26 Haziran 2013 Çarşamba

ŞİİR DÜNYAMIZIN DEĞERLERİ




UNUTULMAYAN  DEĞERLER

Burhan Bursalıoğlu

Sevgili Dostlar;

Öyle bir ortamda yaşıyoruz ki, geçmiş değerlerimizi hatırlama, yadetme fırsatı, daha doğrusu ortamı bulamıyoruz.
 Bir zamanlar  dilimizden düşmeyen, saatlarca ezberlemek için gayret sarfettiğimiz, ezberlenenlerle iftihar ettiğimiz, başkalarına, özellikle de öğrencilerimize, öğrenmeleri ve ezberlemeleri için  şart koştuığumuz, yazarlarının yaşamlarını öğrenmelerini istediğimiz şiirlerin bir çoğunu unuttuk. Adlarını dahi hatırlamaz olduk. Bazı yerlerde aniden aklımıza gelen bir beyit, ağzımızdan bir anda çıkıp şaşkınlık yaratmaktan öteye gidemiyor.
Uzun zaman düşündüm. Biz blokcular, siyaset yapmaktan uzağız. Arada  bir eleştiri ve önerilerimiz olmaktadaır, o da istenilen kulaklara girmemektedir. O halde "nasıl faydalı olabilirim?" "Neleri öne çıkarabilirim"  diye listeler yaptım. Verdiğim karardan umarım sizlerde memnun olacaksınız.
Unutulmuşları ön plana çıkarıp hatırlatmak, bugünkü sıkıntılı günlerimizi  bir köşeye itip, bir nebze olsa da gerilere gitmeyi uygun gördüm.
Zevkle, heyecanla, şevkle, gür seslerimizle, bağırarak, ellerin parçalanıncaya kadar alkışlanan şiirlerimizi ve onları yazan üstün insanların yaşamlarını yayınlamaya karar verdim.
Bu gün okullara giden öğrencilerimizin  okudukları kitaplarda  maalesef bu şiirler bulunmamaktadır. Tatilin başladığı  yaz aylarında , ister tatilde ister evde olsunlar, Sizler  çocuklarınıza ve torunlarınıza bu şiirleri tavsiye etmeniz, geçmişinizi hatırlamanız bakımından da huzurlu, mutlu, neşeli, hatta heyecanlı günler geçireceğinizi uımmaktayım. Bu gün ilk olarak BEHÇET KEMAL ÇAĞLAR' ın şiirleriyle başlıyorum.





23 Temmuz 1908'de Erzincan'da doğdu, 24 Ekim 1969'da İstanbul'da yaşamını yitirdi.
 İlk ve orta öğrenimini Kayseri'de tamamladı. 1929'da Zonguldak Maden Mühendis Mektebi'ni bitirerek maden mühendisi oldu. Maden Tetkik Arama Enstitüsü'nde mühendisi olarak çalıştı; mesleğiyle ilgili incelemeler için Fransa'ya gönderildi. Dönüşünde İktisat Bakanlığı'nda görevlendirildi. İktisat Bakanlığı'nda çalışırken İngiltere'ye gönderildi. 1935'te Halkevleri Müfettişi olarak görevlendirildi, bu görevi dolayısıyla yurdun her yöresini dolaştı. Halk şiirleri ve halk sanatı ile yakından ilgilenmek fırsatını buldu. 1941-1947 yılları arasında Erzincan milletvekilliği yaptı. Milletvekilliğinden ayrılınca Robert Kolej'de öğretmenlik,
İstanbul Radyosu'nda edebî müşavir, TRT Yönetim Kurulu Başkanlığı, Akbank Neşriyat Müdürlüğü, TRT Program Uzmanlığı görevlerinde bulundu. 27 Mayıs'tan sonra Kurucu Meclis üyeliğine seçildi. 1949'da haftalık sanat dergisi Şadırvan'ı çıkardı. İstanbul Radyosu'nda, uzun yıllar ancak aralıklı olarak "Edebiyat Dünyamız" ve "Bitmez Tükenmez Anadolu" programlarını hazırladı, yönetti, sundu. İlk şiiri Hep Gençlik dergisinde yayınlandı, bazı şiirlerinde Ankaralı Âşık Ömer mahlasını kullandı. Şiirleri Hayat, İnkılapçı Gençlik, İstanbul, Muhit, Şadırvan, Türk Dili, Türk Yurdu, Ulus, Ülkü, Varlık, Yedi gün, Yücel dergi ve gazetelerinde yayımlandı. Şiirlerinde Atatürk devrimleri, Atatürk sevgisi, ulusal duygular, yurt ve vatan sevgisi ve güzellikleri konularını işledi, hece ölçüsünü kullandı. Faruk Nafiz Çamlıbel ile birlikte Onuncu Yıl Marşı'nı yazdı.

 KİMLİK KAĞIDIM:
Yalınayak basardım yaz kış toprağa,
Odun toplamaya giderdim dağa,
Ata üzengisiz binmekti derdim,
Bazlamaya çaman sürer de yerdim,
Beziryağı idi yanan lambamda,
Yıldız saya saya uyurdum damda,
Yufka pişirmeye firez yolardım,
Yazları üst daldan kiraz yolardım,
Yonca otlatırdım sarı tosuna,
Bayılırdım yanık un kokusuna,
Güzün değirmende nöbet beklerken,
Büyük anam "Yasin", babam "Türküm ben"
ezberlettirirlerdi kışın her gece,
Anam baş ucuma gelir gizlice,
"Keloğlan" masalı söyler giderdi,
Nutuk söyletmekti hocamın derdi,
Amcamın yanında askerdim dimdik,
Yazın köylü kışın şehirli idik,
Mektepte leyliydim bir uzun kıştı,
Kitaplar okudum, aklım karıştı,
Dünya güzelini düşümde gördüm,
Denizi onaltı yaşımda gördüm,
Maden mektebine zorla giderken,
Sonra Avrupa'yı dolaştım da ben,
Çeşit çeşit süsler, keyifler gördüm,
Yine de gözümde tüterdi yurdum,
Gurbette vatanı yaman özledim,
Yine acıkınca caman özledim,
Yine yıkanmaya aradım dere,
Bildim, çabalamam benim boş yere,
Ben ki hep bu dağın taşın çocuğu,
Yüz yıl geçse onbeş yaşın çocuğu.


İŞTE BEN ;

Yunus'lardan daha yaşlıyken başım,
Çırpınır göğsümde yirmibeş yaşım,
Her gece kendimden çıkar giderim,
Orhon Beyi Yulug Tikin yoldaşım,
Yerde beni boğadursun kederim,
Çoban olur yıldızları güderim,
Mikelanj'ın ellerini öpmeye,
Atilla'nin terkisinde giderim,
İmbiğimden geçen her haram helal,
En yakın sırdaşım Mevlana Celal,
Gönlüm beste yapar Karacoğlan'a,
Başımda konuşur Mustafa Kemal.



ONUNCU  YIL MARŞI

Çıktık açık alınla on yılda her şavaştan;

On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan.

Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan;

Demir ağlarla ördük Ana yurdu dört baştan.

Türk'üz Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,

Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.

Bir hızla kötülüğü geriliği boğarız,

Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız.

Türk'üz bütün başlardan üstün olan başlarız;

Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız.

Türk'üz Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,

Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.

Çizerek kanımızla öz yurdun haritasını,

Dindirdik memleketin yıllar süren yasını.

Bütünledik her yönden istiklâl kavgasını.

Bütün dünya öğrendi, Türklüğü saymasını.

Türk'üz Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,

Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.

Örnektir milletlere açtığımız yeni iz;

İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kütleyiz;

Uyduk görüşte bilgiye, gidişte ülkeye biz;

Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz.

Türk'üz Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,

Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.

DEVAM EDECEK









19 Haziran 2013 Çarşamba

KAVİMLER



KALAŞ KABİLESİ

Burhan Bursalıoğlu


Ey  gözlerim, göremedin! Ey ayaklarım, gidemedin yanlarına! Ama kulaklarım, sen işittin!

Ey gezgin, dünyanın en yüksek dağlarının eteğindeki daha alçak dağlarda, adına Kâfiristan denilen, evet Kâfiristan denilen o topraklarda, çok küçük, çok gizemli; gözlerinden saçlarına, giysilerinden Tanrılarına, aşkları ve bayramlarına kadar rengârenk bir halk yaşar. O dağların eteklerine kadar gittin, Hunza Nehri'nin daha alçak yamaçlarında, su gibi akan mutlu saatler geçirdin.

 Lakin, Müslümanlar ile Müslümanların, birbirlerini Müslüman olmadıkları için yok etmeye çalıştıkları bir zamandı. Hindukuş Dağları'nın her iki ülkeye uzanan derin vadileri, Afganistan ve Pakistan'a uzanan sarp geçitlerinin adlarının hepsi silinmiş, hepsine birden ölüm vadileri denilir olmuştu. Oradan döndün. Şunun şurasında daha gün bile olmadı. Bu renkli gözlü, sarı saçlı halkın adı Kalaş'tır.. Kalaşlar der ki, başlangıçta Tanrı yeryüzünde toprakları yarattı, ama tarlalar öyle çok sarsılıyordu ki, onları korusun diye dağları yarattı ve bu sarsıntı durdu. Söyledikleri dağlar Himalayalar'dır. Onların da yakınındaki Karakurum Dağları'dır. Onların da yakınındaki Hindukuşlar'dır.

 Bu dağların, insanın ulaşabildiği yamaçlarındaki kayalıklara, bütün Orta Asya'nın pek çok yüksek ve kutsal dağlarında olduğu gibi kadim resimler kazılmıştır. Kalaşlar, 'Dizila vat' yani Yaratıcının Taşları dedikleri bu kayalıkların başlangıcı anlattığını düşünür.
 

 Zamanın başlangıcında Tanrılar, ruhlar, insanlar, hayvanlar ve bitkiler hep birlikte yaşarlardı. Birbirlerinin dillerini anlarlardı. Sonra bir şey oldu, ayrı düştüler. Etraflarında yaşayan Müslüman halkın Adem ve Bibi Havva öyküsüne çok benzer birkaç cennetten kovulma öyküsü vardır bu konuda. Kalaşlar, Yaratıcının kendilerinden ayrılan hayvan bitkileri taşa dönüştürdüğü bu yerde, başlangıcı anma ayinleri yaparlar.
 

 Ahşap evlerinin duvarlarına bu resimlerin aynılarını çizerler. Sonra onların hamurdan tıpkılarını yaparlar, ateşte pişirirler ve gece yarısı, ellerinde meşalelerle dışarı çıkıp buzlarla kaplı bir dağ yamacını tırmanır ve Tanrı Mahandeo sunağına heykel ekmeklerini koparıp koparıp fırlatırlar. Bir yandan da uzun sopalarla karanlığı döver, heykelciklerin ruhlarını güttükleri keçiler gibi cennete doğru kovalarlar. Hadi hadi hadi hadi! Heh heh heh heh he! Bunu yaparken de şafak sökene kadar şu şarkıyı söylerler: 'Dezau'nun topraklarında bir düşün içindeydik, orada bizi terk ettiler, bir solukta uzaklaşıp gittiler;


Kalaş halkı; Pakistan’ın kuzeyinde, Afganistan sınırına yakın Hindukuş dağlarında yerlişik bir halktır. Kalaş’ların inancı çoktanrılıdır. Bundan dolayı da çevresindeki Müslümünlar tarafından Kalaş halkına ”Kafir” ve yurtlarına da ”Kafiristan” deniyor. 1895 yılında emiri Afganistan Abdurrahman; Kafiristan topraklarının ismini `Nuristan ` yani `Işık Ülkesi` olarak değiştirmesiyle burada yaşayan binlerce insanın bu isimle anılmasına son vermek istemişti.
Pakistan'da yaşayan Kalaş kabileleri birbirinden kadınlarının giysi rengiyle ayrılıyor. Öyle ki Müslümanların gözünde siyah giyen Kalaşlar ''Kara Kâfir'', kırmızı giyenlerse ''Kızıl Kâfir''...



   
 
 
 
 
 
 

Afganistan'ın başkenti Kabil'in kuzeydoğusu'nda, kafiristan'da yaşayan yaklaşık 70 bin kalaş, dünyanın bu en dindar bölgesinde, çevrelerini kuşatanların aşağılayan bakışlarına rağmen, dünyanın tavanında yaşıyorlar. büyük iskender'in hindikuşlar'da bıraktığı makedon askerlerin soyundan geldiklerine inanan kalaşlar, iskender'in soyunu yaşatıyorlar.
Kalaşlar, (kalash) bulundukları bölgeye nazaran fiziksel, dinsel, kültürel, ekonomik yönleriyle şaşırtıcı boyutta farklılıkları olan bir halk.
Afganistan’da, başkent Kabil’in kuzeydoğusunda, eski adıyla Kafiristan bölgesinde (yeni adıyla Nuristan bölgesinde), Hindikuş dağlarında bulunan Çitral’in üç vadisinde, denizden yaklaşık 3000 metre yükseklikte yaşıyorlar.



Kalaşların bir kısmı Müslümanlığa geçmiştir, bir kısmı da kendi kimliklerini, dinlerini, mitolojik ve kültürel ritüellerini yaşamaya devam etmektedirler.
Kalaşların nüfusunun gerçek bir rakamla ifade edilmesi mümkün değildir.



Kendilerine ait dili kullanırlar. Kalaşların dili (Burruşeski), Hint- Avrupa ailesinde yer alır ve UNESCO’nun tehlike altında olan diller listesinde ilk sıradadır. Kalaşların dillerinde Yunan kelimelerine rastlamak mümkündür. Bu dili yaklaşık 5000 kişinin konuştuğu tahmin ediliyor.
Aminist inançlara sahip Kalaşlar’ın dini, Şamanizm kökenli bir din. Zamanla bu din, Hinduizm, Zerdüşt, İran dinleri ve eski mitolojilerin etkisiyle değişime uğramıştır. En önemli tanrıları Di, Zeus ve Zau (güneş)'dur. En uzun gün ve gecelerinde tanrılarıyla buluşur ve atalarına kurban keserler.
Kalaşlar, Hindikuş dağları eteklerinde yüksek vadilerde yaşıyor olmaları sebebiyle kendi kendilerine yetmeyi öğrenmiştir ve dışarıdan birilerinin varlığına tahammül edemez duruma gelmişlerdir.

Kendilerinin İskender’in çocukları olduklarına inanıyorlar. Bu inanış, başka halklarla karışmak istememelerinin bir sebebidir aslında.
En büyük hayali Doğuyla batıyı birleştirmek, Asya’yı fethetmek olan Büyük İskender, Persleri devre dışı bırakınca, Anadolu, Ortadoğu ve İran’ı fetheder. Hindistan’ı fethetmek için ordusunu Afganistan’a gönderir. İskender ve ordusu Afganistan’da iki yıla yakın süre kalır ve buradan Hindistan’a geçerler. işte Kalaşlar, MÖ. 330‘dan beri bu bölgede olduklarına ve İskender’in kabilesi olduklarına inanırlar. Ve taşıdıkları tüm özellikler bu inanışlarını doğrular.
Taliban da bu inanışa gönülden inanmış olmalı ki, Sih, Hindu ve Hristiyanları Afganistan’dan sürmüş olmasına rağmen Kalaşlar’ı bölgeden sürmeyi düşünmemiş, Müslüman olmaları yolunda baskı uygulamıştır. Ancak Kalaş halkına büyük destek veren Yunanlı Profösör Athanasion Larounis’i kaçırarak, hem fidye istemiş hem de ABD ve NATO’ya MÖ 4. yy’de Paştunlara yenilen Büyük İskender’in kaderinden ders almaları çağrısında bulunmuştur.
Yakın bölgedeki halklar (Pakistanlılar, Afganlar, Tacikistanlılar ve Çinliler) koyu renk derili olduğu halde Kalaşların tenleri beyaz ve elmacık kemikleri kırmızıdır.

Gözleri renkli (çoğunun mavi), saçları sarı ile kahverengi tonlarında olan Kalaşlar, uzun boylu ve sağlıklı olmaları sebebiyle uzun yaşayan (100 ila 140 yıl) bir halktır.
Suç oranı sıfır olan, içki, esrar ve sliği sınırsız yaşayan Kalaşlar, kendi aralarında siyah giyinenler ve beyaz giyinenler diye iki gruba ayrılırlar.

 
                   
 


Çiftçilik yaparak geçinirler. Arazileri dağlık olmasına rağmen sebze, meyve yetiştirilmesinde verimli olduğu için, yiyecek konusunda sıkıntı çekmeleri mümkün değildir.
Kalaşlar, sulama ve taraça sistemi yaratarak yiyecek seçeneklerini genişletmiştir. Kenevir ve üzüm ekerek içki ve uyuşturucuyu kültürlerinin ayrılmaz parçası haline getirmişlerdir.

 

Kalaşlar et yemez - kışın yedikleri az miktarda yabani keçi eti sayılmazsa. Zaten bölgede eti yenilebilecek başka hayvan bulmak da mümkün değildir.
Kullandıkları yağı, kayısının çekirdeğinden elde ederler. En çok yedikleri yiyecek kayısıdır.
Kalaşlarda bütün düğünler aralık ayında yapılır. Evli insanların boşanması mümkün değildir. Ancak kadınlar istediklerinde eşlerini değiştirebilirler. Bu değiştirme olayı bazı şartlara bağlıdır. Kadın yeni erkeğe mektup yazar ve yeni evliliğin gerçekleşmesi için kocaya başlık parası ödenir.
Ergen olan erkekler, ergen olmalarının kutlanması sebebiyle halkın oturduğu bölgeden uzak yaylalara götürür, orada beslenir ve köye döndüğünde seçtiği bir kadınla beraber olabilir.

 

Kalaş erkekleri günlük yaşamda (bayram ve düğünler haricinde) Pakistan erkeklerine benzer giyinirler. Kalaş kadınları ise giyimlerine çok özen gösterirler. Renkli, işlemeli, siyah veya beyaz kaftanlar giyerler. Çok fazla makyaj yaparlar, yüzlerine dövme yaptırırlar. Kalaş erkeği kadının giydiği kıyafetin rengine göre tanınır. Erkeğe çekici görünmek kadınların en büyük görevidir.
Doğan erkekler üç, kızlar ise iki yıl emziriliyor ve bu süreçte anne ve babanın yakınlaşması yasak.
Ocak 1998’de Haberci çekimleri için Kafiristan’a giden Coşkun Aral, Müjde Bilgütay’ın yapmış olduğu röportajda Kalaş kadınlarını şöyle anlatır: “Kalaş kadınlarını gördüm. İnanılmaz makyajlar yapıyorlar. Ege'deki ünlü bağbozumu şenliklerindeki kadınların benzerleri. Hem  dansları hem de fiziksel gösterişleriyle çok çekiciler. Olağanüstü bir çekicilik ama yanlarına yaklaşamıyorsun. Çok kötü kokuyorlar. Yağlıyorlar kendilerini. Çok soğuk olduğu için hayvan yağlarını karıştırıp vücutlarına sürüyorlar. Alışıyorsun bir süre sonra ama Allah kocalarına sabır versin.”

Gelişmiş dünya sağlıklı ve uzun yaşamanın sırrını, ilkel, dağda yaşayan, teknolojiden nasibini alamamış, çok tanrılı Kalaş halkından öğrenmeye çalışıyor. Öyle ki dünyada uzun ve sağlıklı yaşam vaadiyle Kalaşlar tarafından üretildiği iddia edilen binlerce ürün pazarlanıyor. Ya da pazarlama teknolojisi eşliğinde Kalaş halkının dinsel,  kültürel yaşayışları masaya yatırılıp içinden bir tılsım, bir öneri çıkarma çabasıyla irdeleniyor. Böylece güya yere göğe sığdırılamayan bu halk, bir yandan da Yunanlılar tarafından İskender'in torunları diye markalaştırılmaya çalışılırken, muhafazakar Müslümanlar tarafından kafir diye algılanıyor.
Kalaş halkı, her ne kadar kendi kendilerine yaşamaya devam etselerde, dünyanın kendilerini farklı farklı algılamalarından haberdar olmasalar da özgür ve huzurlu yaşamaya devam ediyorlar.
 
MÖ 330'da İskender'in askerleri o bölgede kalaş soyunu yaratır.Bu zamandan itibaren Siyah- Beyaz soyun yaratımıyla özdeşleşir.ilk aileler siyahı ve beyazı temsil eder.siyah ve beyaz giyinmek ailelerin soyadı gibidir.İlk dönemde ailelerin birbirine karışmamasını sağlar. daha sonra ki süreçlerde siyah ve beyaz temaları üzerine, kendi içlerinde dinsel, kültürel etiketler oluşturmuşlardır. örneğin beyaz giyenler için güneş tanrısı en öncelikli tanrıdır. ayinleri, adakları siyahlara nazaran farklılıklar gösterir.

.
Bugün, Afganistan'da ne İskender'den ne de onun Helenistik İmparatorluğu'ndan geriye fazla bir şey kalmadı. Ama İskender'in torunları ya da bir başka değişle İskender'in kayıp kabilesi halen Afganistan-Pakistan sınırında yaşıyor.
İskender'in ordusunda yer alan askerlerin soyundan geldiği düşünülen, sarı saçlı mavi gözlü bu insanlar, Asya'nın ortasında yaşayan diğer komşu halklardan kolayca ayrılabiliyor. Ancak Kalaşlar'ı farklı kılan sadece fiziksel özellikleri değil.
Sarı saçları ve renkli gözleriyle fark edilen Kalaş kabilesi içki, esrar ve sliği serbest yaşıyor

Çitral bölgesindeki Kalaş Vadisi'nin ücra yamaçlarında yaşadıkları için muhafazakar İslamcı kültürün baskısından kurtulan 5 bin nüfuslu halk, damıttıkları içkileri içip yetiştirdikleri kenevirleri tüttürüyor.


15 Haziran 2013 Cumartesi

TÜRKLER - GEÇMİŞİMİZ





B    İ    Z        K    İ    M    İ    Z  ?
 
 

Türk, Evrensel Uygarlıkların kökenini oluşturan kişidir!

Bu gerçeği görmeden önce Batının kaleme almış olduğu, tarihimizi -220 lerden başlatan ve İslamiyet öncesi var olmuş olan Ön-Türk Uygarlık ve tarihini yok sayan resmi tarihe bir göz atalım.

Bu tarih bizi doğrudan Sevr’e götüren üç öğe taşır Türkler uygarlıktan nasibini alamamış bir

1- Göçebe Sürüsüdür
2- Türkler Anadolu’ya göçmen olarak 1071’de gelmişlerdir.
3- İstanbul,1453’te fethedilmiştir ?


Bunların üçü de YANLIŞTIR !

Türkler,

1- GÖÇMEN ‘dirler, Göçebe veya Konar/Göçer değil.


Göçmen,yeni bir yurt, yeni bir vatan aramak için topraklarından ayrılıp göç eden kişilerdir.

Göçebe veya Göçebeler ise, öncelikle çobanlardır. Otlak arayışı peşinde yer değiştirirler, yazın yaylaklarda, kışın kışlaklarda yaşarlar; ayrıldıkları yerlerine dönerler. Konar/Göçerler ise iş aramak üzere yer değiştiren Göçebelerdir.

Tarihsel gerçek şudur ki, Türkler, Yerleşik Uygarlıktan gelirler, İlk kentleri kurmuşlardır.

İzginti Uquzun, Qazan, Ant Uruğ, Kuybişef, Ür-Apa, Orinburg , Oq-omığ, Buhara, Ata-oğ, Turfan, Ëb-Ïs bolıq, Miran, Qapığ-Qağan, Samarkent vb..

Ön atalarımız sırasıyla önce; buzul dönemi, sonra buzların erimesiyle oluşan tufanlardan, en sonra da kuraklıktan kaçarak kendilerine yeni yurt’lar, yeni vatan’lar aramak için yazı sahibi, ileri derecede bilgi sahibi, GÖÇMENLER olarak yola koyulmuşlar, gittikleri ve yerleştikleri yeni yurtlarında DİP KÜLTÜRÜ oluşturmuşlardır, yazı ve yazının içerdiği bilgilerle bu yöreleri IŞIKLANDIRMIŞLARDIR.


2- 1071, Doğu Anadolu’ya ilk geliş tarihi değil, son gelişlerinin tarihidir.


Gelenler TOKUZ OĞUZLAR’dır. İlk göçün tarihini Prof.Afif ERZEN ve ekibi 13 binler olarak vermişlerdir. (Prof.Afif Erzen, Urartular ve Doğu Anadolu 1983 TTK Ank.)

Bu tarih, mağara duvarları ve kaya üstü yazıtlarıyla da doğrulanmıştır. (Kazım Mirşan, Alfabetik yazı başlangıcı .MBB: 1994 )


3- 1453, İstanbul’un ilk alınışı değildir.


Bu tarih Anadolu’nun fethi değil “istirdadı” yani ”geri alınışı” dır. Moğolistan’da Mogoitsu ırmağı, ŞİNE-USU yöresinde Finliler tarafından 1909’da bulunmuş ve Ramstedt tarafından 1918 de yayılanmış olan ŞİNE-USU Bitig taşının 15’nci bölümünde Ön Atalarımızın İstanbul ’da ilk Ön-Türk devleti olan OY-URUM ATIN devletini kurmuş olduklarını okumaktayız. (K.Mirşan, Anadolu Proto-Türkleri MBb, 1985 Ank.)

Milattan sonra, siyasal gücünü kaybetmiş, 395’lerde Bizans olma yolu tutmuş, Hıristiyanlığın etkisiyle zayıflamıştır. Fakat Hıristiyan ayinleri yaklaşık 800’lere kadar Ön Türkçe yapılmıştır. İstanbul, Trabzon Ayasofya, İstanbul Kariye caminin Ön Türkçe okunan yazıtları bu gerçeği açığa çıkarırlar. (Kazım Mirşan, ProtoTürkçe Yazıtlar 1970,MBB, Ank. )

Bu bilimsel belgelere dayanan gerçekler aşağıdaki listede adı olan uluslararası değerdeki sayın profesörlerimize aynı zaman yanıttır:

1- Öğrenimi Almanya’da yapmış, Hititolog Ekrem Akurgal,
2- Öğrenimini Fransa’da yapmış, Osmanlı Tarhçisi İlber Ortaylı
3- Öğrenimini Amerika’da yapmış ve orada oturan Osmanlı tarihçisi Halil İnalcık.


Artık bu “üçayak”tan hareketle konumuza girebiliriz

TÜRK KİMDİR?

-Türk, Tarihi başlatan Kültürün sahibidir

-Türk, evrende İLK’leri vermiş kişidir

-Türk Uygarlığı , ÖGÜL-UQUS denen kafataslarının ölçüsü değil içinin değeri olan ileri seviyede düşünce sahibi Ön-Türk kişilerinin tarihi başlattıkları ilk uygarlıktır.

Ön-Atalarımız, Ön Türk Kişileri

Orta Asya’da tarih öncesi, Orta Asya kişisinin ( henüz Ön-Türk değil ) kayalara yaptıkları yüz binlerce resimlerden esinlenerek DÜŞÜNCEYİ TAŞA VURMAYI akıl edip,

- YAZIYI icat etmişler
- Evrende ilk kez OKULLAR açmışlar
- İB-İS BOLIQ’ları, yani tarihte ilk ÜNİVERSİTELERİ kurmuşlar
- Dilleri, imek/olmak fiiliyle, kökeni şimdiye kadar bulunamamış ve kuramsal seviyede kalmış olan HİNT-AVRUPA DİLLERİNİN BELKEMİĞİNİ oluşturarak onun terk edilmesi* gereğini ortaya yazılı belgelerle çıkarmış ve de İLK DİL olma şerefine sahip olmuş,
- ISIZ OYIBIZ QUL’lar,rahipler , BUĞUN TUR’larda, rahipler meclislerinde,TANRI’dan geliş, O’na dönüş konuları ve Varlık-yokluk tartışmaları ile FELSEFE’nin Çekirdeğini oluşturmuşlar,
- ASTRO-FİZİĞİN yolunu açmışlar,
- Her şeyin üstünde TEK TANRI kavramını KURAMSALLAŞTIRMIŞLAR,
- GÖK KÜLTÜ – ATEŞ KÜLTÜ onlara ÖLÜMDEN SONRA VÜCUDUN ATEŞE VERİLMESİ ( Incinération )
-ÖLÜMDEN SONRA YAŞAM ( réincarnation ) kavram ve uygulamasını vermiş,
- Kişiler arasında RENK-CİNS ayırımını düşünmemişler, bu yolla SEÇİM – DEMOKRASİ kavramlarına sahip olmuşlar,
- Ateş Kültü gereği, TİYATRO ve MÜZİĞE ilk adımlarını atmışlar,
- KAYALARA, MAĞARALARA yaptıkları resimler ve yontu sanatının ilk örneklerini olan DİKİLİ TAŞLARLA evrensel sanat tarihine en büyük adımları atmışlar,
- Tarihte İLK kez ORDU teşkilatını kurmuşlar,
- Komutanlar arasından İLK TARİHÇİLERİNİ vermişler,
- YERLEŞİK UYGARLIK sahibi olarak, İlk KENTLERİ kurmuşlar, ilk coğrafi adları kullanmışlar,
- İleri seviyede düşünce sahibi olmanın verdiği imkanlarla daha, aşiret döneminde DEVLET OTORİTESİ seviyesine erişmişler(**)
- Tarihteki İLK SİYASAL KURULUŞLARI gerçekleştirmişlerdir,
- Buzul dönemi, Su baskınları ve en son Kuraklık nedenleriyle, 5 kıtaya yayılmışlar,
- Yazı sahibi GÖÇMENLER ( göçebe değil ) olarak gittikleri yerlerin DİP KÜLTÜRÜNÜ teşkil etmişler onları yazılarının içerikleriyle IŞIKLANDIRMIŞLAR,
- EVRENSEL UYGALIKLARIN KÖKENİNİ OLUŞTURMUŞLARDIR.


İşte, ZAMAN VE MEKANDA, BİLİNMEYEN, YA DA BİLİNMEK İSTENMEYEN, TARİH VE KÜLTÜRÜNÜ İNKAR ETMESİ BEKLENEN, İNSANLIK DIŞINA İTİLMESİ İÇİN ULUSLARASI ÇABA SARFEDİLEN TÜRK, BUDUR.

Halûk Tarcan

Not :Hepsi belgelidir örnek.
* (CNRS,eylül 2000 bülten.no.386-s.8)
**(D.Riba, grav.rup.v.Camonica,Fr.Empier,1984 – V.Correo, Doss.Archeologie, 198 /1994


 Alıntıdır

 

2 Haziran 2013 Pazar

Ş İ İ R B A N K A S I








MEMLEKETİM

Dört nala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim….

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim…

 NAZIM HİKMET RAN

23 Mayıs 2013 Perşembe

G E Z İ



KOS  ZİYARETİ
 
Burhan  Bursalıoğlu

Bodrumda dün ,22 Mayıs 2013 Çarşamba gününün çok güzel ve sıcak olacağını hava raporundan öğrenince eşim ve rahmetli kayınbiraderim Muzafferin , Antalya'dan gelen eşi ile birlikte, Yunan adası olan KOS' a gidelim dedik. Yeşil pasaportlulara vize gerekmediği için 17 şer yuro karşılığında seyahat acantasına başvurduk. Gümrük işlemlerinden sonra  arabasız feribotla , SAAT : 9.30 daTurgutreis'ten hareketle, 35 dakikada KOS'a vardık.
 
 
Feribottan Kos limanında karaya çıktık.  Yunan gümrüğü ve pasaport işlemlerinden sonra Kos kalesinin surları yanından şehre doğru yürüdük.

14.yüzyılda St.John Şövalyeleri  tarafından, korunmak amaçlı olarak yapılmış.
 Yolumuza devam ederken karşımıza geniş bir alanı kapsayan belkide 20 kişinin saramayacağı gövdeli bir ağaç çıktı.

Bu ağaç tek gövdeli. Ağacın adını Hipokrat ağacı olarak koymuşlar.  Hipograt, öğrencilerine  ders verdiği söylencesiyle ünlenmiş.
 
Aslında bu ağaç Ülkemizde de yetişmektedir. Meyvesi resimde de görüldüğü gibi küçük, yuvarlak olup yerlere dökülmekte. 
Liman çevresinden çıkarak sahil caddesine ulaştık.  Cadde tek istikametli, bir tarafı bisiklet yolu olarak ayrılmış. Son yıllarda Bodrum caddelerinin daraltılarak tek şerite indirilip, yaya yolunun genişletilmesi gibi.

 Tüm sahil kiralık bisikletlerle kaplanmıştı. Ada düz ve engebesiz olduğu için yerli ve turistler, yaşlısı genci ,çocuğu hanımı ihtiyaçlarını ve gezilerini bisikletle yapıyorlar
Çarşıları gezerken de motor ve bisiklet satıcıları daha çok dikkar çekiyor.
Sahil yolunun diğer tarafı kahvehane, lokonta ve büfeler kaplamış. Dinlenmek için ideal yerler. Ağaç bol olduğu için tüm bu yerler ağaç altlarına yapılmış. Bodrum'da sayılı kahvehane, ama Kos'ta yüzlerce.

Etrafı rahat, oturarak görmek isteyenler için, raysız,lastik tekerlekli, 4-5 vagonlu tren koymuşlar. Kos'un her tarafına gidiyor.

Görülen kulubeden, bir kişi için  5 yuro karşılığında biletimizi alarak lastikli trene bindik. 20 dakikada Kos'u gezdik.Gidemeyeceğimiz yerleri gördük.
Trenden inince minareleri görülen  2  camimizi ziyarete başladık.
İlk cami Gazi Hasan Paşa camisi idi. ikincisi de, Defterdar İbrahim Efendi tarafından, 18. yüzyılda yapılmış bir cami. Camiler harabeye dönmüş.  Caminin    tüm boşluklarını , normal dükkan büyüklüğünde bölerek hediyelik eşya satış mağazaları haline getirmişler. Üst katlar da ki kapı pencereler kırık dökük.Camii sanki pazar yeri.
 
 
Bahçesinde çöplük haline getirilmiş bir mezar var. Demir parmaklıklarla çevrilmiş.

Arapça yazılar olduğu için mezarın kime ait olduğunu bilmiyorum. Kanımca bu mezar Defterdar İbrahim Efendiye ait olsa gerek.
Aynı alan içinde bir de çeşme var.

Çeşme de çok bakımsız. Ama suyu akıyor ve kullanılıyor. Kos adasının her tarafı pırıl pırıl olmasına karşı, bu tarihi eserlerin bu kadar bakımsız ve pis oluşuna akıl erdirilemiyor. Yunan, özellikle Kos halkına bunu yakıştıramıyorum.

Bu da cami avlusunda abdest almak için yapılmış, ama oturak yerleri ve musluklar, sökülmüş, kapatılmış.
Gezilerimize devam ediyoruz.

Asklepion Tıp Merkezi harabeleri. Hippokrat ve onun tıp okulu olarak, ilk kez bilimsel tıb olarak geliştirilmiş. Helenistik dönemlerde, önce, terapilerle ve tanrı Asklepios'un mucizevi görünmesiyle tedavi edilirken, sonraki dönemlerde, bilimsel metotlarla hasta tedavileri uygulanmış.


Bakımlı binalar, kiliseler
 
hediyelik eşya satan mağazalar açık ve kapalı yerlerdeki pazarlar.
 


Lüks oteller
Ve Yunan kedisi
 
Kos adası fiatlar bakımından çok pahalı. Normal bir kahvehanede çay 1.5 yuro, meşrubat,3.5 yuro, kasede dondurma 3.5 ile 5.6 yuro arasında. -Bir balık  21 yuro. Küçük içecek su 1.5 , buzdolapları kapılarına yapıştırılan yöre hediyelik eşyaları 2 ila 7 yuro arasında. Kos'un  oldukça pahalı oluşu, Yunan ekonomisinden kaynaklanıyor.
Cumartesi günleri Turgut Reise, Çarşamba, Perşembe, Cuma günleri Ortakent, Yalıkavak, Akyarlar ve Bodrum pazarlarına, akın akın gelen Kos halkının dolu dolu tekstil ,sebze ve yiyecek alıp götürmelerinin sırrını da böylece öğrenmiş olduk.
 
Saat 17 de gümrüğe gelerek pasaport işlemleri ve 17.3o da feribotumuzun hareketi, 18.05 de Turgutreis  marinasındayız.
İnanın Ülkemiz cennet. Günlük tedirgin edici üzücü olaylar olamasa, Dünya'da değeri bulunmaz.
 
NOT. Kos'tan objektifime takılanlar Facebook sayfamda.

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ

  CUMHURİYET Burhan Bursalıoğlu Bu gün Cumhuriyetimizin 99. Yıl dönümü. 99 yıl önce bugün, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşla...