10 Eylül 2012 Pazartesi

EĞİTİM



EĞİTİMDE  4+4+4  ÜN  ALDATMACASI

Burhan Bursalıoğlu

Bugün 10 Eylül. Tüm Türkiye'de İlkokul birinci sınıflar okullarına başlayacaklardır.
4+4+4  sistemi  ile, tüm okullarımız,17 Eylül'de Eğitim ve Öğretime, bir bilinmezlik ve kargaşa ortamında kapılarını açacaklardır.
4+4+4 sistemi öyle bir kargaşa  yaratacak ki, veliler çocuklarını okula gönderdikleri için pişman olacaklar, çocuklar da "okul bu mu, yeni sistem bu mu" diyerek ya okulu terk edecek veya  nefret edecek. Sonuçta bunalıma girecektir.
Özellikle  hazırlanan birinci sınıf müfredat programının tüm içeriği, bir yıl boyunca 2 harf , 10 na kadar sayı saymayı ve bol bol oyundur. 5.5 yaşındaki çocuklar zaten ana okullarında veya ailesinde  daha çok bilgiler elde etmektedir. Hatta ana okullarında okumayı söken ve özel gecelerinde taktim, konuşma ve şiir okuyanlar, yabancı dille monoloğ şarkı söyleyenler de olmaktadır.  Ana okulundaki çocuğu , ilkokula mecburen getir ve  iki harf ile 10 na kadar sayı sayması için bir yıl alıkoy! Bu nasıl bir eğitim sistemi?
Eleştirilecek tarafları o kadar çok ki, bloğumun sayfaları yetmez.
9.Eylül.2012 tarihli Sözcü Gazetesi yazarlarından Saygı ÖZTÜRK'ün  Eğitimde kandırma dönemi başlıklı yazısını aşağıya aynen bilgilerinize sunuyorum. 4+4+4  sisteminin hangi maksatla  uydurulduğunu ve gerek velileri , gerekse öğrencileri nasıl bir oyunla kandırılıp, kendi mecrasına doğru sürüklediklerini okuyacaksınız.
Tüm velilerimize kolay gelsin diyor, öğrencilerimize başarı ve öğretmenlerimize de sabır diliyorum.


EĞİTİMDE  KANDIRMA  DÖNEMİ

Saygı ÖZTÜRK

Milli Eğitim Bakanlığı, okula başlama yaşını geçmişte de gündeme getirmiş, bugün yaşanan tartışmaların benzeri yapılmıştı. Okul çağına gelmemiş çocuklar okullara gönderildi. Uzmanların görüşlerine uyulmamasının beraberinde getirdiği sorunlar hep birlikte yaşandı. Dönemin ilköğretim genel müdürü, izlenen yanlış politikalar nedeniyle görevden alındı. Bakan Dinçer’in de akıbetinin aynı olacağı anlaşılıyor. Eğitime bu kadar zarar veren, öğretmenleri adeta hasım gibi gören, onların eşlerinden ayrı kalmasını sağlayan Bakanın, bu kadar ”ahh” aldıktan sonra kalıcı olması da şaşırtıcı olur.

AKP’nin önceki Milli Eğitim Bakanları Hüseyin Çelik ve Nimet Çubukçu, bürokratlarını dinler, uzmanların görüşünü alır, kararlarını verirlerdi. Oysa, Ömer Dinçer, eğitim uzmanlarının değil, imam hatip derneklerinin istekleri doğrultusunda adımlar atıyor. Dinçer, bütün okulları imam-hatipleştirme yolunda hızla ilerliyor, yaptıklarını eleştirenleri de PKK’lı ilan ediyor. Ayıptır ayıp…

Bütün okullar imam-hatipleştirildi
Okullardan Atatürk’ün, İsmet İnönü’nün adını kaldırıp imam hatibe çevrildi. Bu okullara kayıtları artırmak için her yola başvuruldu. Genel liselerin sayısı azaltıldı, bu okullardaki kontenjan fazlası öğrencilerin imam hatip liselerine gidişlerinin yolu açıldı.

İmam hatip ortaokullarıyla, ortaokullar arasında program yönünden hiçbir farklılık kalmadı. İmam hatip liselerinde Kur’an-ı Kerim, Hz. Muhammed’in Hayatı dersleri zorunlu, diğer ortaokullarda ise seçmeli. Kalan bütün dersler aynı. “Ortaokulda bu dersler seçmeli, isteyen bu dersleri seçer, istemeyen seçmez” denilecektir.

Ancak durum bildiğiniz gibi değil. Kurnazlık burada da devreye girdi. Milli Eğitim Bakanı’nın gözüne girmek isteyen müdürler yapacaklarını yine yaptı. Neler yaptı anlatalım.

Kur’an-ı Kerim’in adı seçmeli
Hemen hepsi Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in bakanlığı döneminde göreve getirilen il milli eğitim müdürleri, okullara “öğrencinin seçmeli dersleri arasında mutlaka Kur’an-ı Kerim bulunsun. Öğrencinin, Kur-an-ı Kerim dersini seçmesini sağlamak için bu derse ilgi olduğunu, diğer derslere yeterli ilgi olmadığından o ders için sınıf açılmayacağını” anlatmaya başladılar.
Elimde bu konuda çok sayıda belge var. Örneği Konya’dan verelim. Okul müdürlükleri, seçmeli dersler arasından eleme yapıyor, okullarından hangi seçmeli derslerin alınabileceğinin listesini çıkarıyor. Öğrencinin adını, soyadını yazıp okul müdürlüğüne vereceği dilekçe hazırlanmış. Okul yönetiminin seçtiği dersler sıralayalım: Kur’an-ı Kerim, Hz.Muhammed’in Hayatı, İşletme, Uluslararası İlişkiler (haftada ikişer saat), Temel Dini Bilgiler, Bilgi Kuramı, Demokrasi ve İnsan Hakları (haftada birer saat).

Öğrencilerin okul türlerine göre seçmeli ders sayısı da farklı. Örneğin Anadolu Ticaret Meslek Lisesi öğrencileri haftada 4 saat seçmeli ders alacak. Okul yönetimi, dilekçede yer alan derslerden hangisinin seçilmesi gerektiğini öğrenci velisine söylüyor. Öyle listedeki gibi istediğin dersi seçmek yok. Okul müdürü diyecektir ki, “Sayın veli, sizin istediğiniz dersin seçmeli olarak okutulabilmesi için en az 10 öğrenci tarafından seçilmesi gerekmektedir. Ancak, bu dersi seçen yok. Yani o ders için sınıf açılmaz. Onun için bizim işaretlediğimiz iki dersi seçin” diyor.

Velinin istediği değil
Veli istediği kadar, “Ben, listedeki seçmeli derslerden çocuğumun ‘Demokrasi ve İnsan Hakları’ ile ‘Uluslararası İlişkiler’ derslerini okumasını istiyorum” derse, okul müdürü, bu derslerden ancak birisini seçebileceğini, diğerinin de Kur’an-ı Kerim dersi olmasını söylüyor.

Açıkçası, hemen tüm okullarda Kur’an-ı Kerim’i seçmeli olmaktan çıkarılıp, “zorunlu seçmeli” hale getirildi. Velilerin “Ben çocuğumun Uluslararası İlişkiler ile Demokrasi ve İnsan Hakları dersini seçmeli olarak okumasını istiyorum. Ama okul yönetimi, seçmeli dersler için veliye ‘seçme’ hakkı tanımıyor, onların istediği derslerini seçmenizi istiyor” dilekçelerini kim dikkate alacak? Veli ne kadar “Bizler Allah’a şükretmesini ve Atatürk’e teşekkür etmesini bilen insanlarız” dese de, değişen bir şey olmuyor. Seçmeli dersin seçimini veli yapıyor. Ancak, gerçek durum hiç öyle değil…

Okullarda mescit istenecek
Yine söylemiştik, imam hatip dışındaki okullarda da Kur’an-ı Kerim dersinde isteyen öğrencinin başını örteceğini ve böylece türbanın liselere, ortaokullara ineceğini. Bu yazdıklarımızı da bakan doğruladı.

Bir şey daha yazıyorum: Hemen her lisede mescit açılacak. Hem de, mescitlerin açılması için dayanak 12 Eylül 1980 tarihinden sonra okullara gönderilen bir genelgeye dayandırılacak. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, eski Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç’ın Din Öğretimi Genel Müdürlüğü döneminde gönderdiği genelgeyi arıyor. Her üniversiteye mutlaka cami yaptırılmasını isteyen başkan, liselere de mescit açılmasını isterse niçin yadırgansın. Hatta, “helal olsun Görmez başkana” denilecektir…
----

5 Eylül 2012 Çarşamba

EDEBİYAT



Güzel Ülkem Canım Türkiyem




Sen karış, karış, adım, adım
 Sahip olduğum Vatanımsın.
 Sen Edirne'den Ardahan'a,
 Bölünmez bir bütünsün.
 Sen namusum,
 Sen şerefim,
 Sen onurum
 Şanlı Türkiye'msin.



 Sen Ankara, İzmir, İstanbul'sun;
 Sen şehitler diyarı Çanakkale'sin,
 Sen efeler diyarı Aydın'sın;
 Sen Mevlana Celalettin- i Rumi'sin.
                                                                                                       Sen,
Hacı Bektaş- i Velisin,
 Sen medeniyetlerin beşiği şanlı Türkiye'sin.

 Sen, Avrupa, sen Asyasın.
 Sen, Diyarbakı,r sen Şanlıurfa'sın.
 Sen Bingö,l sen Erzincan'sın;
 Sen Karacaoğlan, sen Pir Sultan Abdal'sın.
 Sen Aşık Veysel, sen Yunus Emresin;
 Sen Mimar Sinan'ın, şah eseri Selimiye'sin;
 Sen ulu camiler diyarı yeşil Bursa'sın.

 Sen Fatih'in sunduğu nimet,
 Sen Atatürk'ün kurduğu devletsin.
 Sen Gaziantep, Adana, Antalya'sın,
 Sen Sivas, Samsun, Erzurum'sun.
 Sen Sakarya, Trabzon, Dumlupınarsın;
 Sen Necip Fazıl, sen Yaşar Kemalsin.
 Sen Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Romansın.
 Sen Azeri, sen Tatar, sen Kırgız, sen Kıbrıs, sen Gürcü'sün;
 Sen bileği bükülmez şanlı Türkiye'sin.

 Kısacası sen, sayamadığım
 Nice cihan devletlerinin pirisin.
 Sen Erciyes, sen Uludağ, sen Kaçkar'sın.
 Sen en büyük devle,t yeryüzündeki cennetsin.
 Sen yüce TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİSİN.

3 Eylül 2012 Pazartesi






SAYIN MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ'DAN
BAŞBAKAN TAYYİP ERDOĞAN'A MEKTUP

                                                                                                                              ALINTI
Başbakan Recep Tayip Erdoğan Hazretlerine
 
İkide bir “demir ağlarla kim örmüş, hep biz ördük” deyip duruyorsunuz, Atatürk zamanında yapılanları sıfıra indiriyorsunuz. Eğer biraz tarih bilseniz bunu söylemeye utanırdınız, yüzünüz kızarırdı. 
Muazzez İlmiye Çığ
 
O günkü örülen demir ağlar yalnız tren yolları değildi: güçlü eğitim, güçlü ekonomi, güçlü demokrasi , güçlü laiklik temelleri atılmasaydı, ne  siz bu gün o mevkie gelebilirdiniz, ne de gösteriş olarak  başlarını örttürdüğünüz, yüzleri gözleri boyalı eşlerinizi gavur ülkelerine götürüp, gavurların ellerini sıktırabilirdiniz.
 
Özendiğiniz  Müslüman ülkeleri arasında hangisi bizim ülke gibi?
Kendi kıyafetinizi  bile o demir ağlara borçlusunuz.

 
Hazinesinde borçtan başka bir şey olmayan  Osmanlı devleti yıkıntısı üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti, toprağından bir damlasını satmadan, kimselerden borç almadan, bir taraftan Osmanlının, diğer tarafta yenilmediğimiz halde yenilmiş sayıldığımız birinci Cihan savaşı borçlarını öderken,   yapılan işler  yanında sizinkiler çocuk oyuncağı kalır.
 
Okuma yazma, hatta sabun kullanma bilmeyen, verem, sıtma, zührevi hastalıklar, trahom gibi bulaşıcı  hastalıklardan  kahrolan zavallı fakir  bir halk. Devletin geliri bu halkın verdiği vergilerdi. İşte o vergilerle o alay ettiğiniz demir ağlar yapıldı.
 
Kısa zamanda elin parmakları sayımında doktorların özverileriyle hastalıkların önü alınmaya çalışılırken neler yapıldı neler!.
 
Koskoca ülkede bir çimento fabrikası yoktu. O yüzden evler kerpiç denilen çamurla yapılıyordu. Şeker fabrikamız yoktu. Rusya’dan gelen şekerleri bugün gibi hatırlıyorum. Evet şeker fabrikaları, çimento fabrikalar,kâğıt, silah, uçak fabrikası, kumaş fabrikaları kuruldu. Hem de ülkenin batısından doğusuna kadar dağıtıldı bu fabrikalar.
 
Avrupa’dan bize, yenilemekte oldukları fabrikaların eskilerini ucuz fiatla  satmak istediler. Eskiyi almak yine geri kalmışlıktır, diye alınmadı.  Batıda “Atatürk Fabrikaları” diye adlandırılan o fabrikalar tiyatro, spor müzik,  salonları ile bir kültür merkezi, çalışanlara her türlü rahatı sağlayan bir sosyal kurumdu. Ama bu fabrikalarda çalışacak biraz olsun işten anlayan işçimiz, teknisyenimiz, mühendisimiz yok gibiydi. Bunlardan bir kısmı burada bizim insanımızı eğitmek için dışarıdan getirtildi bir kısmı da Rusya’ya eğitilmek üzere gönderildi. İnsanımız o kadar yetenekli idi ki, kısa zamanda gerekli olanları öğrendi ve işleri ele aldı.
 
O yüzden Atatürk,”Türk çalışkandır, zekidir” demiştir. Siz  ise başa geçer geçmez alın teri ve büyük bir özveri ile yapılmış o güzel tesisleri  satıp satıp yediniz yedirdiniz.
 
Ülkenin doğusu ve batısı düşman eliyle yanmış yıkılmıştı. bir taraftan onlar onarılıyor, hastaneler okullar yapılıyor, diğer taraftan Ankara bir başkent olacak şekilde yapılandırılıyordu.
 
Hemen hemen hiç kara yolu yoktu. Onun için Atatürk, Osmanlı devleti zamanında “ne olurdu her vilayet senede bir kilometre yol yapsaydı, 500 yılda beşer yüz kilometre ile şehirler birbirine bağlanacaktı”, demişti.
Olan demir yolları da yabancıların elinde idi.

 
Yalnız o mu daha bir çok kurum yabancılara aitti. Bütün onlar ellerinden alınarak ülkenin malı yapıldı. Onların üzerine 3000 kilometrelik tren yolu yapıldı ki, o zaman şimdiki gibi dağları bir anda oyacak makineler yoktu. Tüneller kazma ile kazıldı. Elde  onları planlayacak hesaplayacak mühendisler yoktu. Hatta trenlerde çalışan makinist gibi memurlar bile hep Rum, Ermeni olduğundan bu konuda çalışacak insanımız da yoktu.
 
Onun için böyle kimseleri yetiştirmek üzere okul açıldı. Tren rayları yapmak için fabrika kuruldu. Şimdi ki gibi ne gerekse dünyanın her yerinden getirilmedi Kilometrelerce kara yolu köprüler yapıldı.
 
Demir ağın bir ayağı olan “çağdaş eğitim” ne kadar önemliydi. Batı araştırmalarda icatlarda almış yürümüştü. Ama biz de  ne doğru dürüst ilk okul, lise ve ne de araştırmalar yapacak üniversite vardı. O yüzden  Osmanlı devleti  geri kalmış ve yıkılmıştı. Okullar açılsa eğitecek kimse yoktu. O yoklukta bir çok alanda eğitim almak üzere Batıya başarılı pek çok gencimiz gönderildi.
 
Onlar daha yetişmeden Hitler’in Yahudi oldukları için işlerinden attığı çok değerli bilim insanlarının bize sığınmak istemeleriyle onlara açılan kapılarımız sonucu büyük bir eğitim atılımı başladı.
 
İstanbul’da Darülfünun denilen okul tam bir üniversite oldu.Hukuk, siyasal Bilgiler, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi gibi fakültelerle Ankara Üniversitesinin temeli atıldı. Gelenlere istedikleri kitaplıklar, laboratuarlar sağlandı. Onların derslerini Türkçeye çevirecek çevirmenler bulundu. Bunların hepsi para ile oluyordu.
 
O paralar, o fakir halkın vergileriyle sağlanıyor, kimseye  para yedirilmiyor, rahmetli Başbakan İnönü “ kimseye bir kuruş yedirmem” diye bar bar bağırıyor, yedirmiyordu. Böylece güçlü bir eğitim temeli atıldı. O yüzden Başbakan hazretleri! istediğiniz dalda uzmanları elinizin altında bulundurabiliyorsunuz.
 
Bundan sonra İmam Hatiplerde yetiştireceğiniz dindar ve kindar  o zavallı gençleriniz, Allah’a dua ederek, yalvararak size yardımcı olurlar. Böylece elinize aldığınız bu güzel ülkeyi ....... toprağa gömerek tarihe kara harflerle geçersiniz.
 
Muazzez İlmiye Çığ
25.8.2012
 

28 Ağustos 2012 Salı

ULUSAL BAYRAMLARIMIZ





30  AĞUSTOS  ZAFER  BAYRAMI


 Burhan Bursalıoğlu

30 Ağustos Zafer Bayramının 90. Yılını Ulusça  kutlamaya hazırlanmaktayız.
Tam bağımsız, özgür, egemen ve çağdaş   bir Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulmasında büyük etken olan 30 Ağustos Zaferi aynı zamanda  Türk Ulusu’nun yüzyıllardır  mücadele ettiği  kötü  talihinin sona erdirildiği tarihtir.

Sakarya Savaşı Türk Ulusu’nun ölüm kalım savaşıydı. Ankara yakınlarına kadar gelen Yunan ordularını uzaklaştırmak, Osmanlı Devletinin  , ölüm fermanı olarak nitelenen Sevr anlaşması  nedeniyle  Anadolu’nun tüm etrafı işgal edilmiş, ortada Ankara ve çevresi  Türklere bırakılmıştı. Tüm Anadolu’yu işgal  etmemekle lütufta (!)  bulunmuşlar.  Nasıl olsa etrafı çevrili, ileride boğazlarını sıkar,  bunları tarihten sileriz” düşüncesinde olsalar gerek.

Sakarya Savaşı kaybedilseydi, işte o zaman düşündükleri gerçekleşmiş olurdu. Ama  umdukları  gibi olmadı. 52 gün süren Sakarya Savaşının sonunda,Yunan orduları geri çekilmeye başladı. Bu olay zaferin çok yakın olduğunun müjdecisiydi.

TBMM Sakarya Savaşı'ndan sonra Mustafa Kemal'e MAREŞAL ve GAZİ unvanlarını  verdi. Bu rütbe ve taltife laik olmaya and içen Mustafa Kemal Atatürk, düşmanların Anadolu’dan atılması gerektiğini, bunun için de zamana ve güçlü bir orduyu  oluşturmak kaçınılmaz olduğuna  inanarak Ulusca hazırlığa başlandı.

Bir taraftan orduyu yenileyip,silah ve malzeme ihtiyaçlarını karşılama, bir taraftan da taarruz planları  yapma uğraşı veriyordu.

İlk olarak Ocak ayında taarruz planlanmıştı. Gerekli hazırlıklar tamamlanamayınca  taarruzu Nisan ayına ertelediler. Nisan’da da  istenilen hazırlık tamamlanamamıştı.  Nihayet Ağustos ayında tüm hazırlıklar tamamlanmıştı.

Halkın çabaları, yardımlarıyla ordu mensuplarının giysileri, çorapları, eldivenleri, kılıç,at,nal, yiyecek gibi ihtiyaçları karşılandı. Silah satın alındı. İstanbul’un gizli yerlerinde depolanan silah ve mermiler, gözünü budaktan sakınmayan adsız kahramanlar tarafından Anadolu’ya kaçırıldı, hatta  geri çekilen düşmanın bıraktığı silahlar tamir edilerek onlara karşı kullanılır duruma getirildi.  Birliklerin taarruz yapacakları  bölgeler, tepeler   tespit edilerek oralara kaydırma yapıldı.. Batı ve Kuzey cephelerdeki birlikler,  gece hareket edilerek, çok gizli bir şekilde Kocatepe bölgesine kaydırıldı.

Gazi Mustafa Kemal'in başkomutanlığını yaptığı Türk ordusu, 26 Ağustos 1922'de düşmana saldırdı. Kocatepe’de başlayan top atışları sanki Cumhuriyetin kuruluşunun top atışlarıydı. Mustafa Kemal'in "Ordular İlk hedefiniz Akdeniz, ileri" komutunu verdikten sonra,  kısa zamanda Yunan mevzilerinde karmaşa başlamış,  gerisin geri kaçış onlar için kurtuluş  zannediliyordu. 30 Ağustosta çembere alınan Yunan ordusundan, Kaçanların mezarı Ege denizi oluyordu.Sağ kalanlar esir alınıyor,   ki bunların arasında komutanları general  trikopis’te bulunuyordu.  9 Eylül 1922 tarihinde Türk Ordusu İzmir’e girerek 3 yıllık İzmir’in Yunan hakimiyetine son verildi.

30 Ağustos zaferinin bir bayram olarak kutlanmasına  1935 yılında karar verildi.

O tarihten itibaren 30 Ağustos Zafer Bayramı adı altında, her yıl tüm yurtta, Kıbrıs’ta ve  dış tamsilciliklerde  kutlamaktayız.

Tüm Devlet Erkanı  törenlerin yapılacağı yerlerde yerlerini alırlar.  Özellikle Askeri birliklerin yaptıkları geçit törenleri, halkımız tarafından gururla seyredilir ve bu geçitler düşmanlarımıza da gözdağı vermiş olurlar.  Genel Kurmay Başkanı tebrikleri kabul eder,    gece de yine Genel Kurmay Başkanlığınca, orduevlerinde resepsiyon  ve  balo  tertiplenir, smokinler giyilir, davetiyeler Genel Kurmay imzasını taşırdı.

Bu sene 90. Yılını kutlayacağımız 30 Ağustosta , kutlamalarda ,  hiçte tasvip etmediğim  bazı değişiklikler yapılmış.  Çünkü bu bayram TSK nin kazandığı bir zaferin kutlamasıdır. Bu zafer kazanıldığında ne Cumhuriyet var dı, ne de Cumhurbaşkanı.

Değiştirilen kutlama programında, tebrikleri Cumhurbaşkanı kabul edecekmiş.  Davetiyelerde, Abdullah Gül ve eşi Hayrunissa Gül’ün imzası varmış. Resepsiyon Cumhurbaşkanlığı köşkünde olacakmış. Smokin mecburiyeti kalkmış, siyah elbise ile gelinecekmiş. 

Cumhuriyet Bayramında, Cumhurbaşkanı  tebrikleri kabul ediyor. 23 Nisan’da Meclis  Başkanı, MEBakanı,  19 Mayıs’ta  Gençlik ve Spor Bakanı tebrikleri kabul ederken, 30 Ağustos Zafer Bayramında, bu seneye kadar  uygulanan bir geleneğin değiştirilmesi, Genel Kurmay’ın saf dışı bırakılması mıdır amaç acaba. Zaferin kazanıldığı 1922 de, Sayın Cumhurbaşkanı  Abdullah Gül  ne hayatta idi ne de makamı ,yani Cumhuriyet vardı. Var olan TSK. İdi. Zafer onun zaferi.  Bayram kutlamaları onun hakkı. Umarım bu haksız uygulamadan vazgeçilir.Bu güne kadar TSK nde kullanılan “GÜÇLÜ ORDU, GÜÇLÜ TÜRKİYE”   sözü  bu seneki afişlerde yer almamış.  Bu söz bir müddet önce, “GÜÇLÜ TÜRKİYE, GTÜÇLÜ ORDU “ olarak değiştirilmişti.

30 Ağustos Zafer Bayramının  90. Yıl dönümü  tüm Ulusumuza , barış, mutluluk, huzur ve sağlık getirmesini dilerim.

Amerikalı Tarihçi Webster Tarpley, Press TV ye  yaptığı açıklamada “ Türk yetkililerinin  anlaması gerekiyor. ABD ve İngiltere ile ittifak ölümcül kucaklaşmadır. Suriye’ye karşı Türkiye’yi oyuna sürecekler, Biliyorlar ki, bu çatışmanın geri tepkisi modern Türkiye’yi  imha edebilir” diyerek, Türk yöneticilerini  kurulan tuzak dışında kalmalarını uyarmaya çalıuşmasına rağmen,  Atatürk’ün yaptığı devrimlerinin bekçileri olan bizler ve TSK. O’un açtığı aydınlık yoldan asla sapmadan yürüyeceğimize olan inancımı kaybetmeyeceğim.

  

 

21 Ağustos 2012 Salı

BASINDAN



NİÇİN  KEMALİSTİM? 

15 Kasım 1992 yılında  Ahmet  Taner KIŞLALI 'nın Cumhuriyet gazetesinde yazdığı aşağıdaki yazı, hala güncelliğini korumakta. Tekrar hatırlamakta fayda var.
Burhan Bursalıoğlu

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE.

"NİÇİN KEMALİSTİM?" 

Öykümüz Kurtuluş Savaşı yıllarında başlar.

Kahramanlarımızın ilki, Paris-İstanbul arasında trenle mekik dokuyan genç bir Türk işadamı.

Macaristan'da genç bir bayanla tanışır. Evlenme teklif eder ve evlenirler. İzmirli işadamı, olayı ailesine açamaz. Macaristan'da bir kızı olur.Kızına Nermin adını verir..

Nermin büyümekte, Mustafa Kemal'in yaptıklarını, gazetelerden heyecanla izlemektedir. Baba İzmir'de ölür. Aile, geçim sıkıntısına düşer.

14 yaşındaki Nermin, Macaristan'da paralı  olan öğrenimini sürdüremez olur.

Mustafa Kemal'in ülkesinde eğitim parasızdır. Nermin, baba yurduna gitmeye karar verir. Annesinin haberi olmadan Türk Büyükelçiliği'ne başvurur.Ona pasaportla birlikte  eline durumunu açıklayan bir de Türkçe mektup verirler. Başı sıkıştığında, derdini anlatamadığında  o mektubu gösterecektir.

Olayı öğrenen annesi de ona destek verir. Üçüncü mevki bir tren kompartımanının tahta sıraları  üzerinde, günlerce sürecek bir yolculuk başlar.

Tren, Türkiye topraklarına girer. Gümrük memurları, elinde Türk pasaportu olan ama Türkçe bilmeyen bu çocuğun durumunu çok ilginç bulur, giriş izni de hemen verilir.

Öykü uzun...

Küçük Nermin, İstanbul'da bir yandan Almanca dersleri verirken öte yandan Türkçe öğrenir. Mustafa Kemal'in parasız kıldığı eğitim
olanaklarından yararlanır. İstanbul Hukuk Fakültesi'ni bitirir.
Gazetecilik yapar. Türkçe'nin arkasından İngilizce ve Fransızca da öğrenmiştir. Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne asistan olur. Çağdaş siyaset biliminin Türkiye'ye girmesine öncülük edenler arasında yer alır.

Gün olur, Türkçesinin bozuk olduğunu öne sürerek öğretim üyeliğinden atılmasını isteyenler çıkar. Tükenmez bir enerji ve heyecanla,gençlere bir şeyler verme isteğini yitirmez. Uluslararası toplantılarda Türkiye'yi, Türk kadınını, Mustafa Kemal'i savunur, savunur, savunur...

Bir oğlu olmuş,  adını da Mustafa Kemal koymuştur...

Prof. Nermin Abadan-Unat, Siyasal Bilgiler Fakültesi'ndeki son dersini bundan dört yıl önce verirken aralarında benim de bulunduğum bir grup eski öğrencisi de sınıftaydı. Kimisi profesör, kimisi doçent, kimisi çiçeği burnunda araştırma görevlisi. Deniz Baykal da sonradan yetişmişti. Son dersin sonunda, nefes bile almaya korkarak dinlediğimiz yukarıdaki yaşam öyküsünü anlattı bize... Ve sözlerini şöyle noktaladı:

- "Ben yurdumu kendi irademle seçtim. Mustafa Kemal olmasaydı, belki ben de olmazdım. Niçin    Kemalist olduğumu, öyle sanıyorum ki artık anlamışsınızdır... "

Çok etkilendiğim bu öyküyü yazdığımda, sonunu şöyle bağlamıştım: "Bu sözleri, parası olanlara Bilkent'i, olmayanlara Süleymancı yurtlarını gösterenlere adıyoruz..."

Bakıyorum da aradan geçen zamanda, ne Nermin Hoca'nın öyküsü güncelliğini yitirmiş, ne de benim altına düştüğüm not... Tıpkı  giderek daha güncel, daha gerçek, daha anlamlı olan Mustafa Kemal'in kendisi gibi!..

Ahmet Taner KIŞLALI
Cumhuriyet, 15 Kasım 1992

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Londra'da




LONDRA  OLİMPİYATI  VE  5 MADALYA

Burhan Bursalıoğlu

2012 Londra Olimpiyatları heyecanlı ve duygusal yarışmaların sonunda  nihayete erdi.
Her yönü ile başarılı bir organizasyon  ve ekran başından uzaklaşmamızı engelleyen  yarışmalar.
Ülkemiz bu yarışmalara 114 kişi ile katıldı. Hepsi de Türkiye’de yarışmış isim yapmış, Avrupa’da ve Dünya’da derecelere girmiş sporcularımız. Doğal olarak onlardan  çok, çok madalya bekledik ve beklemek de hakkımızdı.  Açılış geçidinde onları duygusal gözlerle izleyip alkışladık. İlk kez bu kadar  kalabalık şekilde olimpiyatlara katılıyorduk.

Yarışmacılarımız açılışta

Sayın Emin Çölaşan’ın,  “Atatürk’ün Kızları” dediği kızlarımız erkeklerden bir hayli fazla idi. Onlarla gurur duymak hem onur, hem de gurur veriyordu.
17 gün devam eden yarışmalar sonunda, ne yazık ki beklediğimiz başarılar gelmedi.  Aslında başarı olmak kolay da değildi. Dünya sporcularına karşı yarışıyorsun. Dünya rekorları kırmış yarışmacılara rakip oluyorsun.  Sonucun ne olacağını bildiğin halde, yinede heyecanlanmamak elden gelmiyordu.
Öyle yarışmalar vardı ki, madalya almak çok kolaydı.  Beklentilerimiz o yönde idi. Ama bütün bunlarda  hüsrana uğradık.

                                                               Halterdeki halimiz
Takım olarak çok güvendiğimiz  yarışmalarda  hiçbir başarı gösteremedik. Grekoromen ve serbest güreşler, ata sporumuz  olmasına rağmen, umulmadık güreşçiler karşısında minderden kalkamadık. Burnumuzu sürttüler. Dünya şampiyonu olan Selçuk Çebi dahi,güreş bilgi ve kültürü olmayan İsveçli, sıradan bir güreşçi olan Robert Rosengren’e yenilerek elendi.  Judo ve tekvandoda, beklenmedik yenilgiler aldık. Erkeklerde tekvandoda Servet Tazeğül’ün altın, Bahri Tanrıkulu’nun gümüş , Atatürk kızlarından tekvandoda Nur Tatar’ın gümüş madalya almaları da kişisel becerilerinden geldi. 
                                            Tekvandocu Altın madalyalı Servet Tazegül
                                                                
Okçularımız, atıcılarımız, gülleciler, diskçiler,  çekiççiler, yüksek atlama  boks  ve ciritçilerimiz hep sıfır çektiler. Aslında bu tür branşlar güç ve stil ister.  Çalışmakla  dereceler elde edilir. Bunların federasyon başkan ve görevlileri gereken ilgiyi göstermemişler diyorum.  Madalya alsın diye Çin’den  aldığımız devşirme masa tenisi yarışmacı Bora Vang ancak bir yarışmacıyı yenebildi ve ikinci yarışmada elendi.

                                             Broz madalyalı 100 kiloda Rıza Kayaalp

Çekiçte Eşref Apak 73.47 m.ile, 11. olup elendi.
Güllede Hüseyin Atıcı 19.74 m. İle 20. Olup elendi.
50 m. Serbest tabancada İsmail Keleş ve Yusuf Dikeç elendiler.
Disk atmada Ercüment Olgundeniz 60.87 m. İle elendi.
Kadınlar çekiçte, Kıvılcım Kaya 69.50 m. İle, Tuğçe Şahutoğlu 67.58 ile elendiler.
Atıcılıkta, Çiğdem Eryaman 63 puanla 13. Olarak elendi.
Ülkemizin dört tarafı denizlerle çevrili olmasına rağmen, maalesef deniz yarışlarında hiçbir varlık gösteremedik. Yelken ve kürekçilerimiz derecelere giremediler.
 Yüzme, daha çok havuz sporudur. Yüzücülerimizin başarılı olamamasının  nedeni yine federasyonlarda buluyorum. Gerekli tesisler maalesef yok. Bazı kulüplerin kendi adlarına açtıkları havuzlarda yetişen yüzücülerden bu  kadarı beklenir. Aslında onların programları da yanlış. Takımlarına aldıkları yeteneklerin çalışmaları kışın yetmiyor muş gibi, yaz aylarına da çalışma mecburiyeti koyuyorlar. Olay böyle olunca takımdan ayrılıyor ve yaz tatilini tercih ediyor.  Kulüpler hiç olmazsa öyle program yapmalılar ki yüzücüler 2 ay yazın tatil yapabilmeliler. Çünkü onların tamamı öğrenci. Böyle olunca da iyi yüzücü yetişmiyor. Birçok kabiliyetli çocuklar da tesis olmadığından veya  yetersizliğinden heba olmaktadır.
Hazal Sarıkaya, 100 m. Sırtüstünde 40.
Ediz Yıldırımer 1500 de 26.
Dilara Buse Günaydın 100m. Kurbağalamada sonuncu
Burcu Dolunay  100 m. Serbestte 25.72 lik dereceyle elendi.
Burcu Dolunay 50 m. Serbeste de 34. Oldu.
Atletizm branşının koşu bölümünde Atatürk’ün kızları büyük bir özveri ile çaba gösterip yüzümüzü ak çıkardılar.
Erkekler, 3000 m. Koşan, devşirme Tarık Langat Akdağ 8.17.85 ile Türkiye rekoru kırmasına rağmen finalde sonuncu oldu.
Dudu Karakaya  5000 m. Elendi.
Pınar Saka, 400 m. Seçmelerinde 52.38 lik derecesiyle elendi.
3000 m. Engelli kızlarda, Gürcan Mangır 28. , Özlem Kaya 40. Ve Binnaz Uslu da sonuncu olarak elendiler.
100m. Engellide final koşan Nevin Yanıt 12.58 dereceyle (Türkiye rekoru) ile 5. Geldi.
800 m. de Merve Aydın, önde götürdüğü yarışın ortalarında sakatlanarak en geri düştü. Sakat, sakat yarışı bitiren Aydın’ı 80 bin seyirci ayakta alkışlayıp, İngiliz spor gazetelerden biri Nevin Aydın’ı “günün atleti” seçti.

1500 ün altı madalyalı Aslı Çakır Alptekin (sağda)  ve gümiş madalyalı Gamze Bulut

1500 m. Kızlarda,  final koşan Aslı Çakır Alptekin ile, Gamze Bulut göğsümüzü kabartan Atatürk Kızlarına laik oldukları dereceleri yaptılar. Alptekin birinci, Bulut ikinci oldular.

                                                           Filenin Sultanları

Atatürk’ün Kızları , filenin  Sultanları   maçlara iyi başlayamadılar.  Gruptan çıkamadı. Ama  çok güzel maçlar çıkardılar. Çok güçlü olan gruptaki takımlar, defalarca olimpiyatlara katılmış takımlardı. Bizim kızlarımız ise ilk kez katılıyor ve heyecan rahat oynamalarını engelliyordu. Buna rağmen gurur verici maçlar çıkardılar.
Atatürk’ün Kızları, potanın   perileri  de ilk kez olimpiyatlara katılıyorlardı.  Çok mücadeleci ve gurur verici maçlar sonunda grup ikincisi olarak, diğer grubun üçüncüsü olan Rusya ile karşılaştı.  Zaman, zaman Dünya ve olimpiyat  şampiyonu olan Ruslara kafa tuttular. 3 sayı farkla   63-66 yenilerek  Londra’ya veda etmek mecburiyetinde kaldık. Çok taktir edilen  potanın  perileri  herkese kendilerini aşık ettirdiler. Helal olsun onlara.

                                                           Potanın Perileri

Bu arada sakat, sakat, yaralı ve hasta olarak yarışmalara katılan yarışmacılarımızı kutluyorum.
                Toplam madalya sıralamasında 5 madalya ile 32. Olan Türkiye’nin üzerinde, Azerbaycan 6;  Kuzey Kore 6;   Güney Afrika 6;  Hırvatistan 6; Etiyopya 7; Danimarka 9; Romanya 9 ; Polonya 10;   Çek Cumhuriyeti 10; Kenya  11   Jamaika 12; İran 12; Yeni  Zelanda 13;  Kazakistan 13;  Beyaz Rusya 13; Küba 14; Brezilya 17; İspanya 17;  Macaristan 17;  Ukrayna 20;  Hollanda 20;İtalya 28; Güney Kore 28;  Fransa 34; Avustralya 35;  Japonya 38 ; Almanya 44;  İngiltere 65;  Rusya 82; Çin 87; ABD 104  madalya aldılar.

                                               Tekvando gümüş madalyalı Nur Tatar

SONUÇ:  Başta, bütün yarışmacılarımızı gönülden kutluyorum.
Başarılı olmak için tesis şart. Libya’ya, Suriye’ye çok zenginmişiz gibi para göndereceğimize, arada bir isyan eden, hatta polisimizi yaralayan ,  harçlık, yatacak yer, üç oyun yemek verdiğimiz Suriyeli mültecilere masraf yapacağımıza, Ülkemizin  her yerleşim birimine tesisler yapmalıydık.
Sporcu ilkokuldan başlar. İlk okullardan azaltılan Beden Eğitimi derslerinin araç ve gereçler takviyesi ile tekrar çoğaltılması gerekmektedir.
Spor Devletin öncelik tanıyacağı konuların başında olmalı.
Londra olimpiyatlarında başarılı olmayan Federasyon Başkanları derhal istifa ederek, yerlerini çalışkan, programlı, o işin ustalarına bırakmalılar.
Özellikle güreş ve  halter  antrenörleri , çalıştırıcıları  görevden alınmalı. Gerekiyorsa dışarıdan çalıştırıcı getirtilmelidir.
Bütün branşlarda, Avrupa’ lı ların uyguladıkları çalışma yöntemleri öğrenilmelidir. Hep Avrupa diyoruz ama, Çin, Japonya, Güney Kore, ABD,  Brezilya gibi devletleri de bu cümlenin içinde farz ediyorum.
Devşirme sporculara son verilmeli.  Türkçe bilmeyen, Türkiye için yarışan  biri bana ters geliyor. Afrikalıların atletizmde başarılı olduğu kaçınılmaz. Onlardan sporcu devşireceğine, sporcularımız orada çalışsınlar veya oradan çalıştırıcı getirtilsin.
Lise ve üniversiteler, yetenekli sporculara burs versin. Onlara Dünyada olduğu gibi ayrıcalık tanınsın.
Çok kişi ile yarışmalar katılmak iyi de, daha iyi olan katılım oranında madalya almaktır. Adamlar 20 kişi  ile geliyor,  11  madalya alıp gidiyorlar. Biz 114 kişi ile 5 madalya alıp göklere çıkıyoruz.

,  2016 ve Türkiye’de olması için yaptığımız müracaat kabul edilirse, 2020 olimpiyatlar bizim için  bir fırsat olacaktır.  Onun için tüm Federasyonlar  şimdiden 2016 ve 2020  olimpiyatlarda yarışacak  yarışmacıları  yetiştirmeliler.












10 Ağustos 2012 Cuma

GÜNCEL



Hastal ceza evinde yatan Tümamiral Sayın Cem  GÜRDENİZ 'in emekli edilmesi nedeniyle, yayınladığı mesajı bloguma alıyorum.  Sorduğu bir soru üzerine altta cevap yazımı da koydum.

Burhan Bursalıoğlu


CUMHURİYET DONANMASINA VEDA EDERKEN

 1972 yılının Ağustos ayının ilk haftasında Deniz Lisesi öğrencisi olarak, 14 yaşında Türkiye Cumhuriyeti Bahriyesi-TCB’ nin bir denizcisi oldum. Tam tamına 40 yıl sonra, 2012 yılının gene Ağustos ayının ilk haftasında 12 Orgeneral ve Oramiralin de imzası olan Yüksek Askeri Şura kararları neticesinde emekliye sevk edildim.

Diğer bir deyişle, sahte delillere dayalı Balyoz komplosu sonucu, diğer 13 kıymetli Amiral ile birlikte, aynı zamanda silah arkadaşlarımız ve komutanlarımız olan YAŞ üyesi orgeneral ve oramirallerin onayı ile Tümamiral rütbesinde tasfiye edildim. Tasfiye edildiğimi, 18 aydır tutuklu bulunduğum Hasdal Cezaevinde televizyondan öğrendim.

Beni tasfiye veya emeklilikten daha çok yaralayan, Balyoz komplosunun bini aşkın maddi hata ve onlarca bilirkişi raporlarıyla ispat edilmiş olmasına rağmen, bu çıplak gerçeğin görülmemesi, masumiyetimizin savunulmaması ve tasfiyeye imzalarla onay verilmesi oldu.

Mustafa Kemal’in sadık bir denizcisi ve Amirali olarak Cumhuriyet Donanması ile dolu dolu geçen 40 yılın her gününden, yaptığım her görevden büyük haz ve onur duydum. Başarılardan ve başarısızlıklardan ayrı ayrı dersler çıkardım. Denizde gemi komutanı, komodor ve filo komutanı olarak değişik rütbelerde yaptığım tüm görevlerde gemimi ve gemilerimi her görev sonrası limana kazasız ve sapasağlam geri getirdim. Bayrağımızı fırkateyn komutanı olarak yedi denizlerde dolaştırma onuruna sahip oldum. Yurt içi ve yurt dışında icra ettiğim tüm kara görevleri ve toplantılarda denizlerimizdeki hak ve çıkarlarımızı sonuna kadar savundum. Lekesiz ve tertemiz geçen yıllar sonunda 2004 yılında Amirallik ile onurlandırıldım.

Sadece ben değil, benimle beraber hukuk adına, hukuk katledilerek Hasdal, Maltepe, Hadımköy ve Silivri’de bu acıları aileleri ile beraber çeken ve sahte davalar sonucu tasfiye edilen çok kıymetli, seçkin, ulusal duruşu yüksek, Atatürk’ün rotasından en küçük bir sapma göstermeyecek Deniz Kuvvetleri mensubu Amiral, subay ve astsubayların aslında tek suçu, Deniz Kuvvetlerine 90’lı yıllardan sonra tek kelime ile büyük sıçrama yaptıran üretken ve yaratıcı değerler arasında bulunmalarıydı.

Soğuk Savaş süresinde enerji toplayan ve bu enerjiyi Soğuk Savaş sonrası dönemde büyük bir ivme ile açık denizlere çıkarak, dışa vuran Cumhuriyet Donanmasını ne ekonomik krizler, ne de 1999 Gölcük depreminin yok edici enerjisi durdurabildi. Cumhuriyet Donanması özellikle 90’lı yıllardan itibaren tarihinde benzeri görülmemiş bir şekilde yükselmeye devam etti.

Türk Deniz Gücünün neler yapabileceği yakın tarihimizde saklıdır. Kıbrıs’a 1974 yılında, Rum müdahalesinden sadece beş gün sonra, son 50 yıldır hiç savaşmamış olduğu halde Cumhuriyet Donanması, denizaşırı bir amfibi harekâtı başarabilmiştir. Bu başarının bir benzeri dünya deniz tarihinde yoktur. Ocak 1996’da yaşanan Kardak krizinde de Cumhuriyet Donanması, 12 saat içinde savaş konumuna geçebilmiş ve karşı tarafı caydırarak siyasi inisiyatifin Türkiye’ye geçmesini sağlamıştır.Cumhuriyet Donanmasının yükselişi o denli büyük oldu ki, bu yükseliş, 21’inci yüzyılda Karadeniz, Ege ve Doğu Akdeniz’in küresel emperyal kurgular ile şekillenmesine izin vermeyen, önemli çıkarları olan Hint Okyanusu’nda 2009 yılından itibaren sürekli savaş gemisi bulundurabilen, kendi savaş gemisini, sensör ve silahını yapabilen, var oluş nedenini Mustafa Kemal Atatürk ve ulusal güçten alan Türk Deniz Gücünün oluşumunu gerçekleştirdi. Daha da öte, Cumhuriyet Donanması Türkiye’nin denizcileşmesinin lokomotifi oldu. Osmanlı İmparatorluğundan devraldığı bu görevi, emsalsiz başarılar ile sürdürebildi. Cumhuriyet Donanması, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan, “Toprak Gemi” Anadolu’yu sırtında taşıyarak, “Mavi Vatan” denizlerimize yaklaştırmanın ve her ikisini buluşturmanın hayati sorumluluğunu üstlendi.

Aslında 21’inci yüzyılın başlangıcındaki Türk Deniz Kuvvetleri, Atatürk’ün hayalindeki denizci Türkiye’nin mükemmel bir eseriydi. Bu olağanüstü başarı çok göze batıyordu. 2008 yılından itibaren Deniz Kuvvetlerine maalesef kendi hükümetinin ve parlamentosunun gözleri önünde akla hayale gelmeyecek iftira ve yalanlara dayalı komplolar kuruldu.

Hasdal, Silivri, Hadımköy ve Maltepe’de bu tip komplolar sonucu rehin alınan bahriyeliler, aslında bu yükselişin gerçek sahibi seçkin neslin altın vardiyası idiler. Onlar deniz tarihimizin Çeşme, Navarin, Sinop ve Haliç baskınlarını aratmayacak bir baskının, Silivri Baskınının rehinleri olarak deniz tarihimizde yerlerini aldılar.

Amerikalı Stratejist George Friedman’ın “Bir donanma gücü oluşturmak, gerekli teknolojiyi üretmek için değil, ama iyi amiraller ortaya çıkaran birikmiş bir tecrübenin devredilmesi gerektiği için, nesiller alır”[1] değerlendirmesi, 2008 ile 2011 yılları arasında Türk Deniz Kuvvetlerine karşı, tasfiye amaçlı acımasızca uygulanan asimetrik psikolojik ve asimetrik hukuk savaşlarının ana teması oldu.

Bu komploda önce propaganda medyası oluşturuldu. Müteakiben etki tabanlı, dış destekli asimetrik psikolojik harekât saldırıları, asimetrik hukuk savaşları ve her türlü yalan haberi ve iftirayı yayma cesaretini bulan neo liberal ve dinci medya terörü ile sürdürüldü. Özellikle 11 Şubat 2011 gecesi, Türk hukuk tarihine Silivri toplama kampının, “Auschwitz” tutuklamaları olarak geçti. Savunma hakkı verilmeden 163 Amiral, general ve subayın dakikalar içinde tutuklanmasından sonra, sahte davalar bir kanser olarak büyüdü ve “hukuka saygılıyız” diyenleri de sahte deliller ile yutmaya devam etti.

Maalesef bu operasyonun perde arkasındaki makro hedeflerden en önemlisinin, Türkiye’nin denizcileşmesi ve bölgesel bir deniz gücü olmasının engellenmesi olduğunu sorumlu mevkide olanlar göremedi. Görmek istemedi.

1571 yılının İnebahtı deniz yenilgisinden sonra, Türklerin yaşadığı toprakların kaderini belirleyenlerin gizli tarihlerinde, Anadolu’nun denizcileşmesinin önlenmesi ve Türklerin denizlerden uzak tutulmasına yönelik yüksek bir hedef olduğunu görebilmek için, tarih doktorası yapmaya gerek yoktur.

21’inci yüzyıl başında yaşanan bu savaşın sonunda beklenen açık ve net hedef, Türkiye’nin denizcileşmesinin ve Cumhuriyet Donanmasının bölgesel bir güç olmasının önlenmesidir. Bu süreçte sözde darbe suçu ya da akla ziyan diğer sahte suçlar ile yargılananlar Deniz Kuvvetlerinin seçkin denizcileri değil, Türkiye’nin denizcileşmesinin ta kendisidir.

Unutulmamalıdır ki Türkler 20’nci yüzyıla donanmasız girmiş ve bedelini Kıbrıs, Girit ve Ege Adalarının tümünün kaybı ile ödemiştir. Daha kötüsü, donanmasızlık, Birinci Dünya Savaşında, Gelibolu’ya müttefiklerin aç kurtlar gibi saldırmasının yolunu açmıştır. Bu kez Türkler gene emperyal bir komplo sonucu 21’inci yüzyıla Amiralsiz giriyor. Muharip 48 Amiralinin 25’inin tutuklu olduğu ve 4 Ağustos 2012 YAŞ kararları ile 13’ünün acımazsıca tasfiye edildiği bir ortamda, başka söze gerek yoktur. Amiralsizlik ve ehliyetli denizci eksikliğinin ülkelerin başına neler açtığının en güzel örneği Fransız İhtilalinde yaşanmıştır. İhtilal tasfiyesinden 15 yıl içinde Fransız Donanması önce Akdeniz’den, sonra da Atlantik’ten atılmıştır.

İlerde tarih kitapları, Türk deniz tarihinin bugünlerini anlatırken, bindiği dalı kesen Türkiye’nin durumunu açıklamakta zorlanacaktır. Gelecekte yazılacak bu kitaplardan birinde özgürlüklerimizin çalındığı bu günler sanırım şöyle anlatılacak:

2008 ile 2012 yılları arasında Türk Deniz Kuvvetlerine dünya deniz tarihinde örneği görülmemiş bir saldırı yapıldı. Bu saldırıda Deniz Kuvvetlerinin komuta yapısı hedef alındı. Kuvvet yapısına dokunulmadı. Bu saldırı ile moral ve komuta kontrol birliği çökertildi. Bu saldırıyı yapanlar, şüphesiz Türk Deniz Kuvvetlerinin emperyal yapının kontrolü dışında güçlendiğini, onun iradesi dışına çıktığını ve gelecekte Avrasya/Ortadoğu merkezli bir çatışmada ulusal çıkarları emperyal çıkarların önünde göreceğini tahmin etti. Zira tarihinde, sadece ulusal çıkarlara hizmet eden Cumhuriyet Donanması Karadeniz, Ege ve Akdeniz’de Anadolu’nun deniz çıkarlarını sadece korumadı, aynı zamanda geliştirdi. Türklerin denizcileşmesinin lokomotifi oldu.

Bu saldırı Osmanlı deniz tarihinde yaşanmış Çeşme, Navarin ve Sinop baskınlarından çok farklı oldu. Bu baskınlarda Türk Donanması müttefik düşmanlar tarafından yakılmış, Türklerin kendi içinden düşmana yardım eden ve Donanmayı iç cepheden çökertmeye çalışanlar olmamıştı.

21’inci yüzyıldaki baskın bu nedenle çok farklıydı. Zira baskını yapanlar; tetikçi olarak çalışan, sahte dijital belge üreten, sahte delil eken, yalan ve iftiralarla dolu fezlekeler düzenleyen, sahte haberler yaparak Deniz Kuvvetlerini, çete kuran, fuhuş, casusluk, şantaj yapan, Amirallerine suikast planlayan suç şebekesi gibi gösteren ve bu masum vatanseverleri tasfiye edenler onların kendi silah arkadaşları, polisi, savcısı ve medyası yani kendi vatandaşları oldu. Ancak iç savaşlarda yaşanabilecek böyle bir durum, dünya tarihinde pek az gözlenir.

Bu kadar güçlü bir Donanmanın, Hükümeti’nin ve Parlamentosu’nun gözü önünde zayıflatılmasına, komplolar kurulmasına, moralinin çökertilmesine, denizde bir çatışma yaşansa en yetenekli denizcileri hapiste tutulduğu için kaybetme riski ciddi şekilde artmasına rağmen, yüzlerce seçkin denizcinin iddianamelerde yer alarak çoğunluğunun tutuklanmasına birçok stratejist ve analist anlam veremedi.

Ancak 2011’den sonra yaşananlar bu komplonun yüksek stratejisinin tasarlandığı emperyal yapının ne kadar haklı olduğunu ortaya çıkardı. Onların düşünce yapısı son derece sade idi. Anadolu’nun stratejik baskı altında tutulması için önce Donanma yok edilmeli ya da dönüştürülmeliydi. Bunun için gemi batırmaya hiç de gerek yoktu. O gerekirse zaten akıllı füzeler ile kolayca yapılabilirdi.

O yıllarda acil yeni enerji kaynaklarına ihtiyaç vardı. Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) endüstriyel medeniyeti sürdürebilmek için 2030’a kadar altı tane yeni Suudi Arabistan’a ihtiyaç var diyordu. Petrol bitiyor nerede olursa olsun yeni kaynaklar bulunmalı, mevcutlar Irak ve Libya’da olduğu gibi küresel sermayenin kontrolüne alınmalı, diyen yüksek emperyal irade bu yolda önüne çıkanı ezmeliydi.

O yıllarda Doğu Akdeniz petrol ve gaz kaynıyordu, ancak Türk Donanması kendi alanlarını ve Kıbrıslı soydaşlarının gelecekteki çıkarlarını korumak uğruna bu alandaki faaliyetlere mani oluyordu. Daha da kötüsü Karadeniz’de beş sahildar ülkeyi de yanlarına alarak dünya denizlerinde örneği görülmeyen bir başarı ile başta BLACKSEAFOR ve Karadeniz Uyumu Harekâtı olmak üzere çeşitli girişimlere liderlik ediyor ve Karadeniz’i dış dünyanın karmaşasından ve askeri rekabetinden uzak tutuyorlardı.

Bunların üzerine bir de Heybeliada isimli korveti yüzde 70 ulusal olanaklarla inşa etmediler mi? Emperyal okul ne diyordu? Anadolu denizci ve Atatürkçü olmamalı. Aksi takdirde Türkleri tutamazsınız. O halde söz konusu iki kavramın en çok geliştiği kurum olan Türk Deniz Kuvvetlerinde emperyal çıkarlara karşı duran Amiral, subay ve astsubaylar ile potansiyel yetenek ve düşüncede olanlar yok edilmeliydi. Geri kalanlar da polis fezlekesi ve malum medyada fuhuşçu, suikastçı, şantajcı ya da pornocu olarak kapak olma tehdidi ile baskı altında tutulmalıydı. Haksızlıklara ve oldubittilere karşı sesini çıkaran biri oldu mu, sahte bir e-posta ve dehşetli bir fezleke ile içeri atılmalıydı.”

Kitabı okumaya devam ediyorum. Bakın 2012 sonrasında neler olmuş:

“Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ten ve Cumhuriyetin kurucu felsefesinden her gün uzaklaşmış. Devletin jeopolitik ve stratejik çıkarlarını koruma refleksi diye bir kavram kalmamış. Türklük, vatanseverlik ve Mehmetçik gibi kavramlarının yerini daha çok para puan, kontör, borsa endeksi, şimdi eğlence zamanı gibi kavramlar almış. Kuvvetler ayrılığı ortadan kalkmış, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı yok edilerek her kavramın yandaşı ortaya çıkmış.

Gelelim denizlere, Doğu Akdeniz’de İsrail ve GKRY tarihinde yaşanmadığı kadar birbirlerine yakınlaşmış, Doğu Akdeniz’deki en büyük doğal gaz kaynaklarından birine erişmişler. Küresel sermaye ve enerji devleri bu duruma çok sevinmiş. Zira Türkiye’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin de haklarının olduğu sahalar dâhil Doğu Akdeniz’de o yıllarda 13 milyar varil petrol ile 21 trilyon m³ doğal gaz bulunduğu tahmin ediliyormuş. Doğal gaz kapasitesi Hazar havzasının neredeyse üç katına yakınmış. 2011 yılında Japonya’da meydana gelen deprem ve tsunami sonrası pek çok Avrupa ülkesi nükleer santralleri kapama kararı verdiğinden, enerji açığının doğal gaz ile karşılanması kaçınılmaz olmuş. O nedenle Akdeniz kaynakları, Libya sonrası küresel sermayeye ilaç gibi gelmiş.”

Ünlü Romalı devlet adamı Çiçero şöyle diyor: “Bir ulus dış düşmanları ile baş edebilir. Fakat içersindeki satılmış ve hainlerle yaşayabilmesi olanaksızdır. Sınırları zorlayan düşman silahlarını ve âlemlerini açıkta taşıdığı için daha az tehlikelidir. Fakat bir hain, hain gibi görünmez, kurbanları ile aynı aksanda konuşur, onların çehresine bürünür ve bütün kapılardan serbestçe geçer, sesi en üst düzey hükümet koridorlarında duyulur. Ulusun ruhunu çürütür. Politik yapıya her türlü hastalık bulaştırarak ulusun yaşam gücünü elinden alır. Bir katil daha az korkuludur.”

Bugün Türkiye’de etrafımız Çiçero’nun tarif ettiği hainlerle çevrilidir. Ancak, Deniz Kuvvetleri içinde çıyan gibi yıllarca bugünleri bekleyen hainler kadar, bu hainlerle baş edemeyen, onlarla savaşı göze alamayan, savaşmayarak teslim olan ve böylece Cumhuriyet Donanmasına, onun değerlerine ve geçmişine ihanet edenler de artık en az onlar kadar geleceğimize zarar vermişlerdir.

82 yıl önce Kubilay’ın Menemen’de vatandaşların gözleri önünde katledildiği gibi, bugün Deniz Kuvvetlerinin yüzlerce emekli ve muvazzaf personeli Türk halkının, Türk denizcisinin ve silah arkadaşlarının gözleri önünde katlediliyor. Maalesef halkımız kan uykusunda.

Aslında katledilen Cumhuriyet, katledilen denizciliğimiz ve geleceğimiz. Kubilay’ın Menemen’de katli sonrasında durumu sessiz ve kayıtsızca izleyenlere şair Behçet Kemal Çağlar şöyle haykırmıştı: “Çıkmadı mı bu genci bir tek kurtaranınız, varmaz mıydı kalbiniz, akmaz mıydı kanınız, gövdeyi kan götürse demek ki razıydınız, ona nasıl kıydınız, ona nasıl kıydınız.”

Ben şimdi Türk halkına soruyorum. Balyoz ve diğer isimli sahte davalarda yargılanan, özgürlükleri ve gelecekleri iftira ve yalanlarla çalınan şerefli askerlere, denizcilere, havacılara ve vatanseverlere nasıl kıydınız? Türkiye’nin denizcileşmesine ve geleceğinize kurulan tuzakları nasıl görmediniz? Sizlerin içinden gelen ve sizi koruyacak olan Ordunun, Donanmanın ve Hava Kuvvetlerinin sahte davalar ve iftiralar ile sindirilmesine nasıl göz yumdunuz.

Atatürk’e ve kurucu atalarımıza ihanetin ve neredeyse hakaretin liyakat olduğu bir dönemde, bedeni tutsak ama ruhu Mustafa Kemal’in Amirali olarak sonsuza dek hür kalacak olan ben Amiral Cem Gürdeniz, Cumhuriyet tarihimizin en karanlık günlerinin yaşandığı dönemde tutuklu kalıp, bir tasfiye sonucu emekliye sevk edilerek tertemiz üniformamım dışarıdaki çamur ve ihanet ile kirlenmesini önlediği için, talihime şükrediyorum. Dünyaya tekrar gelirsem gene Cumhuriyet Donanmasında denizci, gene Mustafa Kemal’in Amirali olurdum.

Beni son 40 yılda yetiştiren, denizi ve denizciliği öğreten, devlet ve millet adına bana savaş gemilerimizin komutanlık, komodorluk ve filo komutanlıklarını emanet eden Mustafa Kemal’in gururu Cumhuriyet Donanmasından, tüm şehit ve gazilerimizden, 40 yılın sonunda helallik isterken, ben tüm varlığımla bu kutsal dönem içinde sarf ettiğim tüm emeklerimi ve yarattığım tüm katma değerleri Atatürk’ün Bahriyesine helal ediyorum.

Tümamiral Cem Gürdeniz

4 Ağustos 2012 Hasdal



SAYIN   CEM  GÜRDENİZ’ E

Sayın Gürdeniz. Önce size geçmiş olsun  diyor ve en yakın bir zamanda çıkmanızı diliyorum.  

Veda mesajınızdaki fikirlerinize tamamen katılıyorum

Geçmişiniz, yaptıklarınız bu Ulusa onur, şeref ve haysiyet bahşetmiştir.  Sizlerin varlığı, uyanıklığınız, güven verişiniz bizleri bu vatanda, rahat ve huzur içinde yaşamamızı  sağlıyor du. Bugün aynı rahatlıkta yatıyor muyuz?, tartışılır.

Sayın Gürdeniz, halka"  bugünkü durumumuza gelişimizi görmediniz mi? diye soruyorsun.  Bizler, sizin olayları daha yakınen görebileceğinizi düşünerek görmemiş olabiliriz.  Ama siz neden görmediniz? Başınıza böyle trajik olayların gelebileceğini görmediniz mı? Bu  güne geleceğimizi görmedinizse halkı suçlamayın. Halkımızın her zaman yenilikçi olduğunu biliyorsunuz. Yarım ve koalisyon hükümetlerinden bizar olan halk yenilik yaptı. Değişik fikirlerle halkın karşısına çıkarak ikna kabiliyetlerini sergileyip  gereken oyu aldı ve 12 yıldır iktidardalar. İktidarın bugünkü yaşadığımız olayların olacağını  halk  bilmiş olsaydı oy verir miydi?  Bilmiyorum ama tartışılır. Ama sizlerin bunu bilmeniz gerekirdi. Onun için halkı, bu gidişatı bilemediği için suçlamayın. 

Umarım tüm içerde olan aydınlarımızın bir an önce çıkıp, aylarca, yıllarca evle tutuklu ev arasında mekik dokuyan, eş, çocuk, ana baba ve yakınlar ikinci bayramlarını yaparlar.

Hoşça kalın Sevgiler sunuyorum.

Burhan BURSALIOĞLU

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ

  CUMHURİYET Burhan Bursalıoğlu Bu gün Cumhuriyetimizin 99. Yıl dönümü. 99 yıl önce bugün, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşla...