21 Eylül 2013 Cumartesi

ŞİİR DÜNYAMIZ


ŞİİR  DÜNYAMIZIN  DEĞERLERİ - 15 -

Burhan Bursalıoğlu

Değerli Dostlarım, 13 tefrika halinde Sizlere sunduğum  "ŞİİR DÜNYAMIZIN DEĞERLERİ " başlıklı Türk şairlerimizden bazılarının şiirlerini yayınladım. Faydalı olup olamadığımı bilemiyorum. Ama, bizim çocukluk ve gençlik dönemlerinde zevk ve heyecanla ezberlediğimiz bu şiirleri maalesef okullarımızda  öğrencilere sunulmuyor.  Dünya edebiyat derslerinde örnek olarak gösterilen bu şiirlerin unutulmamasını sağlamak amacıyla, böyle bir çalışma içine girdim.
İlk seçmelerimin sonunu bugün yayınlıyorum. Daha önce yaşamlarını verdiğim bu şairlerimizin son şiirlerini, altlarında isimleriyle birlikte sunuyorum.

Bu seçimi yaparken genellikle genç şairlerimizin dışında kalanları seçtim.  İleriki seçimlerimde de yine aynı kuşağın şairleri ve yayınlanmamış  bir kısmını yayınladığım, Nazım HİKMET, Behçet Kemal ÇAĞLAR, Behçet NECATİGİL, Fazıl Hüsnü DAĞLARCA,  Faruk Nafiz ÇAMLIBEL, Kemalettin KAMU, Munis Faik OZANSOY,  Halit Fahri OZANSOY, Şükran KURDAKUL, Orhan Seyfi ORHON, O.Saik GÖKYAY, Rıfat ILGAZ ve Ümit Yaşar OĞUZCAN şairlerimizin de diğer şiirlerini yayınlayacağım.


SOLGUN BİR GÜL DOKUNUNCA


Behçet NECATİGİL
Çoklarından düşüyor da bunca
Görmüyor gelip geçenler
Eğilip alıyorum
Solgun bir gül oluyor dokununca

Ya büyük şehirlerin birinde
Geziniyor kalabalık duraklarda
Ya yurdun uzak bir yerinde
Kahve, otel köşesinde
Nereye gitse bu akşam vakti
Ellerini ceplerine sokuyor
Sigaralar, kağıtlar
Arasından kayıyor usulca
Eğilip alıyorum, kimse olmuyor
Solgun bir gül oluyor dokununca

Ya da yalnız bir kızın
Sildiği dudak boyasında
Eşiğinde yine yorgun gecenin
Başını yastıklara koyunca

Kimi de gün ortası yanıma sokuluyor
En çok güz ayları ve yağmur yağınca
Alçalır ya bir bulut, o hüzün bulutunda
Uzanıp alıyorum, kimse olmuyor
Solgun bir gül oluyor dokununca

Ellerde, dudaklarda, ıssız yazılarda
Akşamlara gerili ağlarla takılıyor
Yaralı hayvanlar gibi soluyor
Bunalıyor, kaçıp gitmek istiyor
Yollar, ya da anılar boyunca

Alıp alıp geliyorum, uyumuyor bütün gece
Kımıldıyor karanlıkta ne zaman dokunsam
Solgun bir gül oluyor dokununca
 
SEVGİLERDE

Behçet NECATİGİL

sevgileri yarınlara bıraktınız
çekingen, tutuk, saygılı
bütün yakınlarınız
sizi yanlış tanıdı

bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
bir bakış bile yeterken anlatmaya herşeyi
kalbinizi dolduran duygular
kalbinizde kaldı

siz geniş zamanlar umuyordunuz
çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek
yılların telaşlarda bu kadar çabuk
geçeceği aklınıza gelmezdi

gizli bahçenizde
açan çiçekler vardı
gecelerde ve yalnız
vermeye az buldunuz
yahut vakit olmadı


 Güzelleme
 
Behçet Kemal ÇAĞLAR
Kaç oyuksuz mihrabı kaya sanıp geçmişim,
Kaç zemzemi serince bir su deyip içmişim,
Minber sahanlığını yayla sanıp kaygısız,
Seccadeyi ot diye çiğnemişim saygısız.
Gözüm birden açıldı hem düne, hem yarına
Dayayınca alnımı Ağrı'nın karlarına;
Hidayetin ışığı erişti gören köre;
Gözlerimin önünde belirdi birden bire
Üç yanım diz çökmüş, el açmış sular saran,
Dağ dağ minberleriyle bir yandan Hakka varan,
Üstüne gök kubbenin çatıldığı tapınak,
Eski boy boy göçlere bağrını açan konak.
Yiğitliğin kulesi, güzelliğin kumaşı,
İnsan yaratışının tarih boyu potası
Harcı insan kanıydı, tozları insan külü,
İçi dışı tütsülü, suyu seli büyülü...
Ya taş kesilip onu dinlemek istiyorum,
Ya dağdan dağa şöyle ünlemek istiyorum:

Ey yıldızlı fistanlar, ey topraklı mintanlar,
Ey bire on başaklar, otlar, dağlar, bostanlar
Ve daha sık boy atan destanlar diyarı hey!

Ey ilk büyük insanı doğuran ilk ananın.
Ey çilenin, cefanın, güvenişin, inanın,
İnce minarelerle Sinan'ın diyarı hey!

En uysal barışların, en çetin hamlelerin,
Oyalı sütunların, abide cümlelerin,
Nefi'nin, Mevlana'nın, Homer'in diyarı hey!

Ey şehrâyin geceler, İrem bağı sabahlar.
Yunuslar, Köroğlular, Seyraniler, Emrahlar,
Eşsiz sevaplar, eşsiz günahlar diyarı hey!

Ey sebiller, kubbeler, hanlar, kervansaraylar,
Yola düşen gölgesi zafer olan alaylar,
Ey sinsinler, horonlar, halaylar diyarı hey!

Halılar, telkâriler, çiniler, kadifeler;
Keloğlanlar, adsızlar, Alperenler, efeler,
Gönlünün koltuğunda kafalar diyarı hey!

Ot görmemiş bozkırlar, kat kat yeşil yamaçlar,
Anadan doğma keller, topukta sırma saçlar
Keskin dertler, kestirme ilaçlar diyarı hey!

Ey ciritler, kalemler, oraklar, yatağanlar;
Ey turnalar, şahinler, ibibikler, doğanlar;
Selce taşıp rahmetçe yağanlar diyarı hey!

Ey mısır koçanından kırılan inci dişler,
Ey en derin bilgiye taş çıkartan sezişler,
Ey dile gelmiş kurtlar ve kuşlar diyarı hey!

Tanrı yeşili zeytin, çoban yeşili söğüt,
Halk türküsünde isyan, atasözünde öğüt,
Ey gümüş, kömür, demir ve kükürt diyarı hey!

Kız gibi ceylanların, ceylan gibi kızların,
Ötmez olmuş kuşların, ötüp duran sazların,
Ve sözün kısacası; Bizlerin diyarı hey!
 
 
CEVİZ AĞACI
 


Nazım Hikmet RAN
Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda,
budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,
koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
DÜNYAYI VERELİM ÇOCUKLARA
 Nazım Hikmet RAN
Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne
allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar
oynasınlar türküler söyliyerek yıldızların arasında
dünyayı çocuklara verelim
kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi
hiç değilse bir günlüğüne doysunlar
bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı
çocuklar dünyayı alacak elimizden
ölümsüz ağaçlar dikecekler
 
 

 
 

16 Eylül 2013 Pazartesi

DEĞİŞEN EĞİTİMİMİZ




                             SBS  GİTTİ,  TEOGS  GELDİ

 Burhan Bursalıoğlu

Son hafta, Eğitim Bakanı Sayın Nabi Avcı tarafından değiştirildiğini açıkladığı  Seviye Belirleme Sınavı ( SBS )hakkında , sanki tüm milletin beklediği acil bir şeymiş gibi “Reform yaptık”  diyerek yeni SBS  nin yerine konan "Temel Eğitimden Orta Öğretime Geçiş Sınavı  (TEOGS) hakkında bilgi verdi.

 Neresi, reform, bir türlü anlamış değilim. Açıkladığı sınav sistemi daha önce de vardı.  Uygulamaya çıkarma, ekleme yapmak reform  mu oluyor?  Önce (LGS) liselere giriş sistemi, sonra, Hüseyin Çelik zamanında (ÖKS)  Ortaöğretim kurumları sınavı, Nimet Baş zamanında da (SBS) Seviye Belirleme Sınavı , bu gün de, Bakan Nabi Avcı’ nın reform olarak nitelediği ( TEOGS )  yani,  Temel Eğitimden  Orta Öğretime Geçiş  Sistemi  olarak karşımıza çıktı.

Yukarıda saydığımız sınavlar genellikle , bölgesel başarıyı  belirlemek için yapılırdı. İl, ilçe ve köylerdeki farklılıkları belirlemek amacıyla merkezden sorular hazırlanır, her il kendisi sınavı yapardı. Bu sınav  öğrenci yerleştirme ile ilgili değildi.

Son 10 yıldır her gelen bakan , yenilik yapıyorum, reform yapıyorum diyerek  Milli Eğitimi yaz-boza çevirdiler.

Son olarak SBS  nda değişiklikler yapıldı.. Yukarıda da söylediğim gibi ufak bir değişiklik onlar için reform sayılıyor.

Örneğin, bu sistemle düz liseleri kaldırdılar. Anadolu liseleri ile meslek liseleri kaldı.

Seviye belirleme sınavı sonunda, yüksek puan alanlar tercih ettikleri 10 okuldan birine kayıt yapabiliyor. Ya puanı tutmayan 8. Sınıf öğrencisi ne yapacak. ? Meslek okullarından birine gitme mecburiyetinde kalacak.  Genelde İmam Hatip Lisesine gitmeyi sağlayan bu oyun nedeniyle öğrenciler, mecburen o tarafa meyledecek. Az bir kısmı da diğer  meslek okullarını tercih edecektir.  Öğrencinin hiç birini tercih etmeme gibi bir hakkı yok. Düz lise olsa idi, oraya kaydını yaptırıp eğitimine huzur içinde devam ederdi.  

SBS , okullar arasındaki farkları da ortaya çıkarıyor. Puanları yüksek okul iyi okul, azı kötü okul, başarılı okul, başarısız okul,  uzak okul, yakın okul ayırımı, öğrencilere  negatif etki yapmaktadır.   Velileri de sıkıntıya sokuyor. Yemek , servis, okula yardım  vs. ücretleri nedeniyle.

Önceki  SBS   de, her dersten sorular çıkardı. Çünkü bütün derslere   değer  verilirdi. Bakan’ın açıkladığı “ Temel Eğitimden Orta öğretime Geçiş “ sistemi sınavı soruları sadece 6 dersten çıkacakmış. Peki diğer, özellikle seçime tabi tutulan dersler çok mu ehemmiyetsiz de onlardan soru çıkmıyor? Önemsiz derslerse neden müfredata konuyor? 

Senede 6 dersten 12 sınav yapılacak. Demek ki her iki ayda bir 3 sınav yapılacak. Ders öğretmenlerinin yapacağı not sınavları hariç.

Sistem ayrıca, sınavlarda üç yanlış bir doğruyu götürmeyecek. Ü yanlış bir doğruyu götüren sistemde öğrenci tereddüt ettiği soruyu geçerdi, boş bırakırdı. Bu sistemde, tereddüt ettiği veya bilemediği sorunun şıklarından birini kura çekmiş gibi işaretleyecektir.  Diyelim ki, 100 soruda bilemediği  20 soru çıktı. Bu soruların cevaplarını kafadan atarak işaretledi. Sonuçta, bilmeden işaretlediği sorulardan yarısı tuttu. Yani bu çocuk bilmeden  bildiği 10 sorudan 50 puan kafadan kazandı sayılır.  Diğer bir çocuk ise hiç isabet ettiremedi. Sadece bildiklerinden puan aldı. Şimdi bu haksızlık değil mi?  Bu olayın diğer bir kaçamak yanı, Şimdiye kadar ki sınavlarda binlerce sıfır çekenler oluyordu. Bu da Eğitimin ne durumda olduğunu gösteriyordu.  Yeni sistemde sıfır alan çıkmayacağı için Bakanlık , “eğitim iyi gidiyor” diyebilecek. Bir çeşit kamuflaj yapılmış oluyor.

Getirilen  yeniliklerden biri de sınavların , öğrencilerin okuduğu okullarda olması.  Ama, aynı okulun öğretmenleri değil, başka okullardan gelecek öğretmenler sınavı yapacak.
Bana göre galiba Bakanlık öğretmenine itimat etmiyor.

Bakan Sayın Nabi Avcı’nın ifadesine göre, öğrencinin devamsızlığı 20 günden 10 güne , ders saatleri 40 dakikaya inmiş. Dinlenme saatleri ise okul idaresi tarafından belirlenecek miş. Bu sistem gereği, dershaneler azalacakmış, sınav kaygısını sütrece yayarak azaltılacakmış, öğretmenin mesleki performansı   artırılacak miş, okul dışı eğitim kurumlarına yönelik ihtiyaç azaltılacak mış, telafi imkanı sağlayarak tek sınavdan kaynaklanan olumsuzluklar azaltılacak mış, öğrenci devamsızlığı en aza indirilecek  miş, Ülke çapında müfredatın eş zamanlı uygulanması sağlanacak mış.

Bu güne kadar  Milli Eğitimde yapılan şahsi değişiklikler nedeniyle, Milli Eğitim’in “Milliği “ kalmadı. Gelen Bakanların şahsi düşüncelerinden oluşan değişik yasa ve yönetmelikler kısa zamanda değişerek, Eğitimi  çocuk oyununa çevirdiler. 

1739 sayılı, Milli Eğitim Temel Kanunu ve 222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunlarında yapılan pek çok değişiklikler, bu temel kanunları güdük haline getirmiştir. Sık sık çıkarılan yönetmelikler de, Eğitimimizi çağ gerisine götürmektedir.

Yukarıda bahsettiğimiz SBS nin değiştirilmişi olan TEOGS  nin içinde bulunduğu, 832 maddeden oluşan yönetmelikte dikkati çeken bazı değişikliklere de bir göz atalım.

Öğrencilere, yıl  içinde ödev ile sözlüde verilen  notlar geçerli olmayacak. Bunların yerine, daha önceki yıllarda da uygulanan proje ve performans  çalışmalarından verilen notlar geçerlilik kazanacak.

Sorumlu sınıf  geçme 3 derse çıkarıldı. Hatta, bir önceki sınıftan 3 dersten sorunlu olsa da, 3 de yeni sınıfından, toplam 6 dersten sorunlu olarak sınıf yükseltebilecek. Bunun da açıklaması kısaca, “Diplomalı bilgisiz öğrenci “ yetiştirmektir.

Üniversitelerde serbest bırakılan türban, okullarda öğretmenlerin türban takmalarına izin verildi.  Kısa bir süre sonra da , tüm okullardaki kızların türban takmalarına da izin çıkabilir.

Sayın Başbakan Rize’yi ziyaretinde, iki havuzun yapılmasını, birinin kız, ötekinin de erkek havuzu olacağını belirtti. Kız erkek ayırımı havuzdan başlatılıyorsa, yakında lise ve diğer okullara da gelir.

Aynı  yönetmelikte tüm ilk ve ortaöğretim okullarında mescit açılması öneriliyor. Okul müdürleri  isterse okulunda mescit açıp çocukların namaz kılmaları sağlanacak. İlköğretim okulları ve liselerin, İmam Hatip okullarından ne farkı kaldı?  Türbanı var, mescidi var, kız erkek ayrı, daha ne olsun. Okul isimleri de değişti mi  iş bitmiştir. O zaman ne SBS ye, ne de TEOGS ye ihtiyaç duyulmaz.

Değişen yönetmelikte, iki dönem ortalaması en az 45 puan alan  başarılı sayılırken, yeni yönetmelikte bu 50 puana çıkarıldı. Bu değişiklik öğrencinin aleyhine görülüyor. Ama, başka  fıkrada, birinci dönem ders ortalaması ne kadar düşük olursa olsun. İkinci dönemde sınıf geçe bilmesi için o dersten en az 70 puan alması gerekli.

Bir öğrenci, sınıf geçme notunu yükseltmek için  talepte bulunabiliyordu. Öğrencinin bu  hakkı kaldırıldı. Not yükseltme  olmayacak.

Bu okumuş  insanlar, eğitim ve öğretimin can alacak yönlerini değiştirmeye  kalkınca   bir süre tanımalılar. En az bir yıl deneme  yapılmalıdır. Bir şey denendikçe mükemmelleşir. Ayrıca, yeni oluşturulacak sistemler için de alt yapı hazırlanması lazımdır.  Bunların hiç biri son on senedir yapılmadı. Onun içindir ki daima sistem değişime uğramaktadır. Böyle yapılan uygulamalar, öğrenciye,  veliye, öğretmene ve tüm ulusa zarar vermektedir.

İleriye gidelim derken gerilediğimiz açıkça görülüyor.

Bugün açılacak olan okullarda okuyacak öğrencilere Tanrıdan kolaylık diliyorum. Velilere sabır, öğretmenlere de başarılar diliyorum.

 

12 Eylül 2013 Perşembe

MİLLİ EĞİTİM




SORUNLU  MİLLİ EĞİTİMİMİZ

Burhan Bursalıoğlu

16 Eylül’de tüm okullar açılıyor. Yeni Eğitim ve Öğretim  dönemi başlıyor. Başlıyor da dertleriyle, sorunlarıyla, bir değil, birçok bilinmeyenleriyle başlıyor.

Bir ülkede Eğitim ve öğretimin devamı  için belli kuralları vardır.

Öğrenci yaşı, kayıt kuralları, kıyafetler, öğretmen yetiştirme, öğretmen ataması, programlar, ünite seçimi, kitap basımı, dağıtımı, okulların fiziki yapısının elverişli olup olmaması, okul ihtiyaçları,  bina yeterliliği, kadroları, personelleri, donatımı , eğitim süresi vs.

Bunların bazıları, kör topal gidiyor. Önemli olan bazı gerçeklere bakalım.

ÖĞRENCİ  YAŞI

İlkokul birinci sınıfına öğrenci yaşını ne hikmetse 60 aya indirdiler. Eğitimciler, psikologlar, veliler buna karşı çıktılar. “Bu yaş küçüktür, çocuklar intibak edemezler, ruhsal bozukluklar oluşur, eğitimden soğurlar” dedilerse de , millilikten uzaklaştırılan Eğitim Bakanlığı direndi ve uygulandı. Hatta, mecbur tutuldu. Çocuğunu göndermeyene ceza kesildi. Göndermiyorsa rapor  mecburiyeti getirdi.

Bu kararı alan Bakanlık, önce okulların fiziki yapısını oluşturması gerekiyordu.  Yangından mal kaçırıyormuş gibi çocukları okula gönderdi, ama okulun lavabosunu, tuvaletini  merdivenini, hatta öğretmenini düşünmeden okulları açtı.

Veliler sınıfları doldurdu. Ağlayan çocuklar, altına kaçıranlar, sınıfına girmeyenler, parmakları kalem tutamayanlar ve  zor durumlara düşen okul idareleri.

Bir yıl sonunda, Eğitim Bakanlığa giden raporlar sonucu, geri adım atıldı. Bu öğretim yılı için çocukların yaşı büyütüldü.

ÖĞRETMEN MESELESİ:

Bakanlığın en önemli görevlerinden biri de kaliteli öğretmen yetiştirmektir. Bu konuda Bakanlığa not vermeye kalksam 10 üzerinden 1 veririm. Öğretmen, ne düz liseden, ne Anadolu liselerinden, ne özel okullardan  ne meslek okullarından ne de İmam hatip okullarından yetişmez.Öğrenci, İmam hatip dahil meslek okullarında  gördüğü meslek  dersleriyle ilgili  meslek sahibi olur.  Buralardan öğretmen  yetişmez. Öğretmen , Öğretmen Okulundan yetişir.  Her insan  da  öğretmen  olamaz. Hatta öğretmen okuluna giden her öğrenci de öğretmen olamaz. Öğretmenlik yapabilir ama asla öğretmen olamaz. ( Bu konuyu ileriki yazılarımda  açıklayacağım.)

Bugün,  Bakanlığın kaliteli öğretmen yetiştirme programı ve çabası yok. Öğretmen okulu yok. Öğretmeni küçük yaştan yetiştireceksin. İlkokul sonu veya orta okul sonu mezunlardan, en üst düzeyde puan alanlardan seçip alacaksın. Köy Enstitüleri, ilkokuldan sonra alınan öğrencileri öğretmen olarak yetiştirdi ve onlar Türkiye’nin yapısını değiştirecek seviyede reformlar yaptılar. Siyasi iktidar korktu ve okullarını kapattı.

Zamanımızda, ortaokul mezunlarının  yazılı sınavda aldıkları yüksek puanlar sonucu Öğretmen okullarına aday öğrenci olarak çağrılıp, mülakata tabi tutulduktan sonra, şartlara uyanlar Öğretmen okullarına alınırdı  Orta ve lise öğretmeni olmak isteyenler, öğretmen okulunu  bitirdikten sonra, Eğitim Enstitülülerine,  sınavla girerlerdi.

Bugün, bazı Üniversitelerde ek olarak Eğitim Fakülteleri var. Buralara her türlü liseden  öğrenci  gelebiliyor. Alt yapısı olmayan, öğrenci psikolojisi eğitimi almayan binlerce  öğretmen (!)  mezun oluyor.  Bakanlık bunlara öğretmen gözü ile de  bakmıyor. “Öğretmen adayları” diyor. Bu adaylar atanmaları için kuraya tabi tutuluyorlar. Hatta KPS ADLI SINAVDA DA BAŞARI GÖSTERMESİ GEREKİYOR  

Bakanlık  gerekli gördüğü ihtiyaç için kura ile öğretmen adayları atanıyor. Beni mazur görsünler, Bunların da başarıları ortada.  Sınavlarda yüz binlerin aldığı sıfırlar, herhalde  durumu açıklıyordur Sayın Bakan geçen günü  yeni SBS türündeki sına sistemini açıklarken, “üç yanlışın , bir doğruyu götürmeyeceğini” söyledi. Bu da eğitimin  utanılacak sonucunun kamufle edilmesi içindir.

9 Eylül Pazartesi günü, Eğitim Bakanlığı 98 bin öğretmen adayını kuraya sokarak, 40 binini atadı. Kura çekiminde kazanan bir bayan 6 yıl beklemiş ancak atanmış.

Diğer 58 bin aday kim bilir kaç yıl bekleyecek. Kura da kazanamayan ve kura dışında kalan öğretmen adaylarının   umutları  bir başka bahara  ,  veya bir iş yerine girip amelelik, garsonluk, tezgahtarlık yapmak zorunda  kalacak,

 Bu nasıl bir program ki, binlerce öğretmen adayını  mezun et ve sokaklarda süründür?  Bu gençlere yazık değil mi? Eğitim Bakanlığı, Öğretmen ihtiyacına göre, Fakülte  sayısını,  vereceği mezun sayısını ayarlayamıyor mu? Ayarlar da işine gelmiyor. Biraz geriye baksa, “Eskiden bu iş nasıl yapılıyordu” diyebilse, işi çözecek. Ama onun amacı her getirdiği sistemin reform olduğunu yutturmak.

Bizim zamanımızda, Öğretmen okulundan mezun olan öğretmen en geç 30 günde atanır ve göreve başlardık. Üstelik, atanma dilekçemize, istediğimiz 3 il adı yazmamız istenir ve o illerden birine muhakkak atanırdık.

Birçok yerde de öğretmen lojmanı bulunuyordu. Bu gün belki bazı köylerde lojman vardır. Ama kentlerde bu maalesef düşünülmüyor. Kendimizi çok zengin sayıp, valizler dolusu paraları, boş işlere harcayacaklarına, öğretmenlere lojman yaparak,  öğretmeni ikinci bir iş yapmaktan  ve    eğitimin  düşük  kalitesini  kurtarmış olurlardı.

4+4+4  sistemi o kadar konuşuldu, yazıldı ki burada ondan bahsedip moralinizi bozmak istemiyorum. Ancak bu sistem,  İmam Hatip okullarının orta kısımlarının  açılmasına, bu yetmiyormuş gibi, tüm okullarda ibadet hane açılmasının onayını okul müdürüne yüklediler. İbadethane açtırmayan müdürün  başına gelecekleri  düşünemiyorum bile.

KIYAFET

Mimet Çubukçu    Eğitim Bakanlığı sırasında, öğrencilik döneminde kafasındaki ukdeyi uygulamak istedi. Özellikle ilkokul öğrencilerinin,  tek tip önlük ve yaka kıyafetini yasaklayarak serbest kıyafet önerdi. 
 
 Bu karar kaos yarattı. Karara uyanda vardı uymayanda.  Bir sınıfta  çeşitli boyda, çeşitli renkte ve çeşitli modelde giysiler.  Bir öğretmen olarak o sınıfı gözümün önüne getiriyorum.  Ve o bakana kızıyorum. Tek tip kıyafet, izafi de olsa disiplindir.
 
 Çocuklara bağırarak döverek, not kırarak disiplin edilmez.  Disiplin ,   çocukların put gibi oturmaları değildir. Disiplin, öğrenci-öğretmen  işbirliğidir. Disiplin  göz uyumudur. Disiplin dengedir. Disiplin saygı-sevgidir. Disiplin , toplumun ortama uyum sağlamasıdır. Disiplin, öğrencinin çalışma ve konu seçimlerinde özgür olmalarıdır. Polis teşkilatı, ordu mensupları, zabıta, hava yolları hostesleri, kara, deniz, hava mensupları neden aynı kıyafet giyerler? Bunun cevabını Öğrenciler için de kullanabilirsiniz.

Sonuçta bu da tutmadı ve bu sene  kıyafet , her okul aile birliğinin tek tip uygulamasına bırakıldı.

PROGRAMLARDAN, ATATÜRK İLKELERİ ÇIKARILDI

Eğitim Bakanlığı, 11 yıldır yavaş, yavaş değiştirmeyi başardığı müfredat programında, nihayet Atatürk İlke ve İnkilap konularını da çıkararak emeline ulaştı.

Önce kitaplardan Atatürk konulu yazı ve şiirler çıkarıldı. Sonra resimler kaldırıldı.  Devrim ilkeleri kalktı. Andımızın söylenmesi  yasaklandı. Atatürk’ün Gençliğe hitabesi yasaklandı. Onuncu  Yıl Marşı’ nın söylenmesi yasaklandı.  Zaman,  zaman Milli bayramlarımız kuşa döndürüldü veya merasimlere izin verilmedi.  Mutat bazı resepsiyonlar yapılmadı. Amaç Atatürk’ü unutturmaktı. Bunlardan cesaret alan okul müdürlerinin bir kısmı, duvarlardaki Atatürk fotoğraflarını ve  Gençliğe hitab ıyla İstiklal Marşı  levhalarını söküp çöpe attılar. Bazılarına göstermelik  soruşturma açıldı. Kimsenin burnu kanamadı. Bazı imam hatip öğrencileri Atatürk’ün büstü önünde yakışıksız  fotoğraf çektirdi. Bazıları büstleri  parçaladı. Bütün bunlar, Bakanlığın davranışından kaynaklandı.

Son olarak Bakanlık. “Atatürk İlkelerine göre eğitimin bittiğini “itiraf etti

Eğitim Bakanlığı “öğrencilere, Atatürk İlke ve İnkilaplarını benimseyen,  Eleştirel düşünme becerilerini artırmayı öngören eğitim yerine, Türk Milli Eğitimi’nin genel ve özel amaç ile temel ilkeleri ön plana çıkarttı.”  8 Eylül 2013 tarihinde yürürlüğe giren yönetmelik gereği, orta öğretimde, Atatürk İlkelerine göre eğitim sistemini devre dışı  bırakılmış oldu.  Aynı yönetmelikle gelen bir başka yenilik(!)  lise öğrencilerine evlilik vizesinin çıkmasıdır. Öğrenci iken evlenen çocuk okuldan çıkarılırdı. Bu yönetmeliğe göre de öğrenci kayıtları açık başka bir liseye nakil yapabilecek.

Tüm okullarda ders saatleri ve teneffüsler  merkezin zamanlama programına göre uygulanırdı.  Bu yönetmeliğe göre, ders saatleri 40 dakika , ama dinlenme saatlerini ise okul idaresi belirleyecekmiş.

Her gelen Bakan kendine göre eğitim sistemini değiştirirse, eğitimi yaz-boz  a çevirirse onun MİLLİLİĞİ düşünülebilir mi?

2013-2014 Eğitim ve öğretim yılı, tüm öğrencilerimize, hayırlı,uğurlu ve başarılı olsun.

Gelecek yazımda. Bakanın reform dediği  SBS ni  değiştiren sınav hakkındaki düşüncelerimi yazacağım.  B.B.

 

9 Eylül 2013 Pazartesi

ŞİİR DÜNYAMIZIN DEĞERLERİ- 14 -



Behçet Kemal Çağlar


23 Temmuz 1908'de Erzincan'da doğdu, 24 Ekim 1969'da İstanbul'da yaşamını yitirdi.

 İlk ve orta öğrenimini Kayseri'de tamamladı. 1929'da Zonguldak Maden Mühendis Mektebi'ni bitirerek maden mühendisi oldu. Maden Tetkik Arama Enstitüsü'nde mühendisi olarak çalıştı; mesleğiyle ilgili incelemeler için Fransa'ya gönderildi. Dönüşünde İktisat Bakanlığı'nda görevlendirildi. İktisat Bakanlığı'nda çalışırken İngiltere'ye gönderildi. 1935'te Halkevleri Müfettişi olarak görevlendirildi, bu görevi dolayısıyla yurdun her yöresini dolaştı. Halk şiirleri ve halk sanatı ile yakından ilgilenmek fırsatını buldu. 1941-1947 yılları arasında Erzincan milletvekilliği yaptı. Milletvekilliğinden ayrılınca Robert Kolej'de öğretmenlik,
İstanbul Radyosu'nda edebî müşavir, TRT Yönetim Kurulu Başkanlığı, Akbank Neşriyat Müdürlüğü, TRT Program Uzmanlığı görevlerinde bulundu. 27 Mayıs'tan sonra Kurucu Meclis üyeliğine seçildi. 1949'da haftalık sanat dergisi Şadırvan'ı çıkardı. İstanbul Radyosu'nda, uzun yıllar ancak aralıklı olarak "Edebiyat Dünyamız" ve "Bitmez Tükenmez Anadolu" programlarını hazırladı, yönetti, sundu. İlk şiiri Hep Gençlik dergisinde yayınlandı, bazı şiirlerinde Ankaralı Âşık Ömer mahlasını kullandı. Şiirleri Hayat, İnkılapçı Gençlik, İstanbul, Muhit, Şadırvan, Türk Dili, Türk Yurdu, Ulus, Ülkü, Varlık, Yedi gün, Yücel dergi ve gazetelerinde yayımlandı. Şiirlerinde Atatürk devrimleri, Atatürk sevgisi, ulusal duygular, yurt ve vatan sevgisi ve güzellikleri konularını işledi, hece ölçüsünü kullandı. Faruk Nafiz Çamlıbel ile birlikte Onuncu Yıl Marşı'nı yazdı.



MUSTAFA KEMAL SESLENSE

Yüzyıllar öncesinden
Yüzyıllar sonrasından sesleniyorum size Ben Mustafa Kemal' im heyy...
Ben Mustafa Kemal' im
Büyük büyük denizlerim vardır benim Hürriyeti içmiş dalgalarım,
Hürriyetle kabarmış dalgalarım vardır benim
Ulusumun yanında sevincim
Ben Mustafa Kemal' im heyy...
Karanlığı deler gözlerim
Dalgalara binip gelmiş kahraman,
Gökçe gözlerine türküler yaktığımız... Hani bir güneş doğmuştu ya Samsun' dan İşte benim... Ben... Mustafa Kemal... Ölmek yaşamaktır vatan uğrunda
Deyip, öyle girdim savaşa
Komut verdim
Şahlandı cümle vatan
Boğdum kör talihi zindanında.
Bahtı gülen anaları yurdumun
Gökleri, dağları, denizleri
Yarınları, güvenipte uyuduğum
Aslan yeleni ışığı sınırlarımın Mehmetleri
Tutun ellerinizden yüreklerinizden Sevgilerinizle beni yıkayın.
Yüzyıllar öncesinden
Yüzyıllar sonrasından gelir sesim
Sevdim
Bir tanem
Türkiyelim
Sen var olukça belli ki
Ben Mustafa Kemalim
 

SEVGİLİYE


Üç şeyin üstüne can-baş koymuşum:
Anayurt, Atatürk ve sen, sevdiğim!

Kavak yeli esmez benim başımda
Atatürk rüzgârı esen, sevdiğim!

Diz çök Anıt kabrin mermerlerine
Herkesi kıskanıp küsen sevdiğim

Mustafa Kemal'in neferiyim ben;
Haklısın kölesi desen, sevdiğim!

Belki çıkacağız yine savaşa
Ki kalasın sen sağ-esen , sevdiğim!

Öp beni alnımdan, uğurla, bekle
Erliğimden şüpheliysen, sevdiğim!
 

ATATÜRK’ÇÜLERE


Öyle sırtüstü yatıp dinlenecek gün değil;

Daha yapacağımız çok şeyler var, çocuklar!


Ne kadar erken yağdı, gördünüz ya, yeniden
Nice güvendiğimiz dağlara kar, çocuklar!

İlerden, ta uzaktan el ediyor durmadan
Batılı arkadaşlar; vaktimiz dar, çocuklar!

Toplandık mı baş başa, verdik mi el ele biz
Su çekilir, dağ çöker, bora susar, çocuklar!

Hele kuru kütükler ayıklansın bir kere
Tadından çatlayacak dallarda nar, çocuklar!

Sizi bir, bir tanıyıp alnınızdan öpmeye
Mustafa Kemal yolda, hey bahtiyar çocuklar!
 

NÖBETÇİ MİLLET


Yaradan hey Yaradan !
Dört yıl değil bin yıl geçse aradan
Sensin ateş diye kanımızdaki
Sesin ışık diye önümüzdeki !
Ey yanımızdaki
Beş on mermere, bir avuç toprağa sığan
Sınırsız mavi umman hey !
Yeni kıyılar bulur, yeni yarlar kazardın
Sen her köpürüp taşmanda;
Her konuşmanda
Milletin alın yazısını yeniden yazardın..


Bakışların inanmayanı ezerdi
Sağ kolun bir tırpana benzerdi:
Başlardı yurt tarlasında düşüncenin hasadı.
Cümlelerin ya örsten kalkardı
Ya çıkardı kından.
Başak saçların sarkardı harman alnından:
Halk, biçilmiş ekin gibi, düşerdi dizlerine.
Milyonlar katılırdı sözlerine
Mıknatısa koşan zerreler gibi.
Köhne kanaatler, köhne küreler gibi
Sözünde çarpışıp düşerdi.
Tam sustuğun gün kıyamet oldu
Tam konuştuğun anlarsa mahşerdi:
Rab, gökte "dinleyin" derdi meleklerine;
Yıldızlar girerdi yeni mahreklerine;
Nehirler kavuşurdu yeni denizlerine:
Halk biçilmiş ekin gibi düşerdi dizlerine.
Şimdi nöbetçi olmak için Anıtkabrine
Tamamlayabilmek için tavafını
Sarmış yalın kılıçlar gibi etrafını
Tutuyor nöbet..
Bu millet:
Bu, vaktiyle ayaklarını ummanlar yalayan,
Bu, üç kıtayı atının nallarıyla damgalayan,
Bu, Timur'u, Atilla'yı, Oğuz'u
Bu, Yıldırım'ı, Fatih'i, Yavuz'u
Bu, seni yetiştiren ulu millet.
Vakar ve haysiyetle dimdik
Uyanık, tetik
Anıt kabrinde tutuyor nöbet.
Dünya dönüp dolaşıp
Boğazlaşıp dalaşıp
Ergeç ve ancak
Milli misaklarda karar kılacak.


Ey en büyük usta!
Düşünen olmadı bu hususta
Senden evvel ve senden ileri.
İlk müjdeyi, ilk haberi
Senden almıştı cihan
Ta o zamandan
Anlayamadığına yansın.
Sen, dünyanın dönüp dolaşıp geleceği
Uğrunda milyonların seve seve öleceği
En büyük maksat için
Dünyaya ilk karşı koyansın.
Nasıl içimizdeysen bütün varınla
İşte öylece dünya davalarındasın!
O ışık saçların, o alev sözlerinle
O gök gözlerinle sen.


Ey ıssız geceler içinden
Bize eşsiz sabahı getiren!
Ey asırlardır dul bayrağın eşi,
Ey gece yarılarımızın güneşi,
Ey ışık saçlar,
Ey yele kaşlar,
Ey çekilmiş hançer bakışlar,
Ey fikri döven şakaklar,
Ey kalem parmaklar,
Ey ay-yıldızlı el,
Ey en güzel,
Ey en büyük,
Ey Atatürk!
Getir dudaklarını bir bir alnımıza koy,
Dağlansın ateşinle bu soy.
Oy Atatürk oy!


İrkilmez Ata çocuğu irkilmez:
Zaptedilmez, Atam, zaptedilmez
Biz varken senin hisarının burçları:
Bakışlarımız kılıç uçları,
Bekliyoruz devrimini biz.
Çökmeyeceğiz diz..


İsterse hayat zehrolsun,
İsterse refah kahrolsun,
İsterse kurşun düşsün yanımıza, belimize,
İsterse geçinmek için, bir dilim
Kuru ekmek geçmesin elimize.
Halel gelmez bizim ateşimize;
Dünya düşse peşimize,
Yer sarsılsa yerinden,
Ne senden geçeriz, ne senin eserinden ...
 

2 Eylül 2013 Pazartesi

ŞİİR DÜNYAMIZIN DEĞERLERİ - 13 -







NAZIM  HİKMET  RAN


MEMLEKETİMDEN İNSAN MANZARALARI  - 1 -

BİRİNCİ BÖLÜM

Haydarpaşa garında
1941 baharında
            saat on beş.
Merdivenlerin üstünde güneş
                               yorgunluk ve telâş
Bir adam
      merdivenlerde duruyor
                        bir şeyler düşünerek.
Zayıf.
Korkak.
Burnu sivri ve uzun
yanaklarının üstü çopur.
Merdivenlerdeki adam
                   -Galip Usta-
                        tuhaf şeyler düşünmekle
                                                 meşhurdur:
"Kâat helvası yesem her gün" diye düşündü
                                     5 yaşında.
"Mektebe gitsem" diye düşündü
                          10 yaşında.
"Babamın bıçakçı dükkânından
Akşam ezanından önce çıksam" diye düşündü
                                                    11 yaşında.
"Sarı iskarpinlerim olsa
kızlar bana baksalar" diye düşündü
                          15 yaşında.
"Babam neden kapattı dükkânını?"
Ve fabrika benzemiyor babamın dükkânına"
                              diye düşündü
                                  16 yaşında.
"Gündeliğim artar mı?" diye düşündü
                            20 yaşında.
"Babam ellisinde öldü,
ben de böyle tez mi öleceğim?"
                        diye düşündü
                        21 yaşındayken.
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
                         22 yaşında.
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
                     23 yaşında.
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
                     24 yaşında.
Ve zaman zaman işsiz kalarak
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
                     50 yaşına kadar.
51 yaşında "İhtiyarladım" dedi,
                  "babamdan bir yıl fazla yaşadım."
Şimdi 52 yaşındadır.
İşsizdir.
Şimdi merdivenlerde durup
                        kaptırmış kafasını
                                     düşüncelerin en tuhafına:
"Kaç yaşında öleceğim?
Ölürken üzerimde yorganım olacak mı?"
                                                   diye düşünüyor.
Burnu sivri ve uzun.
Yanaklarının üstü çopur.
 
Denizde balık kokusuyla
Döşemelerde tahtakurularıyla gelir
                                Haydarpaşa garında bahar
Sepetler ve heybeler
            merdivenlerden inip
                        merdivenlerden çıkıp
                                     merdivenlerde duruyorlar.
 
 
 
MELEKETİMDE İNSAN MANZARALARI -2-
 
İKİNCİ BÖLÜM 
 
Atlantiğin dibinde upuzun yatıyorum, efendim, 
                                Atlantiğin dibinde 
                                      dirseğime dayanmış. 
Bakıyorum yukarıya: 
bir denizaltı gemisi görüyorum, 
yukarıda, çok yukarıda, başımın üzerinde, 
yüzüyor elli metre derinde, 
balık gibi, efendim, 
zırhının ve suyun içinde balık gibi kapalı ve ketum. 
Orası camgöbeği aydınlık. 
Orda, efendim, 
orda yeşil, yeşil, 
orda ışıl ışıl, 
orda yıldız yıldız yanıyor milyonlarla mum. 
Orda, ey demir çarıklı ruhum, 
orda tepişmeden çiftleşmeler, çığlıksız doğum, 
orda dünyamızın ilk kımıldanan eti, 
orda bir hamam tasının mahrem şehveti, 
mahrem şehveti efendim, 
                        gümüş kuşlu bir hamam tasının  
ve koynuna ilk girdiğim kadının kızıl saçları. 
Orda rengarenk otları, köksüz ağaçları 
                        kıvıl kıvıl mahlukları deniz dünyasının, 
orda hayat, tuz, iyot, 
orda başlangıcımız, Hacıbaba, 
                            orda başlangıcımız 
ve orda hain, çelik ve sinsi 
                        bir denizaltı gemisi. 
400 metroya kadar sızıyor ışık. 
Sonra alabildiğine derin 
          alabildiğine derin karanlık. 
Yanlız ara sıra 
                  acayip balıklar geçiyor karanlığın içinde 
                                                             ışık saçarak. 
Sonra onlar da yok. 
Artık dibe kadar inen 
     kat kat kalın sular kati ve mutlak 
                                   ve en dipte ben. 
Ben, upuzun yatıyorum, Hacıbaba, 
upuzun yatıyorum dibinde Atlantiğin 
                                  dirseğime dayanmış, 
                                  bakıyorum yukarlara. 
Avrupa Amerika' dan Atlantiğin yüzünde ayrıdır 
                                             dibinde değil. 
Gazgemileri gidiyor yukarda, çok yukarda, birbiri peşi sıra. 
Omurgalarının altını görüyorum,    
                             omurgalarının altını. 
Dönüyor keyifili keyifli pervaneleri. 
Dümenleri ne tuhaf suyun içinde 
İnsanın tutup tutup kıvırası geliyor. 
Köpekbalıkları geçti gemilerin altından, 
karınlarını gördüm 
                 ağızları da orda. 
Gemiler şaşırdılar birdenbire, 
herhalde köpekbalıklarından değil. 
Denizaltı gemisi bir torpil attı, efendim 
                                             bir torpil. 
Gemilerin dümenlerine baktım: 
telaşlı ve korkaktılar. 
Gemilerin omurgalarında imdat arar gibi bir hal vardı, 
gemiler bir bıçak darbesinden en yumuşak yerini 
                   karnını saklamak isteyen insanlara benziyorlardı. 
Denizaltılar birden üç oldular, derken, altı, yedi, sekiz. 
Gazgemileri düşmana ateş açarak 
insanlarını ve yüklerini suya döküp saçarak 
                                 batmaya başladılar. 
Mazot, gaz, benzin, 
tutuştu yüzü denizin. 
Bir alev deryasıdır şimdi yukarda akan, 
yağlı ve yapışkan 
        bir alev deryası efendim. 
Kıpkızıl, gömgök, kapkara, 
arzın ilk teşekkülü hengamesinden bir manzara. 
Ve denizin yüzüne yakın suyun içi allak bullak. 
Köpürüp, dağılıp parçalanmalar. 
Yukardan dibe doğru inen gazgemisine bak. 
Gece uykuda gezenler gibi bir hali var: 
                                              lunatik. 
Geçti kargaşalığı, 
girdi deniz dünyasının cennetine. 
Fakat durmadan iniyor. 
Kayboldu ıslak karanlıkta. 
Artık baskıya dayanamaz, parçalanır. 
ve direği, efendim, bacası yahut 
                                   nerdeyse yanıma düşer. 
Yukarda insanla dolu denizin içi. 
Bir tortu gibi dibe çöküyorlar 
                          tortu gibi çöküyorlar, Hacıbaba. 
Baş aşağı, baş yukarı, 
uzanıp kısalıyor, bir şeyler aranıyor kolları bacakları. 
Ve hiçbir yere, hiçbir şeye tutunamadan 
          onlarda iniyorlar dibe doğru. 
Birden bire bir denizaltı düştü yanıbaşıma. 
Parçalanmış bir tabut gibi açıldı köprüüstü kaportası 
ve Münihli Hans Müller dışarı çıkıverdi. 
39 ilkbaharında denizaltıcı olmadan önce 
                            Münihli Hans Müller 
Hitler hücum kıtası altıncı tabur 
                         birinci bölük 
                              dördüncü mangada sağdan üçüncü neferdi. 
Münihli Hans Müller 
         üç şey severdi: 
1-Altın köpüklü arpa suyu 
2-Şarki Prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli Anna. 
3-Kırmızı lahana. 
Münihli Hans Müller için  
                          vazife üçtü: 
1-Çakan bir şimşek  
               gibi mafevke selam vermek. 
2-Yemin etmek tabancanın üzerine. 
3-Günde asgari üç çıfıt çevirip 
                           sövmek silsilelerine. 
Münihli Hans Müller'in 
kafasında, yüreğinde, dilinde üç korku vardı: 
1-Der Führer. 
2-Der Führer. 
3.Der Führer. 
Münihli Hans Müller 
sevgisi, vazifesi ve korkusuyla 
                            39 ilkbaharına kadar 
                                      bahtiyar 
                                            yaşıyordu. 
Ve Vagneryen bir operada do sesi gibi heybetli 
Şarki Prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli  
                                                        Anna'nın 
tereyağı ve yumurta krizinden şikayet etmesine 
                                                        şaşıyordu. 
Diyordu ki ona: 
-Bir düşün Anna, 
 yepyeni bir manevra kayışı takacağım, 
 pırıl pırıl çizmeler giyeceğim ben. 
 Sen beyaz ve uzun entari giyeceksin, 
 balmumundan çiçekler takacaksın başına. 
 Tepemizde çatılmış kılıçların altından geçeceğiz. 
 Ve mutlak 
 hepsi erkek 12 çocuğumuz olacak. 
 Bir düşün Anna, 
 tereyağı, yumurta yiyeceğiz diye 
 top, tüfek yapmazsak eğer 
 yarın 12 oğlumuz nasıl muharebe eder? 
Münihlinin 12 oğlu muharebe edemediler 
çünkü doğamadılar, 
çünkü henüz, efendim, Anna'yla zifaf vaki olmadan önce 
                                 bizzat harbe girdi Hans Müller. 
Ve şimdi 41 sonbaharı sonlarında 
                                 dibinde Atlantiğin 
                                      benim karşımda durmaktadır. 
Seyrek sarı saçları ıslak, 
kırmızı sivri burnunda esef, 
        ve ince dudaklarının kıyılarında keder. 
Yanı başımda durduğu halde 
yüzüme çok uzaklardan bakıyor, 
İnsanın yüzüne nasıl bakarsa ölüler. 
Ben biliyoum ki, o bir daha görmeyecek Anna'yı, 
ve artık bir daha arpa suyu içip 
                 yiyemeyecek kırmızı lahanayı. 
Ben bütün bunları biliyorum, efendim, 
ama o bütün bunları bilmiyor. 
Gözü bir parça yaşlı, 
silmiyor. 
Cebinde parası var, 
çoğalıp eksilmiyor. 
Ve işin tuhafı 
artık ne kimseyi öldürebilir 
ne de kendisi ölebilir bir daha. 
Şimdi şişecek birazdan, 
yükselecek yukarıya, 
sular sallayacak onu 
ve balıklar yiyecek sivri burnunu. 
Ben  
Hans Müller'e bakıp, Hacıbaba, bunları düşünürken 
yanımızda peyda oluverdi 
         Liverpul Limanından Harri Tomson. 
Gazgemilerinden birinde serdümendi. 
Kaşları ve kirpikleri yanmıştı. 
Gözleri sımsıkı kapalıydı. 
Şişman ve matruştu. 
Bir karısı vardı Tomson'un: 
tavan süpürgesi gibi bir kadın, 
tavan süpürgesi gibi, efendim, zayıf, uzun, titiz, temiz 
ve tavan süpürgesi gibi münasebetsiz. 
Bir oğlu vardı Tomson'un: 
altı yaşında bir oğlan, Hacıbaba, 
tombul mu tombul, pembe beyaz, sarı papa mı sarı papa. 
Tuttum Tomson'un elinden. 
Açmadı gözlerini. 
"-Vefat ettiniz" dedim. 
"-Evet " dedi, "İngiliz imparatorluğu ve hürriyeti için: 
Canım isterse, harp içinde bile Çörçil'e sövmek hürriyeti 
ve canım istemese de aç kalmak hürriyeti uğruna. 
Fakat değişecek hürriyette bu son bahis, 
harpten sonra artık işsiz ve aç kalacak değiliz. 
Planı hazırlıyor Lordlarımızdan biri. 
Adalet: ihtilalsiz. 
Ben İngiliz İmparatorluğu'nu dağıtmaya gelmedim, dedi Çörçil. 
Ben de ihtilal çıkarmaya gelmedim: 
buna Kenterburi başpiskoposu 
                  bizim tredünyonun reisi 
                              ve karım razı değil. 
Ay bek yur pardın. 
         İşte bu kadar, 
                    nokta, son." 
Sustu Tomson. 
Ve ağzını açmadı bir daha. 
İngilizler fazla konuşmayı sevmezler,   
                      hele hümoru seven ölü İngilizler. 
Tomson' la Müller'i yanyana yatırdım. 
Şiştiler yan yana, 
yan yana yükseldiler yukarı doğru. 
Balıklar Tomson'u afiyetle yediler, 
fakat dokunmadılar ötekisine, 
Hans'ın etiyle zehirlenmekten korktular anlaşılan. 
Hayvan deyip geçme, Hacıbaba, 
sen de hayvansın ama 
                      akıllı bir hayvan... 
 
 
MEMLEKETİM
 
Dört nala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim….
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim…
 
 

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ

  CUMHURİYET Burhan Bursalıoğlu Bu gün Cumhuriyetimizin 99. Yıl dönümü. 99 yıl önce bugün, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşla...