28 Ağustos 2012 Salı

ULUSAL BAYRAMLARIMIZ





30  AĞUSTOS  ZAFER  BAYRAMI


 Burhan Bursalıoğlu

30 Ağustos Zafer Bayramının 90. Yılını Ulusça  kutlamaya hazırlanmaktayız.
Tam bağımsız, özgür, egemen ve çağdaş   bir Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulmasında büyük etken olan 30 Ağustos Zaferi aynı zamanda  Türk Ulusu’nun yüzyıllardır  mücadele ettiği  kötü  talihinin sona erdirildiği tarihtir.

Sakarya Savaşı Türk Ulusu’nun ölüm kalım savaşıydı. Ankara yakınlarına kadar gelen Yunan ordularını uzaklaştırmak, Osmanlı Devletinin  , ölüm fermanı olarak nitelenen Sevr anlaşması  nedeniyle  Anadolu’nun tüm etrafı işgal edilmiş, ortada Ankara ve çevresi  Türklere bırakılmıştı. Tüm Anadolu’yu işgal  etmemekle lütufta (!)  bulunmuşlar.  Nasıl olsa etrafı çevrili, ileride boğazlarını sıkar,  bunları tarihten sileriz” düşüncesinde olsalar gerek.

Sakarya Savaşı kaybedilseydi, işte o zaman düşündükleri gerçekleşmiş olurdu. Ama  umdukları  gibi olmadı. 52 gün süren Sakarya Savaşının sonunda,Yunan orduları geri çekilmeye başladı. Bu olay zaferin çok yakın olduğunun müjdecisiydi.

TBMM Sakarya Savaşı'ndan sonra Mustafa Kemal'e MAREŞAL ve GAZİ unvanlarını  verdi. Bu rütbe ve taltife laik olmaya and içen Mustafa Kemal Atatürk, düşmanların Anadolu’dan atılması gerektiğini, bunun için de zamana ve güçlü bir orduyu  oluşturmak kaçınılmaz olduğuna  inanarak Ulusca hazırlığa başlandı.

Bir taraftan orduyu yenileyip,silah ve malzeme ihtiyaçlarını karşılama, bir taraftan da taarruz planları  yapma uğraşı veriyordu.

İlk olarak Ocak ayında taarruz planlanmıştı. Gerekli hazırlıklar tamamlanamayınca  taarruzu Nisan ayına ertelediler. Nisan’da da  istenilen hazırlık tamamlanamamıştı.  Nihayet Ağustos ayında tüm hazırlıklar tamamlanmıştı.

Halkın çabaları, yardımlarıyla ordu mensuplarının giysileri, çorapları, eldivenleri, kılıç,at,nal, yiyecek gibi ihtiyaçları karşılandı. Silah satın alındı. İstanbul’un gizli yerlerinde depolanan silah ve mermiler, gözünü budaktan sakınmayan adsız kahramanlar tarafından Anadolu’ya kaçırıldı, hatta  geri çekilen düşmanın bıraktığı silahlar tamir edilerek onlara karşı kullanılır duruma getirildi.  Birliklerin taarruz yapacakları  bölgeler, tepeler   tespit edilerek oralara kaydırma yapıldı.. Batı ve Kuzey cephelerdeki birlikler,  gece hareket edilerek, çok gizli bir şekilde Kocatepe bölgesine kaydırıldı.

Gazi Mustafa Kemal'in başkomutanlığını yaptığı Türk ordusu, 26 Ağustos 1922'de düşmana saldırdı. Kocatepe’de başlayan top atışları sanki Cumhuriyetin kuruluşunun top atışlarıydı. Mustafa Kemal'in "Ordular İlk hedefiniz Akdeniz, ileri" komutunu verdikten sonra,  kısa zamanda Yunan mevzilerinde karmaşa başlamış,  gerisin geri kaçış onlar için kurtuluş  zannediliyordu. 30 Ağustosta çembere alınan Yunan ordusundan, Kaçanların mezarı Ege denizi oluyordu.Sağ kalanlar esir alınıyor,   ki bunların arasında komutanları general  trikopis’te bulunuyordu.  9 Eylül 1922 tarihinde Türk Ordusu İzmir’e girerek 3 yıllık İzmir’in Yunan hakimiyetine son verildi.

30 Ağustos zaferinin bir bayram olarak kutlanmasına  1935 yılında karar verildi.

O tarihten itibaren 30 Ağustos Zafer Bayramı adı altında, her yıl tüm yurtta, Kıbrıs’ta ve  dış tamsilciliklerde  kutlamaktayız.

Tüm Devlet Erkanı  törenlerin yapılacağı yerlerde yerlerini alırlar.  Özellikle Askeri birliklerin yaptıkları geçit törenleri, halkımız tarafından gururla seyredilir ve bu geçitler düşmanlarımıza da gözdağı vermiş olurlar.  Genel Kurmay Başkanı tebrikleri kabul eder,    gece de yine Genel Kurmay Başkanlığınca, orduevlerinde resepsiyon  ve  balo  tertiplenir, smokinler giyilir, davetiyeler Genel Kurmay imzasını taşırdı.

Bu sene 90. Yılını kutlayacağımız 30 Ağustosta , kutlamalarda ,  hiçte tasvip etmediğim  bazı değişiklikler yapılmış.  Çünkü bu bayram TSK nin kazandığı bir zaferin kutlamasıdır. Bu zafer kazanıldığında ne Cumhuriyet var dı, ne de Cumhurbaşkanı.

Değiştirilen kutlama programında, tebrikleri Cumhurbaşkanı kabul edecekmiş.  Davetiyelerde, Abdullah Gül ve eşi Hayrunissa Gül’ün imzası varmış. Resepsiyon Cumhurbaşkanlığı köşkünde olacakmış. Smokin mecburiyeti kalkmış, siyah elbise ile gelinecekmiş. 

Cumhuriyet Bayramında, Cumhurbaşkanı  tebrikleri kabul ediyor. 23 Nisan’da Meclis  Başkanı, MEBakanı,  19 Mayıs’ta  Gençlik ve Spor Bakanı tebrikleri kabul ederken, 30 Ağustos Zafer Bayramında, bu seneye kadar  uygulanan bir geleneğin değiştirilmesi, Genel Kurmay’ın saf dışı bırakılması mıdır amaç acaba. Zaferin kazanıldığı 1922 de, Sayın Cumhurbaşkanı  Abdullah Gül  ne hayatta idi ne de makamı ,yani Cumhuriyet vardı. Var olan TSK. İdi. Zafer onun zaferi.  Bayram kutlamaları onun hakkı. Umarım bu haksız uygulamadan vazgeçilir.Bu güne kadar TSK nde kullanılan “GÜÇLÜ ORDU, GÜÇLÜ TÜRKİYE”   sözü  bu seneki afişlerde yer almamış.  Bu söz bir müddet önce, “GÜÇLÜ TÜRKİYE, GTÜÇLÜ ORDU “ olarak değiştirilmişti.

30 Ağustos Zafer Bayramının  90. Yıl dönümü  tüm Ulusumuza , barış, mutluluk, huzur ve sağlık getirmesini dilerim.

Amerikalı Tarihçi Webster Tarpley, Press TV ye  yaptığı açıklamada “ Türk yetkililerinin  anlaması gerekiyor. ABD ve İngiltere ile ittifak ölümcül kucaklaşmadır. Suriye’ye karşı Türkiye’yi oyuna sürecekler, Biliyorlar ki, bu çatışmanın geri tepkisi modern Türkiye’yi  imha edebilir” diyerek, Türk yöneticilerini  kurulan tuzak dışında kalmalarını uyarmaya çalıuşmasına rağmen,  Atatürk’ün yaptığı devrimlerinin bekçileri olan bizler ve TSK. O’un açtığı aydınlık yoldan asla sapmadan yürüyeceğimize olan inancımı kaybetmeyeceğim.

  

 

21 Ağustos 2012 Salı

BASINDAN



NİÇİN  KEMALİSTİM? 

15 Kasım 1992 yılında  Ahmet  Taner KIŞLALI 'nın Cumhuriyet gazetesinde yazdığı aşağıdaki yazı, hala güncelliğini korumakta. Tekrar hatırlamakta fayda var.
Burhan Bursalıoğlu

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE.

"NİÇİN KEMALİSTİM?" 

Öykümüz Kurtuluş Savaşı yıllarında başlar.

Kahramanlarımızın ilki, Paris-İstanbul arasında trenle mekik dokuyan genç bir Türk işadamı.

Macaristan'da genç bir bayanla tanışır. Evlenme teklif eder ve evlenirler. İzmirli işadamı, olayı ailesine açamaz. Macaristan'da bir kızı olur.Kızına Nermin adını verir..

Nermin büyümekte, Mustafa Kemal'in yaptıklarını, gazetelerden heyecanla izlemektedir. Baba İzmir'de ölür. Aile, geçim sıkıntısına düşer.

14 yaşındaki Nermin, Macaristan'da paralı  olan öğrenimini sürdüremez olur.

Mustafa Kemal'in ülkesinde eğitim parasızdır. Nermin, baba yurduna gitmeye karar verir. Annesinin haberi olmadan Türk Büyükelçiliği'ne başvurur.Ona pasaportla birlikte  eline durumunu açıklayan bir de Türkçe mektup verirler. Başı sıkıştığında, derdini anlatamadığında  o mektubu gösterecektir.

Olayı öğrenen annesi de ona destek verir. Üçüncü mevki bir tren kompartımanının tahta sıraları  üzerinde, günlerce sürecek bir yolculuk başlar.

Tren, Türkiye topraklarına girer. Gümrük memurları, elinde Türk pasaportu olan ama Türkçe bilmeyen bu çocuğun durumunu çok ilginç bulur, giriş izni de hemen verilir.

Öykü uzun...

Küçük Nermin, İstanbul'da bir yandan Almanca dersleri verirken öte yandan Türkçe öğrenir. Mustafa Kemal'in parasız kıldığı eğitim
olanaklarından yararlanır. İstanbul Hukuk Fakültesi'ni bitirir.
Gazetecilik yapar. Türkçe'nin arkasından İngilizce ve Fransızca da öğrenmiştir. Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne asistan olur. Çağdaş siyaset biliminin Türkiye'ye girmesine öncülük edenler arasında yer alır.

Gün olur, Türkçesinin bozuk olduğunu öne sürerek öğretim üyeliğinden atılmasını isteyenler çıkar. Tükenmez bir enerji ve heyecanla,gençlere bir şeyler verme isteğini yitirmez. Uluslararası toplantılarda Türkiye'yi, Türk kadınını, Mustafa Kemal'i savunur, savunur, savunur...

Bir oğlu olmuş,  adını da Mustafa Kemal koymuştur...

Prof. Nermin Abadan-Unat, Siyasal Bilgiler Fakültesi'ndeki son dersini bundan dört yıl önce verirken aralarında benim de bulunduğum bir grup eski öğrencisi de sınıftaydı. Kimisi profesör, kimisi doçent, kimisi çiçeği burnunda araştırma görevlisi. Deniz Baykal da sonradan yetişmişti. Son dersin sonunda, nefes bile almaya korkarak dinlediğimiz yukarıdaki yaşam öyküsünü anlattı bize... Ve sözlerini şöyle noktaladı:

- "Ben yurdumu kendi irademle seçtim. Mustafa Kemal olmasaydı, belki ben de olmazdım. Niçin    Kemalist olduğumu, öyle sanıyorum ki artık anlamışsınızdır... "

Çok etkilendiğim bu öyküyü yazdığımda, sonunu şöyle bağlamıştım: "Bu sözleri, parası olanlara Bilkent'i, olmayanlara Süleymancı yurtlarını gösterenlere adıyoruz..."

Bakıyorum da aradan geçen zamanda, ne Nermin Hoca'nın öyküsü güncelliğini yitirmiş, ne de benim altına düştüğüm not... Tıpkı  giderek daha güncel, daha gerçek, daha anlamlı olan Mustafa Kemal'in kendisi gibi!..

Ahmet Taner KIŞLALI
Cumhuriyet, 15 Kasım 1992

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Londra'da




LONDRA  OLİMPİYATI  VE  5 MADALYA

Burhan Bursalıoğlu

2012 Londra Olimpiyatları heyecanlı ve duygusal yarışmaların sonunda  nihayete erdi.
Her yönü ile başarılı bir organizasyon  ve ekran başından uzaklaşmamızı engelleyen  yarışmalar.
Ülkemiz bu yarışmalara 114 kişi ile katıldı. Hepsi de Türkiye’de yarışmış isim yapmış, Avrupa’da ve Dünya’da derecelere girmiş sporcularımız. Doğal olarak onlardan  çok, çok madalya bekledik ve beklemek de hakkımızdı.  Açılış geçidinde onları duygusal gözlerle izleyip alkışladık. İlk kez bu kadar  kalabalık şekilde olimpiyatlara katılıyorduk.

Yarışmacılarımız açılışta

Sayın Emin Çölaşan’ın,  “Atatürk’ün Kızları” dediği kızlarımız erkeklerden bir hayli fazla idi. Onlarla gurur duymak hem onur, hem de gurur veriyordu.
17 gün devam eden yarışmalar sonunda, ne yazık ki beklediğimiz başarılar gelmedi.  Aslında başarı olmak kolay da değildi. Dünya sporcularına karşı yarışıyorsun. Dünya rekorları kırmış yarışmacılara rakip oluyorsun.  Sonucun ne olacağını bildiğin halde, yinede heyecanlanmamak elden gelmiyordu.
Öyle yarışmalar vardı ki, madalya almak çok kolaydı.  Beklentilerimiz o yönde idi. Ama bütün bunlarda  hüsrana uğradık.

                                                               Halterdeki halimiz
Takım olarak çok güvendiğimiz  yarışmalarda  hiçbir başarı gösteremedik. Grekoromen ve serbest güreşler, ata sporumuz  olmasına rağmen, umulmadık güreşçiler karşısında minderden kalkamadık. Burnumuzu sürttüler. Dünya şampiyonu olan Selçuk Çebi dahi,güreş bilgi ve kültürü olmayan İsveçli, sıradan bir güreşçi olan Robert Rosengren’e yenilerek elendi.  Judo ve tekvandoda, beklenmedik yenilgiler aldık. Erkeklerde tekvandoda Servet Tazeğül’ün altın, Bahri Tanrıkulu’nun gümüş , Atatürk kızlarından tekvandoda Nur Tatar’ın gümüş madalya almaları da kişisel becerilerinden geldi. 
                                            Tekvandocu Altın madalyalı Servet Tazegül
                                                                
Okçularımız, atıcılarımız, gülleciler, diskçiler,  çekiççiler, yüksek atlama  boks  ve ciritçilerimiz hep sıfır çektiler. Aslında bu tür branşlar güç ve stil ister.  Çalışmakla  dereceler elde edilir. Bunların federasyon başkan ve görevlileri gereken ilgiyi göstermemişler diyorum.  Madalya alsın diye Çin’den  aldığımız devşirme masa tenisi yarışmacı Bora Vang ancak bir yarışmacıyı yenebildi ve ikinci yarışmada elendi.

                                             Broz madalyalı 100 kiloda Rıza Kayaalp

Çekiçte Eşref Apak 73.47 m.ile, 11. olup elendi.
Güllede Hüseyin Atıcı 19.74 m. İle 20. Olup elendi.
50 m. Serbest tabancada İsmail Keleş ve Yusuf Dikeç elendiler.
Disk atmada Ercüment Olgundeniz 60.87 m. İle elendi.
Kadınlar çekiçte, Kıvılcım Kaya 69.50 m. İle, Tuğçe Şahutoğlu 67.58 ile elendiler.
Atıcılıkta, Çiğdem Eryaman 63 puanla 13. Olarak elendi.
Ülkemizin dört tarafı denizlerle çevrili olmasına rağmen, maalesef deniz yarışlarında hiçbir varlık gösteremedik. Yelken ve kürekçilerimiz derecelere giremediler.
 Yüzme, daha çok havuz sporudur. Yüzücülerimizin başarılı olamamasının  nedeni yine federasyonlarda buluyorum. Gerekli tesisler maalesef yok. Bazı kulüplerin kendi adlarına açtıkları havuzlarda yetişen yüzücülerden bu  kadarı beklenir. Aslında onların programları da yanlış. Takımlarına aldıkları yeteneklerin çalışmaları kışın yetmiyor muş gibi, yaz aylarına da çalışma mecburiyeti koyuyorlar. Olay böyle olunca takımdan ayrılıyor ve yaz tatilini tercih ediyor.  Kulüpler hiç olmazsa öyle program yapmalılar ki yüzücüler 2 ay yazın tatil yapabilmeliler. Çünkü onların tamamı öğrenci. Böyle olunca da iyi yüzücü yetişmiyor. Birçok kabiliyetli çocuklar da tesis olmadığından veya  yetersizliğinden heba olmaktadır.
Hazal Sarıkaya, 100 m. Sırtüstünde 40.
Ediz Yıldırımer 1500 de 26.
Dilara Buse Günaydın 100m. Kurbağalamada sonuncu
Burcu Dolunay  100 m. Serbestte 25.72 lik dereceyle elendi.
Burcu Dolunay 50 m. Serbeste de 34. Oldu.
Atletizm branşının koşu bölümünde Atatürk’ün kızları büyük bir özveri ile çaba gösterip yüzümüzü ak çıkardılar.
Erkekler, 3000 m. Koşan, devşirme Tarık Langat Akdağ 8.17.85 ile Türkiye rekoru kırmasına rağmen finalde sonuncu oldu.
Dudu Karakaya  5000 m. Elendi.
Pınar Saka, 400 m. Seçmelerinde 52.38 lik derecesiyle elendi.
3000 m. Engelli kızlarda, Gürcan Mangır 28. , Özlem Kaya 40. Ve Binnaz Uslu da sonuncu olarak elendiler.
100m. Engellide final koşan Nevin Yanıt 12.58 dereceyle (Türkiye rekoru) ile 5. Geldi.
800 m. de Merve Aydın, önde götürdüğü yarışın ortalarında sakatlanarak en geri düştü. Sakat, sakat yarışı bitiren Aydın’ı 80 bin seyirci ayakta alkışlayıp, İngiliz spor gazetelerden biri Nevin Aydın’ı “günün atleti” seçti.

1500 ün altı madalyalı Aslı Çakır Alptekin (sağda)  ve gümiş madalyalı Gamze Bulut

1500 m. Kızlarda,  final koşan Aslı Çakır Alptekin ile, Gamze Bulut göğsümüzü kabartan Atatürk Kızlarına laik oldukları dereceleri yaptılar. Alptekin birinci, Bulut ikinci oldular.

                                                           Filenin Sultanları

Atatürk’ün Kızları , filenin  Sultanları   maçlara iyi başlayamadılar.  Gruptan çıkamadı. Ama  çok güzel maçlar çıkardılar. Çok güçlü olan gruptaki takımlar, defalarca olimpiyatlara katılmış takımlardı. Bizim kızlarımız ise ilk kez katılıyor ve heyecan rahat oynamalarını engelliyordu. Buna rağmen gurur verici maçlar çıkardılar.
Atatürk’ün Kızları, potanın   perileri  de ilk kez olimpiyatlara katılıyorlardı.  Çok mücadeleci ve gurur verici maçlar sonunda grup ikincisi olarak, diğer grubun üçüncüsü olan Rusya ile karşılaştı.  Zaman, zaman Dünya ve olimpiyat  şampiyonu olan Ruslara kafa tuttular. 3 sayı farkla   63-66 yenilerek  Londra’ya veda etmek mecburiyetinde kaldık. Çok taktir edilen  potanın  perileri  herkese kendilerini aşık ettirdiler. Helal olsun onlara.

                                                           Potanın Perileri

Bu arada sakat, sakat, yaralı ve hasta olarak yarışmalara katılan yarışmacılarımızı kutluyorum.
                Toplam madalya sıralamasında 5 madalya ile 32. Olan Türkiye’nin üzerinde, Azerbaycan 6;  Kuzey Kore 6;   Güney Afrika 6;  Hırvatistan 6; Etiyopya 7; Danimarka 9; Romanya 9 ; Polonya 10;   Çek Cumhuriyeti 10; Kenya  11   Jamaika 12; İran 12; Yeni  Zelanda 13;  Kazakistan 13;  Beyaz Rusya 13; Küba 14; Brezilya 17; İspanya 17;  Macaristan 17;  Ukrayna 20;  Hollanda 20;İtalya 28; Güney Kore 28;  Fransa 34; Avustralya 35;  Japonya 38 ; Almanya 44;  İngiltere 65;  Rusya 82; Çin 87; ABD 104  madalya aldılar.

                                               Tekvando gümüş madalyalı Nur Tatar

SONUÇ:  Başta, bütün yarışmacılarımızı gönülden kutluyorum.
Başarılı olmak için tesis şart. Libya’ya, Suriye’ye çok zenginmişiz gibi para göndereceğimize, arada bir isyan eden, hatta polisimizi yaralayan ,  harçlık, yatacak yer, üç oyun yemek verdiğimiz Suriyeli mültecilere masraf yapacağımıza, Ülkemizin  her yerleşim birimine tesisler yapmalıydık.
Sporcu ilkokuldan başlar. İlk okullardan azaltılan Beden Eğitimi derslerinin araç ve gereçler takviyesi ile tekrar çoğaltılması gerekmektedir.
Spor Devletin öncelik tanıyacağı konuların başında olmalı.
Londra olimpiyatlarında başarılı olmayan Federasyon Başkanları derhal istifa ederek, yerlerini çalışkan, programlı, o işin ustalarına bırakmalılar.
Özellikle güreş ve  halter  antrenörleri , çalıştırıcıları  görevden alınmalı. Gerekiyorsa dışarıdan çalıştırıcı getirtilmelidir.
Bütün branşlarda, Avrupa’ lı ların uyguladıkları çalışma yöntemleri öğrenilmelidir. Hep Avrupa diyoruz ama, Çin, Japonya, Güney Kore, ABD,  Brezilya gibi devletleri de bu cümlenin içinde farz ediyorum.
Devşirme sporculara son verilmeli.  Türkçe bilmeyen, Türkiye için yarışan  biri bana ters geliyor. Afrikalıların atletizmde başarılı olduğu kaçınılmaz. Onlardan sporcu devşireceğine, sporcularımız orada çalışsınlar veya oradan çalıştırıcı getirtilsin.
Lise ve üniversiteler, yetenekli sporculara burs versin. Onlara Dünyada olduğu gibi ayrıcalık tanınsın.
Çok kişi ile yarışmalar katılmak iyi de, daha iyi olan katılım oranında madalya almaktır. Adamlar 20 kişi  ile geliyor,  11  madalya alıp gidiyorlar. Biz 114 kişi ile 5 madalya alıp göklere çıkıyoruz.

,  2016 ve Türkiye’de olması için yaptığımız müracaat kabul edilirse, 2020 olimpiyatlar bizim için  bir fırsat olacaktır.  Onun için tüm Federasyonlar  şimdiden 2016 ve 2020  olimpiyatlarda yarışacak  yarışmacıları  yetiştirmeliler.












10 Ağustos 2012 Cuma

GÜNCEL



Hastal ceza evinde yatan Tümamiral Sayın Cem  GÜRDENİZ 'in emekli edilmesi nedeniyle, yayınladığı mesajı bloguma alıyorum.  Sorduğu bir soru üzerine altta cevap yazımı da koydum.

Burhan Bursalıoğlu


CUMHURİYET DONANMASINA VEDA EDERKEN

 1972 yılının Ağustos ayının ilk haftasında Deniz Lisesi öğrencisi olarak, 14 yaşında Türkiye Cumhuriyeti Bahriyesi-TCB’ nin bir denizcisi oldum. Tam tamına 40 yıl sonra, 2012 yılının gene Ağustos ayının ilk haftasında 12 Orgeneral ve Oramiralin de imzası olan Yüksek Askeri Şura kararları neticesinde emekliye sevk edildim.

Diğer bir deyişle, sahte delillere dayalı Balyoz komplosu sonucu, diğer 13 kıymetli Amiral ile birlikte, aynı zamanda silah arkadaşlarımız ve komutanlarımız olan YAŞ üyesi orgeneral ve oramirallerin onayı ile Tümamiral rütbesinde tasfiye edildim. Tasfiye edildiğimi, 18 aydır tutuklu bulunduğum Hasdal Cezaevinde televizyondan öğrendim.

Beni tasfiye veya emeklilikten daha çok yaralayan, Balyoz komplosunun bini aşkın maddi hata ve onlarca bilirkişi raporlarıyla ispat edilmiş olmasına rağmen, bu çıplak gerçeğin görülmemesi, masumiyetimizin savunulmaması ve tasfiyeye imzalarla onay verilmesi oldu.

Mustafa Kemal’in sadık bir denizcisi ve Amirali olarak Cumhuriyet Donanması ile dolu dolu geçen 40 yılın her gününden, yaptığım her görevden büyük haz ve onur duydum. Başarılardan ve başarısızlıklardan ayrı ayrı dersler çıkardım. Denizde gemi komutanı, komodor ve filo komutanı olarak değişik rütbelerde yaptığım tüm görevlerde gemimi ve gemilerimi her görev sonrası limana kazasız ve sapasağlam geri getirdim. Bayrağımızı fırkateyn komutanı olarak yedi denizlerde dolaştırma onuruna sahip oldum. Yurt içi ve yurt dışında icra ettiğim tüm kara görevleri ve toplantılarda denizlerimizdeki hak ve çıkarlarımızı sonuna kadar savundum. Lekesiz ve tertemiz geçen yıllar sonunda 2004 yılında Amirallik ile onurlandırıldım.

Sadece ben değil, benimle beraber hukuk adına, hukuk katledilerek Hasdal, Maltepe, Hadımköy ve Silivri’de bu acıları aileleri ile beraber çeken ve sahte davalar sonucu tasfiye edilen çok kıymetli, seçkin, ulusal duruşu yüksek, Atatürk’ün rotasından en küçük bir sapma göstermeyecek Deniz Kuvvetleri mensubu Amiral, subay ve astsubayların aslında tek suçu, Deniz Kuvvetlerine 90’lı yıllardan sonra tek kelime ile büyük sıçrama yaptıran üretken ve yaratıcı değerler arasında bulunmalarıydı.

Soğuk Savaş süresinde enerji toplayan ve bu enerjiyi Soğuk Savaş sonrası dönemde büyük bir ivme ile açık denizlere çıkarak, dışa vuran Cumhuriyet Donanmasını ne ekonomik krizler, ne de 1999 Gölcük depreminin yok edici enerjisi durdurabildi. Cumhuriyet Donanması özellikle 90’lı yıllardan itibaren tarihinde benzeri görülmemiş bir şekilde yükselmeye devam etti.

Türk Deniz Gücünün neler yapabileceği yakın tarihimizde saklıdır. Kıbrıs’a 1974 yılında, Rum müdahalesinden sadece beş gün sonra, son 50 yıldır hiç savaşmamış olduğu halde Cumhuriyet Donanması, denizaşırı bir amfibi harekâtı başarabilmiştir. Bu başarının bir benzeri dünya deniz tarihinde yoktur. Ocak 1996’da yaşanan Kardak krizinde de Cumhuriyet Donanması, 12 saat içinde savaş konumuna geçebilmiş ve karşı tarafı caydırarak siyasi inisiyatifin Türkiye’ye geçmesini sağlamıştır.Cumhuriyet Donanmasının yükselişi o denli büyük oldu ki, bu yükseliş, 21’inci yüzyılda Karadeniz, Ege ve Doğu Akdeniz’in küresel emperyal kurgular ile şekillenmesine izin vermeyen, önemli çıkarları olan Hint Okyanusu’nda 2009 yılından itibaren sürekli savaş gemisi bulundurabilen, kendi savaş gemisini, sensör ve silahını yapabilen, var oluş nedenini Mustafa Kemal Atatürk ve ulusal güçten alan Türk Deniz Gücünün oluşumunu gerçekleştirdi. Daha da öte, Cumhuriyet Donanması Türkiye’nin denizcileşmesinin lokomotifi oldu. Osmanlı İmparatorluğundan devraldığı bu görevi, emsalsiz başarılar ile sürdürebildi. Cumhuriyet Donanması, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan, “Toprak Gemi” Anadolu’yu sırtında taşıyarak, “Mavi Vatan” denizlerimize yaklaştırmanın ve her ikisini buluşturmanın hayati sorumluluğunu üstlendi.

Aslında 21’inci yüzyılın başlangıcındaki Türk Deniz Kuvvetleri, Atatürk’ün hayalindeki denizci Türkiye’nin mükemmel bir eseriydi. Bu olağanüstü başarı çok göze batıyordu. 2008 yılından itibaren Deniz Kuvvetlerine maalesef kendi hükümetinin ve parlamentosunun gözleri önünde akla hayale gelmeyecek iftira ve yalanlara dayalı komplolar kuruldu.

Hasdal, Silivri, Hadımköy ve Maltepe’de bu tip komplolar sonucu rehin alınan bahriyeliler, aslında bu yükselişin gerçek sahibi seçkin neslin altın vardiyası idiler. Onlar deniz tarihimizin Çeşme, Navarin, Sinop ve Haliç baskınlarını aratmayacak bir baskının, Silivri Baskınının rehinleri olarak deniz tarihimizde yerlerini aldılar.

Amerikalı Stratejist George Friedman’ın “Bir donanma gücü oluşturmak, gerekli teknolojiyi üretmek için değil, ama iyi amiraller ortaya çıkaran birikmiş bir tecrübenin devredilmesi gerektiği için, nesiller alır”[1] değerlendirmesi, 2008 ile 2011 yılları arasında Türk Deniz Kuvvetlerine karşı, tasfiye amaçlı acımasızca uygulanan asimetrik psikolojik ve asimetrik hukuk savaşlarının ana teması oldu.

Bu komploda önce propaganda medyası oluşturuldu. Müteakiben etki tabanlı, dış destekli asimetrik psikolojik harekât saldırıları, asimetrik hukuk savaşları ve her türlü yalan haberi ve iftirayı yayma cesaretini bulan neo liberal ve dinci medya terörü ile sürdürüldü. Özellikle 11 Şubat 2011 gecesi, Türk hukuk tarihine Silivri toplama kampının, “Auschwitz” tutuklamaları olarak geçti. Savunma hakkı verilmeden 163 Amiral, general ve subayın dakikalar içinde tutuklanmasından sonra, sahte davalar bir kanser olarak büyüdü ve “hukuka saygılıyız” diyenleri de sahte deliller ile yutmaya devam etti.

Maalesef bu operasyonun perde arkasındaki makro hedeflerden en önemlisinin, Türkiye’nin denizcileşmesi ve bölgesel bir deniz gücü olmasının engellenmesi olduğunu sorumlu mevkide olanlar göremedi. Görmek istemedi.

1571 yılının İnebahtı deniz yenilgisinden sonra, Türklerin yaşadığı toprakların kaderini belirleyenlerin gizli tarihlerinde, Anadolu’nun denizcileşmesinin önlenmesi ve Türklerin denizlerden uzak tutulmasına yönelik yüksek bir hedef olduğunu görebilmek için, tarih doktorası yapmaya gerek yoktur.

21’inci yüzyıl başında yaşanan bu savaşın sonunda beklenen açık ve net hedef, Türkiye’nin denizcileşmesinin ve Cumhuriyet Donanmasının bölgesel bir güç olmasının önlenmesidir. Bu süreçte sözde darbe suçu ya da akla ziyan diğer sahte suçlar ile yargılananlar Deniz Kuvvetlerinin seçkin denizcileri değil, Türkiye’nin denizcileşmesinin ta kendisidir.

Unutulmamalıdır ki Türkler 20’nci yüzyıla donanmasız girmiş ve bedelini Kıbrıs, Girit ve Ege Adalarının tümünün kaybı ile ödemiştir. Daha kötüsü, donanmasızlık, Birinci Dünya Savaşında, Gelibolu’ya müttefiklerin aç kurtlar gibi saldırmasının yolunu açmıştır. Bu kez Türkler gene emperyal bir komplo sonucu 21’inci yüzyıla Amiralsiz giriyor. Muharip 48 Amiralinin 25’inin tutuklu olduğu ve 4 Ağustos 2012 YAŞ kararları ile 13’ünün acımazsıca tasfiye edildiği bir ortamda, başka söze gerek yoktur. Amiralsizlik ve ehliyetli denizci eksikliğinin ülkelerin başına neler açtığının en güzel örneği Fransız İhtilalinde yaşanmıştır. İhtilal tasfiyesinden 15 yıl içinde Fransız Donanması önce Akdeniz’den, sonra da Atlantik’ten atılmıştır.

İlerde tarih kitapları, Türk deniz tarihinin bugünlerini anlatırken, bindiği dalı kesen Türkiye’nin durumunu açıklamakta zorlanacaktır. Gelecekte yazılacak bu kitaplardan birinde özgürlüklerimizin çalındığı bu günler sanırım şöyle anlatılacak:

2008 ile 2012 yılları arasında Türk Deniz Kuvvetlerine dünya deniz tarihinde örneği görülmemiş bir saldırı yapıldı. Bu saldırıda Deniz Kuvvetlerinin komuta yapısı hedef alındı. Kuvvet yapısına dokunulmadı. Bu saldırı ile moral ve komuta kontrol birliği çökertildi. Bu saldırıyı yapanlar, şüphesiz Türk Deniz Kuvvetlerinin emperyal yapının kontrolü dışında güçlendiğini, onun iradesi dışına çıktığını ve gelecekte Avrasya/Ortadoğu merkezli bir çatışmada ulusal çıkarları emperyal çıkarların önünde göreceğini tahmin etti. Zira tarihinde, sadece ulusal çıkarlara hizmet eden Cumhuriyet Donanması Karadeniz, Ege ve Akdeniz’de Anadolu’nun deniz çıkarlarını sadece korumadı, aynı zamanda geliştirdi. Türklerin denizcileşmesinin lokomotifi oldu.

Bu saldırı Osmanlı deniz tarihinde yaşanmış Çeşme, Navarin ve Sinop baskınlarından çok farklı oldu. Bu baskınlarda Türk Donanması müttefik düşmanlar tarafından yakılmış, Türklerin kendi içinden düşmana yardım eden ve Donanmayı iç cepheden çökertmeye çalışanlar olmamıştı.

21’inci yüzyıldaki baskın bu nedenle çok farklıydı. Zira baskını yapanlar; tetikçi olarak çalışan, sahte dijital belge üreten, sahte delil eken, yalan ve iftiralarla dolu fezlekeler düzenleyen, sahte haberler yaparak Deniz Kuvvetlerini, çete kuran, fuhuş, casusluk, şantaj yapan, Amirallerine suikast planlayan suç şebekesi gibi gösteren ve bu masum vatanseverleri tasfiye edenler onların kendi silah arkadaşları, polisi, savcısı ve medyası yani kendi vatandaşları oldu. Ancak iç savaşlarda yaşanabilecek böyle bir durum, dünya tarihinde pek az gözlenir.

Bu kadar güçlü bir Donanmanın, Hükümeti’nin ve Parlamentosu’nun gözü önünde zayıflatılmasına, komplolar kurulmasına, moralinin çökertilmesine, denizde bir çatışma yaşansa en yetenekli denizcileri hapiste tutulduğu için kaybetme riski ciddi şekilde artmasına rağmen, yüzlerce seçkin denizcinin iddianamelerde yer alarak çoğunluğunun tutuklanmasına birçok stratejist ve analist anlam veremedi.

Ancak 2011’den sonra yaşananlar bu komplonun yüksek stratejisinin tasarlandığı emperyal yapının ne kadar haklı olduğunu ortaya çıkardı. Onların düşünce yapısı son derece sade idi. Anadolu’nun stratejik baskı altında tutulması için önce Donanma yok edilmeli ya da dönüştürülmeliydi. Bunun için gemi batırmaya hiç de gerek yoktu. O gerekirse zaten akıllı füzeler ile kolayca yapılabilirdi.

O yıllarda acil yeni enerji kaynaklarına ihtiyaç vardı. Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) endüstriyel medeniyeti sürdürebilmek için 2030’a kadar altı tane yeni Suudi Arabistan’a ihtiyaç var diyordu. Petrol bitiyor nerede olursa olsun yeni kaynaklar bulunmalı, mevcutlar Irak ve Libya’da olduğu gibi küresel sermayenin kontrolüne alınmalı, diyen yüksek emperyal irade bu yolda önüne çıkanı ezmeliydi.

O yıllarda Doğu Akdeniz petrol ve gaz kaynıyordu, ancak Türk Donanması kendi alanlarını ve Kıbrıslı soydaşlarının gelecekteki çıkarlarını korumak uğruna bu alandaki faaliyetlere mani oluyordu. Daha da kötüsü Karadeniz’de beş sahildar ülkeyi de yanlarına alarak dünya denizlerinde örneği görülmeyen bir başarı ile başta BLACKSEAFOR ve Karadeniz Uyumu Harekâtı olmak üzere çeşitli girişimlere liderlik ediyor ve Karadeniz’i dış dünyanın karmaşasından ve askeri rekabetinden uzak tutuyorlardı.

Bunların üzerine bir de Heybeliada isimli korveti yüzde 70 ulusal olanaklarla inşa etmediler mi? Emperyal okul ne diyordu? Anadolu denizci ve Atatürkçü olmamalı. Aksi takdirde Türkleri tutamazsınız. O halde söz konusu iki kavramın en çok geliştiği kurum olan Türk Deniz Kuvvetlerinde emperyal çıkarlara karşı duran Amiral, subay ve astsubaylar ile potansiyel yetenek ve düşüncede olanlar yok edilmeliydi. Geri kalanlar da polis fezlekesi ve malum medyada fuhuşçu, suikastçı, şantajcı ya da pornocu olarak kapak olma tehdidi ile baskı altında tutulmalıydı. Haksızlıklara ve oldubittilere karşı sesini çıkaran biri oldu mu, sahte bir e-posta ve dehşetli bir fezleke ile içeri atılmalıydı.”

Kitabı okumaya devam ediyorum. Bakın 2012 sonrasında neler olmuş:

“Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ten ve Cumhuriyetin kurucu felsefesinden her gün uzaklaşmış. Devletin jeopolitik ve stratejik çıkarlarını koruma refleksi diye bir kavram kalmamış. Türklük, vatanseverlik ve Mehmetçik gibi kavramlarının yerini daha çok para puan, kontör, borsa endeksi, şimdi eğlence zamanı gibi kavramlar almış. Kuvvetler ayrılığı ortadan kalkmış, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı yok edilerek her kavramın yandaşı ortaya çıkmış.

Gelelim denizlere, Doğu Akdeniz’de İsrail ve GKRY tarihinde yaşanmadığı kadar birbirlerine yakınlaşmış, Doğu Akdeniz’deki en büyük doğal gaz kaynaklarından birine erişmişler. Küresel sermaye ve enerji devleri bu duruma çok sevinmiş. Zira Türkiye’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin de haklarının olduğu sahalar dâhil Doğu Akdeniz’de o yıllarda 13 milyar varil petrol ile 21 trilyon m³ doğal gaz bulunduğu tahmin ediliyormuş. Doğal gaz kapasitesi Hazar havzasının neredeyse üç katına yakınmış. 2011 yılında Japonya’da meydana gelen deprem ve tsunami sonrası pek çok Avrupa ülkesi nükleer santralleri kapama kararı verdiğinden, enerji açığının doğal gaz ile karşılanması kaçınılmaz olmuş. O nedenle Akdeniz kaynakları, Libya sonrası küresel sermayeye ilaç gibi gelmiş.”

Ünlü Romalı devlet adamı Çiçero şöyle diyor: “Bir ulus dış düşmanları ile baş edebilir. Fakat içersindeki satılmış ve hainlerle yaşayabilmesi olanaksızdır. Sınırları zorlayan düşman silahlarını ve âlemlerini açıkta taşıdığı için daha az tehlikelidir. Fakat bir hain, hain gibi görünmez, kurbanları ile aynı aksanda konuşur, onların çehresine bürünür ve bütün kapılardan serbestçe geçer, sesi en üst düzey hükümet koridorlarında duyulur. Ulusun ruhunu çürütür. Politik yapıya her türlü hastalık bulaştırarak ulusun yaşam gücünü elinden alır. Bir katil daha az korkuludur.”

Bugün Türkiye’de etrafımız Çiçero’nun tarif ettiği hainlerle çevrilidir. Ancak, Deniz Kuvvetleri içinde çıyan gibi yıllarca bugünleri bekleyen hainler kadar, bu hainlerle baş edemeyen, onlarla savaşı göze alamayan, savaşmayarak teslim olan ve böylece Cumhuriyet Donanmasına, onun değerlerine ve geçmişine ihanet edenler de artık en az onlar kadar geleceğimize zarar vermişlerdir.

82 yıl önce Kubilay’ın Menemen’de vatandaşların gözleri önünde katledildiği gibi, bugün Deniz Kuvvetlerinin yüzlerce emekli ve muvazzaf personeli Türk halkının, Türk denizcisinin ve silah arkadaşlarının gözleri önünde katlediliyor. Maalesef halkımız kan uykusunda.

Aslında katledilen Cumhuriyet, katledilen denizciliğimiz ve geleceğimiz. Kubilay’ın Menemen’de katli sonrasında durumu sessiz ve kayıtsızca izleyenlere şair Behçet Kemal Çağlar şöyle haykırmıştı: “Çıkmadı mı bu genci bir tek kurtaranınız, varmaz mıydı kalbiniz, akmaz mıydı kanınız, gövdeyi kan götürse demek ki razıydınız, ona nasıl kıydınız, ona nasıl kıydınız.”

Ben şimdi Türk halkına soruyorum. Balyoz ve diğer isimli sahte davalarda yargılanan, özgürlükleri ve gelecekleri iftira ve yalanlarla çalınan şerefli askerlere, denizcilere, havacılara ve vatanseverlere nasıl kıydınız? Türkiye’nin denizcileşmesine ve geleceğinize kurulan tuzakları nasıl görmediniz? Sizlerin içinden gelen ve sizi koruyacak olan Ordunun, Donanmanın ve Hava Kuvvetlerinin sahte davalar ve iftiralar ile sindirilmesine nasıl göz yumdunuz.

Atatürk’e ve kurucu atalarımıza ihanetin ve neredeyse hakaretin liyakat olduğu bir dönemde, bedeni tutsak ama ruhu Mustafa Kemal’in Amirali olarak sonsuza dek hür kalacak olan ben Amiral Cem Gürdeniz, Cumhuriyet tarihimizin en karanlık günlerinin yaşandığı dönemde tutuklu kalıp, bir tasfiye sonucu emekliye sevk edilerek tertemiz üniformamım dışarıdaki çamur ve ihanet ile kirlenmesini önlediği için, talihime şükrediyorum. Dünyaya tekrar gelirsem gene Cumhuriyet Donanmasında denizci, gene Mustafa Kemal’in Amirali olurdum.

Beni son 40 yılda yetiştiren, denizi ve denizciliği öğreten, devlet ve millet adına bana savaş gemilerimizin komutanlık, komodorluk ve filo komutanlıklarını emanet eden Mustafa Kemal’in gururu Cumhuriyet Donanmasından, tüm şehit ve gazilerimizden, 40 yılın sonunda helallik isterken, ben tüm varlığımla bu kutsal dönem içinde sarf ettiğim tüm emeklerimi ve yarattığım tüm katma değerleri Atatürk’ün Bahriyesine helal ediyorum.

Tümamiral Cem Gürdeniz

4 Ağustos 2012 Hasdal



SAYIN   CEM  GÜRDENİZ’ E

Sayın Gürdeniz. Önce size geçmiş olsun  diyor ve en yakın bir zamanda çıkmanızı diliyorum.  

Veda mesajınızdaki fikirlerinize tamamen katılıyorum

Geçmişiniz, yaptıklarınız bu Ulusa onur, şeref ve haysiyet bahşetmiştir.  Sizlerin varlığı, uyanıklığınız, güven verişiniz bizleri bu vatanda, rahat ve huzur içinde yaşamamızı  sağlıyor du. Bugün aynı rahatlıkta yatıyor muyuz?, tartışılır.

Sayın Gürdeniz, halka"  bugünkü durumumuza gelişimizi görmediniz mi? diye soruyorsun.  Bizler, sizin olayları daha yakınen görebileceğinizi düşünerek görmemiş olabiliriz.  Ama siz neden görmediniz? Başınıza böyle trajik olayların gelebileceğini görmediniz mı? Bu  güne geleceğimizi görmedinizse halkı suçlamayın. Halkımızın her zaman yenilikçi olduğunu biliyorsunuz. Yarım ve koalisyon hükümetlerinden bizar olan halk yenilik yaptı. Değişik fikirlerle halkın karşısına çıkarak ikna kabiliyetlerini sergileyip  gereken oyu aldı ve 12 yıldır iktidardalar. İktidarın bugünkü yaşadığımız olayların olacağını  halk  bilmiş olsaydı oy verir miydi?  Bilmiyorum ama tartışılır. Ama sizlerin bunu bilmeniz gerekirdi. Onun için halkı, bu gidişatı bilemediği için suçlamayın. 

Umarım tüm içerde olan aydınlarımızın bir an önce çıkıp, aylarca, yıllarca evle tutuklu ev arasında mekik dokuyan, eş, çocuk, ana baba ve yakınlar ikinci bayramlarını yaparlar.

Hoşça kalın Sevgiler sunuyorum.

Burhan BURSALIOĞLU

8 Ağustos 2012 Çarşamba

SÖYLEŞİ






HER FIRSATTA OKUDUĞUM MÜTHİŞ BİR HAYAT ANALİZİ



ODTU Felsefe Bölümü Başkanı Prof. Dr. Ahmet İnam ile yapılan bir söyleşi:

Sevgili hocam, memleketin durumunu nasıl görüyorsunuz?

Feci şekilde kokuşmuş bir şeyler var. Şimdi tabi bu lafı 1500 sene önce Platon da söylüyormuş, 500 sene önce Hamlet de söylüyordu, otuz yıldır da ben söylüyorum. Hayatımız kokuşuyor, güzel bir söz değil ama böyle.

İnsanların seyrettiği televizyon dizileri kötü, okuduğu kitaplar kötü,ama benim şikâyetim bunların kötü olduğunu söyleyen insanlardan. Sürekli şikâyet edene entel diyoruz. Ne kadar çok şikâyet ederseniz o kadar entelektüel oluyorsunuz.

Oysa Entelektüel mutlu bir adamdır, burada mutlu demek memnun anlamında değil. Mutludur, yaşanan çirkinlikleri görür fakat bunları kabul etmez. Çirkinlikleri nasıl düzeltebileceğini düşünür, yolunu yordamını bulur. Kokuşmuşluk, önce kendimizle olan ilişkimizde başlıyor. Kendimizi çok fazla değerli gördüğümüzü sanmıyorum. İşin beteri kendimizi adam yerine de koymuyoruz.

Yemek yemiyor artık çağımız insanı.Tıkınıyor. Yemeğin tıkınmaya döndüğü, sevişmenin düzüşmeye döndüğü bir çağda yaşıyoruz.

Bütün bunlar yozlaşmış bir hayatı gösteriyor, çünkü ortada zevk yok.  Zevkin hançerlendiği bir yaşam var.

- Kendimizi nasıl kurtarırız bu hançerden?

Hazların peşinden koşarak değil tabi. O da hayatımızı sürdürmek için, sabah sekiz akşam beş çalıştığımız işler kadar kokuşma belirtisi.

Eğlenmek için yaptığımız şeyler de otomatikleşiyor. Çünkü şu film seyredilecek deniliyor, herkes o filmi seyrediyor, şu yazar okunacak diye emir geliyor, herkes o yazara çullanıyor. Fakat herkes o yazardan ne anlıyor? Mademki farklıyız, herkes o farkı yaşamalı. Ama fark da bize giydirilen bir şeye dönüşüyor. Beymen'den giyinince farklı oluyorsun. Kendimizden kaynaklanmıyor. Yani diplomalar, nasıl yaşayacağımız, her şey bize dışarıdan giydiriliyor. Ama kim giydiriyor derseniz, kimse  giydirmiyor aslında, birbirimize giydiriyoruz. Böyle olunca yaşama sevinci kayboluyor, bu çok büyük bir tehlike.

- Öğrencilerinizin yarısının anti-depresan kullandığı doğru mu?

Doğrudur. Bizim ODTÜ civarında hayat bir beladır diye algılanıyor herhalde.

Sürekli şişiriliyor gençler, sen akıllısın diye.  Ailelerin de beklentisi büyüyor. Ama küçük bir başarısızlıkla karşılaştıklarında hemen bunalıma giriyorlar. O kadar el bebek gül bebek yaşamaya alıştırılmışlar ki, acılara tahammülü olmayan insanlar yetişmeye başlıyor. Yaralar almaya başlayınca, bir çıkış noktası bulamayınca ya ilaçlarla tahammül etmeye çalışılıyor ya da savunma mekanizmaları aşırı gelişiyor.

- Bu durum başarıya koşullanmaktan mı kaynaklanıyor?

Başarılı olsan, başarının hiçbir ölçütü olmadığı için, nerede duracağını bilemiyorsun ve başarı dangalağı oluyorsun.

Sürekli önüne havuç konmuş eşek gibi koş Allah koş. İşkolik oluyorsun.

Başarısız olsan geride durmaya tahammül edemiyorsun. O yüzden başarı ve başarısızlığın dışında bir hayatı seçmiş olabilirsin, yani serseri olmak çok daha iyidir bence. Başarısızlık ve büyük beklentiler bir aradaysa o zaman anti- depresancı oluyorsunuz.

Bunların dışında üçüncü bir yaşamın peşindeyseniz yaratıcı olmak zorundasınız. Yani dünyaya posta atmış, egemen değerlerin dışında bir insan olmak gerekir. Dünyaya posta atabilmeniz için de önce kendi değerlerinizin olması gerekir.

Mutsuzluk bulaşıcı mı?

Pısırık, güvensiz insanların bu kokuşmuşluktan çıkma şansı yok. Mutsuz ve sinirliysen bol bol sigara içersin ve kısa bir süre sonra ölürsün. Mutsuzluk uzun sürmez. Trafikte kavga edersin, bir araba sopa yersin. Sevgilinle sevişemezsin, iktidarsız olursun. Onun için rahat olmak lazım. On derste rahat olma kitapları şimdi çok satıyor. Orada yazanların tam tersini yaparsan belki biraz rahatlarsın.

- Hayvan dergisine verdiğiniz beyanatta: "Bilge dediğin fırlama olur demişsiniz." Bu görüşünüzde ısrarlı mısınız?

Gayet ısrarlıyım, hatta bu görüşümü daha da ileri götürdüm, bilge dediğin hem fırlama olur, hem de puşt olur diyorum. Bilge, hayatın bütün hazlarının ardından koşar ama o hazların hiçbirinin dangalağı olmaz.

Serserilerle konuşur, berduşlarla arkadaşlık eder, bir sürü dedikodunun farkındadır, magazinleri izler ama bulaşmaz. Günde on beş dakika televizyon izler ama sonra genellikle evleri iki katlı olduğundan yukarı çıkar, Mevlana'yı Farsçasından okur,  yatmadan önce iki bardak şarap içer.  Bilge adamda hem sokakta süren hayatı yaşayabilme yeteneği ve gücü vardır hem de o hayatın dışına çıkabilme cesareti.

Yani bilge insan, hayatın içindedir.

Leman'ı, Penguen'i okuduğu zaman esprileri anlar, mel mel bakmaz. Yani ben bilgeyim, bu adamlar ne biçim espri yapıyor, çok ayıp demez.  Son çıkan küfürleri bilir. Yeni küfürler üretir. Yaşamdan tat almayı bilir ama bunu hiçbir zaman ayağa düşürmez. Ayağıyla yaşadığı yaşamı, yukarı çeker. O küfür ettiği zaman, küfür onda besmele gibi bir şey olur. Bizde bilge, yerinden kalkmaz, aksakallı, yemek yemez, çişi gelmez biri olarak bilinir.

Oysa bilge dediğin doğal gaz kuyruğuna girer, sırasını kapan olursa kavga eder, gerekirse karakolluk olur. Bu tanıma göre bilgelik, akademisyenlikle pek örtüşmüyor. Akademisyenlik kötü bir iş. Bilgeliğe aykırı, otuz yıldır millete not veriyorum, kusturucu bir şey, bıktım anasını satayım, hepinize sıfır diyeceğim bir gün. Ya da hepinize yüz, ne fark eder.

Bilgelikle akademisyenlik arasında bir ilişki olabilir, o da yaşı 18-20 olanlarla sürekli bir arada olmaktan kaynaklanan bir şey. Bu avantajı kullanırsanız, yeni kalabilirsiniz.

- Biraz da aşktan konuşalım mı?

Aşkta benim teorim şu; aşk doğuştan hormonlarla ilgilidir ama aynı zamanda kazanılması, edinilmesi gereken de bir şeydir. Emek ister. Hormonu iyi salgılayan aşık olduğunu sanabilir, çıldırabilir, azabilir ama aşk ayrı birşey. Bir sanat, bir güzellik yaratmaktır aşk.

Hıyarların, hamhalat heriflerin işi değildir. Diyelim ki kızın birini görüyorum, içime bir ateş düşüyor ve aşık oluyorum. Yok, öyle yağma, böyle beleş bir şey olabilir mi?

Ateş düştükten sonra ne halt yediğine bağlı olarak aşk olur ya da olmaz. Ateş düştükten sonra o ateşi düşüren kişiye gidip onu söndüreyim hemen diyorsan, orada aşk yoktur. Ama aşk düştüğünde; kendimizi, hayatı, yaşadığımız kültürü anlamaya ve dönüştürmeye çalışıyorsak, işte aşk odur. Bize insan olduğumuzu hatırlatır ve büyük bir  sorumluluk yükler.

Aşık olduğum zaman aklıma şu gelmeli, aşığım, demek ki yapacak çok iş var. Yani sevgilimle pastanede buluşacağım veya bir arkadaşın evine gidip yiyişeceğiz. Bu da yapılmalı tabi de yalnız bunu yapıyorsanız aşk falan yoktur. Yani burada, arkadaşın evine gittik, yiyiştik. Aşka giriş bile yok burada yiyiş var. Yani aşk, o yemekten aldığımız enerjiyle bir yere bir ağaç dikebiliyorsak, bir insana yardım edebiliyorsak, farklı kitaplar okuyabiliyorsak, gereğini yerine getirdiğimiz şeydir.

Aşk eşittir sevgili değil, iki kişilik de değil çok kişiliktir aşk. Bütün dünyayı düşman belleyip Leyla'yı sevmek değildir. Leyla'da bütün insanlığı sevmektir.

- Bir entelektüel olarak mutlu musunuz?

Yalnız kaldığım zaman, genellikle gece ikiyle dört arasında mutlu olurum. Televizyonu açarım ama seyretmem. Sesini dinlerim, duvarlara bakıp oyle düşünürüm, belki yazasım gelir bir şeyler karalarım. Uykum gelince, bu dünya düzelmez arkadaş deyip yatarım. Bugün de kurtaramadık dünyayı ne yapalım derim.

Hesabi duruş, mutluluğu öldüren şeydir. Örneğin Nıetzsche, adam hayatı boyunca bunu anlattı.

Ama Nietzsche'yi okuyup karamsar olan adamlar var, onlara sopayla girişmek istiyorum bazen.

Adam demiş ki, ben bir enerji kaynağıyım. Benim insan gibi insan olabilmem, içimdekilerin olabildiğince bastırılmadan ortaya  cıkabilmesidir. Oysa yaşam buna izin vermiyor, birbirimizi maskelemek zorunda kalıyoruz. Gerçi Freud medeniyetin temelinin bu olduğunu söylemiş. Biz de içimizdeki hayvanlığı bastıracağız diye, içimizdeki insanlığı da bastırmışız. Hala içimizdeki erotik enerjiyle ilişkimizde sakatlık var.

Erotik yanımız ortaya çıktıktan sonra ayıp bir şey yaptığımızı düşünüyoruz.

Onun için vatan millet sakarya, ilim aşkı, sanki hiç eros yokmuş gibi davranıyoruz, dava adamı kalıbına sığınıyoruz. Bütün bu kalıpların dışında felsefe; çözüm arayanların değil, soru soranların yeridir,
şeytanla muhabbettir. Ne zaman ki  şeytan sizi alt eder, o zaman insan olduğunuzu anlarsınız

1 Ağustos 2012 Çarşamba

FANTAZİ




ERKEKLERİN KADINLARDAN RİCASIDIR...

  

* Pembe dizilerdeki sahte aşk nağmelerini bizden duymaya çabalamayın, çünkü onlar gerçekten rol yapıyor ve kabak bizim başımıza patlıyor.

* Bir SMS gönderdiğiniz zaman ilk 10 saniyede cevap gelmeyince ikinci SMS'te 'Orda mısın???' diye sormayın. Kesinlikle oradayızdır..!

* Mağazada gelinliklere bakıp 'Aaaa ne güzeeel' dediğinizde onun bizim için bir anlamı yoktur.  Bizi duygusuzlukla suçlamayın. Gelinlik sadece kızların hayalidir erkeklerin değil!!!

* Saçlarınızı boyattığınızda bunu fark edemezsek anlayın ki yakışmamıştır ve bu bizim suçumuz değildir.

* Çoğu erkek ısrardan ve bir şeyi ikinci kez duymaktan nefret eder; mutlaka ilk söylediğinizi anlamışızdır ama işimize gelmiyordur, lütfen bize geri zekalı muamelesi yapmayın.

* Alışveriş yapmak hiç zevkli değildir ve asla zevkli olmayacaktır.

* 'Beni seviyor musun?' diye sormayın. Emin olun ki sevmiyor olsak yanınızda bir saniye bile durmayız…

* Bizden sizinle aynı üzüntüyü yaşamamızı ve size tuvalete kadar eşlik etmemizi beklemeyin, o sizin kız arkadaşlarınızın görevidir.

* Bir yere gittiğimizde, hangi kıyafeti giyerseniz giyin, size çok yakışıyor. Yemin ederiz. O yüzden bir daha sormayın.

* Biz erkekler gerçekten basitizdir. Mesela sizden ekmeği getirmenizi istiyorsak, aslında sadece acıkmışızdır ve sadece ekmeği getirmenizi istiyoruzdur. Bundan 'ekmek niçin masada değil' diye bir iğneleme yaptığımız sonucunu çıkarmayın, zira tüm erkekler edebiyatçı değildir…

* Eğer farkında olmadan 2 değişik şekilde anlayabileceğiniz bir şey söylemişsek, ve bunlardan biri kötü ve sizi üzecekse, kesinlikle diğer anlamında söylemişizdir, boşuna bizi  sıkıntıya sokmayın…

 Biz farklı anlamlar taşıyan dolaylı, mecazlı soruları anlamayız. Ne istiyorsanız doğrudan söyleyin ve bizi yormayın…

* Eğer şişmanladığınızı düşünüyorsanız, ki büyük ihtimalle şişmanlamışsınızdır. Bize sormayın, cevap vermeyi reddediyoruzdur.

* En karmaşık durumda bile bizim için temel kural şudur: 'En kolayını seç'. Bizden komplike şeyler beklemeyin.

* Erkekler genelde sadece ana renkleri görürler. Mesela, şampanya bir renk değil, bir içkidir bizim için.

Sarımsı Yeşil, Açık Yeşil Likör yeşili, Çimen Yeşili, Kireç Yeşili, Yay Yeşili, Orta Deniz Yeşili..

Yukarıda saydıklarınız hepsi yeşil işte..! Lütfen bizi zorlamayın..?

* Erkeklerin çoğunun en fazla 3 çift ayakkabısı vardır. O yüzden 30 çift ayakkabınızdan hangisinin kıyafetinize uyacağını bilmiyoruzdur, lütfen sormayın. Ayrıca uyum diye bir şey yoktur, ve sırf uyum için giyeceğiniz şeyleri 1 hafta önceden tasarlamanız tamamen sizin takıntınızdır. Mavi kotun üstüne her renk ve desen kazak giyilebilir.

* Kırmızı tokanız varsa, sırf bu tokaya uyum sağlasın diye kırmızı takım elbise almak için bize mağazaları dolaştırmayınız.. Lütfeen..!

* Cuma + Cumartesi + Pazar = Bol yemek ve mutfak gerçekliğinin icrasıdır…

* Bizi anlamaya çalışın; ancak bizi anlama işini lütfen fazla abartmayın, çünkü çok kolay anlaşılır erkekler.

* Evi temizleyip yorulduktan sonra, yüzünüze bakılmayacak haldeyseniz, yaptığınız temizliğin bizim için bir anlamı yoktur, takdir beklemeyin. Temiz bir evden ziyade bakımlı görünen bir kadınla bir evi paylaşmak daha anlamlıdır…

* Size 'neyiniz var' diye sorduğumuzda, 'hiç bir şeyim yok!!!' derseniz size inanırız, bizim için olay bitmiştir. O yüzden bir şeyiniz varsa doğrudan söyleyin sonra bizi anlayışsız durumuna düşürmeyin…

* "Canım sıkılıyor hiç dışarı çıkmıyoruz hep evdeyiz farkındamısın" diye sormayın farkındayızdır. Sadece nereye gitmek istediğinizi söyleyin, bizi yormayın...

* 30 civarında ayakkabınız ve dolaplar dolusu elbiseniz varken bizi iflas ettirmek bir sevgi gösterisi değildir.

NOT: Bunu tanıdığınız tüm kadınlara yollayın; bir kere de olsa erkekleri anlasınlar. Mümkün olduğu kadar çok erkeğe de yollayın ki, onlar da yalnız olmadıklarını bilsinler…




22 Temmuz 2012 Pazar

GÜNCEL





BİR TÜRK
> GENCİNİN ATA'YA HİTABESİ
>
> Sevgili Atam;
> Sana bu hitabeyi 33 yaşına girmiş,
> Gelecek güzel günlerden çoktan umut kesmiş,
> Temel eğitimini tamamlamış
> Ve ancak şimdilerde seni tanıyabilmeye başlayan,
> Türk istikbalinin evlatlarından biri olarak yazıyorum.
> Seni ilk gördüğüm günü dün gibi hatırlarım.
> İlkokul birdim. Miniciktim.
> Elimde beslenme çantam, önlüğümün cebinde annemin sevgisi, sınıfımda
> bilim öğrenecektim.
> Karatahtanın dört parmak üzerine ortalanmış çerçevenin içinden bana
> bakıyordun
> Bakışların keskindi.
> ABC' den sonra ilk öğrendiğimdin;
> Mustafa Kemal'din. Çocuktum...
> Bana, bize, tüm dünya çocuklarına bayram armağan etmiştin. Armağanını,
> uygun adım
> sol-sağ-sol
> sol-sağ-sol kutladık...
> Kaçımızın ayağı su toplamıştı, kaçımız bayılmıştık...
> Biz bayramlarda ağlayan çocuklardık.
> Ortaokul ve lisede hep seni anlattılar bana...
> Dünyaya ancak yüz yılda bir gelen dahiydin...
> Şahin bakışların vardı, hürriyete aşıktın.
> En azılı düşmanlarına karşı bile merhametliydin,
> Ama savaş meydanlarında karşında kimse duramazdı.
> Aslandın, kaplandın, kartaldın, panterdin.
> Özgür geleceklere açılan pencereydin.
> Sözün özü benim sevgili atam;
> Kodumu oturtan milli eğiticiler böyle anlatmışlardı.
> Beni milli bir şekilde eğitenler,
> Failatün, failatün, failatün, failün ölçü sistemini,
> Niagara Şelalesi' nin yükseklik ve debisini,
> Yes, it is a pencil demesini,
> Deli İbrahim'in küpesini;
> Bir bir kafama yerleştirdiler de;
> Bana senin insan yönünü anlatmadılar.
> Sigara tiryakisi olduğunu,
> Rakı içtiğini,
> Aşık olduğunu,
> Evlendiğini,
> Boşandığını,
> Kim bilir kaç geceler savaş meydanlarında cesetlere bakıp, için için
> ağladığını,
> Özlemlerini, hasretlerini,
> Geleceği kazanmaya dair fikirlerini
> Anlatmadılar.
> Bana, bize, tüm dünya gençlerine bayram armağan etmiştin.
> Armağanını, uygun adım
> sol-sağ-sol
> sol-sağ-sol kutladık...
> Kaçımızın ayağı su toplamıştı.
> Kaçımız kıçına yediği sopa yüzünden altına işemiştik.
> Biz bayramlarda bunalan gençlerdik.
> ( Ne zaman baloda smokinli fotoğrafını görsem, 19 Mayıs'lara yanarım.)
> Bir yandan;
> Heykellerini diktik
> Dağa-taşa silüetlerini çizdik,
>
> Her kitaba, her yazıya
> Mutlaka senden alıntılar yerleştirdik.
> Bir yandan;
> Her işin kolayına kaçtık,
> Ticarette kazık attık,
> Üretim yerine kopyaladık,
> Bilim adamlarını sindirdik,
> Aydınları yargıladık,
> Yoktan yere nice vatan hainleri ürettik,
> Çoktan yere nice amaçsız gençler yetistirdik.
> Zeki, çevik ve aynı zamanda düzenciydik.
> Eğitimi siyasete kurban verdik,
> Ekonomiyi siyasete kurban verdik,
> Aydınlık olması gereken gelecekleri siyasete kurban verdik.
> Varlığımız siyasi emellere armağan oldu...
> Benim biricik Atam;
> Biz Demokles' in kılıcını sapından değil
> Keskin yanından tutmayı marifet bildik.
> Senin ruhunu gıdım gıdım içtik,
> Tükettik...
> Tükettik...
> Tükettik...
> Dedemden babama, babamdan bana
> Politikacı tabiriyle 'enkaz devralmış' bulunmaktayız.
> Bu gidişle biz, çocuklarımıza devredecek
> Enkaz bile bulamayacağız.
> Türk'tük, doğruyduk, çalışkanlığımız şüpheli;
> Birinci vazifemiz; Türk istiklalini ve Türk
> Cumhuriyeti'ni ilelebet
> muhafaza ve müdafaa etmek,
> Ülkümüz;
> Yükselmek, ileri gitmekti...
> Uzun bir yoldu...
> Yorucu ve yıpratıcıydı...
> Adidas' larımız eskidi,
> McDonalds' ta mola verdik.
> Belki de 'Bir Türk dünyaya bedeldir' deyişini
> Biz 'Her Türk dünyaya bedeldir' anladığımız için
> emanetini,
> 1 milyon beş yüz seksen bin kat küçültmeyi becerdik...
> Verdiğin en önemli görev:
> Bu ahval ve şeriat içinde dahi vazifem
> Türk istiklalini ve cumhuriyetini
> İlelebet muhafaza ve müdafaa etmektir, bilirim.
> Muhtaç olduğum kudretin,
> Sana güvenimde mevcut olduğunu belirtir, ellerinden
> hasretle öperim...
> Baştan sonuna kadar okuyanlara teşekkürler sizler gerçek
> bir Atatürkçüsünüz bence
>
> YER: TÜRKİYE
> YIL: 1938
> SAAT: 09.05
> ATATÜRK ÖLÜYOR ARADAN ONLARCA YIL GEÇİYOR
>
> YIL: 2012
> ATATÜRK TEKRAR DÜNYAYA GELİYOR...
> DOĞRUCA MECLİSE GİDİYOR,
> MEMLEKET NASIL YÖNETİLİYOR GÖRMEK İÇİN...
> MECLİS KAPISINDA CUMHURBAŞKANI, BAŞBAKAN, DEVLET BAKANLARI
> KARŞILIYORLAR.
> SALONDA EN ÖNE OTURTUYORLAR VE O GÜNKÜ ÜLKE SORULARI
> TARTIŞILIYOR.
> OTURUM BİTİYOR, ATATÜRK' Ü MECLİS LOKANTASINA
> GÖTÜRÜYORLAR,
> YEMEKTEN SONRA OTELE GÖTÜRÜP YATIRIYORLAR. ...
> ERTESİ SABAH OTELDEN ALMAYA GİDİYORLAR,
> ATATÜRK' ÜN ODASI BOMBOŞ!!!
> VE MASANIN ÜZERİNDE BİR KAĞIDA YAZILMIŞ ŞU SÖZLER VAR:
>
> 'EFENDİLER...
> BEN İSTANBULA GİDİYORUM,
> ORDAN BİR VAPURA BİNİP TEKRAR SAMSUNA ÇIKACAĞIM.
> ÇÜNKÜ, BU ÜLKENİN BİR KURTULUŞ SAVAŞINA DAHA İHTİYACI
> VAR...'
> BU KADAR ANLAMLI BİRŞEY DAHA YOKTUR SANIRIM
> BU ÜLKEMİZ İÇİN...
>
...
> UNUTMA;
> sen bir TÜRK evladısın...
> VE
> MUHTAÇ OLDUĞUN KUDRET DAMARLARINDAKİ ASİL KANDA MEVCUTTUR!!!
> NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE!!!








MİLLİ BAYRAMLARIMIZ

  CUMHURİYET Burhan Bursalıoğlu Bu gün Cumhuriyetimizin 99. Yıl dönümü. 99 yıl önce bugün, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşla...