27 Ağustos 2013 Salı





ŞİİR  DÜNYAMIZIN  DEĞERLERİ -12 -



ORHAN ŞAİK  GÖKYAY

16 Temmuz 1902 tarihinde babasının öğretmen olarak görev yaptığı İnebolu  da dünyaya geldi. İlk öğretimine Kastamonu  da başladı. Kastamonu İdadisinin dokuzuncu sınıfında okurken, ailesinin maddi sıkıntıya düşmesi sebebiyle öğrenimine ara verdi. Katip olarak özel idarede çalışmaya başladıktan sonra edebiyatla ilgilendi. İlk şiiri Kastamonu’daki Açıksöz gazetesinde 1922 yılında yayınlandı. Aynı yıl öğrenimini tamamlamak üzere Ankara’ya gitti. Ankara Darülmuallimin’den mezun olduktan sonra Piraziz, Samsun ve Balıkesir’de öğretmenlik yaptı. Balıkesi’de görev yaptığı sırada Çağlayan isminde bir edebiyat dergisi çıkardı ve takma isimle yazı ve şiirlerini yayımladı.

1927 tarihinde İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesine kaydoldu. Burada hocası Fuat Köprülü’den etkilendi. Almancasını ilerletti. Edebiyat Fakültesini bitirdikten sonra Kastamonu, Malatya, Edirne, Ankara, Eskişehir ve Bursa’da edebiyat öğretmenliği yaptı. "Bu Vatan Kimin" şiirini Bursa’da iken yazdı. Edirne’de görev yaptığı sırada kendisi gibi öğretmenlik yapan Ferhunde Sarıoğlu ile evlendi. 1938 yılında Dede Korkut hikâyelerini yayınladı. Daha sonra Musiki Muallim Mektebinde, Galatasaray Lisesinde ve Çapa Eğitim Enstitüsünde edebiyat öğretmenliği yaptı.

1959 tarihinde Londra’ya gitti ve buradaki School of Orient and African Studies’te Türk dili ve edebiyatı okutmanı olarak çalıştı. 1962 de Türkiye’ye döndükten Çapa Eğitim Enstitüsündeki görevine tekrar başladı. 1967 yılında yaş haddinden emekli oldu. Emekli olduktan sonra da eğitim ve öğretimden kopmadı. Eğitim enstitüsünde, Marmara ve Mimar Sinan Üniversitelerinde ders verdi. 2 Haziran 1989 da İstanbul Üniversitesi Edebiyat fakültesi tarafından kendisine fahri doktorluk unvanı verildi. Değerli kitaplardan oluşan kütüphanesini Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezine bağışladı.

 Yetmiş yılık öğretmenlik hayatında binlerce öğrenci yetiştiren Orhan Şaik Gökyay, 2 Aralık 1994 tarihinde vefat etti ve cenazesi ertesi gün Üsküdar’daki Nakkaştepe Mezarlığında toprağa verildi.

 

YAS

Dökün yaprağınızı dallarım dökün,
Akın yaslı yaslı sularım akın.
Bükün boynunuzu bayraklar bükün,
Bir alınmaz kalem vardı yıkıldı...

Durmadan çalkanan bir kızıl deniz
Bir damla yaş gibi duruyor sessiz,
Vatan ufkundaki en güzel çeyiz,
En şanslı süs baktım yarı çekildi.

Kara haber; tipi eser, savrulur,
Bir yanardağ gibi içim kavrulur,
Vatanın kaderi bende yuğrulur,
Yas olup, yaş olup gözden döküldü.

Gökyay'ım derdiyle adını anar,
Bir kararsız kuştur dalına konar
Neresinde bilmez bir yara kanar,
Saran gitti boyuncuğu büküldü.
 
BU VATAN KİMİN?



Bu vatan, toprağın kara bağrında

Sıra dağlar gibi duranlarındır

Bir tarih boyunca onun uğrunda

Kendini toprağa verenlerindir.



Tutuşup kül olan ocaklarından,

Şahlanıp köpüren ırmaklarından,

Hudutlarda gaza bayraklarından

Alnına ışıklar vuranlarındır.



Ardına bakmadan yollara düşen

Huduttan hududa yol bulup koşan,

Şimşek gibi çakan, del gibi coşan,

Cepheden cepheyi soranlarındır.



İleri atılıp sellercesine,

Göğsünden vurulup tam ercesine,

Bir gül bahçesine girercesine,

Şu kara toprağa girenlerindir.



Tarihin dilinden düşmez bu destan,

Nehirler gazidir, dağlar kahraman.

Her taşı bir yakut olan bu vatan

Can verme sırrına erenlerindir.



Gökyay’ım ne desem ziyade değil,

Bu sevgi bir kuru ifade değil.

Sencileyin hasmı rüyada değil

Topun namlusundan görenlerindir!



 
 
Ozan Arif
Ozan Arif Giresun`un Alucra ilçesine bağlı şimdiki ismi ile Yükselen eski adı ile Hapu köyünde 10 Haziran 1949`da doğdu
Babasının memuriyeti dolayısıyla, ilk ve ortaokulu Samsun`da bitirdikten sonra, hayli kalabalık olan ailesine kısa zamanda maddi yardım yapabilmek düşüncesiyle öğretmen okuluna başladı. 1969-1970 döneminde Perşembe İlköğretim Okulundan mezun oldu. Okul süresi boyunca kışları okuyup yazları rençperlik yapan bir öğrenci idi. 1979 yılında öğretmenlik mesleğinden ayrıldı.

, 12 Eylül 1980 olaylarıyla birlikte Türkiye`yi geride bırakarak, 24 Eylül 1980 tarihinde Almanya`ya gitti. 5 Kasım 1991`de nihayet memleketine ve vatanına geri  döndü
İlk olarak ortaokul ikinci sınıfta sesine aşık olduğu bağlama ile tanışan ve hayli dar olan aile bütçesinden biriktirdiği harçlıklarla, 1964`te İstanbul`da bulunan Şemsi Yasıtman saz evinden 15 liraya aldığı bir bağlama ile ses ve saz dünyasının içine giren Ozan Arif, o gün bugündür hiç susmadan ve hak bildiği yoldan taviz vermeden gönül dostlarına seslenmektedir.
KİMLİK

Ozan Arif : Kimlik

Dinle ehl-i siyaset, yani siz ehl-i gaflar!
Hep sizden mi çıkacak, bu çirkin ihtilaflar...
Şu alt kimlik, üst kimlik, lâfları nasıl lâflar?

Bunlar batının ağzı, bunlar gavur fendiler,
Türkiye'de tek kimlik, Türklüktür efendiler...

Tarih bağı, din bağı, damardaki kan bağı,
Kültür bağı, dil bağı ve ortak vatan bağı,
Bu bağlar bir milleti, millet yapan can bağı...

Bu bağları çürüyen, milletler tükendiler,
Türkiye'de tek kimlik, Türklük'tür efendiler...

Ne Kürt, ne Laz, ne Çerkez, bunlar ayrı ırk değil,
Türklük'ten ayrı kimlik, gerektiren fark değil,
Bu bir farksa o zaman; Avşar, Yörük Türk değil,

Hiç olur mu öyle şey, yonlar Türk'ün kendiler,
Türkiye'de tek kimlik, Türklük'tür efendiler...

Şimdi kimi soracak; "Kürt'ler Türk müdür yani?"
"Türk'tür tabi ne sandın, ayrı ırk mıdır yani?"
"Hasan" "Hasso" olmuşsa, bu bir fark mıdır yani?

Bakmayın "Apo" gibi piçlerle kirlendiler,
Türkiye'de tek kimlik, Türklük'tür efendiler...

Ana Türk'tü, baba Türk, hepsi birer kardeşti,
Kürt'ü, Laz'ı, Çerkez'i, bu sebeple birleşti,
Türk Milleti olarak, Türkiye'ye yerleşti.

Ay-yıldız'ın altında, düvelleri yendiler,
Türkiye'de tek kimlik, Türklük'tür efendiler...

Nabızları bir attı, gönülleri bir vurdu,
Bu kardeşler bin yıldır, omuz omuza durdu,
Çocukları evlendi, yeni yuvalar kurdu,

Torun-toprak oluştu, onlar da evlendiler,
Türkiye'de tek kimlik, Türklük'tür efendiler...

Şimdi Karadeniz'de, bir Gürcü'ye bir Laz'a,
Türk değilsin de de gör, gelir boğaz boğaza,
İstersen Palu'ya git, Zaza da aynı Zaza,

Bunlar size gelipte, kimlik mi dilendiler,
Türkiye'de tek kimlik, Türklük'tür efendiler...

Erzurum'da "dadaş"lar, Elâzığ'da "gaggoş"lar,
Türklüğüne lâf etsen, yedi ceddinden başlar,
Küfürle de bırakmak, haşlar adamı haşlar,

Onlar Türk'ün yümrüğü, ne başlara indiler,
Türkiye'de tek kimlik, Türklük'tür efendiler...

Bu isimler ya bir boy, ya aşiret adıdır,
Her birisi Türklüğün, lezzetidir, tadıdır,
Mensupları milletin öz be öz evlâdıdır,

Anadolu denilen, beşiğe belendiler,
Türkiye'de tek kimlik, Türklük'tür efendiler...

Herkesin bir boyu var, şuyum-buyum der elbet,
Velâkin Türklüğünden, taviz vermez bu millet...
Siyaset yosmaları, illet etmeyin illet...

Millet sizi seçerken, Türk diye güvendiler,
Türkiye'de tek kimlik, Türklük'tür efendiler...

Ozan rif diyor ki; bu deveyi güdecek,
Türkiye'de yaşayan, Türk'e biat edecek,
Haa... Ben etmem diyorsa, def olacak gidecek,

Uzatmaya gerek yok, denecekler dendiler,
Türkiye'de tek kimlik, Türklük'tür efendiler...






23 Ağustos 2013 Cuma

ŞİİR DÜNYAMIZIN DEĞERLERİ -11-





FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA
 
Büyük Şâir.26 Ağustos 1914 İstanbul’da doğdu. Yarbay Hasan Hüsnü Bey’in oğludur. İlköğrenimini Konya, Kayseri, Adana ve Kozan’da, ortaöğrenimini Tarsus ve Adana ortaokulları ile Kuleli Askerî Lisesi’nde yaptı (1933). HarbOkulu’nu bitirerek (1935) uzun yıllar subaylık yaptı. Onyüzbaşı iken kendi isteği ile ordu`dan ayrıldı. Çalışma Bakanlığı İş Müfettişi olarak sekiz yıl çalıştı (1952-1960). İstanbul’da (Aksaray’da) Kitap Kİtabevi’-ni açtı (1959), yayımcılık yaptı. Türkçe adlı aylık bir dergiyi 43 sayı çıkardı (1960-1964). Kitabevini kapattıktan sonra kendini sadece sanatına verdi.
Fazıl Hüsnü‘nün ilk yazısı (hikâye) ortaokulda öğrenci iken Yeni Adana gazetesinde çıktı (1927). şiir olarak yayımlanan ilk eseri de İstanbul dergisinde yer alan Yavaşlayan ömür’dür(1933). Varlık dergisinde çıkan şiirleri ile tanınmaya başladı. Yayımlanan ilk kitabı da Havaya Çizilen Dünyâ’dır (1935).

Büyük Şair 94 yaşında ( 15 ekim 2008 ) Zatürre tedavisi gördüğü hastanede vefat etmiştir.



MUSTAFA KEMAL'İN KAĞNISI


Yediyordu Elif kağnısını
Kara geceden geceden.
Sanki elif elif uzuyordu, inceliyordu
Uzak cephelerin acısıydı gıcırtılar
İnliyordu dağın ardı, yasla
Her bir heceden ..


Mustafa Kemal'in kağnısı derdi kağnısına
Mermi taşırdı öteye, dağ taş aşardı.
Çabuk giderdi, çok götürürdü Elifçik
Nam salmıştı asker içinde ..
Bu kez yine herkesten evvel almıştı yükünü
Doğrulmuştu yola önceden önceden ..
Öküzleriyle kardeş gibiydi Elif
Yemezdi, içmezdi, yemeden içmeden onlar.
Kocabaş, çok ihtiyardı, çok zayıftı
Mahzundu bütün bütün Sarıkız, yanı sıra
Gecenin ulu ağırlığına karşı
Hafiftiler, inceden inceden ..



İriydi Elif kuvvetliydi kağnı başında.
Elma elmaydı yanakları, üzüm üzümdü gözleri
Kınalı ellerinden rüzgar geçerdi daim;
Toprak gülümserdi çarıklı ayaklarına
Alın yeşilini kapmıştı, geçirmişti
Niceden niceden ..



Durdu birdenbire, Kocabaş, ova bayır durdu
Nazar mı değdi göklerden, ne?
Dah etti, yok. Dahha dedi, gitmez
Ta gerilerden başka kağnılar yetişti geçti gacur gucur
Nasıl durur Mustafa Kemal'in kağnısı.
Kahroldu Elifçik, düşünceden düşünceden ..



Aman Kocabaş, ayağını öpeyim Kocabaş
Süs beni, öldür beni, koma yollarda beni.
Geçer, götürür ana, çocuk, mermisini askerciğin
Koma yollarda beni, kulun köpeğin olayım.
Bak hele üzerimden ses seda uzaklaşır
Düşerim gerilere iyceden iyceden ..



Kocabaş yığıldı çamura
Büyüdü gözleri büyüdü, yürek kadar
Örtüldü gözleri örtüldü hep .
Kalır mı Mustafa Kemal'in kağnısı bacım
Kocabaş'ın yerine koştu kendini Elifçik
Yürüdü düşman üstüne yüceden yüceden ...
Kızılırmak Kıyıları
Kardaş, senin dediklerin yok,
Halay çekilen toprak bu toprak değil.
Çık hele Anadoluya,
Kamyonlarla gel, kağnılarla gel gayri,
O kadar uzak değil.

Çamı bitmiş, kavağı azalmış,
Gamla örtülü bayırlar, çıplak değil.
Yedi ay kıştan sonra,
Yeşeren senin yaşamındır,
Yaprak değil.

Yersin, içersin sofrasından, üç yüz senedir,
Kuvvetlisin ama kuvvet hak değil.
Bakımsızlıklarla göçüp gitmiş bir cihan,
Mevsimler soğumuş, sular azalmış,
Buğday, Selçuklulardan kalan başak değil.

Parça parça yarılmış öküz ardında,
Parmağı üç pare, tırnağı ak değil.
Utanır elin ayağın,
Korkarsın yakından görsen,
Eli el değil, ayağı ayak değil.

Gün doğar, tarla kuşları uçuşurlar,
Ağır bir aydınlık, bildiğin şafak değil.
Öyle dalmış ki yüzyıllar süren uykusuna,
Uyandırmazsan,
Uyanacak değil.

Dertle, sefaletle yüklü,
Siyah leşlerle kararmış, berrak değil.
Çağlayan ne,
Akan kim,
Kızılırmak değil.

Kardaş, görmüyorum ama hala duyabiliyorum,
Geçmiş zamanlar gelecek zamanlardan parlak değil.
Vakte şahadet edercesine yükselmiş,
Akşam parıltısından, bütün zaferler üzerine,
Dağlar dalgalanmakta, bayrak değil.
 

19 Ağustos 2013 Pazartesi

ŞİİR DÜNYAMIZIN DEĞERLERİ - 10 -



NAZIM  HİKMET  RAN  ve  MUNİS FAİK OZANSOY




NAZIM  HİKMET

Nâzım Hikmet Ran (15 Ocak 1902 – 3 Haziran 1963), daha çok Nâzım Hikmet olarak bilinen Türk şair, oyun yazarı, romancı, anı yazarı. "Romantik komünist" ve "romantik devrimci" olarak tanımlanır. Siyasi inançları yüzünden defalarca tutuklanmış ve yetişkin yaşamının büyük bölümünü hapiste ya da sürgünde geçirmiştir. Şiirleri elliden fazla dile çevrilmiş ve eserleri birçok ödül almıştır.

Yasaklı olduğu yıllarda Orhan Selim, Ahmet Oğuz, Mümtaz Osman ve Ercüment Er adlarını da kullanmıştır. İt Ürür Kervan Yürür kitabı Orhan Selim imzasıyla çıkmıştır  Türkiye'de serbest nazımın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin en önemli isimlerindendir. Uluslararası bir üne ulaşmıştır ve dünyada 20. yüzyılın en büyük şairleri arasında gösterilmektedir.

Şiirleri yasaklanan ve yaşamı boyunca yazdıkları yüzünden 11 ayrı davadan yargılanan Nâzım Hikmet, İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın süre yattı. 1951 yılında Türk vatandaşlığından çıkarıldı, 5 Ocak 2009 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile yeniden Türk vatandaşlığına alındı. Türkiye'de, ölümünden iki yıl sonra 1965'te şiirleriyle yeniden önem kazandı. Mezarı Moskova'da bulunmaktadır.

Ben bir insan,
ben bir Türk şairi Nazım Hikmet
ben tepeden tırnağa insan
tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret...

Ben hem kendimden bahseden şiirler yazmak istiyorum,
hem bir tek insana, hem milyonlara seslenen şiirler.

 

Hem bir tek elmadan, hem süpürülen topraktan, hem
zindandan dönen insan ruhundan, hem kitlelerin
daha güzel günler için savaşından, hem bir tek
insanın sevda kederlerinden bahseden şiirler yazmak
istiyorum, hem ölüm korkusundan, hem ölümden korkmamaktan
bahseden şiirler yazmak istiyorum.

 
 
 
 
 FOTOĞRAFYA…

Karşımdasın işte…
Bana bakmasan da oradasın, görüyorum seni.
Ah benim sevdasında bencil, yüreğinde sağlam sevdiğim.
Kalbime gömdüm sözlerimi, ceset torbası oldu yüreğim.
Tıkandığım o an, elimi nereye koyacağımı şaşırdığım o an işte,
aklımdan o kadar çok şey geçti ki takip edemedim.
Ellerim boşlukta, ben darda kaldım.
Ellerim buz gibi, ben harda kaldım.
Bir senfoni vardı kulağımda çalınan, bitti artık hepsi…
Köşeme çekildim, hani hep kaldığım köşeme.
Bakış açım belli oldu yine.

Geride kalan, ardından bakar gidenlerin.
Bir meltem olacak rüzgarım dahi kalmadı benim.
Dağlara çarptım her esişimde.
Yollara küfrettim her gidişinde.
Demiştim sana hatırlarsan:
“Önemli olan ‘zamana bırakmak’ değil, ‘zamanla bırakmamak’tır…”
Şimdi bana, geçen o zamanın Unutulmaz sancısı kalır.
Gittiğim eğer bensem, söyle bana kimden gittim?
Sende yoktum zaten ben, ben yine bende bittim…

YAŞAMAYA DAİR

Yaşamak şakaya gelmez

büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın

bir sincap gibi mesela,yani, yaşamanın dışında ve ötesinde

hiçbir şey beklemeden,

yani bütün işin gücün yaşamak olacak.

Yaşamayı ciddiye alacaksın,

yani o derecede, öylesine ki,

mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,

yahut kocaman gözlüklerin,beyaz gömleğinle bir laboratuvarda

insanlar için ölebileceksin,

hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,

hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,

hem de en güzel en gerçek şeyin

yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,

hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,

ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,

yaşamak yanı ağır bastığından.

Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,

yani, beyaz masadan,bir daha kalkmamak ihtimali de var.

Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini

biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,

hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,

yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğizen son ajans haberlerini.

Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için,

diyelim ki, cephedeyiz.

Daha orda ilk hücumda, daha o günyüzü

koyun kapaklanıp ölmek de mümkün.

Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,

fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz

belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.

Diyelim ki hapisteyiz,yaşımız da elliye yakın,

daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.

Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,

insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla

yani, duvarın ardındaki dışarıyla.

Yani, nasıl ve nerede olursak olalım

hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…

19483

Bu dünya soğuyacak,yıldızların arasında bir yıldız,

hem de en ufacıklarından,

mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,

yani bu koskocaman dünyamız.

Bu dünya soğuyacak günün birinde,

hatta bir buz yığınıyahut ölü bir bulut gibi de değil,

boş bir ceviz gibi yuvarlanacak

zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.

Şimdiden çekilecek acısı bunun,

duyulacak mahzunluğu şimdiden.

Böylesine sevilecek bu dünya”Yaşadım” diyebilmen için…

    ****

 
 
Munis Faik Ozansoy

Munis Faik Ozansoy,  22 Mart 1911 Midilli’de doğdu. Türk bürokrat, şair ve yazar.

Faik Ali Ozansoy'un oğludur. Faik Ali Ozansoy'un Midilli Mutasarrıflığı döneminde 22.Mart. 1911 de, Midilli adasında doğdu. Yine şair ve yazar Süleyman Nazif'in yeğenidir. Galatasaray Lisesi'ni ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği, Başbakanlık Müsteşarlığı, Paris'te UNESCO Daimi Temsilciliği görevlerinde bulundu.

Aynı zamanda Cumhuriyet dönemi şair ve yazarlarındandır. İlk şiiri 1930 yılında henüz lise öğrencisiyken çıktı. Yazdığı şiirleri Şark, Çığır, Millet, Bayrak, Hisar dergilerinde bastırdı. Hisar dergisi çevresi-ne girerek burada başyazılar yazdı. Bir duygu şairi olarak, Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar'daki şiir zevkini yakalamaya çalıştı. Ankara Sanat Severler Derneğinde etkin bir üye oldu.

Eğitim ve sanat çevrelerine önemli katkılarda bulundu. Vefatından sonra İstanbul, Küçükçekmece'de bir okula adı verildi. 1975 yılında vefat etti.

Yollarda

Gönlümde daima yeni bir yol hazırlığı,
Her lâhza başka beldelerin iştiyâkı var;
Yıldızların, ayın bile hasretle baktığı
Çöller, denizler engin ufuklar ve yaylalar...

Bir sevginin hayalini takip eder gibi,
Çok kerre bir melâl ile baktım ufuklara;
Bazan coşup da, bağrı yanık derbeder gibi
Çılgınca bir karar ile aktım ufuklara.

Aştım dumanlı dağları engin denizleri,
Cennet misali yurdumu gezdim adım adım;
Aşık çoban çocuklarının saz benizleri
Mahzun yavuklular... Sizi gördüm ve ağladım.

Yollarda anladım neye inler kaval sesi,
Rüzgâr niçin susar, neden ıssız bu yaylalar?
Hepsinde bir garipliğin üzgün düşüncesi,
Hepsinde ayrılıkları söyler terâne var.

Sordum dumanlı Akdeniz'in dalgın ufkuna
- Kalyonlu, dev kadırgalı sergerdeler hani?
Daldın, güzel deniz, yeni rüyalı uykuna,
Turgut Reis'le, Barbaros'un nerdeler hani?

Her yerde ırkımın izi, her yerde geçmişim,
Her yerde ceddimin bana bir ders olan sesi;
Toprakta, dalgalarda ve mermerde geçmişim,
Her yerde Türklüğün o büyük ruhu, gölgesi.

Durmaz eser başımda Uzunyayla rüzgârı,
Her an tüter gözümde o hasretli Erzurum,
Kars'ın melâli, Erciyes'in bitmeyen karı.
Billûr o çeşmeler ki su içtim yudum yudum.

Dört mevsimin de zevkini yollarda tatmalı,
Koplar'da kar, İçel'de bunaltan sıcak nedir?
Çöllerde bir yudum su, yeşil bir ağaç dalı,
Bozkırlar ortasında tüten bir ocak nedir?

Tarsus'ta bir şubat sonu gül, fulya koklamak,
Coşkun çağıltılarla akan bir köpüklü su...
Bir çardağın serinliği altında bir hamak,
İzmir'de sonbahar günü, bir öğle uykusu.

Abdest alıp çınarlı şadırvanda bir sabah;
Kılmak Yeşil'de vecd ile Bayram namazını;
İslama anlatırken ezan nerdedir felah,
Duymak içimde Tanrı'ya bağlanmak hazzını.

Ruhum zamana sığmadı, eb'ada sığmadı,
Her lâhza başka bir yer için coştu hasretim
Hâlâ içimde yolculuğun sevdiğim tadı.
Hâlâ uzak diyarlara çılgınca hasretim...
 
 
 
 

12 Ağustos 2013 Pazartesi

ŞİİR DÜNYAMIZIN DEĞERLERİ - 9 -





HALİT FAHRİ OZANSOY

 
 
Burhan BURSALIOĞLU
 (Şair Yazar) 1891 yılında İstanbul'da doğdu. 1971'de yine İstanbul'da yaşamını yitirdi. Bakırköy Rüştiyesi ve Galatasaray Lisesi'ni bitirdi. Uzun yıllar Muğla ve İstanbul'da lise öğretmenliği yaptı. Ölümüne kadar Tercüman gazetesinde tiyatro eleştirileri ile edebiyat yazıları yayımlandı. Fecr-i Ai'nin etkisinde kaldığı ilk şiirleri 1912de Rübâb ve Şehbal dergilerinde yayınlandı. Şiirlerini bir süre aruz vezniyle yazdı. Aruza Veda şiiriyle bu kalıbı bıraktı, hecee ölçüsüne ve yalın Türkçeye yöneldi. Yeni Mecmua çevresinde toplanan Hecenin Beş Şairi arasında yer aldı. Nedim adında bir edebiyat dergisi çıkardı. Şiirleri Yarın, Hayat, Aydabir, Yarımay, Çınaraltı, Varlık, Hisar gibi dergilerde yayınlandı. Servet-i Fünun dergisinin yazıişleri müdürlüğünü yaptı. Hüzün yansıtan şiirlerinde daha çok aşk ve kadın temalarını işledi. Şiirin yanısıra yayınlanmış roman ve oyunları ile anı kitapları da var.
Vatan Destanı

O kadar dolu ki toprağın şanla,
Bir değil, sanki bin vatan gibisin.
Yüce dağlarına çöken dumanla
Göklerde yazılı destan gibisin.

Hep böyle bulutlar içinde başın,
Hilâli kucaklar her vatandaşın.
Geçse de asırlar, tazedir yaşın,
O kadar leventsin, fidan gibisin.

Çiçeksin, bayılır kuşlar kokundan,
Her dalın bir yay ki zümrüt okundan
Müjdeler fısıldar Ergenekon'dan:
Bu sese gönülden hayran gibisin.

Ey bütün cihana bedel Türkeli,
Açtığın cenklerin yoktur evveli.
Tarih bir nehir ki coşkundur seli.
Sen ona nisbetle, umman gibisin.

Bir yandan hep böyle taştın, köpürdün,
Bir yandan cefalı bir ömür sürdün,
Fakat ne derece ezildinse dün.
Şimdi gene tunçtan kalkan gibisin.

Bir insan nihayet kemikle ettir,
Bu et, bu kemiğe can hürriyettir.
En büyük hürriyet Cumhuriyettir,
Demek şimdi sen bir cihan gibisin.

Ey ana toprağı, ey Anadolu,
Açıldı önünde terakki yolu.
Hamdolsun her yanın bereket dolu,
Cennette bir yeşil meydan gibisin.

Yeni bir ay ördün al bayrağına,
Girdin en sonunda irfan bağına,
Medeni hayatın nur ırmağına
Ezelden susamış ceylan gibisin.
 
KEMALETTİN  KAMU
 
15 Eylül 1901’de Bayburt’ta doğdu. 6 Mart 1948'de Ankara'da yaşamını yitirdi. İstanbul Darülmuallimini'nde (Erkek Öğretmen Okulu) son sınıf öğrencisi iken Kurtuluş Savaşı'na katılmak amacıyla Ankara'ya geldi. Matbuat ve İstibarat Müdüriyet-i Umumiyesi’nde (bugünkü adıyla Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü) çalıştı. 1923'te İstanbul'a döndü. Erkek Muallim mektebi'ni bitirdi. Anadolu Ajansı’nda çalıştı. 1933’te Paris’e gitti ve siyasal bilgiler okulundan mezun oldu. Rize ve Erzurum'dan milletvekili seçilerek Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girdi. Türk Dil Kurumu Terim Kolu Başkanlığı yaptı. Hakimiyet-i Milliye ve Yeni Gün gazetelerinde yazılar yazdı. Atatürk ve İsmet İnönü'nün çeşitli gezilerine katıldı. İlk şiirleri 1919'da Büyük Mecmua'da yayınlandı. Kurtuluş Savaşı sırasındaki şiirleriyle dikkat çekti. Hece ölçüsü kullandığı şiirleriyle Milli edebiyat akımına bağlı bir şair olarak bilinir. İlk şiirlerinde vatan sevgisi, milli mücadele, sonraki şiirlerinde aşk, gurbet, yalnızlık gibi konuları işledi. Şiirleri ölümünden sonra Rifat Necdet Evrimer tarafından "Kemalettin Kamu, Hayatı, Şahsiyeti ve Şiirleri" (1949) adlı kitapta toplandı.
 
BİNGÖL ÇOBANLARI


Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum
Bu dağların eskiden aşinasıdır soyum
Bekçileri gibiyiz ebenced buraların
Bu tenha derelerin, bu vahşi kayaların

Görmediği gün aynı pınardan doldurup testimizi
Kırlara açılırız çıngıraklarımızla
Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eski yeni
Kuzular bize söyler yılların geçtiğini
Arzu, başlarımızdan yıldızlar gibi yüksek
Önümüzde bir sürü, yanımızda bir köpek
Dolaştırıp dururuz aynı daussılayı
Anam bir yaz gecesi doğurmuş beni burda
Bu çamlıkta söylemiş son sözlerini babam
Şu karşıki bayırda verdim kuzuyu kurda
"Suna"mın başka köye gelin gittiği akşam
Gün biter, sürü yatar ve sararsan bir ayla
Çoban hicranlarını basar bağrına yayla
- Kuru bir yaprak gibi kalbini eline al -
Diye hıçkırır kaval:
Bir çoban parçasısın, olmasan bile koyun
Daima eğeceksin başkalarına boyun
Hülyana karışmasın ne şehir, ne de çarşı
Yamaçlarda her akşam batan güneşe karşı
Uçan kuşları düşün, geçen kervanları an
Mademki kara bahtın adını koydu çoban!
Nasıl yaşadığından, ne içip yediğinden
Çıngırak seslerinin dağlara dediğinden
Anlattı uzun uzun.
Şehrin uğultusundan usanmış ruhumuzun
Nadir duyabildiği taze bir heyecanla
Karıştım o gün bugün bu zavallı çobanla
Bingöl yaylalarının mavi dumanlarına
Gönlümü yayla yaptım Bingöl çobanlarına




GURBETTE RENKLER


Doğuda kırmızı, batıda turunç,
Yanık bir yörüğü andıran bu tunç,
Şu renk aleminde ne yok ki bizden,
Mavi: Marmara'dan, mor: Akdeniz'den!

Yeşil bir köşedir bana Bursa'dan,
Kara: Erciyes'in yarları gibi,
Sarıda güzü var Uzunyayla'nın
Beyaz: Erzurum'un karları gibi.
 

5 Ağustos 2013 Pazartesi

ŞİİR DÜNYAMIZIN DEĞERLERİ - 8 -





ŞÜKRAN  KURDAKUL
 
Burhan Bursalıoğlu

1927 yılında dünyaya gelen Şükran Kurdakul, yazdığı şiirleri ve kaleme aldığı yazıları ile Türk Edebiyatı’nın en önemli isimlerinden biri olmuştur. İstanbul’da doğan Şükran Kurdakul, lise öğrenimi sırasında Türk Ceza Kanunu’nun 142. Maddesi gereğince komünizm propagandası yaptığı nedeniyle bir süre tutuklu kalmıştır. Bu süre içerisinde öğrencisi olduğu İzmir Karşıyaka Lisesi’ndeki öğrenimi de yetkililer tarafından sonlandırılmıştır.

Şükran Kurdakul, 1953’te banka memurluğu görevini icra ederken 142.madde tekrar onun tutuklanmasına neden olmuştur. Bir süre daha tutukluluk hayatı yaşayan Kurdakul, bu iki tutuklanışı ile söz konusu madden tutuklanan yazar ve şairler listesinde yerini almıştır. Şükran Kurdakul, hapishanede yazdığı şiirlerinin bir kısmını 1956 yılında “Giderayak” adlı kitabında yayımlar. Cezaevi sonrasında Kurdakul, bir süre Yeni Gazete, Tan Gazetesi, ve Varlık Yayınevi’nde düzeltmenlik yapar.

1958’e kadar “Yelken” adlı bir dergiyi de yöneten Kurdakul, Ataç Yayınevi’ni kurar. Politik bir duruşa sahip olan Kurdakul, 1964 yılında Türkiye İşçi Partisi’ne üye olur. Tip’te belirli görevlerde bulunur ve aynı yıl “Türk Edebiyatçılar Birliği Genel Sekreterliği” ne seçilerek örgütçü bir edebiyata olan inancını fazlasıyla kanıtlar. 1976’dan sonra Kurdakul, “Türkiye Yazarlar Sendikası” ikinci başkanlığı görevini sürdürmektedir. Ülkenin kaderini değiştiren 12 Eylül 1980 Darbesi gerçekleştiğinde ise Kurdakul 141. Madde nedeniyle tutuklanır. Kurdakul 1988’de “Pen Yazarlar Derneği” kurucuğunu üstlenir ve söz konusu dernekte çeşitli görevlerde bulunur. Örgütsel edebiyatı yaşamı boyunca destekleyen Kurdakul, bir süre de “ Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı” yöneticiliğini yapar. Son olarak 1995’ten sonra Şükran Kurdakul, “Özerk Sanat Konseyi” ve “ Ulusal Sanat Kurulu” gibi iki önemli kuruluşun kuruculuğunu ve birinci başkanlığı görevini yerine getirir. Şükran Kurdakul 15 Aralık 2004 yılında ise hayatını kaybeder.
 
 

DALGIÇ
 
Kendi denizlerimin dalgıcıyım ben
Bir alışkanlığı sürdürür gibiyim belki
Soluğum son aşamalarına geldi
Geçtim durdum bilincin dehlizlerinden.
 
Bahçeler mi yoktu, eski ve yeni
Şarkılar mı, anılara benzer
Gemiler mi yoktu, küsmüş yelkenleri
Gözümün önünde eriyip gittiler.
 
Bilirdim çizgen neresiydi, yol neresi
Dalardım mavilerin güneşle buluştuğu yerden
Hevesleri, coşkuları, sevinçleri
Ben yaratmışım gibi dökerdim içimden.
 
Ne varsa doğayla aradığım uyumda
Çiçeğe durmuş ağaçlar gibi iyimser...
Ve sesinin masalında sevdalı,
Bize özgü sözcükler getirdim koynumda.
 
Kendi denizlerimin dalgıcıyım beni
Bir alışkanlığı sürdürür gibiyim belki
Soluğum son aşamalarına geldi,
Gidiyorum içimdeki sesin peşinden.
 
 
HEYBE
 
Doğumu Antalya'dan getirdim,
Yenikapı'nın bilmediğim bir evinden..
Binbaşım yeni gelmiş cepheden,
Anam en güzel yaşında.
 
Çocukluğu Topkapı'da getirdim,
Tarhana çorbası kokar.
Bir gecesini görsem yetimliğin aynasında
Anıları durdurmak gelir içimden.
 
İlk gençliği İzmir'den getirdim,
Özgürlük sözcüğü yetmez anlatmaya...
Nasıl sığmış avuçlarıma koca dünya,
Kitabın biri insan, biri ben.
 
Denizli'den getirdiğim
Mahpushane işi bir fotoğraf..
Kayar gider belleğimden,
Ne kadar yattım, ne zaman çıktım, ne zaman girdim?
 
Balıkesir'den yüz köyün adamını getirdim
Gözleri hüzün çiçekleridir
Kimi kuşkuyla bakar yüzüme,
Kimi kardeş bilir beni.
 
Kadıköy'den kimi getirdim bilirsiniz,
Yılların eskimeyen şiiri..
Yeni çağlara birlikte yürüdüğüm,
Bilmediğim çağlardan gelen.
 
 
 

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ

  CUMHURİYET Burhan Bursalıoğlu Bu gün Cumhuriyetimizin 99. Yıl dönümü. 99 yıl önce bugün, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşla...