24 Şubat 2014 Pazartesi

MİLLİ ŞAİRİMİZ






NAZIM HİKMET’TEN KUVAYİ MİLLİYE’ ŞİİRİ

 Burhan Bursalıoğlu

Sevgili şiir severler.

Türk şairleri arasında, Dünyaca en çok tanınan Milli Şairlerimizden  Nazım Hikmet’in bütün şiirlerini zevkle okuyor ve okuyanları dinliyoruz. HAZ ALIYORUZ.

Nazım Hikmet’in 8 bap tan oluşan KUVAYİ MİLLİYEDEN  şiirini hepiniz bilirsiniz ama sekiz bap ının tamamını okumamış olabilirsiniz.

Kurtuluş Savaşımızdaki yerel kahramanlarımızın bazıları hakkındakı kişisel ve şiirsel ifadeleri bizleri heyecanlandırıyor ve o ortamın içinde olmamızı arzulatıyor. O insanların torunları olmaktan gurur duyuyoruz.

Bu şiir hala “İstiklal Harbimiz olmadı” düşüncesinde olan gafilleri yola ve hakikate getirmek için bir delil olsun.

Sekiz baptan oluşan  KUVAYİ MİLLİYEDEN şiirini blogumda her yayında 1 bap olmak üzere sizlere sunacağım.

 


KUVAYİ MİLLİYEDEN 

ONLAR

Onlar ki toprakta karınca,
                                   suda balık,
                                                havada kuş kadar
                                                             çokturlar;
korkak,
            cesur,
                     câhil,
                             hakîm
                                      ve çocukturlar
ve kahreden
                 yaratan ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.


Onlar ki uyup hainin iğvâsına
                                   sancaklarını elden yere düşürürler
ve düşmanı meydanda koyup
                                      kaçarlar evlerine
ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler
ve yeşil bir ağaç gibi gülen
ve merasimsiz ağlayan
ve ana avrat küfreden ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.


Demir,
         kömür
                   ve şeker
ve kırmızı bakır
ve mensucat
ve sevda ve zulüm ve hayat
ve bilcümle sanayi kollarının
ve gökyüzü
                 ve sahra
                             ve mavi okyanus
ve kederli nehir yollarının,
sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı
               bir şafak vakti değişmiş olur,
bir şafak vakti karanlığın kenarından
                onlar ağır ellerini toprağa basıp
                                        doğruldukları zaman.


En bilgin aynalara
         en renkli şekilleri aksettiren onlardır.
Asırda onlar yendi, onlar yenildi.
Çok sözler edildi onlara dair
ve onlar için :
    zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,
                                                                  denildi.


 

 

YIL 1918-1919
ve
KARAYILAN HİKÂYESİ
 
 


Ateşi ve ihaneti gördük
ve yanan gözlerimizle durduk
                           bu dünyanın üzerinde.
İstanbul 918 Teşrinlerinde,
İzmir 919 Mayısında
ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar :
                                  Mayıs ortalarından
                                            Haziran ortalarına kadar
yani tütün kırma mevsimi,
               yani, arpalar biçilip
                                    buğdaya başlanırken
                                                       yuvarlandılar...
Adana,
           Antep,
                     Urfa,
                             Maraş :
                                  düşmüş
                                            dövüşüyordu...


Ateşi ve ihaneti gördük.
Ve kanlı bankerler pazarında
                            memleketi Alaman'a satanlar,
yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar
düştüler can kaygusuna
ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından
karanlığa karışarak basıp gittiler.
Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet,
en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat,
                  dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat,
                                        iki kat soyulmamak için.


Ateşi ve ihaneti gördük.
Murat nehri, Canik dağları ve Fırat,
Yeşilırmak, Kızılırmak,
Gültepe, Tilbeşar Ovası,
                     gördü uzun dişli İngiliz'i.
Ve Aksu'yla Köpsu,
Karagöl'le Söğüt Gölü
ve gümüş basamaklı türbesinde yatan
                                       büyük, âşık ölü,
şapkası horoz tüylü İtalyan'ı gördü.
Ve Çukurova,
kıyasıya düzlük,
uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya
ve Seyhan ve Ceyhan
ve kara gözlü Yürük kızı,
gördü mavi üniformalı Fransız'ı.
Ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte.
Eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu
ve ağalar :
Bağdasar Ağa'dan
               Kellesi Büyük Mehmet Ağa'ya kadar,
düşmanla birlik oldular.
Ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp,
gelinlerin ırzına geçip,
çocukları öldürüp
              ve istiklâli yakıp yıktıkça düşman,
dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan
ve çığ gibi çoğaldı çeteler
ve köylülerden paşalar görüldü,
                            kara donlu köylülerden.
Ve bizim tarafa geçenler oldu
                           Tunuslu ve Hindli kölelerden.
Ve Türkistanlı Hacı Ahmet,
kısık gözleri,
                   seyrek sakalı,
                                       hafif makinalı tüfeğiyle
                                       dağlarda bir başına dolaştı.
Ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü
ve ayışığında ve yıldız alacasında geceleyin,
                    ne zaman sıkışsa bizimkiler,
        peyda oluverdi, yerden biter gibi o
ve ateş etti
              ve düşmanı dağıttı
                                       ve kayboldu dağlarda yine.


Ateşi ve ihaneti gördük.
Dayandık,
dayandık her yanda,
dayandık İzmir'de, Aydın'da,
Adana'da dayandık,
dayandık, Urfa'da, Maraş'ta, Antep'te.


Antepliler silâhşor olur,
uçan turnayı gözünden
kaçan tavşanı ard ayağından vururlar
ve arap kısrağının üstünde
taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar.


Antep sıcak,
             Antep çetin yerdir.
Antepliler silâhşor olur.
Antepliler yiğit kişilerdir.


Karayılan
           Karayılan olmazdan önce
Antep köylüklerinde ırgattı.
Belki rahatsızdı, belki rahattı,
bunu düşünmeğe vakit bırakmıyordular,
yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi
ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar.
Yiğitlik atla, silâhla, toprakla olur,
onun atı, silâhı, toprağı yoktu.
Boynu yine böyle çöp gibi ince
                  ve böyle kocaman kafalıydı
                                  Karayılan
                                        Karayılan olmazdan önce.


Düşman Antep'e girince
Antepliler onu
             korkusunu saklayan
                              bir fıstık ağacından
                                               alıp indirdiler.


Altına bir at çekip
               eline bir mavzer
                                      verdiler.


Antep çetin yerdir.
Kırmızı kayalarda
                           yeşil kertenkeleler.
Sıcak bulutlar dolaşır havada
                                            ileri geri...


Düşman tutmuştu tepeleri,
düşmanın topu vardı.
Antepliler düz ovada
                      sıkışmışlardı.
Düşman şarapnel döküyordu,
toprağı kökünden söküyordu.
Düşman tutmuştu tepeleri.
Akan : Antep'in kanıydı.


Düz ovada bir gül fidanıydı
                 Karayılan'ın
                            Karayılan olmazdan önceki siperi.
Bu fidan öyle küçük,
korkusu ve kafası öyle büyüktü ki onun,
namlıya tek fişek sürmeden
                  yatıyordu yüzükoyun.


Antep sıcak,
              Antep çetin yerdir.
Antepliler silâhşor olur.
Antepliler yiğit kişilerdir.
Fakat düşmanın topu vardı.
Ve ne çare, kader,
                  düz ovayı Antepliler
                                     düşmana bırakacaklardı.


«Karayılan» olmazdan önce
                     umurunda değildi Karayılan'ın
                     kıyamete dek düşmana verseler Antep'i.
Çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar.
Yaşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi,
korkaktı da bir tarla sıçanı kadar.



Siperi bir gül fidanıydı onun,
gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzükoyun
              ak bir taşın ardından
                             kara bir yılan
                                          çıkardı kafasını.
Derisi ışıl ışıl,
             gözleri ateşten al,
                              dili çataldı.
Birden bir kurşun gelip
                      kafasını aldı.
Hayvan devrildi kaldı.


Karayılan
        Karayılan olmazdan önce
kara yılanın encâmını görünce
haykırdı avaz avaz
            ömrünün ilk düşüncesini .
    «İbret al, deli gönlüm,
      demir sandıkta saklansan bulur seni,
      ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.»


Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
bir tarla sıçanı kadar korkak olan,
fırlayıp atlayınca ileri
bir dehşet aldı Anteplileri,
                     seğirttiler peşince.
Düşmanı tepelerde yediler.
Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
bir tarla sıçanı kadar korkak olana :
                                KARAYILAN dediler.


«Karayılan der ki : Harbe oturak,
  Kilis yollarından kelle getirek,
  nerde düşman varsa orda bitirek,
  vurun ha yiğitler namus günüdür...»


Ve biz de bunu böylece duyduk
ve çetesinin başında yıllarca nâmı yürüyen
                                          Karayılan'ı
                                          ve Anteplileri
                                          ve Antep'i
                     aynen duyup işittiğimiz gibi
                     destânımızın birinci bâbına koyduk.
 

16 Şubat 2014 Pazar

E D E B İ Y A T


ŞİİR  DÜNYAMIZIN  DEĞERLERİ  - 22  -




SUNAY  AKIN
Burhan Bursalıoğlu
 



Trabzon'da doğdu. Lise öğrenimini İstanbul Koşuyolu Lisesi’nde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Fizik Coğrafya Bölümü’nden mezun oldu. İlk şiirleri 1984 yılında dergilerde yayınlanmaya başladı. Arkadaşlarıyla birlikte 1989′ da Yeni Yaprak şiir dergisini ardından 1990 yılında da Olmaz adlı şiir dergisini çıkardı. 1987 yılında Halil Kocagöz Şiir Ödülü’nü Noktalı Virgül adlı dosyasıyla aldı.

1990 yılında ise Orhon Murat Arıburnu Şiir Ödülü’nü Makiler şiiri ile kazandı. Buluşlara dayanan, genellikle kısa şiirlerinde, Orhan Veli şiirindeki bir özelliğin günümüzde sürdürümcüsüdür. Bu tür şiire pek de özgü olmayan, yumuşak, lirik bir ses tonu vardır. Şiirlerinde özellikle ince yergi ögelerini kullanmadaki rahatlığı ile dikkat çeker. Cemal Süreyya’nın etkisinde sürdürdüğü şiirlerde, dil oyunlarına dayalı yoğun bir alaycılık ve şaşırtma; çocuklar ve hüzünle birlikte şairin ilgi ve duyarlılığını göstermektedir.

23 Nisan 2005 tarihinde 11 yıldır dünyanın dört bir yanından topladığı oyuncaklarla, hayali olan İstanbul Oyuncak Müzesi’ni Göztepe, İstanbul’da tarihi dört katlı bir konakta açtı.

Sunay Akın ilk şiirini 9 yaşında meteoroloji müdürlüğünde çalışan bir memurun kızına yazar. Kızın isminin baş harflerinin dizelerini oluşturduğu şiiri evlerinin terasında bulunan odunluk kapısının iç kısmına yazar. Kız balkona geldiğinde odunluğun kapısını açar. Mahsusçuktan! … Ama şiir kızın gözüne hiçbir zaman takılmaz. Sunay Akın yıllar sonra “Bir Şairdir Artık”, çocukluğunun geçtiği Trabzon’a gittiğinde sert geçen bir kışta, içindeki odunlarla birlikte kapının da sökülüp yakıldığını öğrenir. Şairin ilk şiiri “Hava Muhalefeti” nedeniyle kayıptır.

 
 

At Kokusu
Son evi gösterin bana İstanbul' da  
vapur sesinin duyulduğu  
ki kapısını çalıp  
söyleyeyim içindekilere  
daha çok kedi yavrusu ezilsin diye  
eski iskeleleri  
sahil yoluyla ayırdıklarını  
denizden  

Karşılığında ben de size  
kanaryası ölüp  
kuaför salonuna dönüşmeyen  
kaç mahalle berberinin 
kaldığını söylerim  
ya da kaç fötr şapkanın  
tutsak olduğunu  
köhne bir konağın  
askısında  

Kaç faytoncunun 
artık taksicilik yaptığını da bilirim  
ama söylemem  
onu da siz bulun  
dikiz aynasına takılı boncuklardaki  
at kokusundan
Cephede
Aslında ben daha güzel ölürdüm  
arka bahçede askercilik oynarken 
tahta tüfeğimle toprağa uzanır  
annemin sesiyle doğrulurdum hemen  
-Çabuk kalk üstün kirlenecek hınzır!  

Yerdeyim yine bak anneciğim  
n'olur kızma adımı çağır
 
Hücum Emri
Kum taneciği
Kaçtı diye gözüne
Emir veren generalin
İki dakika daha
Çok yaşadı insanları
O şanslı ülkenin
Şiiriçi Hatları Vapuru
Nazım Hikmet vapuru
deniz ile arasına
dökülen asfaltı kırar
ve özgürlüğüne kavuşturur
salacak iskelesini
batmak pahasına


Can Yücel vapuru
alaycı bir düdük çalar
savaş gemilerine
ki rakı şişeleri asılıdır
can simitlerinin
yerine


Attila İlhan vapuru
keyifle yarar suları
içinde çünkü sevgililer öpüşür
ve güvertesinde
sigarasını rüzgara karşı yakan
bir katil üşür


Edip Cansever vapuru
denize yansıyan
otel ışıkları altında
gider gelir Boğaz’ın en uzak
iki iskelesi
arasında


Orhan Veli vapuru
evlerine taşırken
telaş içinde insanları
küpeştesinden atılan
simitleri kapışır
martı kuşları


Cemal Süreya vapuru
akşamüstleri giyince
ışıklı elbisesini
ince bir duman savurarak havaya
dansa kaldırır
Kız Kulesi’ni
 
 
GÜLTEN  AKIN
 
 
 
 
 
 
1933′te Yozgat’ta doğdu. Ortaöğrenimini Ankara Kız Lisesi’nde tamamladı. 1955′te Ankra Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1956’da evlendi. Beş çocuk büyüttü. 1958-1972 arasında eşinin görevi nedeniyle Anadolu’nun çeşitli ilçelerinde yaşadı. Yardımcı avukatlık, avukatlık ve öğretmenlik yaptı. 1980 öncesinde halkın yaşadıkları, onun da hayatına ve şiirine yansıdı. Kültür Bakanlığı Yayın Danışma Kurulu üyeliğinde bulundu. Türk Dil Kurumu’nda dil uzmanı olarak görev yaptı. Demokratik kitle örgütlerinin yeniden kuruluşu çalışmalarına katıldı. Şimdi yalnızca şiirle uğraşıyor. Yazdıkları başka dillere çevrildi. 40 kadar şiiri bestelendi. Doğa, ayrılık, sevgi, kadın sorunları gibi temaları işleyen ilk şiirlerini 1956′da “Rüzgar Saati”nde topladı. Daha sonraki şiirlerinde toplumsal sorunlara yöneldi. Gezip gördüğü yerlerden aldığı esinle zenginleşen ve coşkulu bir insan sevgisiyle yoğrulan şiiri, toplumsal sorunları, yaşam-halk ilişkisini öne çıkardı. Şiirlerinde büyük ölçüdü folklor öğelerinden yararlandı. Şiir üzerine yazılarını biraraya getiren “Şiiri Düzde Kuşatmak” (1983) kitabında, halk kaynağına inme isteğini, “Halkta var olan öz ve biçimi diyalektik olarak yükseltmek, şiiri yükseltirken halkın yaşamının ve yaşam biçimlerinin yükselmesine yardımcı olmak” sözleriyle açıklar.
 
KESTİM KARA SAÇLARIMI
Uzaktı dön yakındı dön çevreydi dön
Yasaktı yasaydı töreydi dön
İçinde dışında yanında değilim
İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi
Bu nasıl yaşamaydı dön
Onlarsız olmazdı, taşımam gerekti, kullanmam gerekti
Tutsak ve kibirli -ne gülünç-
Gözleri gittikçe iri gittikçe çekilmez
İçimde gittikçe bunaltı gittikçe bunaltı
Gittim geldim kara saçlarımı öylece buldum
Kestim kara saçlarımı n’olacak şimdi
Bir şeycik olmadı – Deneyin lütfen -
Aydınlığım deliyim rüzgârlıyım
Günaydın kaysıyı sallayan yele
Kurtulan dirilen kişiye günaydın
Şimdi şaşıyorum bir toplu iğneyi
Bir yaşantı ile karşılayanlara
Gittim geldim kara saçlarımdan kurtuldum
 
 
SENİ SEVDİM
Seni sevdim, seni birdenbire değil usul usul sevdim
“Uyandım bir sabah” gibi değil, öyle değil
Nasıl yürür özsu dal uçlarına
Ve günışığı sislerden düşsel ovalara
Susuzdu, suya değdi dudaklarım seni sevdim
Mevsim kirazlardan eriklerden geçti yaza döndü
Yitik ceren arayı arayı anasını buldu
Adın ölmezlendi bir ağız da benden geçerek
Soludum, üfledim,yaprak pırpırlandı Ağustos dindi
Seni sevdim, sevgilerim senden geçerek bütünlendi
Seni sevdim, küçük yuvarlak adamlar
Ve onların yoğun boyunlu kadınları
Düz gitmeden önce ülkeyi bir baştan bir başa
Yalana yaslanmış bir çeşit erk kurulmadan önce
Köprüler ve yollar tahviller senetler hükmünde
Dışa açılmadan önce içe açılmadan önce kapanmadan önce
Nehirlerimiz ve dağlarımız ve başka başka nelerimiz
Senet senet satılmadan önce
Şirketler vakıflar ocaklar kutsal kılınıp
Tanrı parsellenip kapatılmadan önce
Seni sevdim. Artık tek mümkünüm sensin
ÜŞÜMEKTEN DEĞİL KORKU
Yorgun savaşçılarız, yengiler eskitti bizi
Utanırız tadına varmaktan içkilerimizin
Biri bütün güneşleri toplar, vermeye bekletir
Üşümekten değil korku, ısınır olmaktan
Yorgun savaşçılarız, sevgiler ürküttü bizi
Tutulmuş dağ yolları oklar ve tuzaklar
Biri dostluk adına bağışlar çirkinliğimizi
Düz yollara düşeriz yeniden oksuz ve tavşansız
Yılgın savaşçılarız, sevgiler ürküttü bizi
 
 
 
 

1 Şubat 2014 Cumartesi

EĞİTİM



EMİRGAN  İLKOKULU


 
 
Burhan Bursalıoğlu

Bu gün benim için önemli bir gün.  1 Şubat 1990 yılında, Emirgan ilkokulu  Müdürü  iken isteğim üzerine emekli oldum. 2 Şubat' 1990 da özel  okulda müdürlük görevine başladım. 24 yıl olmuş. O tarihte doğan bir çocuk, okullarını, askerliğini, bitirmiş, evlenmiş ve çocuğu da olmuştur. Ama ben hala Emirgan ilk  okulundan kopamıyorum.,
Bu günün ikinci önemli olayı da, Emirgan ilkokulu Aile Birliğinin tertiplediği  İstinye Kaçkar restorant da biletli  kahvaltıydı.
Bu kahvaltı zorunlu ve bir mecburiyetten doğmuştu.
Şöyle ki: İstanbul Özel İdaresi  malı olan  okul binası,  Okul yönetimine sormadan. ne maksatla olduğu hala bilinmeyen bir nedenle onarıma alındı.
 İki sezondur, öğrenciler, başka okullarda sığınmacı gibi eğitim görüyorlar.  Onarım süreci içinde, binanın ilk okul olarak değil, başka amaçlarla kullanılacağı, hatta İmam Hatip  Okulu olarak tedrisata açılacağı dedikoduları , başta  okul idaresi ve Emirgan halkını rahatsız etmeye başladı. Aslını öğrenmek için , yetkililerden de inandırıcı cevap alınamadı. Bunun için Emirgan  Sevenler Derneği  başta olmak üzere, diğer, Sivil Toplum Kuruluşları, Emirgan halkı, Okul idaresi, ve Okul Aile birliği harekete geçerek direnmeye başladılar.
Uzatmayalım, Mart ayında okulun aynen eskisi gibi tedrisata devam etmesi için teslim edileceği, Milli Eğitim Müdürlüğünce açıklandı. Ama arkasından ilave edildi. "Hiçbir araç gerece karışmam"
Okul Müdüresinin  ricalar sonucu, sıraları veren Milli Eğitim hiçbir malzemeyi veremeyeceğini tekrar etti. Depolara konan eskimiş ders araçları, malzemeler, masa sandalyeler, tahtalar,  biyoloji, sosyal bilgiler, matematik gibi ders araçları artık görev yapmaktan uzak. Yenilenmeleri gerek. Para yok.
Benim müdür olduğum 1985 de, okul binasının onarıma alınması için müracaat etmiştim. Binanın iç  döşemeleri ahşap olup,  dayanağı olmayan taşların üzerinde bulunan direkler üzerinde bulunuyorlardı. Her adımda döşeme deprem gibi sallanıyor, tahtalar arası da açılmıştı. Gerçekten de eğitime elverişli olmadığı gibi, öğrenciler için de tehlike yaratıyordu.
İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü  3 kişilik, M.  EĞ. Müdürlüğüne bağlı bilirkişi gönderdi. İnceleme yaptılar, "Tehlike yok" raporu verdiler. Durmadım, Sarıyer Belediyesinden yardım istedim. Bayındırlıktan iki bilirkişi gönderdiler, "Eğitim olmaz, çocuklar için tehlike arz ediyor" şeklinde rapor verdiler. Raporu, Milli Eğitime gönderdim. Bunun üzerine M. Eğ. Müdürü, yanına yardımcıları ve Daimi Encümenden bir kişi alarak okula geldi. Sağa sola baktı, "Onarım için paramız yok, zaten döşemeler o kadar tehlike yaratmıyor" dedi. Daimi Encümen azasının itiraz   etmesine  rağmen. Müdür bey " Olmaz " diyerek çekip gittiler.
İşin peşini bırakmayacağımı kafama koymuştum. Kaymakam raporu da işe yaramadı. Son çare olarak İstanbul Teknik Üniversitesi  Dekanlığına müracaat ederek, Bilirkişi göndermelerini istedim.
15 gün sonra 3 kişilik Prof. lardan bilirkişi heyeti gelerek, inceleme yaptı. Heyet, Milli Eğitimin  reddetmesi mümkün olmayan , hatta, hemen okulun kapatılması gerekli rapor verince, onarım izni çıktı.
Döşemeler beton, ocaklar kalktı, kalorifer döşendi, bodruma tuvaletler ve kalorifer kazanları kondu. Bahçe düzenlemesi ve yan tarafa  müstahdem evi yapıldı.
Bunları neden anlatıyorum?
1985 deki onarımı zorla yaptırdık. İhtiyacımız olan araç gereçleri ikiletmeden, M.Eğ.Müdürlüğü hemen karşıladı. Bugünkü onarımı kendileri istedi ve yaptılar, ama, araç ve gereçleri vermiyorlar. Bunun anlamını çözemedim. Sanki "Alın binanızı, başka bir şey istemeyin,  kendi yağınızla kavrulun." diyorlar gibi geldi bana.
Her yerde kamu binaları yapılıyor. Bir bakanlığa bağlı bir lojman, ek bina, veya yeni bina yapıldığını farz edelim. O binanın  iç döşemesini çalışanlar mı karşılıyor, yoksa o binanın bağlı olduğu Bakanlığın ödeneğinden mi karşılanıyor?  Okul da bir Bakanlığa bağlı, giderleri Bakanlık karşılamalı. Okul, o Bakanlıkta görev yapan , başta Bakanı ve diğer çalışanları yetiştiren bir kurum. Bakanlık ne yapıyor? Sadece düzeni sağlıyor, çalışma programı oluşturup işleyişini takip ediyor.
 Bana, İlkokuldan mezun olmadan , Bakan, müsteşar, müdür olmuş birini gösterebilir misiniz? Cevap:  "HAYIR"  Demek ki, Bakan olunması için İlkokulu bitirmek gerekmektedir. O halde, bu insanlar, okudukları okulların ihtiyaçlarını neden karşılamazlar? 200 bin lira gönderseler, bütçe batar mı? Milyon dolarların  konuşulduğu bu günlerde, 200 bin liranın lafı mı olur. Olmaz ama oluyor işte.
Mart ayında dört duvarı teslim alacak olan okul idaresi, araç gereç için çaba harcamaktadır. Bu günkü kahvaltı onun içindi.
Kahvaltı faydalı oldu. Sarıyer Belediye Başkanı Sayın Şükrü Genç, Okul Müdüresi Emine Kızıldağ, öğretmenler, eski öğrenciler, dernek başkan ve yardımcıları, Okul Aile Yönetim Kurlu üyeleri ve  misafirler iştirak ettiler. Çok samimi havada geçen yemekte ben de mutlu oldum.Öğrencilerimi, velileri, öğretmen arkadaşlarımı ve uzun zamandır karşılaşamadığımız Sayın Şükrü Genç'i gördüğüm için mutlu oldum.
Okul Aile Birliğinin Emirgan İş Bankasındaki  11410184325  nolu hesabına,  "damlaya damlaya göl olur" misali, yardım sevenlerden  güçleri  nispetinde katkı bekliyor.
Ayrıca, okulun ihtiyacı olan ders araçları ve genel malzeme,  üretimi ve satanlarında bağışlar bekleniyor.
Mart ayında okula girecek öğrenciler, tam takır, dürt duvar yerine, yeni araç ve gereçlerle döşenmiş, huzur içinde eğitimlerini devam ettirecek bir okul görmelerini umuyor ve istiyoruz.





 

26 Ocak 2014 Pazar

ŞİİR DÜNYAMIZIN DEĞERLERİ





ŞİİR  DÜNYAMIZIN  DEĞERLERİ - 22 -
 
OSMAN  BAŞKESER

Burhan Bursalıoğlu

Osman Başkeser, Amasya, Taşova  .lçesine bağlı ESENÇAY  nahiyesinde, 13 Temmuz. 1959 yılında dünyaya geldi.
İlkokulu Esençay İlkokulunda okudu. Ortaokulu Esençay ortaokulunda okuduktan sonra 1976 yılında  Esençay’dan ayrıldı.

12 Aralık 1982 evlendi. Bir oğlu . bir kızı var.
Samsun Milli Eğitiminde  çalışıyor.


Osman Başkeser, zamanımızın, orta Karadeniz bölgemizin yetiştirdiği şairlerimizden biridir. Facebook sayfasında yayınladığı şiirlerinden bir demet aşağıya sunuyorum.
Doğduğu yer olan Esençay sevdalısı olan  Osman Başkeser, hasretini çektiği Esençay'da geçirdiği, çocukluğunu, mahalli şivesiyle şöyle anlatıyor:

“Evet sevgili hemşerilerim, sevgili Esençay’lı dostlar ; Hepinize Samsun’dan selam olsun.
Ben ,1959 yılında Esençay’da doğdum. Şöyle bir düşünüyorum da aradan koskoca 55 sene gelmiş, geçmiş.Vay be ne çabuk gelip geçmiş koskoca 55 sene !....Yalan da değil hani..Evet sanırım bu yazımı okuyan sevgili dostlar derin derin bir iç çekiyorlardır mutlaka. Herkes benim gibi şöyle geçmişe özlem duyuyorlardır haklı olarak. Şu bir gerçek ki; geçmişe özlem duymak, insanı hayal dünyasında yaşamaktır bir anlık..

Her neyse çocukluk yıllarımı kasabamızda yaşadım, Esençay’ın dağını, taşını, toprağını elbette ki çok özledim, özlüyorum da. Hani nerede o bizim çocukluk yıllarımız ? Keşke o günler geri gelse, ama imkansız biliyorum.Evet çok özlüyorum o günleri. Hani nerede depe tarlada, çadırçayında, çoraklıkda, depe arkasında,çağlerde, nallıkda, garasuda tütün dikdüğümüz günler, orak biçdüğümüz günler, hani neredeeeeee!. Hele hele petoğun tarlasında çiğdemin depesinde, bakacağın depesinin etrafında inek güttüğümüz günler, Hele, hele de tütün kırmaya giderken sabah ezeninde galkıp ta o saatte milletin tarlaya gitmesi, herkesin elinde bir löküs veya tüplü löküs, Millet köyden sanki tarlalara akın etmiş gibi yazu hep ışıkla aydınlanıyordu.     Kimisi tütün tarlasından geldikden sonra birde eşeklerle ormana odun getirmeye giderdi. Hey gidi günler hiç unuturmuyum o ; galdurum yolunu, yavşanı, gurucagölü, beşoluğu, dazluuzunu,tanıbauzunu, gelinpunarını, Şahin yaylasını, Allah Allah vallahi şimdi gözlerim doldu, duygulandım. İşte bu yüzden ki; Ben Esençay’ı çok özledim.
 
Dağını, taşını, bağını tarlasını, suyunu çok özledim!... Çünkü ben Esençay’dan 1976 yılında ayrıldım. Aradan tam koskoca 38 yıl gelip geçti.Esençay’ın dağını taşını özledim, suyunun akışını özledim. Esençay’lının sevgisini özledim, kavgasını gürültüsünü özledim. Çünkü ben doğduğuım, büyüdüğüm yer, ESENÇAY’ımı özledim!...İnsan özledikce gözleri dolu dolu oluyor biliyorum..

SAMSUN’DAN SELAM OLSUN ŞAHİN YAYLASINA, HADİ GİDELİM DOSTLAR HAYRAN KALIRSIN HAVASINA HEM HAVASINA, HEM DOĞASINA HEM KUZUSUNA HAYALİYLE YAŞADIĞIM, ESENÇAY’I ÖZLEDİM “


 
 
 

 

TÜRKLÜK KİMİN NERESİNE BATIYOR

Bu nasıl anlayış gardaş  bu nasıl tuzak

Türk’lük azınlıkların neresine  batıyor

Bu hainlik hoşgörü  akıl  izandan uzak

….Şerefsiz devşirmeler  nasıl  bühtan atıyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor  

Gürcülük  Çerkezlik Kürtlük yazmaz Kur-an’da

Yazıyorsa söyleyin  soruyorum  şu anda

Etnik köken mozaik derken ağız açanda

….Çatlak zurna olanlar karga gibi  ötüyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor

 

Ardına saklanarak sünnet denen sakalın

Anasını bellerim   bühtan eden çakalın

Türklüğe dil uzatan meclisdeki vekilin

….Açılımcı zatların  Kandilleri tütüyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor  

Kime mi batacak dur Türk olmayanlar  başta

Ürüyor  hainler   Türk’e düşman olmuşta

Ekmeğiyle fink atar  kaşı gözü oynaşta

….Olan hovardalar bak şanlı Türk’e çatıyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor  

Allahın ayetinde aynen diyorki  şöyle

Kavim kavim yarattım  inkar etmeyin böyle

Kur-an’daki ayet bu eğer yalansa  söyle

.…Mollalarla sofular hocalarda yatıyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor  

Türk olmak ırkçılıksa Türküm  Türk kalacağım

Hem ötükende hemde hirada olacağım

Cemde de olacağım  namazda kılacağım

….Münafıklar Gerçeğe  nasıl nifak katıyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor  

Arap  pers’i farisi  yönetirken  kıralı

Saray için geçersiz  işliyor tek kuralı

Devşirmeler tarihden bu günece yaralı

….Haçlılarla beraber  diyalogcu  tutuyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor  

Haçlıları anladık beslemenin ne hıncı

Asırlardır yaşarken beylerdeki bu sancı

Vatanını sevenler oldu ergenekoncu

….Eşek katır tepişir anlayana yetiyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor  

İkinin birisinin yalancılık serası

Memleketi sandılar şalomların merası

Burası Anadolu  Türkiye'dir burası

….Necip millet gün güne kaşlarını çatıyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor  

Osmalıyı yıkanlar elinde tutar çarkı

Verildikçe tavizler hainlik  geçti  kırkı

Marifimiz anlatmaz okulda Atatürk’ü

….Ecdat ecdat diyerek mirasını yutuyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor  

Türkler Turan dedikçe  kuruyorlar kapanı

Tuzaklara düşürür izlerinden sapanı

Seviyorlar batıda el ve etek öpeni

….Ermeniyi koz yapıp ön saflara itiyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor  

Çanakkale'de kimler düşmana oldu siper

Yüreksiz insanların silahı geri teper

Dedesinin büktüğü bileği torun öper

….Din arası diyalog   gelen  tere  satıyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor  

Hutbelerden kürsüden kin kusuyor hocalar

Kur-an’ı anlamıyor  yüzden okur  bocalar

Dinamitler  birliği nice aklı cüceler

….Cennet ile cehennem arasında yitiyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor  

Fedaiyim Türk doğdum  Türk olmak suçmu yani

Ay yıldızlı bayrağı  sevmemiz  güçmü yani

Hilali öksüz bırak sevecek  haç mı yani

….Tosladınız duvara  umudunuz bitiyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor

….Münafık soytarılar  Türklüğüme çatıyor 

HASTAYIM
BOĞALI YAYLASINDAN BAŞLAYIP KARADENİZE,
DÖKÜLEN SOĞUK SULARIN AKIŞINA HASTAYIM,
ONSEKİZ YAŞINA GELMİŞ ELÂ GÖZLÜ GÜZELİN;
BAYGIN BAYGIN MELÜL BAKIŞINA HASTAYIM .


HER ÇEŞİT İNSAN YAŞIYOR CANIM ANADOLU’DA
SAMSUN, AMASYA, TAŞOVA ESENÇAY YOLUNDA,
HER SABAH SEHER VAKTİ ÖTEN GÜLÜN DALINDA
BENDEN DERTLİ BÜLBÜLÜN ÖTÜŞÜNE HASTAYIM.

İNAN Kİ YANAN YÜREĞİMİN DERMANI İLÂCI SENDE,
BU CANDA ÇIKAR BİR GÜN ASLA KALMAZ BEDENDE,
SEN UNUTSANDA BEN UNUTMAM SEVGİN KALBİMDE;
ŞU YARALI KALBİMİN HIZLI HIZLI ATIŞINA HASTAYIM.

HER GÜNÜM HÜZÜNLÜ GEÇİYOR, DERTLİ KIŞ AKŞAMI
GENÇLİĞİMDE BENDEN AYIRDI FELEK GARİP SEVDÂMI
HİÇ SÖNDÜRMEDEN PEŞ PEŞE İÇTİĞİM SİGARA DUMANI
ŞİMDİ NASIL OLDU DA SİGARAYI BIRAKTIĞIMA HASTAYIM

KİM BİLİR
Şiir duygu anlayana
Şair ilmek ilmek dokur
Güller kokar koklayana
Türkü şarkı olur okur
Ancak yazan şair bilir.

Okumayan nerde bilir
Şair ince ruhla görür
Gerçekleri yazan bilir
Hayal âleminde gelir
Ancak yazan şair bilir.

Huzur bulur yazdığında
Yazar Okur şiirleri
Şarkı olup çaldığında
Bestelerse birileri
Sözlerini yazan bilir.

Şiir demli çaya benzer
Tiryakisi olan bilir
Mısra mısra yazıp dizer
Kudrettense ilham gelir
Ancak yazan şair bilir.

 

 

 


 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

20 Ocak 2014 Pazartesi

A T A T Ü R K




KAR İZLERİ ÖRTMESİN
 
Burhan Bursalıoğlu
Değerli Okurlarım;  son yıllarda Ulu Atatürk ve sülalesi hakkında, yetkili, yetkisiz ağızlardan ,Türk Vatandaşına yakışmayacak saldırılar olmaktadır. Bu insanlar biraz kitap okumuş olsalardı  herhalde söylediklerinden utanırlardı.
Yakın zamanda bitirdiğim, ORHAN ÇEKİÇ' in yazdığı 1938 SON YIL adlı kitabından bazı kısımları Siz değerli okurlarla paylaşacağım.
İlk yazı kitabın sonundan alınmıştır.
İyi okumalar.

Selanik ilkokul öğretmenlerinden Kırmızı Hafız Ahmet Efendi’nin oğlu Ali Rıza Efendi ile, Sofuzade Feyzullah Ağa’nın kızı  Zübeyde’nin evliliğinden üç kız üç erkek çocuk  dünyaya gelir.

1871 yılındaki bu evlilik ilk meyvesini hemen bir yıl sonra vermiş, çocukluktan genç kızlığa henüz adımını atmış olan  Zübeyde, daha 15 yaşında iken anne oluvermişti.

Bebeğin adını Fatma koydular.

ZÜBEYDE  HANIM
Ali Rıza Efendi’nin kız tarafını bu evliliğe ikna edebilmesi hiç de kolay olmamıştır. Zübeyde’nin babası Feyzullah Ağa’nın birinci eşinden oğlu Hüseyin Ağa, bu evliliğin gerçekleşmesi için Zübeyde’nin annesi Ayşe Hanımı ikna etmede epeyi zorlanır. Ayşe Hanım Feyzullah Ağa’nın üçüncü eşidir. 
                                                                ALİ RIZA EFENDİ

Hüseyin Ağa  Selanik eşrafından Hacı Süleyman Ağa’nın Langaza’daki çiftliğinde kahya olarak çalışmaktadır. Ali Rıza Efendi’nin vakitsiz ölümü üzerine Zübeyde Hanımı’nın üç çocuğu ile birlikte bir süre kalacağı, küçük Mustafa ile Makbule’nin kargaları kovalayacakları çiftlik işte bu Rapla çiftliğidir. Hüseyin Ağa bu çiftliğin yöneticisidir.

Sonunda Hüseyn Ağa’nın da telkinleri ile Ayşe hanım yumuşar ve evlilik gerçekleşir. Zaten o günlerin adetleri gereği, evlilik gibi konularda kararı erkekler verir. O nedenle bu konuda Zübeyde’nin de görüşünün  alınmış olması beklenemez.

MAKBULE ATADAN
Yeni evliler, Selanik’te Ali Rıza Efendi’nin Yeni Kapı Mahallesindeki baba evine yerleşirler ve ilk çocukları Fatma işte bu  evde dünyaya gelir.( 1872 ) Bu esnada Ali Rıza Efendi Osmanlı Rumelisinin, o zamanki Yunanistan sınırında Olimpos Dağı eteklerinde, Çayağzı veya Papaz köprüsü denilen dağlık, ıssız bir yerde, gümrük memuru olarak çalışmaktadır.

Fatma’dan sonra birer yıl arayla iki erkek çocukları daha olur. Ahmet 1874 de, Ömer 1875 de doğar. Ömer’in  doğumuna henüz sevinemeden Fatma’nın veremden ölümüyle sarsılırlar. ( 1875 )

ATATÜRK-ÜLKÜ ve MAKBULE ATADAN
Ali Rıza Efendi’nin görev yaptığı gümrük kapısı  son derece tehlikeli bir sınır geçididir, dağlar Rum eşkiyası ile doludur. Eşkiya  bu gümrük kapısından geçen her şeyi haraca bağlamıştır. Rahat, huzur yoktur. Ali Rıza Efendi Gümrük idaresinden istifa edip Ailesini Selanik’e taşır ve kereste işine başlar ama başı eşkiya ile gene derttedir. Bir defasında eşkiya tarafından kaçırılır, hayatından ümit kesilir, önemli bir haraç ödeyerek ancak kurtulur. O korku dolu günlerin acısı da çocuk Mustafa’nın belleğinden hiç mi hiç silinmeyecek, oluşmakta olan karakterinde önemli rol  oynayacaktır.

Kereste ticareti sayesinde gelir düzeyi nispeten yükselen Ali Rıza Efendi, eşi Zübeyde, çocukları  Ahmet ve Ömer’le birlikte, Selanik’in Islahhane semtinin Ahmet Subaşı mahallesindeki üç katlı bir eve taşınır. Mustafa işte bu evde dünyaya gelir. ( İleride, 1908 de Mustafa Kemal Bey bu evi satın alacak, Balkan savaşından sonra Selanik kaybedilince Zübeyde Hanım ve Makbule İstanbul’a geldikleri için ev terk edilecek, Lozan Anlaşması  gereğince de mülkiyeti Yunan  hükümetine geçecektir. 1937 yılında Selanik Belediyesi bu evi Atatürk’e armağan edecektir. Ev bu gün müze haline getirilmiştir.)

ATATÜRK ve ÜLKÜ DUVARIN ÜSTÜNDE OTURUYORLAR
Ali Rıza Efendi çocukken beşiğini salladığı küçük kardeşi Mustafa’yı kazayla beşikten düşürüp ölümüne yol açmıştı.  Bunu hiç unutmadı. 1881 yılında bir oğlu daha doğunca, kardeşinin ismini oğluna verdi MUSTAFA.

Aile, Fatma’nın acısını Mustafa ile unutmaya çalışırken çok daha büyük bir acıyla sarsıldı. Ahmet ve Ömer 1883 yılında, tüm ülkede hüküm süren çiçek salgınına kurban gittiler. İki kardeşin aynı anda ölümü Ali Rıza Efendi’yi inanılmaz ölçüde sarstı. Şimdi Ailenin tüm ilgisi, küçük Mustafa’nın  üzerinde yoğunlaşmıştı ki 1885 yılında Makbule doğdu. Bu mutluluk da çok sürmedi. Ali Rıza Efendi 1888 yılında ölürken, Zübeyde Hanım  Naciye’ye hamile idi. Naciye 1889 yılında doğdu 1901 de öldü.

Eşinden kalan iki mecidiye gelirle ve üç küçük çocukla yaşam mücadelesi vermeye başlamıştı Zübeyde Hanım.  Bu neredeyse imkansızdı. Ağabeyi Hüseyin Ağa Zübeyde ve çocukları Langaza’daki Rapla çiftliğine götürdü.  İşte Küçük Mustafa ile Makbule’nin kargaları kovaladığı çiftlik bu çiftlikti.

Rapla Çiftliğinin korucusu Küçük Mustafa, duvar gazetesi çıkardığı için zindanlara atıldığında Mustafa Kemal Efendi; Trablus’ta, Derne ve Bingazi’de Bnb. Mustafa Kemal Bey; Çanakkale’de önce Yb. Sonra Alb. Mustafa Kemal Bey;  Filistin Cephesi’nde Mustafa Kemal Paşa; Ankara’da TBMM Başkanı Mustafa Kemal; Sakarya’da Gazi Mustafa Kemal Paşa; Dumlupınar’da Mareşal Mustafa Kemal ve nihayet Cumhurbaşkanı Atatürk olarak anıldı.

ÇANAKKALE ŞEHİTLER ANITI
1893 yılında Selanik Askeri Rüştiyesi’nde giydiği asker üniformasını, 1927 yılında ordudan emekli oluncaya kadar büyük bir onurla taşıdı.

Vatanını savunmak uğruna Trablus’tan Balkanlara; Çanakkale’den Kafkasya’ya; Filistin’den Suriye’ye; Sakarya’dan Dumlupınar’a kadar tüm cephelerde savaştı, hiç yenilmedi.

Dünya O’nu “DAHİ BİR ASKER” olarak tanıdı ama, asıl “Savaş, mutlak bir zaruret olmadıkça  cinayettir” sözüyle hatırladı.

O’nu, “bir savaş adamı olmaktan çok, bir barış adamı olarak” selamladı.

Birleşmiş Milletler’in kültür kolu olan UNESCO , 1981 yılının tüm dünyada “ATATÜRK YILI” olarak anılması kararını alırken, O’nun,

-          Emperyalizme karşı ilk kurtuluş savaşını veren ve bu mücadeleyi zafere ulaştıran bir komutan, bir ulusal kahraman;

-          Çöken bir imparatorluktan, halk egemenliğine dayalı, hukukun üstünlüğünü esas alan, çağdaş ve laik, demokratik bir Cumhuriyet çıkaran bir devlet kurucusu;

-          Tarihin ender kaydettiği bir devrimci;

-          Kendi yurdunda olduğu kadar tüm Dünya’da da barışı samimi olarak isteyen seçkin bir dünya yurttaşı olarak selamlıyor;

-          Böylece Atatürk, tüm dünya için “aydınlık geleceğin bir simgesi olarak” yıl  boyu saygıyla anılıyordu.

.'.........................'

1934 yılında, Çanakkale Şehitleri anısına yapılacak bir anıtın temel atma töreni için, İçişleri Bakan’ı Şükrü Kaya görevlendirilmişti. Hareketinden bir gün önce, Çankaya’da akşam yemeğinde idiler. Atatürk sordu:

Yarın sen gidiyorsun Çanakkale’ye Şükrü Bey, öyle değil mi?”

“Evet Paşam!”

“Orada  nasıl bir konuşma yapacaksın?”

Şükrü Bey şaşırmıştı. Kendini toparladı.

“Paşam” dedi, “ Yahya çavuş’ları, Seyit onbaşı’ları, Arıburnu’nu, Conk Bayırı’nı, Anafartalar’ı  anlatacağım… ‘Ben size ölmeyi emrediyorum…’  dediğiniz Kemal yeri’nden konuşacağım, 250 bin şehit, yaralı, sakat verdiğimiz, Mehmetçiğin o muhteşem zaferini anlatacağım, Sizi anlatacağım!...”

Sofrada soluk kesilmişti. Gözleri buğulanmıştı, belli ki o günlere gidivermişti:

“ Hayır , çocuk hayır” dedi. “ O günler çok gerilerde kaldı!... Sofra devam etsin.” Sonra sofradan kalktı, kütüphaneye gitti, bir saat sonra elinde bir metinle döndü. Bu metindeki dizeler, bugün Şili’den  Montreal’e, Havana’dan Budapeşte’ye kadar birçok  ülkedeki Atatürk anıtlarının kaidelerine olduğu gibi tüm dünya analarının yüreklerine de kazındı.

                Bu  memleketin toprakları üzerinde canlarını veren kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sessizlik içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçik’lerle yan yana , koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen anneler, gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim de  evlatlarımız olmuşlardır.”

Yüreği bu denli insan sevgisiyle dolu, gerçek bir yurtsever, gerçek bir kahraman, gerçek barış adamına bugün tüm dünyanın her zamankinden çok daha ihtiyacı var.

En çok da,  kendi yurdunun, kendi vatanının…

Oysa şu tabloya bakar mısınız?

Vatanı kurtarmak için yedi cephede savaştı, şimdi yetmiş cephenin saldırısı altında.

VENİZELOS ve ATATÜRK
 
Yunan bile bu kadar zalim,bu kadar acımasız, bu kadar haysiyetsiz saldırmamıştı. O’nun anasına, babasına, şerefine, haysiyetine, Yunan gavuru dediğimiz gavur bile bu kadar haince saldırmamıştı. Aksine, Yunan Başbakanı Venizelos, “Nobel Barış Ödülü ATATÜRK’E VERİLMELİDİR, ÇÜNKÜ…” diyerek resmen Nobel Akademisine  başvurmuştu.

O, “Adalet Mülkün Temelidir” demişti. Şimdi adliyelerden fotoğrafları depolara indiriliyor, memleketten heykelleri  kaldırılıyor. Çünkü Atatürkle hiçbir şekilde yüz yüze , göz göze  gelmeye cesaretleri yok.

“………………..”

O’nun yüzüne nasıl bakabilirler ki?

Fotoğraflarına, heykellerine saldırmalarının asıl nedeni budur.

YÜZLEŞMEYE CESARETLERİ YOKTUR.

ÜSTELİK CAHİLDİRLER. NASIL MI?

“Devlet başkanlarının fotoğraflarının bütün devlet  dairelerinde, kamu kuruluşlarında, okullarda, sınıflarda, dış temsilciliklerde, dışarıdan fark edilecek şekilde asılması gerektiği emrini verenin Sultan  II. Mahmut olduğunu” bilselerdi acaba ne yaparlardı, bilmiyorum.

ATATÜRK'ün BABA VE ANNE SOYU
Bildiğim şey, her yurtseverin Cumhuriyet’i ve kazanımlarını korumak ve kollamak üzere safları sıkıştırmaları, Kurtuluşta olduğu gibi, tek yürek, tek bilek, yepyeni bir Kuvayı Milliye ruhuyla yeniden ortaya çıkmaları gereğidir.

Bunu mutlaka başarmalıyız ki, aman ha…

KAR İZLERİ ÖRTMESİN.

 

 

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ

  CUMHURİYET Burhan Bursalıoğlu Bu gün Cumhuriyetimizin 99. Yıl dönümü. 99 yıl önce bugün, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşla...