yazıya konu olan Charles Ryan’ın Çanakkale Savaşlarındaki gerçek hişkayesini anlatır. Büyükelçimiz hikayeyi ilk kez duymaktadır. ..

O dönem Lord Casey 1. Avustralya Tümen Komutanı’nın emir subaylığını yapmaktadır. Savaş başlamadan bir gün önce, akşam gemide subaylara yemekli davet verilir. Davetliler arasında tümen baştabibi Doktor Charles Ryan’ın göğsünde büyük bir Osmanlı Madalyası görenler hayretler içinde kalırlar. Bir gün sonra savaşacakları, düşmanları olan bir devletin madalyasını göğsünde taşımakta neyin nesidir ?!! Doktor Charles Ryan gayet sakin ve kararlı bir tutum içinde tepkileri şöyle yanıtlar:

“Ben bu madalyayı, o ünlü Plevne savunmasında,
Osman Paşa’nın emrinde ve kahraman Türk askeriyle omuz omuza savaşarak kazandım.




Aradan geçen kırk yıla yakın bir zamanda bugün onlara karşı savaşmaya gidiyorsam, bu Plevne’de silah arkadaşlığı yapmaktan daima onur duyduğum Türklere karşı bir düşmanlık nedeni ile değil, sadece asker olarak aldığım emrin gereğini yerine getirmek içindir !”
Lord Casey’nin anlatımı bitince eşi Leydi Casey gözleri dolu dolu bir şekilde büyükelçimize döner ve şöyle der:
“Sayın Büyükelçi, biliyor musunuz o Doktor Charles Ryan benim babamdır !”

Konuşulacak çok şey vardır, sohbet saatlerce sürer…
Charles Ryan'ın Çanakkale cephesinde yaşadığı bir başka olay ise şöyle...

Çanakkale savaşlarının en kanlı günlerinin yaşandığı bir dönemde karşılıklı olarak cesetlerin toplanması için kısa süreliğine ateş kes ilan edilir.

Aşırı sıcak havada cesetler çok daha hızlı çürümektedir
ve koku dayanılmaz hale gelmiştir...



Anzaklar adına savaş alanına giden subaylardan biri de Doktor Ryan’dır. Görevini yapmaktayken kendisi gibi görevli olan Türk subayları onun göğsündeki Osmanlı nişanını görür ve şaşkınlıkla yanına gidip hikayesini sorarlar.

Türk siperlerine davet edilen Charles Ryan bir süre subaylarımızla sohbet edip Plevne anılarını anlatır. Kendisine ikramlarda bulunulur. Duygulu anlar yaşanır ve sıcak bir vedalaşmanın ardından herkes görevinin başına, kendi savaş cephesine döner. Savaş sürmektedir ...

Charles Ryan bütün tepkilere rağmen savaş sonuna kadar madalyasını göğsünden çıkarmayacaktır…

Şimdi biraz da Charles Ryan’ın bu madalyayı aldığı süreçten, onun kısa bazı anılarından ve Türkler hakkındaki düşüncelerinden bahsetmek istiyorum.

1870’li yıllarda İngiltere’de tıp eğitimini tamamlayan genç Charles Ryan,
İş bulmak için gittiği İtalya’da Osmanlı Ordusu’nun yabancı uyruklu doktor aradığını öğrenmiştir. Kısa zamanda işlemlerini tamamlar ve Tuna Nehri yoluyla İstanbul’a ulaşır.

Savaşta adeta bir Türk subayı gibi hareket etmiş ve bu Osman Paşa’nın da dikkatini çekmiştir.

Ateş hatlarında bile korkusuzca aktif olarak bulunur.
Zaferle sonuçlanan savaşın sonunda madalyayı hak etmiştir.
Hayatının geri kalanında Türk dostu olarak kalır ve anlattığı anılar nedeniyle dostları ona “Plevne Ryan” diye hitap eder.

Doktor Ryan’ın kaybolmasına, unutulup gitmesine gönlü razı olmadığı ve bu nedenle kaleme aldığı anı kitabından bazı bölümleri sizlerle paylaşmak istiyorum.

“Türk askerlerinin sabır ve tahammülüne, yiğitliğine, vatanseverliğine yakından tanık ve hayran olmadıkça, benim çektiklerime hiç kimse dayanamazdı…”

“Türkiye üzerine çöreklenmiş olan kara bulutlar arasında hala parlamakta olan yıldızları seçmekteyim.

Çünkü silah arkadaşlığı yaptığım bu insanların sahip bulundukları yüksek şeref ve namus duygularıyla, eşsiz yiğitlik ve sadakatleriyle, üstün vatanseverlikleriyle gönlümde gururla muhafaza ettiğim üstün hasletlerine güvenim sonsuzdur.”

 


“Hiçbir uyuşturucu kullanmadan ameliyatını yapmak zorunda kaldığım bir Türk askeri, ben kesik bacağının derilerini sökerken, o bir taraftan yaralıların isimlerini, birliklerini yazmak üzere gelen yüzbaşının sorularına matanetle cevap vermekteydi. Bir süre sonra bu askerin Rus süngülerinin üzerine nasıl yiğitçe atıldığına da şahitlik etmiştim.”

 

“Bütün doktorluk hayatım boyunca en büyük acılara tahammül bakımından Türk askeri ile kıyaslanabilecek insanlara rastlamadığım gibi, korkunç ağır yaralardan onlar kadar olağanüstü hızla iyileşip, kurtulanları da görmedim.”

Chales Ryan daha sonra Erzurum’da görevlendirilir.
O dönemde ortaya atılmaya başlanan sözde soykırım haberlerine verdiği sert tepki de kitabında anlatılmaktadır.

Doktor Charles Ryan 1926 yılında kalp krizi sonucu hayatını kaybeder. Osmaniye ve Mecidiye nişanları sahibi olan Ryan’ın hikayesi ne yazık ki günümüzde, Stephan Spielberg ‘in “Er Ryan’ı kurtarmak” filmindeki Ryan kadar bile bilinmiyor.

O’nun anılarının yer aldığı kitabın çok kısa özeti Büyükelçimizin “Mehmetçik ve Anzaklar” kitabında anlatılıyor. Basım tarihi 1987. Bu kitap dışında Dr. Ryan’ın hikayesinin anlatıldığı hiçbir kitap duymadım. Babamın kütüphanesinde bulunan bu değerli eseri okuduğumda en çok etkilendiğim hikayelerden biriydi Dr Ryan’ın hikayesi.





Neyse ki 2005 yılında İş Bankası bu çok önemli eseri dilimize bütün olarak çevirdi ve “Plevne’de bir Avustralyalı” adıyla yayınladı. Gururla, acıyla, gözyaşlarıyla ve ibretle okuyacağınız bir kitap diye düşünüyorum.

Bu ilginç insanın hikayesinin yaygınlaşması, daha çok bilinmesi için bir şeyler yapmak istedim ve bu yazıyı kaleme aldım.

Son centilmenler savaşı olarak da bilinen Çanakkale Savaşları’ndan Anzaklar ve Türkler adına mutlaka bilinmesi gereken bir hikaye onunki…

Savaşta insanlık namına onurlu bir duruş sergileyen Charles Ryan’ın belki küçük bir heykeli de dikilir birgün onca hizmet ettiği bu aziz topraklarda.

Işıklar içinde uyusun…
Sevgili düşmanım CHARLES SNODGRASS RYAN Saygılarımla

Ayla Çağlayan
(Bu vesile ile adları anılan velinimetimiz,
Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ü,
Bütün Çanakkale Savaşı şehitlerimizi,
Osman Paşa’yı,
Büyükelçimiz Baha Vefa Karatay’ı da
saygı ile anıyor Tanrı’dan rahmet diliyorum. )

 




20 Mart 2012 Salı

SAĞLIĞIMIZ





BİR BİLGİ

YALANI ve GERÇEKLER
                                                                            alıntı
Değerli dostlar,
Yemek Sanayici ve İş adamları Derneği başkan yardımcısı, Ankara Sanayi  Odası gıda komite üyesiyim.
Bu sürede öğrendiklerimi yazmaya sayfalar yetmez.
Ancak birkaç bilgi aktarırsam ne demek istediğim daha iyi anlaşılır.
Minimum M2 maksimum verim, olay tamamen budur.
25 Kg torbalarda kg fiyatı 1,5 TL civarında    soya kıyması satılmaktadır. Aslında soya küspesidir.
Kullanırken ılık suyla ıslatılır 1 kg soya kıyması 3 kg su emer. Yani kullanım fiyatı kg da 50 krş tan aşağı olur. Gerçek etin 30 TL/kg olduğu yerde tabii ki bunu önce sermaye kullanır.
Piyasadaki hazır tıp annemin köftesi gibi köftelerin tamamı soya katkılıdır. Şirin gözükmesi içinde mix kıyma, soya proteini vs. gibi farklı isimlerle ambalaj üzerinde yazılmaktadır. Yani et diye soya küspesi satıp, annemin köftesi gibi aynen diye reklam yapıyorlar.
BİTMEDİ: Bu soya zımbırtısı granül veya toz halinde, beyaz, açık kahve, koyu kahve, kırmızı, yeşil renkleri vardır. Tadı nötre yakındır. Cevizle karışıp baklavaya, kıymayla karışıp köfteye, unla karışıp ekmeğe, keke vs.ye giriyor.
Kuşbaşı diye bir etler  satılıyor şimdi, normal kuşbaşı etten ucuz. Bir özel kimyasal karışım suyla ete emdiriliyor. % 20 su basılıyor ete,böylece fiyatı ucuzluyor.
Ancak bu tuzlar sizin kalp, şeker, tansiyon vs, rejimlerinize zarar verir mi bilmiyorsunuz. Yemeğe tuz atmıyorsunuz, ama başka tuzları bilmeden yiyorsunuz. Yemek şirketinizin et giriş faturalarında” kıyma" ve " kuşbaşı " var mı, bir kontrol edin bakalım.
- PEYNİR ALTI SUYU TOZU: Adı üstünde, peynir üretiminde kalan su sıcak plakalara püskürtülüyor, buharlaşma sonucu elde edilen toz işte. Nerede kullanılıyor? Peynirli çizi de peynir mi var zannediyorsunuz. Tüm bisküvit ve kek sektörünün birinci sınıf dolgu maddesi. Kg fiyatı 50 krş gibi bişeydi. Yediğiniz bisküvit, kek, kraker vs paketlerin üzerini bir okuyun bakalım içinde şeker ve un dışında tanımadığınız kaç kalem malzeme var.
Bir top keki toptancısı 15 krş a satıyor. Anam-babam usulü un, yumurta ve yağ ile yapsanız 30 krş malzeme maliyeti var, ambalaj,üretici karı, nakliye ve toptancı karı vs eklenince nasıl o fiyata satılabiliyor? Çünkü kek değil kek benzeri kimyasal bir şey alıp yiyoruz. Paketin üzerini okuyun anlarsınız.
- Bezelyenin kurusu öğütülüp fıstık süsü verilerek tatlılara konuyor. - Pul biberin, karabiberin, kimyonun vs, kilosu 5 TL ye satılan sucuklarda gerçek baharat mı var sanki. Bazılarında zaten sucuk benzeri ürün yazıyor.
- Bir danadan 25-30 kg sinir çıkıyor. - 40 derecede dondurup öğütüyor sinir unu yapıyor sosise basıyorlar.
Şarküteri ürünlerine dikkatli bakın. %100 dana diyor, dana eti demiyor, anlayın işte. - Tavukların boyun, taşlık, kanat ucu vs gibi ticari değeri olmayan her yeri kemikleriyle öğütülerek "mekanik kıyma " isimli bişi yapılıyor. Tüm tavuk sucuk ve salamlarında bu var, siz tavukların göğüs etlerinin kıyma yapıldığını sanıyorsanız fena yanıldınız.
Bütün bu işler T.C.Tarım ve köy İşleri Bakanlığı izni ile yapılıyor. Tamamen ve her yönüyle gıda terörünün cenneti olan yurdumuzda izinle bunlar yapılırken siz varın kaçak yapılanları düşünün,
Bütün ekmeğe tavuk döner 2 TL, yarısı işkembe,
ööööffffffffffff, sıkıldım gene,
GDO ne ki o daha yeni fark edildi, devede kulak bile değil.
Bunlar işin yemek faslı, daha gıda ambalajları var,
koruyucular var vs.
Bu aymazlığa dur demek için bir şeyler yapmalı,
bir şeyler yapmalı...


17 Mart 2012 Cumartesi

ZAFER GÜNLERİMİZ


ÇANAKKALE ZAFERİ KUTLU OLSUN

 Burhan  Bursalıoğlu

" Savaşta yağan mermi yağmuru, o yağmurdan ürkmeyenleri, ürkenlerden daha az ıslatır " diyebilen, Anafartalar Kahramanı Albay Mustafa Kemal'in, emperyalist güçlere karşı kazandığı Çanakkale Zaferinin ve  Şehitlerimizi  anmamızın 97. yıldönümü tüm Türk ulusuna kutlu olsun.












16 Mart 2012 Cuma

EĞİTİM - ÖNEMLİ GÜNLER


ÖĞRETMEN OKULLARININ KURULUŞU


Burhan BURSALIOĞLU

Bu gün öğretmen okullarının kuruluşunun  164.  yıldönümüdür.  Bu okullardan mezun olan tüm öğretmenlere kutlu olsun
55-60 YIL SONRA OKULLARINI ZİYARET EDEN EMEKLİ ÖĞRETMENLERDEN BİR GRUP

16 Mart 1848 tarihinde, sadece öğretmen yetiştirme amacına yönelik, Abdülmecit döneminde, Ahmet Cevdet Paşa’nın öncülüğünde, İstanbul’da darülmuallim okulu açıldı. Bu okul, zaman, zaman değişikliklere uğradı. 1870 de darülmuallimin-i sübyan, 1877 de darülmuallimin-i idadi, 1891 de darülmuallimin-i ali olarak , öğretmen yetiştirme sınıflarına göre adları değişti. Okula medrese öğrencileri alınıyor, 2 yıllığı okuyan ilkokul, 3 yıllığı okuyan da lise öğretmeni oluyordu. Öğrencilik dönemlerinde maaş alır, mezun olunca da 80 altın, donanım bedeli ödenirdi.

TBMM. Döneminde, Bilim Kurulu tarafından okula, “Yüksek Muallim Mektebi” adı verildi. 1924 de, Erkek Muallim Okulu adı ile, Malatya, Burdur, ve Diyarbakır’da açıldı.
Şehir ve kasabalara öğretmen yetiştiren Muallim Mektepleri dışında, köy ve kırsal alandaki okullara öğretmen yetiştiren okullar yoktu. Buna çare arayan eğitimciler, 1935 de başlayıp 1937 de ki denemelerden sonra 1940 da yasal olarak kurulan Köy Enstitüleri, köy ve kırsal alan okullarına öğretmen yetiştirmeye başladı.

Köy Enstitüleri, Cumhuriyet’in, eğitim ve sosyal alanda, en özgün ve en çok ses getiren bir sistemidir. Bu okullar, Cumhuriyet’in amaç hedefleri, ülke gerçekleri ve çağdaş eğitim ve öğretim verileri arasında başarılı sentezin ürünüdür. Ülkemizin yaratıcılığı, yurtseverliği, beyin gücünü kullanma, ulusun en zeki ve yoksul çocuklarının kendi emekleriyle ücretsiz öğrenim görebileceklerini, demokrasinin yaşayarak öğrenilebileceğini kanıtlamış olmasına rağmen 1954 de çıkarılan yasa ile kapatılmıştır.

Köy Enstitüsü gerçeğine Nisan ayında uzun, uzun bahsedeceğim.

Girişimciliğe, gelişmeye ve yeniliğe dayalı, imkansızlıklar nedeniyle, adı - sanı duyulmayacak binlerce çocukları yetiştiren, memlekete kazandıran, aynı zamanda, yatılılık özelliğiyle, sevgi ve arkadaşlık duyguları geliştiren Öğretmen Okulları, mesleki birikim ve heyecanın kazandırıldığı, birlik ve beraberlik duygularının geliştirildiği, körpe beyinlerin, Yurt ve insan sevgisiyle şekillendirildiği aydın kişi olarak, insanlığa kazandıran bu eğitim yuvalarında yetişen öğretmenlerin, 1973 de çıkarılan, 1739 sayılı, Milli .Eğ. Temel kanunu gereğince, yüksek öğrenim görme zorunluluğu getirildi. Bu nedenle, İlkokullara sınıf öğretmeni yetiştirme amacıyla, 1974-75 öğretim yılından itibaren Öğretmen okulları nın bir kısmında, 2 yıllık Eğitim Enstitüleri açıldı. Yine aynı yasa gereği, Öğretmen okulları nın sayıları azaltılarak, kalanların da Öğretmen lisesi olarak adları değiştirildi. Buradan mezun olanlar öğretmen olamıyor, Eğitim enstitüleri ne gidebiliyorlardı.

M.Eğ.Temel kanununda, öğretmeni tarif ederken “ Öğretmenlik; genel kültür, özel alan eğitimi ve pedagojik formasyonla sağlanan özel bir ihtisas mesleğidir” der. Uygulama ise bunun tam tersi olmuştur. 1982 yılında 41 sayılı kanun hükmündeki kararname ile, 2 yıllık Eğitim Enstitüleri, Eğitim Yüksek Okullarına dönüştürülerek, Eğitim Fakülteleri ne bağlandı. Eğitim Yüksek Okulları nın süresi, 1989-90 öğretim yılından itibaren 4 yıla çıkarıldı. Eğitim Enstitüleri, maalesef , siyasi partilerin ideoloji yatağı haline getirildi. Gün geçmiyor ki, olaylar ve ölümler olmasın. Yüksek okullardaki anarşiyi dindirme ve okullardaki açığı giderme amacıyla, 1978 de 80 bin öğretmen adayına 40 gün verilen kurslar sonucu öğretmen diploması verildi. 40 bin kişiye, mektupla öğretim yöntemiyle öğretmen diploması verilerek ilkokullara öğretmen olarak gönderildiler.. 30 günlük kursla, ilkokul öğretmenleri ortaokul ve liselere öğretmen olarak atandı. Eğitimle ilgisi olmayan, fakültelerden mezun öğrencilerin diplomalarına da “ öğretmenlik yapabilir” ifadesi ilave edilerek, öğretmen olarak atandılar. Öğretmen yetiştirme sistemi 1990 yıllarında iyice sıfırlandı. Değişik üniversitelerden 150 bin mezun öğrenci, ilköğretim okullarına atandı. Bunlara , hizmet içi eğitim dahi verilemedi. Milli Eğitim Bakanlığı, öğretmen yetiştiren okulları YÖK e devredince, Öğretmen okulları Genel Müdürlüğünü de kaldırdı.Yollar iyice tıkandı. Devreye giren YÖK . Dünya Kalkınma Bankası ile birlikte yürütmeye başladıkları “Hizmet Öncesi Öğretmen Yetiştirme” projesi başlatıldı. Bu projede, özel eğitim yöntemlerine ağırlık verildi. 8 yıllık kesintisiz ilköğretimin hedeflenmesi önceleri iyi karşılandı. Ama, Eğitim Fakültelerinde öğretmenlik programı derslerinin tek tipe indirgenerek, dinamizmin zayıflatılması, Eğitim Fakülteleri ne yeterli öğretim üyesi sağlanamaması, Fakültelere, ihtiyaçtan daha çok öğrenci alınması, programın başarısını, başarısızlığa itmiştir. Bu nedenle, öğretmenlik hakkını elde eden 100 binlerce aday, yıllarca kuralara katılmakta, kazananlar atanmakta, kaybedenler, bir yıl daha umutla sokaklarda iş aramaktadırlar.

Küçük yaşta, Öğretmen Okulları na alınan körpe dimağlar, zaman içinde, iyiyi, güzeli, doğruyu yanlışı ayıran, milli duyguları, Atatürk ilkelerine bağlılığı, meslek bilinciyle, sağlığını, nefesini , gençlik yıllarını, enerjisini, çocukları için harcayan ve böyle yetişen, Öğretmen okulu mezunu öğretmenlerin yerini, bir başka yerden yetişen, öğretmenlik formasyonu almayan, çocuk eğitim dersi almayan, onların seviyesine inmeyi bilmeyen kişiler tutabilir mi? Onlar, azmi, sabrı, hoşgörüyü, gönüllülüğü, yetiştiriciliği, öğreticiliği, eğiticiliği, yaratıcılığı, kurtarıcılığı, değişimciliği ve örnek oluşçluğu öğrenmemişse, öğretmen okulu mezunuyla eşleşmesi mümkün mü? Tabii bu ifadede , mesleği gerçekten seven, kendini hazırlamış, derslerde sadece çocukların yetişmesi için gayret gösteren, sınıfında kendi özel problemlerini düşünmeyen, evinde ertesi günün hazırlığını, planını yapan, okul içi ve dışında, arkadaşlarıyla, velilerle, çevresindeki insanlarla sevgi ve saygı ile yaklaşan, her zaman ve her yerde bağışlayıcı, sorun giderici, sevilen, temiz ahlaklı ve yukarıda özelliklerini saydığım karakterde olan öğretmen ve adaylarını ayrı tutuyor, onlara ayrıca teşekkür ediyorum.

Bu arada, bizleri yetiştiren , tüm öğretmen okullarında öğretmenlik yapan, çok üstün karakter ve bilgilerle mücehhez öğretmenlerimizin özveriyle bizleri yetiştirmiş olmalarını da asla unutmuyorum... Onları saygı ile anıyorum.

SONUÇ: 164. yılını kutladığımız Öğretmen okulları nın kuruluş günü olan 16 Mart’ı davullu zurnalı geçiştirmemiz gerekirken, varlığı olmayıp, etkilerinin hala geçerliliğini koruduğu, ama yavaş, yavaş onun da kaybolduğu bir sistemin tekrar yaşatılmasını, Öğretmen Okulları nın yeniden faaliyete  geçirilmesini   diliyor ve arzuluyorum.

Öğretmen Okulları ndan mezun olan öğretmenlerin ve onlara feyz veren çok değerli öğretmenlerimizin, aramızdan ayrılanlara Allah’tan rahmet , hayatta olanlara sağlıklı uzun  ömürler   diliyor, 16 Mart’larını kutluyorum.

12 Mart 2012 Pazartesi

GENEL KÜLTÜR



Burhan Bursalıoğlu


KİBRİT ÇÖPLERİNDEN OLUŞAN EYFER KULESİ
Kibrit çöpleri genelde  insanların yaşantılarına benzetilir. Kibrit kutusu insanın yaşadığı toplumu ifade eder bir bakıma.

Bazı kibrit çöpleri vardır bir amaç için yanarlar,
kimi bir sigara yakar,
kimi bir ocak,
kimi boş yere yanıp tükenir hiçbir işe yaramadan.
kimi ise bir ormanı, bir evi, büyük bir alanı yakar kül eder, kendisiyle birlikte.

Kibrit kutusunu açıp baktığınızda hepsi aynı gibi gözükse de birbirinden farklı kibrit çöpleri vardır. Bazıları yanamayacak kadar incedir. Yakarken kırılır zannedersiniz ama bilirsiniz en iyi onlar yanar. Bazıları da epeyce kalın, zannedersiniz ki yanınca yeri göğü yakacak ama yakınca bir bakarsınız fıs diye bir ses çıkarır kendisini bile yakamaz, sadece ucundaki kimyasal madde alev bile almadan kararır gider.

Kimileri eğri büğrüdür ama yine de bir kibrit çöpünden beklenen fonksiyonları eksiksiz yerine getirirler.

Her zaman en üstteki kibrit çöpleri ilk önce yanar.

Bir büyüğümüzün çok sevdiğim bir lafı vardır.

Bir ağaçtan binlerce kibrit çöpü çıkar, bir kibrit çöpü bir ormanı yakar.
Yanıp bitme hayatin bitmesi gibidir, ucundan başlar yavaş yavaş dibine doğru sonunda kapkara bir şey kalır.

İşte insan yaşamı da bu kibrit çöplerine benzer, kimi insanlar vardır kötü işler yaparlar, orman yakma misali, kimi insanlar vardır kendinden beklenileni asla yerine getiremezler, kalın kibrit çöpü gibi kendi kendilerini yok eder giderler, kimi insanlar vardır bir lambanın fitilini yakarlar kendileri yok olup gitse de ışığı kalır.

Bazı kibrit çöpleri de aykırı insanları ifade eder tüm kibrit çöpleri ayni yöne bakarken onlar tam tersine bakar kutuda. Kutu açıldığında ilk önce onlar göze çarpar ve herkesden önce yanarlar. Aykırılık başa beladır.

Bazı kibrit çöpleri birbirine yapışmıştır. Dikkat ederseniz onlar da kafadar insanlar gibidirler. Kanka misali biri yanınca diğeri de yanar. Ama en tehlikelisi kendiyle birlikte kutuyu da yakan kibrit çöpleridir. İçinde bulundukları toplumu çökertirler.

Bazı kibrit çöplerinin ucunda kimyasal maddesi yoktur. Ne yaparsa yapsınlar yanamazlar. Toplumun içerisinde ot gibi yaşar giderler. Toplum nereye, Onlar oraya.

İnsan yaşamına benzetilen kibrit nasıl oluşmuştur?
16 YIL VE 6 MİLYON KİBRİT ÇÖPÜYLE BİTİRİLEN KALE

Kibrit, kimyasal tepkimelerle ateş elde etme  aracıdır. XVII. yüzyılın ikinci yarısından beri  bilinmekteydi; Kullanılışı basit ilk kibrit 1831 yılında, Dole’de, on dokuz yaşındaki genç bir Fransız öğrencisi olan Charles Sauria tarafından geliştirildi: Daha sonra, İsveç’te, çakma yerine sürülen bir başka karışıma kırmızı fosfor (beyaz fosforun tersine, zehirli değildir) katıldı ve kibritin ucunda sadece potasyum klorat kaldı, böylece «İsveç» kibriti veya «güvenlik» kibriti doğdu.
Ama ilk kibrit yapımı, ancak 1927'de gerçekleştirildi. John Walker tarafından İngiltere'de yapılan bu kibritler, potasyum klorat (KCIO,), antimon sülfür (Sb2Si) ve arap zamkından oluşuyordu ve herhangi bir yere sürtülünce yanıyordu. Fosforun daha az •etkin bir biçimi ya da alotropu olan kırmızı fosforun bulunması, yalnızca önceden hazırlanmış kibritlerinin üretimine yol açtı  Kibritlerin sürtme yüzeyi kırmızı fosfor içerir ve kutunun bir yanma arap zamkıyla, üre formaldehitle ya da başka bir güçlü yapışkanla tutturulur. Kibritin başında bulunan potasyum klorat, kibrit çakıldığında kutu üstündeki fosforla temas edince, ortaya çıkan kimyasal tepkime, kibritin yanmasını başlatacak ısıyı oluşturur. Kibritlerde, potasyum kloratın yanı sıra, onunla tepkimeye giren KÜKÜRT bulunur. Ayrıca, cam tozu ve demir oksit (FeıOs) gibi, kimyasal etkileri olmayan seyrelticiler vardır. Seyrelticiler, yanma hızının denetim altında tutulmasını sağlar. Bileşenleri bir araya getirip, onları kibrit çöpünün ucuna tutturmak içinse , genellikle hayvansal zamktan yararlanılır.Her yerde çakan kibritlerde, kükürtten daha etkin olan fosfor seskisülfür bulunur. Düz olmayan bir yüzeye sürtme, fosfor seskisülfür ile potasyum klorat arasında, kibritin tutuşmasına neden olan tepkimeyi başlatır.
kibritlerin renkli olanları, uygun boyaların katılmasıyla yapılır. Günümüzde, demir oksit ve mangan dioksit gibi renkli bileşikler yerlerini, çinko oksite (ZnO) bırakmışlardır.

KİBRİT  ÇÖPÜ:

Çeşitli kimyasal maddelerden sonra, kibrit yapımında kullanılan en önemli madde ağaçtır. Bununla birlikte, kibrit çöpü için parafinlenmiş pamuk, kağıt ve karton gibi ç'eşitli maddelerden de yararlanılabilir. Kibrit çöpü yapımında kullanılan ağaçlar, beyaz, kokusuz, düz damarlı, kolay işlenebilir ve parafini emmesi için gözenekli olmalıdır. Çok sert ya da çok yumuşak ağaçlar elverişsizdir: Çok sert ağaçlar parafini emmez, çok yumuşak olanlarsa kolayca eğrilirler. Kibrit çöpünün başı, kimyasal madler sürülmeden önce, sıcak parafine batırılır. Parafin, alevi çöpe aktararak, yanmasını kolaylaştırır. Söndürüldükten sonra yeniden parlamasını ya da alevsiz olarak yanmayı sürdürmesini önlemek için, kibrit çöplerine, bir alev geciktirici  Madde olan  Amonyum sulfat emdirilir.Kibrit çöpü üretiminde, yaklaşık 100 kg ağırlığında, 3 metre uzunluğunda olan kütükler, önce 1/2 metre uzunluğunda kesilir, sonra, soyma makinalarında tabaka haline getirilirler. Aşağı yukarı 2,3 mm kalınlığındaki uzun şerit kesicilere sürülürler. Kesiciyle, 5 dakikadan kısa sürede, 1 milyonun üstünde kibrit çöpü üretilir. Çöplere daha sonra, döner tamburlarda amonyum fosfat emdirilir. Kurutulan çöpler, cilalanıp temizlenir ve çelik borularla kibrit makinalarına gönderilir.

OTOMATİK KİBRİT MAKİNESİ

Otomatik kibrit makinasıyla,8 kişi gibi az sayıda insanla, günde yaklaşık 20 milyon kibrit üretilip kutulanabilir. Çöpler, makinanın yavaşça yürüyen çelik bandı üstündeki uygun deliklere, otomatik olarak yerleştirilir. Yerleştirilen çöpler, önce sıcak parafin banyosundan geçerler. Sonra çelik bant, kibrit başlarını oluşturan kimyasal bileşim üstünde durur. Aynı anda yaklaşık 6000 çöp, sıvı karışım içine daldırılır. Bundan sonraki aşama, başı kurutmaktır. Bu işlemin çok yavaş yapılması gerekir: Hızlı kurutma, kibritin gerektiği gibi çakmamasına yol açar  Yaklaşık bir saat  sonra, kibritler kutulanmaya hazır hale gelir. Çelik bant, düzenli olarak hareket eden kütü içlerine doğru iner. Kibritler, bant içindeki deliklerden, düzgün biçimde ve doğru sayımda püskürtülür. Dolan kutu içleri, taşıyıcı bantla, kutu dışlarının bulunduğu bölüme aktarılır. Burada aynı anda 16 kutu içi, hızla 16 kutu dışının içine itilir. İşlem dakikada 50 kez yinelenir.
   .
Karton kapak içine sıkıştırılmış karton ya da ağaç çöplerden oluşan poşet kibritler de aynı yolla yapılır. Çöpler, kibrit makinasına yerleştirilir. Kibrit başları kuruduğunda, kibritler poşetleme makinasına gönderilir.
TC nin İLK KİBRİT KUTUSU

TÜRKİYEDE 
 
Türkiye 1929′a kadar kibriti Avrupa’dan ithal ederdi ilk fabrika İstanbul’da Büyükdere’de kuruldu (1932). Yirmi yıl devlet tekelinde tutulan kibrit yapımı işi 1952′de serbest bırakıldı ve bu tarihten sonra özel fabrikalar da kuruldu

ZEKA YARIŞMASI

Kibrit çöplerinden balık - Zeka sorusu

 

Resimde 8 kibrit çöpü ve 1 düğmeden yapılmış balık görülüyor.

Üç kibrit çöpünün ve düğmenin yerini öyle değiştirin ki Balığın başı sola değil de sağa bakıyor olsun. Yani balık 180 derece dönmüş ters yöne doğru yüzüyor olsun.
Cevabını aşağıdaki yorumlar bölümüne yazınız. Doğru cevaplar arasında çekeceğim kura sonucu kazanana bir kitap göndereceğim.
Kolay gelsin.


8 Mart 2012 Perşembe

Önemli günler




  NASRETTİN   HOCA   -  1208 - 1284

 
Burhan Bursalıoğlu



Türk halk bilgesi. Halk dilinde, duygu ve inceliği içeren, gülmece türünün öncüsü olmuştur.
Sivrihisar'ın Hortu yöresinde doğdu, Akşehir'de öldü. Babası Hortu köyü imamı Abdullah Efendi, annesi aynı köyden Sıdıka Hatun'dur. Önce Sivrihisar'da medrese öğrenimi gördü, babasının ölümü üzerine Hortu'ya dönerek köy imamı oldu. 1237'de Akşehir'e yerleşerek, Seyyid Mahmud Hayrani ve Seyyid Hacı İbrahim'in derslerini dinledi, İslam diniyle ilgili çalışmalarını sürdürdü. Bir söylentiye göre medresede ders okuttu, kadılık görevinde bulundu. Bu görevlerinden dolayı kendisine Nasuriddin Hâce adı verilmiş, sonradan bu ad Nasreddin Hoca biçimini almıştır. Onun yaşamıyla ilgili bilgiler, halkın kendisine olan aşırı sevgisi yüzünden, söylentilerle karışmış, yer yer olağanüstü nitelikler kazanmıştır. Bu söylentiler arasında, onun Selçuklu sultanlarıyla tanıştığı, Mevlânâ Celâleddin ile yakınlık kurduğu, kendisinden en az yetmiş yıl sonra yaşayan Timur'la konuştuğu, birkaç yerde birden göründüğü bile vardır.

Nasreddin Hoca'nın değeri, yaşadığı olaylarla değil, gerek kendisinin, gerek halkın onun ağzından söylediği gülmecelerdeki anlam, yergi ve alay öğelerinin inceliğiyle ölçülür. Onun olduğu ileri sürülen gülmecelerin incelenmesinden, bunlarda geçen sözcüklerin açıklanışından anlaşıldığına göre o, belli bir dönemin değil Anadolu halkının yaşama biçimini, güldürü öğesini, alay ve eğlenme türünü, övgü ve yergi becerisini dile getirmiştir. Onunla ilgili gülmeceleri oluşturan öğelerin odağı sevgi, yergi, övgü, alaya alma. Gülünç duruma düşürme, kendi kendiyle çelişkiye sürükleme, Katı kurallar karşısında çok ince ve iğneli bir söyleyişle yumuşaklığı yeğlemedir. O, bunları söylerken bilgin, bilgisiz, açıkgöz, uysal, vurdumduymaz, utangaç, atak, şaşkın, kurnaz, korkak, atılgan gibi çelişik niteliklere bürünür. Özellikle karşısındakinin durumuyla çelişki içinde bulunma, gülmecelerinin egemen öğesidir. Bu öğeler Anadolu insanının, belli olaylar karşısındaki tutumun yansıtan, düşünce ürünlerini oluşturur. Nasreddin Hoca, halkın duygularını yansıtan, bir gülmece odağı olarak ortaya çıkarılır.
Söyletilen kişi, söyletenin ağzını kullanır, böylece halk Nasreddin Hoca'nın diliyle kendi sesini duyurur.
Nasreddin Hoca, bütün gülmecelerinde, soyut bir varlık olarak değil, yaşanmış, yaşanan bir olayla, bir olguyla bağlantılı bir biçimde ortaya çıkar. Olay karşısında duyulan tepkiyi ya da onayı gülmece türlerinden biriyle dile getirir. Tanık olduğu olaylar, genellikle, halk arasında geçer. Hoca soyluların, yüksek saray çevresinde bulunanların aralarına ya çok seyrek girer ya da hiç girmez. Sözgelişi onun tanıştığı söylenen Selçuklu sultanlarıyla ilgili gülmecesi yoktur. Timur'la ilgili "hamam, Timur ve peştemal" gülmecesi de, Timur'dan çok önce yaşadığı için, sonradan üretilmiştir. Halk beğenisi Hoca'yı Timur gibi çevresine korku salan bir imparatorun karşısına hamamda çıkarak, "kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit" türünden bir yergi yaratmıştır.

Burada yerilen, dolaylı olarak, kendi toplumun, halkın üstünde gören saray insanlarıdır.
Nasreddin Hoca gülmecelerinde dile gelen, onun kişiliğinde, halkın duygularını yansıtan başka bir özellik de eşeğin yeridir. Hoca eşeğinden ayrı düşünülemez, onun taşıtı, bineği olan eşek gerçekte bir yergi ve alay öğesidir. Anadolu insanının yarattığı gülmece ürünlerinde atın yeri yoktur denilebilir. Eşek, acıya, sıkıntıya, dayağa, açlığa katlanışın en yaygın simgesidir. Soyluların, sarayların çevresinde üretilmiş gülmecelerde eşek bulunmaz, oysa at geniş bir yer tutar. Bu konuda, başka bir çelişki sergilenir, gülmecede güldürücü öğe ile yerici öğe yanyana getirilir. Bunun örneği de kendisinden eşeği isteyen köylüye, "eşek evde yok" deyince ahırda onun anırmasını duyan köylünün "işte eşek ahırda" diye diretmesi karşısında, Hocanın "eşeğin sözüne mi inanacaksın benimkine mi" demesidir.
Onun gülmecelerinde, kaba sofuların "ahret" le ilgili inançları da önemli bir yer tutar. "Fincancı Katırları", "Ben Sağlığımda Hep Burdan Geçerdim" başlıklı gülmeceler katı bir inanç karşısındaki duyguyu açığa vurur. Toplumda neye önem verildiğini anlatan "Ye Kürküm Ye" gülmecesi, Hoca'nın dilinde, halkın tepkisini gösterir. 

Nasreddin Hoca'nın etkisi bütün toplum kesimlerine yayılmış, "İncili Çavuş", "Bekri Mustafa", "Bektaşi" gibi çok değişik yörelerin duygularını yansıtan gülmece türlerinin doğmasına olanak sağlamıştır. Bunlardan ilk ikisi saray çevresinin oldukça kaba beğenisini, üçüncüsü de gene halkın Yönetim hatalarına karşı duyduğu tepkiyi dile getirir.

EŞEĞE NEDEN TERS BİNMİŞ
Bir gün Hoca, eşeğine binerek , arkasına takılan bir kısım insanlarla birlikte, camiden eve dönerken birdenbire durur, hayvandan iner ve yüzü insanlara dönük olarak eşeğe ters biner, yani semere ters oturur. Bunu görenler yaptığı hareketin nedenini sorarlar. Hoca şöyle der:

-Düşündüm taşındım, eşeğime böyle binmeye karar verdim çünkü saygısızlığı hiç sevmem. Siz önüme düşseniz, arkanızı bana dönmüş olacaksınız; usulsüzlük saygısızlık olur. Ben önde gitsem, size arkamı çevirmiş olacağım ki bu da doğru değildir. Böyle ters bindiğim zaman ise hem ben önünüzden giderim, siz de ardımdan gelmiş olursunuz; hem de karşı karşıya bulunuruz!


MİLLİ BAYRAMLARIMIZ

  CUMHURİYET Burhan Bursalıoğlu Bu gün Cumhuriyetimizin 99. Yıl dönümü. 99 yıl önce bugün, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşla...