17 Nisan 2014 Perşembe

KÖY ENSTİTÜLERİNİN YILDÖNÜMÜ







KÖY ENSTİTÜLERİ 74 YAŞINDA

Burhan Bursalıoğlu


17 Nisan. Köy Enstitülerinin kuruluşunun 74. Yılı.

“Öğrencisi, öğretmeni, usta öğreticisi ile Köy Enstitülü’ler İsmail Hakkı Tonguç’un önderliğinde bir destan yarattılar. Yarattıkları efsane; yeşeren toprak, yükselen yapı, ışığa dönüşen su, dayanışma, paylaşma, aydınlanma, özgürleşme demekti. Onlarınki yalnızca eğitim değil, bir yaşam biçimiydi. Onlarca yazar sanatçı, bilim insanı ve milyonlarca öğrenci yetiştirdiler.”


Köy Enstitüleri yalnızca öğretmen yetiştiren kuruluşlar olmayıp,bulunduğu çevreyi araştıran, geliştiren ve çevrenin kalkınmasını da üstlenmiş kurumlardı. Çok önemli bir işlevi yerine getirdi. Başka biçimde söylersek Köy Enstitüleri kırsal yörede toplumsal, ekonomik ve kültürel kalkınmayı sağlamak; bu alanda ilgili gerekli elemanları yetiştirmek için kurulan yapılardı.

Kapatıldığı 1954 yılına kadar Köy enstitülerinde
 1308 bayan ve 15,943 erkek toplam 17,341 köy öğretmeni yetişmişti. Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Pakize Türkoğlu,Hatun Birsen Başaran, Ali Dündar, Mehmet Uslu , Dursun Akçam, Ahmet Uysal, Refet Topuz, Mustafa Ozan,Naszif Karaçam ve Recep Bulut gibi, tüm dünyaca tanınan, taktir edilen yazarlarımız ve düşünürlerimiz bu okullardan yetişenlerden bazılarıdır. 





Köy Enstitülerinin Kapatılışı

II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle bir çok ülkede olduğu gibi Türkiye’nin de siyasal yaşamında köklü değişiklikler başladı. Türkiye çok partili döneme geçti. Yabancı sermaye ile işbirliğine, ABD ile ikili ilişkilere girildi. 1946 seçimlerinde Hasan Ali Yücel 5 Ağustos 1946 da kadro dışı kalırken, Tonguç ve ekibi de görevden uzaklaştırıldı. Bu gelişmelerin hedefi, zaten adları çoktan “solcu yuvası”na çıkarılan Köy Enstitülerini yıpratmaktı. Bu yıpratma hareketi öncelikle yeni Bakanlık kadrosu tarafından başlatıldı
 
a) 1946 yılından sonra Enstitülerde varolan iş içinde eğitim anlayışı sistemli bir şekilde değiştirildi ve amacından saptırıldı. 1947 yılından sonra, Enstitülerdeki değişiklikler birbirini izlemeye devam etti. 


Enstitü öğretmenleri, ellerinde bulunan tüm araç ve gereçleri geri vermeye zorlandılar. Okullara tohumluk, bitki ve diğer tarımsal maddelerin verilmesi askıya alındı. Enstitü öğretmenleri, köylerine yerleşmiş üretici öğretmenler iken, yeni değişiklikler sonucunda tümüyle devlet tarafından ödenen bir ücrete mahkum oldular. Bu gelişmelere paralel olarak, Köy Enstitülerine karşı olumsuz tutuma sahip olan yeni Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer öncülüğünde, Enstitülerin temel ilkeleri birer birer ortadan kaldırıldı. Hatta, Enstitü programıyla yetişip son sınıfa gelen toplam, 2000  öğrenci sınıfta bırakılarak  mezun olmaları, yani köylere gitmeleri engellendi. Bunlar ve diğer öğrenciler, Öğretmen okulu programlarına tabi tutuldular.  Köy Enstitülerine öğretmen yetiştiren  Yüksek Köy Enstitüleri  “Benzer başka okullar olduğu gerekçesiyle”1947 yılında  kapatıldı.


 1947 Programı ile bir önceki 1943 Köy Enstitüsü Öğretim Programı değiştirilerek, üretim ve iş ilkesi zedelendi, öğrenciler, Enstitü yönetiminden dışlandı, Enstitülerdeki serbest okuma saatleri kaldırıldı ve birçok kitap yasaklanarak Enstitülerden toplatıldı. 
b) Enstitülerin kapatılma sürecini, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’nin işbaşına gelmesi daha da hızlandırdı. Yeni Bakan
 Tevfik İleri ilk iş olarak Enstitüleri, Kız ve Erkek Köy Enstitüleri olarak ayırdı,Kızılçullu, Beşikdüzü Köy Enstitülerini kapattı. 1951 yılında Bayan Wofford başta olmak üzere birçok ABD’li uzman çağrılarak Enstitüleri yıkmaya zemin oluşturacak raporlar hazırlatıldı. 1953 de de tamamen tabelalar indirilerek, öğretmen okulları programları uygulanıp, “Öğretmen okulu “ tabelaları eski tabela yerlerine monte edildi.
KISACA, "İSMET   İNÖNÜ' nün OKULLARI " DENEN KÖY ENSTİTÜLERİ YİNE İSMET İNÖNÜ TARAFINDAN  KAPATILDILAR.



Çok kısa ömürlü olmalarına karşın öğrencisi, öğretmeni, çalışanıyla aydın, özgür üretken, araştırmacı, sorgulayıcı, Atatürk İlke ve İnkilaplarına, Laik Cumhuriyete inanan ve bu yolda yürüyen bireyler, yurttaşlar yetiştiren, bugün dahi birçok ülkeye örnek olabilecek üretime dönük eğitimi öngören strateji uygulayan Köy Enstitüleri;
-Laik eğitimin başlamasında öncülük etmiştir.
-Yüzyıllardır biriken feodal toplumun üretim ve yaşam biçimini ortadan kaldırmaya başlamıştır.
-Feodal toprak rejiminin değişimi, toprak ağalarının, kendilerinin ortadan kaldırılma tehdidini hissetmelerine neden olmuştur.
-Sanat, Edebiyat, Bilim ve teknolojide olumlu beklentiler oluşmuştur.
-Bilimsel ve felsefi alanda laik eğitim başlamıştır.
-Sanayi için eğitilmiş nitelikli iş gücünün oluşmasına yardımcı olmuştur.
-Ataerkil toplumdan çekirdek aile toplumuna dönüş başlangıcı olmuştur.
-Atamızın özlediği demokratik toplum ve kültür için kurumsal alt yapı oluşmasına neden olmuştur.
-Ezbercilikten uzak sorgulayan, analitik düşünen bireyler yetiştiren, demokratik ve üretici eğitimin başlamasına öncülük etmiştir.




Yurt Dışından  Görülen Köy Enstitüleri

Ülkemizde, kendi eğitimcilerimizin yarattığı Enstitülerin değerini anlamayarak - ya da anlayarak –yok etmeye çalışılırken, yabancı eğitimciler, Köy Enstitülerini araştırma konusu yapmış, kurulduğu yıllardan başlayarak Enstitülerin çağdaş eğitime dünya ölçüsünde yenilikler getirdiğini açıklamışlar. Aşağıda yabancı eğitimcilerin Köy Enstitülerine ilişkin görüşlerinde bazılar yer almaktadır:

Ünlü Amerikalı eğitimci
 Dewey, Köy Enstitüleri için, “hayalimdeki okullar Türkiye’de kurulmuştur” demektedir. 

İsviçre’de A. G. Verlag-Bern yayınevinin “
Lexion der Pedagogik” (Pedagoji Ansiklopedisi) adlı yapıtında, “Tonguç, İsmail Hakkı” olarak yer alan 300 kelimelik tanıtımda, Tonguç’un meslek hayatına, çalıştığı kurumlara değinilerek "Türk eğitimine getirdiği katkı, ülkenin gerçeklerine uygun olarak kurduğu Enstitülerden alınan sonuçlar ve Enstitünün özgün" yanları anlatılmaktadır 

Köy Enstitüleri ve Tonguç üzerine araştırma yapan yabancı eğitimcilerden biri de, Amerikalı eğitimciKirby’dir. Yazar, “Türkiye’de Köy Enstitüleri” adlı yapıtını Columbia Üniversitesi’nde doktora tezi olarak hazırlamıştı. Amerikalı eğitimci, “Köy Enstitülerinin Batılı eğitimcilerin fikir ve sistemlerinin bir kopyası olmadığını, bu kurumların Türkiye’nin eğitim arayışlarıyla, politik çıkar gözetilmeden, II. Mahmut’tan bu yana yapılan araştırmaların sonucunda varılan çıkar yolu olduğunu” belirtmektedir. Yazar, aynı zamanda, “ Bu uygulamanın, yalnızca eğitim davasını çözümlemekle kalmayarak Türk toplumu üzerinde hiçbir eğitim kurumunun yapamadığı kadar etkin olduğunu “ vurgulamaktadır 
Hamburg Üniversitesi’nden
 Hausmann Yüzyılımızın Eğitimine Türkiye’nin Katkısı” adlı yazısında Köy Enstitülerini şöyle değerlendirmektedir “Avrupa örneklerine göre yön saptama çabalarını sürdürürken, kendi koşullarına uygun özgün yolu bulmuşlardır. Köyün eğitim yoluyla değiştirilmesi düşüncesinin bütünleştirici öğesi olarak tümü Türk kökenlidir. Bu niteliği ile yüzyılımızın eğitimine Türkiye’nin bir katkısıdır.”

Günümüzde,
 İran, Hindistan, Pakistan, Flippinler, Nikaragua, Tanzanya gibi bazı Asya, Latın Amerikası ve Afrika ülkelerinde, Türkiye’deki Köy Enstitüleri uygulamasından esinlenerek çalışmalar yapılmaktadır. 

Nesli tükenmekte olan Sevgili, tüm Köy Enstitülü öğretmen arkadaşlarımdan, yaşamını yitirmiş olanları saygı ile anıyor, Tanrıdan rahmet diliyorum, Yaşamda olanlara sağlıklı uzun yıllar diliyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum
.

24 Mart 2014 Pazartesi

MİLLİ ŞAİRLERİMİZ






KUVAYİ  MİLLİYE


                                                                                    4. ve 5. BAP

Değerli okurlarım, 26 Mart Çarşamba günü sabahı oyumuzu kullanmamız için eşimle birlikte Bodruma gidiyoruz. 10 gün kadar sonra geleceğiz. Bu süre zarfında görüşemeyeceğiz.    HOŞCA KALIN.                                                                          
4.  BAP


NURETTİN EŞFAK'IN BİR MEKTUBU
ve
BİR ŞİİRİ
 
 


Kardeşim, 
sana bu mektubu Ankara'da Kuyulu kahvede yazıyorum. 
Hep aynı Anadolu havalarını çalıyor gramofon 
                     kocaman bir boru çiçeğine benzeyen ağzıyla, 
Dışarda yağmur... 
Mektepten istifa ettim. 
Cepheye gidiyorum ihtiyat zabitliğiyle. 
Çocuklarımıza Türkçe okutmak, 
öğretmek, sevdirmek onlara 
              dünyanın en diri, en taze dillerinden birini, 
                                                       kendi dillerini, 
                                                                güzel şey, 
                                                                  büyük şey. 


Fakat bu dilin insanları için çakmak çalmak cehpede 
                                                            daha büyük 
                                                            daha güzel.


Biliyorum : 
            iş bölümünden bahsedeceksin. 
Fakat, Ankara'da çocuklara ders vermek, 
bozkırda ateş hattına girmek 
                                       haksız ve hazin 
                                                 bir iş bölümü. 


Öyle günlerde yaşıyoruz ki 
ben bir iş yapabildim diyebilmek için : 
hep alnının ortasında duyacaksın ölümü.


Bak, tam sana bunları yazarken 
asker geçiyor sokaktan ; 
yağmurda harap postallarının meşinini ıslatarak 
Meclis'in önüne doğru iniyorlar, 
                        İstasyona gidecekler. 
Ve türkü  söylerken, her nedense her zaman yaptığı gibi, 
                   sesini incelterek marş okuyor genç Türk köylüsü : 


                          «Ankara'nın taşına bak, 
                            gözlerimin yaşına bak...»


Yüzleri mühim, dalgın ve yorgun. 
Tıraşları uzamış biraz. 
Elleri büyük ve esmer. 
Elâ gözlüler, kara gözlüler, mavi gözlüler.


Yine birdenbire Yunus Emre geldi aklıma. 
Başka türlü anlıyorum ben Yunus'u : 
Bence onda bütün bir devir dile gelmiş Türk köylüsü : 
                                      öte dünyaya dair değil, 
                                          bu dünyaya dair kaygılarıyla...

NAZIM HİKMET-ANNESİ CELİLE* KIZ KARDEŞİ  SAMİYE



Bir şiir yazdım, 
garip bir şiir, 
«Türk Köylüsü» diye. 
Bir tuhaf mı oluyor böyle günlerde şiir yazmak? 
Her ne hâl ise, hoşça kal, gözlerinden öperim.


  
                                                          Kardeşin 
                                                      Nurettin Eşfak 
  
 


BEŞİNCİ BAP
 


920'NİN 16 MARTI
ve
MANASTIRLI HAMDİ EFENDİ
ve
REŞADİYELİ VELİ OĞLU MEMET'İN HİKÂYESİ
 
  
 

«Bu hamiyetli ve cesur, Manastırlı Hamdi Efendi olmasaydı, İstanbul felâketinden kim bilir haber almak için ne kadar intizarlar içinde kalacaktık. İstanbul'da bulunan nâzır, mebus, kumandan, teşkilâtımız mensupları içinden bir zat çıkıp vaktiyle bize haber vermeği düşünmemiş olduğu anlaşılıyor. Demek ki cümlesini heyecan ve helecan kaplamıştı. Bir ucu Ankara'da bulunan telin İstanbul'da bulunan ucuna yanaşamayacak kadar şaşkın bir hale gelmiş olduklarına bilmem ki hükmetmek caiz olur mu?»

(Nutuk, s. 295, Devlet Basımevi, İstanbul 1938)
 

NAZIM HİKMET ve ORHAN KEMAL
 

920'nin 16 Martı. 
Öğleden evvel 
saat onda 
makina başında şöyle bir telgraf aldı Ankara'daki :


    «Der-aliye 16/3/1920. 
      İngilizler bastı bu sabah 
              Şehzadebaşı'ndaki Muzika karakolunu. 
      Müsademe edildi. 
      İşgal altına alıyorlar İstanbul'u şimdi. 
      Berâyi malûmat arzolunur. 
                                            Manastırlı Hamdi.»




920'nin 16 Martı. 
Harbiye Nezareti telgrafhanesi buldu Ankara'yı : 
    «Etrafta dolaşıyor İngiliz askerleri. 
      Şimdi işte 
      İngiliz askerleri giriyorlar nezarete. 
      İşte giriyorlar içeri. 
      Nizamiye kapısına. 
      Teli kes. 
      İngilizler burdadır.»


920'nin 16 Martı. 
Manastırlı Hamdi Efendi 
               buldu Ankara'dakini tekrar :


    «Paşa hazretleri, 
      Harbiye telgrafhanesini de işgal etti İngiliz bahriye askeri 
      Tophane'yi de işgal ediyorlar bir taraftan, 
      bir taraftan da zırhlılardan asker ihraç olunuyor. 
      Vaziyet vehamet kesbediyor efendim. 
      Paşa hazretleri, 
      Emri devletlerine muntazırım.


                                                16 Mart 1920 
                                                    Hamdi» 
 


920'nin 16 Martı. 
Durumu bir daha tekrar etti Hamdi Efendi :


    «Sabah bizim asker uykuda iken 
      İngiliz bahriye efradı karakolu işgal etmekte iken 
      askerlerimiz uykudan şaşkın kalkınca müsademe başlıyor. 
      Neticede bizden altı şehit, on beş mecruh olup 
      İngilizler zırhlıları rıhtıma yanaştırıp 
      Beyoğlu ve Tophane'yi işgal edip. 
      İşte Beyoğlu telgrafhanesi de yok. 
      İşte Beyoğlu telgraf memurları geldiler. 
      Kovmuşlar. 

      Burası da işgal olunacaktır bir saata kadar. 
      Şimdi haber aldım efendim.»


920'nin 16 Martı 
uykuda kesti kâfir üçümüzü, 
kurşuna dizdi kâfir ikimizi. 
İngiliz'in hepsi değil domuzu 
Sabaha karşı aldı canımızı.


920'nin 16 Martı 
basıldı Vezneciler'de karargâh. 
Uyan be tosunum uyan. 
Üçümüzü uykuda kesti kâfir, 
üçümüz : Abdullah çavuş, Şarkışla'dan Osman, 
                                bir de Zileli Abdülkadir.


920'nin 16 Martı 
Bozdoğan Kemeri'nde 
kurşuna dizdi kâfir ikimizi. 
Ahmet oğlu Nasuh arkadaşımın adı, 
Reşadiyeli Veli oğlu Memet benimkisi.




920'nin 16 Martı 
uykuda kesti kâfir üçümüzü. 
Soktu Osman'ın karnına kasaturayı, 
bastı göğsüne kâfirin dizi. 
Dört çocuk babasıydı Abdullah çavuş. 
Doymadı dünyasına Abdülkadir. 
Üçümüzü uykuda kesti kâfir, 
kurşuna dizdi ikimizi.


920'nin 16 Mart sabahı, 
karakolun karşısında 
          bırakmadım elimden silâhı, 
          yere serdim iki İngiliz'i. 
Senin ırzını kurtardım İstanbul'um, 
Sana can feda çakır gözlü gülüm.


Üçümüzü uykuda kesti kâfir, 
kurşuna dizdi ikimizi. 
Şimdi üçümüz : 
Abdullah ve Osman ve Abdülkadir, 
taşları yan yana yatar Eyüp'te. 
Arama, bulamazsın ikimizin kabrini, 
belki maşrıkta, belki mağripte, 
biz de bilemeyiz yerini. 
 



Uykuda kestiler üçümüzü, 
kurşuna dizdiler ikimizi, 
Ahmet oğlu Nasuh arkadaşımın adı, 
Reşadiyeli Veli oğlu Memet benimkisi. 
Bir de altıncımız var, 
kara kaytan bıyıklı bir şehit, 
son mekânı şöyle dursun, 
              adını da bilen yok... 
  
   

16 Mart 2014 Pazar

EĞİTİM YUVASI






ÖĞRETMEN OKULLARININ  166.  YIL  DÖNÜMÜ

Burhan Bursalıoğlu

16 Mart 1848 tarihinde, sadece öğretmen yetiştirme amacına yönelik, Abdülmecit döneminde, Ahmet Cevdet Paşa’nın öncülüğünde, İstanbul’da darülmuallim okulu açıldı. Bu okul, zaman, zaman değişikliklere uğradı. 1870 de darülmuallimin-i sübyan, 1877 de darülmuallimin-i idadi, 1891 de darülmuallimin-i ali olarak , öğretmen yetiştirme sınıflarına göre adları değişti. 
Okula medrese öğrencileri alınıyor, 2 yıllığı okuyan ilkokul, 3 yıllığı okuyan da lise öğretmeni oluyordu. Öğrencilik dönemlerinde maaş alır, mezun olunca da 80 altın, donanım bedeli ödenirdi.

SİVAS ÖĞRETMEN OKULU


TBMM. Döneminde, Bilim Kurulu tarafından okula, “Yüksek Muallim Mektebi” adı verildi. 1924 de, Erkek Muallim Okulu adı ile, Malatya, Burdur, ve Diyarbakır’da açıldı.
Şehir ve kasabalara öğretmen yetiştiren Muallim Mektepleri dışında, köy ve kırsal alandaki okullara öğretmen yetiştiren okullar yoktu. Buna çare arayan eğitimciler, 1935 de başlayıp 1937 de ki denemelerden sonra 1940 da yasal olarak kurulan Köy Enstitüleri, köy ve kırsal alan okullarına öğretmen yetiştirmeye başladı.

Köy Enstitüleri, Cumhuriyet’in, eğitim ve sosyal alanda, en özgün ve en çok ses getiren bir sistemidir. Bu okullar, Cumhuriyet’in amaç hedefleri, ülke gerçekleri ve çağdaş eğitim ve öğretim verileri arasında başarılı sentezin ürünüdür. Ülkemizin yaratıcılığı, yurtseverliği, beyin gücünü kullanma, ulusun en zeki ve yoksul çocuklarının kendi emekleriyle ücretsiz öğrenim görebileceklerini, demokrasinin yaşayarak öğrenilebileceğini kanıtlamış olmasına rağmen 1954 de çıkarılan yasa ile kapatılmıştır.


SİVAS ÖĞ.OK. MEZUNLARI 40 YIL SONRA OKULLARINI ZİYARET EDİYOR
Köy Enstitüsü gerçeğine Nisan ayında uzun, uzun bahsedeceğim.

Girişimciliğe, gelişmeye ve yeniliğe dayalı, imkansızlıklar nedeniyle, adı - sanı duyulmayacak binlerce çocukları yetiştiren, memlekete kazandıran, aynı zamanda, yatılılık özelliğiyle, sevgi ve arkadaşlık duyguları geliştiren Öğretmen Okulları, mesleki birikim ve heyecanın kazandırıldığı, birlik ve beraberlik duygularının geliştirildiği, körpe beyinlerin, Yurt ve insan sevgisiyle şekillendirildiği aydın kişi olarak, insanlığa kazandıran bu eğitim yuvalarında yetişen öğretmenlerin, 1973 de çıkarılan, 1739 sayılı, Milli .Eğ. Temel kanunu gereğince, yüksek öğrenim görme zorunluluğu getirildi. Bu nedenle, İlkokullara sınıf öğretmeni yetiştirme amacıyla, 1974-75 öğretim yılından itibaren Öğretmen okulları nın bir kısmında, 2 yıllık Eğitim Enstitüleri açıldı. Yine aynı yasa gereği, Öğretmen okulları nın sayıları azaltılarak, kalanların da Öğretmen lisesi olarak adları değiştirildi. Buradan mezun olanlar öğretmen olamıyor, olabilmesi için Eğitim enstitüleri ne gitmek mecburiyeti  vardı. 

M.Eğ.Temel kanununda, öğretmeni tarif ederken “ Öğretmenlik; genel kültür, özel alan eğitimi ve pedagojik formasyonla sağlanan özel bir ihtisas mesleğidir” der. Uygulama ise bunun tam tersi olmuştur. 1982 yılında 41 sayılı kanun hükmündeki kararname ile, 2 yıllık Eğitim Enstitüleri, Eğitim Yüksek Okullarına dönüştürülerek, Eğitim  Fakülteleri ne bağlandı. Eğitim Yüksek Okulları nın süresi, 1989-90 öğretim yılından itibaren 4 yıla çıkarıldı. Eğitim Enstitüleri, maalesef , siyasi partilerin ideoloji yatağı haline getirildi. Gün geçmiyor ki, olaylar ve ölümler olmasın. Yüksek okullardaki anarşiyi dindirme ve okullardaki açığı giderme amacıyla, 1978 de 80 bin öğretmen adayına 40 gün verilen kurslar sonucu öğretmen diploması verildi. 40 bin kişiye, mektupla öğretim yöntemiyle öğretmen diploması verilerek ilkokullara öğretmen olarak gönderildiler.. 30 günlük kursla, ilkokul öğretmenleri ortaokul ve liselere öğretmen olarak atandı. Eğitimle ilgisi olmayan, fakültelerden mezun öğrencilerin diplomalarına da “ öğretmenlik yapabilir” ifadesi ilave edilerek, öğretmen olarak atandılar.
 Öğretmen yetiştirme sistemi 1990 yıllarında iyice sıfırlandı. Değişik üniversitelerden 150 bin mezun öğrenci, ilköğretim okullarına atandı. Bunlara , hizmet içi eğitim dahi verilemedi. Milli Eğitim Bakanlığı, öğretmen yetiştiren okulları YÖK e devredince, Öğretmen okulları Genel Müdürlüğünü de kaldırdı.Yollar iyice tıkandı. Devreye giren YÖK . Dünya Kalkınma Bankası ile birlikte yürütmeye başladıkları “Hizmet Öncesi Öğretmen Yetiştirme” projesi başlatıldı. Bu projede, özel eğitim yöntemlerine ağırlık verildi. 8 yıllık kesintisiz ilköğretimin hedeflenmesi önceleri iyi karşılandı. Ama, Eğitim Fakültelerinde öğretmenlik programı derslerinin tek tipe indirgenerek, dinamizmin zayıflatılması, Eğitim Fakülteleri ne yeterli öğretim üyesi sağlanamaması, Fakültelere, ihtiyaçtan daha çok öğrenci alınması, programın başarısını, başarısızlığa itmiştir. Bu nedenle, öğretmenlik hakkını elde eden 100 binlerce aday, yıllarca kuralara katılmakta, kazananlar atanmakta, kaybedenler, bir yıl daha umutla beklemekte  ve  sokaklarda iş aramaktadırlar.
 
1953 YILINDA SİVAS ÖĞ.OK. EĞİTİM KADROSU
Küçük yaşta, Öğretmen Okulları na alınan körpe dimağlar, zaman içinde, iyiyi, güzeli, doğruyu yanlışı ayıran, milli duyguları, Atatürk ilkelerine bağlılığı, meslek bilinciyle, sağlığını, nefesini , gençlik yıllarını, enerjisini, çocukları için harcayan ve böyle yetişen, Öğretmen okulu mezunu öğretmenlerin yerini, bir başka yerden yetişen, öğretmenlik formasyonu olmayan, çocuk eğitim dersi almayan, onların seviyesine inmeyi bilmeyen  ve  beceremeyen  kişiler tutabilir mi? Onlar, azmi, sabrı, hoşgörüyü, gönüllülüğü, yetiştiriciliği, öğreticiliği, eğiticiliği, yaratıcılığı, kurtarıcılığı, değişimciliği ve örnek oluşculuğu öğrenmemişse, öğretmen okulu mezunuyla eşleşmesi mümkün mü? Tabii bu ifadede , mesleği gerçekten seven, kendini hazırlamış, derslerde sadece çocukların yetişmesi için gayret gösteren, sınıfında kendi özel problemlerini düşünmeyen, evinde ertesi günün hazırlığını, planını yapan, okul içi ve dışında, arkadaşlarıyla, velilerle, çevresindeki insanlara sevgi ve saygı ile yaklaşan, her zaman ve her yerde bağışlayıcı, sorun giderici, sevilen, temiz ahlaklı ve yukarıda özelliklerini saydığım karakterde olan öğretmen ve adaylarını ayrı tutuyor, onlara ayrıca teşekkür ediyorum.

Bu arada, bizleri yetiştiren , tüm öğretmen okullarında öğretmenlik yapan, çok üstün karakter ve bilgilerle mücehhez öğretmenlerimizin özveriyle bizleri yetiştirmiş olmalarını da asla unutmuyorum... Onları saygı ile anıyorum.

SONUÇ: 166. yılını kutladığımız Öğretmen okulları nın kuruluş günü olan 16 Mart’ı davullu zurnalı geçiştirmemiz gerekirken, varlığı olmayıp, etkilerinin hala geçerliliğini koruduğu, ama yavaş, yavaş onun da kaybolduğu bir sistemin tekrar yaşatılmasını, Öğretmen Okulları nın yeniden kurulmasını diliyor ve arzuluyorum. Öğretmen Okulları ndan mezun olan öğretmenlerin ve onlara feyz veren çok değerli öğretmenlerimizin, aramızdan ayrılanlara Allah’tan rahmet , hayatta olanlara sağlıklı uzun yıllar diler, 16 Mart öğretmen okullarının   166.  kuruluş  gününü  kutlarım.


9 Mart 2014 Pazar

MİLLİ ŞAİRLERİMİZ






NAZIM  HİKMET  RAN

                                                                               

                                                                                            ÜÇÜNCÜ BAP


 
YIL 1920
ve
ARHAVELİ İSMAİL'İN HİKÂYESİ
 
 
Ateşi ve ihaneti gördük.
Düşman ordusu yine başladı yürümeğe.
Akhisar, Karacabey,
Bursa ve Bursa'nın doğusunda Aksu,
                          çarpışarak çekildik...
920'nin
           29 Ağustos'u :
                           Uşak düştü.
Yaralı
        ve dehşetli kızgın
                      fakat toprağımızdan emin,
                                         Dumlupınar sırtlarındayız.
Nazilli düştü.

Ateşi ve ihaneti gördük.
Dayandık
            dayanmaktayız.

1920 Şubat, Nisan, Mayıs,
Bolu, Düzce, Geyve, Adapazarı :
İçimizde Hilâfet Ordusu,
                        Anzavur isyanları.
Ve aynı sıradan,
3 Ekim Konya.
Sabah.
500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla Delibaş
                                                      girdi şehre.
Alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler.
Ve Manavgat istikametlerinde kaçıp
                                   ölümlerine giderken
terkilerinde kesilmiş kafalar götürdüler.



Ve 29 Aralık Kütahya :
4 top
    ve 1800 atlı bir ihanet
                            yani Çerkez Ethem,
bir gece vakti
kilim ve halı yüklü katırları,
koyun ve sığır sürülerini önüne katıp
                                           düşmana geçti.
Yürekleri karanlık,
kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü,
atları ve kendileri semizdiler...

Ateşi ve ihaneti gördük.
Ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil.
Sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil,
inanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriyle,
silâhları ve beygirleriyle insanlardı dayanan.
Beygirler çirkindiler,
                            bakımsızdılar,
hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi.
Fakat bozkırda kişneyip köpürmeden
sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı.
İnsanlar uzun asker kaputluydu,
                                      yalnayaktı insanlar.
İnsanların başında kalpak,
                                      yüreklerinde keder,
                    yüreklerinde müthiş bir ümit vardı.
İnsanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler.
İnsanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla
                   köy odalarında unutulmuştular.
Ve orda sargı,
                    deri
                         ve asker postalları halinde
                         yan yana, sırtüstü yatıyorlardı.
Koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden
                                                         eğrilip bükülmüştü
ve avuçlarında toprak ve kan vardı.




Ve asker kaçakları,
korkuları, mavzerleri, çıplak, ölü ayaklarıyla
karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı.
Acıkmıştılar,
merhametsizdiler,
bedbahttılar.
Şosenin ıssız beyazlığına inip
nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor
ve Bolu dağında ekmek bulamadıkları için
                                    deviriyorlardı uçurumlara :
şayak, cıgara kâadı, tuz ve sabun yüklü yaylıları.

Ve çok uzak,
                çok uzaklardaki İstanbul limanında,
gecenin bu geç vakitlerinde,
kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takaları :
                                                hürriyet ve ümit,
                                                su ve rüzgârdılar.
Onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar.
Tekneleri kestane ağacındandı,
üç tondan on tona kadardılar
ve lâkin yelkenlerinin altında
                             fındık ve tütün getirip
                                   şeker ve zeytinyağı götürürlerdi.
Şimdi, büyük sırlarını götürüyorlardı.
Şimdi, denizde bir insan sesinin
                   ve demirli şileplerin kederlerini
ve Kabataş açıklarında sallanan
                            saman kayıklarının fenerlerini
                                                    peşlerinde bırakıp
ve karanlık suda Amerikan taretlerinin önünden akıp
                                                küçük,
                                                          kurnaz
                                                                    ve mağrur
                                                  gidiyorlardı Karadeniz'e.
Dümende ve başaltlarında insanları vardı ki
bunlar
uzun eğri burunlu
ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki
sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin
                                                zaferi için
hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin
bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler...

Karanlıkta kurşunîi derisi kırmızıya boyanan
                                                baltabaş gemi
                                                İngiliz torpitosudur.
Ve dalgaların üstünde sallanarak
                                             alev alev
                                                          yanan :
                        Şaban Reisin beş tonluk takası.

Kerempe Fenerinin yirmi mil açığında,
gecenin karanlığında,
dalgalar minare boyundaydılar
ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu.
Rüzgar :
        yıldız - poyraz.
Esirlerini bordasına alıp
                       kayboldu İngiliz torpitosu.
Şaban Reisin teknesi
                       ateşten diregiyle gömüldü suya.



Arheveli İsmail
              bu ölen teknedendi.
Ve şimdi
Kerempe Fenerinin açığında,
batan teknenin kayığında
emanetiyle tek başınadır,
fakat yalnız değil :
                    rüzgârın,
                            bulutların
                                  ve dalgaların kalabalığı,
İsmail'in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu.

Arheveli İsmail
              kendi kendine sordu :
«Emanetimizle varabilecek miyiz?»
Kendine cevap verdi :
«Varmamış olmaz.»

Gece, Tophane rıhtımında
Kamacı ustası Bekir Usta ona :
«Evlâdım İsmail,» dedi,
«hiç kimseye değil,» dedi,
                        «bu, sana emanettir.»

Ve Kerempe Fenerinde
düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde,
İsmail, reisinden izin isteyip,
                      «Şaban Reis,» deyip,
                      «emaneti yerine götürmeliyiz,» deyip
                                                  atladı takanın patalyasına,
                                                                                 açıldı.

«Allah büyük
  ama kayık küçük» demiş Yahudi.
İsmail bodoslamadan bir sağnak yedi,
                                      bir sağnak daha,
                                      peşinden üç-kardeşler.
Ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer
                                                alabora olacaktı.

Rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor.
Ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor :
Sıvastopol'a giden bir geminin
                                        sancak feneri.

Elleri kanayarak
                      çekiyor İsmail kürekleri.
İsmail rahattır.
Kavgadan
                ve emanetinden başka her şeyin haricinde,
İsmail unsurunun içinde.
Emanet :
           bir ağır makinalı tüfektir.
Ve İsmail'in gözü tutmazsa liman reislerini
                                     ta Ankara'ya kadar gidip
                                     onu kendi eliyle teslim edecektir.

Rüzgâr bocalıyor.
Belki karayel gösterecek.
En azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil.
Fakat İsmail
                 ellerine güvenir.
O eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini
ve Kemeraltı'nda Fotika'nın memesini
                                               aynı emniyetle tutarlar.

Rüzgâr karayel göstermedi.
Yüz kerte birden atlayıp rüzgâr
bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi
                                                         düştü.

İsmail beklemiyordu bunu.
Dalgalar bir müddet daha
yuvarlandılar teknenin altında
sonra deniz dümdüz
                            ve simsiyah
                                            durdu.
İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri.
Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine.
Bir ürperme geldi İsmail'in içine.
Ve bir balık gibi ürkerek,
bir sandal
bir çift kürek
ve durgun
           ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı.
Ve birdenbire
             öyle kahrolup duydu ki insansızlığı
                                            yıldı elleri,
                                            yüklendi küreklere,
                                            kırıldı kürekler.


Sular tekneyi açığa sürüklüyor.
Artık hiçbir şey mümkün değil.
Kaldı ölü bir denizin ortasında
                        kanayan elleri ve emanetiyle İsmail.
İlkönce küfretti.
Sonra, «elham» okumak geldi içinden.
Sonra, güldü,
           eğilip okşadı mübarek emaneti.
Sonra...
Sonra, malûm olmadı insanlara
Arhaveli İsmail'in âkıbeti...
   

3 Mart 2014 Pazartesi

MİLLİ ŞAİRLERİMİZ


NAZIM  HİKMET  RAN


İKİNCİ BAP
 KUVAYİ  MİLLİYE

YIL YİNE 1919
ve
İSTANBUL'UN HÂLİ
ve
ERZURUM ve SIVAS KONGRELERİ
ve
KAMBUR KERİM'İN HİKÂYESİ
 
 


Biz ki İstanbul şehriyiz,
Seferberliği görmüşüz :
Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin,
vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi
                       bir de İttihatçılar,
        bir de uzun konçlu Alman çizmesi
                       914'ten 18'e kadar
                                    yedi bitirdi bizi.
Mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker
erimiş altın pahasında gazyağı
ve namuslu, çalışkan, fakir İstanbullular
sidiklerini yaktılar 5 numara lâmbalarında.
Yedikleri mısır koçanıydı ve arpa
                              ve süpürge tohumu
ve çöp gibi kaldı çocukların boynu.
Ve lâkin Tarabya'da, Pötişan'da ve Ada'da Kulüp'te
aktı Ren şarapları su gibi
ve şekerin sahibi
kapladı Miloviç'in yorganına 1000 liralıkları.
Miloviç de beyaz at gibi bir karı.
Bir de sakalı Halife'nin,
bir de Vilhelm'in bıyıkları.

Biz ki İstanbul şehriyiz,
güzelizdir,
dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir.
Öfkeli, büyük bir şair :
«Ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir»
                                                                   demiş
                                                                        bize
ve bir başkası,
yekpare Acem mülkünü fedâ etti bir sengimize.

Biz ki İstanbul şehriyiz,
işte, arzederiz halimizi
       Türk halkının yüce katına.
Mevsim yazdır,
919'dur.
Ve teşrinlerinde geçen yılın
dört düvele teslim ettiler bizi,
                       gözü kanlı dört düvele
                               anadan doğma çırılçıplak.
Ve kurumuştu
            ve kan içindeydi memelerimiz.

Biz ki İstanbul şehriyiz,
Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan
                        bir de Yunan,
bir de zavallı Afrika zencileri
                         yer bitirir bizi bir yandan,
bir yandan da kendi köpek döllerimiz :
Vahdettin Sultan,
                        ve damadı Ferit
ve İngiliz muhipleri
                            ve Mandacılar.



Biz ki İstanbul şehriyiz,
yüce Türk halkı,
malûmun olsun çektiğimiz acılar...

919 Temmuzunun 23'üncü günü
          pek mütevazı bir mektep salonunda
                            in'ikad etti Erzurum Kongresi.

Erzurum'un kışı zorludur balam,
tandırında tezek yakar Erzurum,
buz tutar yiğitlerinin bıyığı
ve geceleyin karlı ovada
                kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı.

Erzurum'da kavaklar, balam,
            Erzurum'da kavaklar tane tane,
kavaklarda tane tane yapraklar.
Ve terden ve toz dumandan ve sinekten geçilmez
            Erzurum'da yaz gelip de bastı mıydı sıcaklar.

Erzurum'un düzdür, topraktır damı.
Erzurum güzelleri giyer, balam,
                          incecik ak yünden ehramı.
Yürek boynun büker, balam,
                          Erzurumlu türkülere.
Halim selimdir Erzurum'un adamı
                         ve lâkin dönmesin gözü bir kere!...

Erzurum'da on dört gün sürdü Kongre :
orda, mazlum milletlerden bahsedildi
                             bütün mazlum milletlerden
ve emperyalizme karşı dövüşlerinden onların.

Orda, bir Şûrayı Millî'den bahsedildi,
İradei Milliyeye müstenit bir Şûrayı Millî'den.
Buna rağmen,
«Âsi gelmiyelim» diyenler vardı,
                 «makamı hilâfet ve saltanata.»
Hattâ casuslar vardı içerde.

Buna rağmen,
«Bütün aksâmı vatan birküldür» denildi.
«Kabul olunmaz,» denildi,
                         «Manda ve Himaye...»

Buna rağmen,
İstanbul'da birçok hanımlar, beyler, paşalar,
Türk halkından kesmişlerdi umudu.
Yağdırıldı telgraflar Erzurum'a :
   «Amerikan mandası altına girelim,» diye.
   «İstiklâl, diyorlardı, şâyanı arzu ve tercihtir, amma
     bugün bu, diyorlardı, mümkün değil,
     birkaç vilâyet, diyorlardı, kalacak elde,
     şu halde, diyorlardı, şu halde,
     Memâliki Osmaniye'nin cümlesine şâmil
                    Amerikan mandaterliğini talep etmeği
                                 memleketimiz için en nâfi
                                         bir şekli hal kabul ediyoruz.»

Fakat bu şekli halli kabul etmedi Erzurumlu.
Erzurum'un kışı zorludur balam,
buz tutar yiğitlerin bıyığı.
Erzurum'da kaskatı, dimdik ölür adam,
                  kabullenmez yılgınlığı...

İstanbul'da hanımlar, beyler, paşalar,
tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler,
çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri
                   ve biçare telgraf telleri
                   devretmek için Amerika'ya Anadolu'yu
                   şöyle diyorlardı Erzurum'dakilere :
«Bizi bir başımıza bıraksalar,
  tarafgirlik, cehalet
              ve çok konuşmaktan başka müspet
                                            bir hayat kuramayız.
  İşte bu yüzden Amerika çok işimize geliyor.
  Filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti Amerika.
  Ne olacak,
  Biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz,
  sonra Yeni Dünya'nın sayesinde
  İstiklâli kafasında ve cebinde taşıyan
                            bir Türkiye vücuda geliverir.
  Amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına
                             nasıl bir idare kurduğunu
                                        Avrupa'ya göstermek ister.
  Hem artık işi uzatmağa gelmez.
  Çok tehlikeli anlar yaşıyoruz.
  Sergüzeşt ve cidâl devri geçmiştir :
  Türkiye'yi, geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir.»
 


4 Eylül 919'da toplandı Sıvas Kongresi,
ve 8 Eylülde
       Kongrede bu sefer
                    yine ortaya çıktı Amerikan mandası.
Ak koyunla kara koyunun
                                  geçitte belli olduğu günlerdi o günler.
Ve İstanbul'dan gelen bazı zevat,
                        sapsarı yılgınlıklarıyla beraber
                        ve ihanetleriyle birlikte
                        bir de Amerikan gazeteci getirmiştiler.
Ve Erzurumlulardan ve Sıvaslılardan ve Türk milletinden çok
                        işbu Mister Bravn'a güveniyorlardı.
Bu zevata :
    «İstiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler!»
                                                             denildi.
Fakat ayak diredi efendiler :
        «Mandanın, istiklâli ihlâl etmiyeceği muhakkak iken,»
                                                                         dediler,
        «Herhalde bir müzâherete muhtacız diyorum ben,»
                                                                     dediler,
        «Hem zaten,»
                      dediler,
        «birbirine mani şeyler değildir
                                      istiklâl ile manda.
          Ve esasen,»
                          dediler,
        «müstakil kalamayız böyle bir zamanda.
          Memleket harap,
                          toprak çorak,
                                   borcumuz 500 milyon,
                                              vâridat ise 15 milyon ancak.
          Ve Allah muhafaza buyursun
                           İzmir kalsa Yunanistan'da
                                    ve harbetsek,
                                               düşmanımız vapurla asker getirir.
          Biz Erzurum'dan hangi şimendiferle nakliyat yapabiliriz?
          Mandayı kabul etmeliyiz, hemen,»
                                                         dediler.
        «Onlar dretnot yapıyor,
          biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz.
          Hem, İstanbul'daki Amerikan dostlarımız :
          Mandamız korkunç değildir,
                                       diyorlar,
          Cemiyeti Akvam nizamnamesine dahildir,
                                                        diyorlar.»

Ve böylece, bin dereden su getirdi İstanbul'dan gelen zevat.
Sıvas, mandayı kabul etmedi fakat,
            «Hey gidi deli gönlüm,»
                                         dedi,
            «Akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm,
              ya İSTİKLAL, ya ölüm!»
                                               dedi.


Kambur Kerim de böyle dedi aynen.
Adapazarlıydı Kambur Kerim.
Seferberlikte ölen babası marangozdu.
Seferberlik denince aklına Kerim'in :
çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü,
                    Fahri Bey çiftliğinde patates toplayıp
                               kaz gütmek,
                               mektep kitapları
                    ve bir de saçları altın gibi sarı
                    fakat alnı çizgiler içinde anası gelir.
335'te Kerim Eskişehir'e gitti,
                    mektebe, teyzelerine ve dayısına.
Dayısı şimendiferde makinistti.
Düşman elindeydi Eskişehir.
Kerim on dört yaşındaydı,
kamburu yoktu.
Dümdüzdü fidan gibi
                    ve dünyaya meraklı bir çocuktu.
Dayısı sürmeğe gittiği günler şimendiferi
Kerim'e ekmek vermediğinden teyzeleri
(çok uzun saçlı, ihtiyar iki kadın)
               Hintli askerlerle dost oldu Kerim.
Bunlar
          (şaşılacak şey)
                     Türkçe bilmeyen
ve siyah sakalları, siyah gözleri parlak,
avuçlarının üstü esmer, içi ak
ve tel örgülerin üzerinden
Kerim'e bisküviti kutularla atan amcalardı.
Kocaman bir ambarları vardı,
Kerim içinde oynardı.
Ambarda nohut çuvalları, bakla, kuru üzüm,
                                       (şaşılacak şey,
                                       katırların yemesi için)
      ve sonra cephane sandıklarıyla silahlar.
Bir gün dedi ki makinist dayısı Kerim'e :
     «Ambardan silâh çalıp bana getir,
       gâvura karşı koyan zeybeklere göndereceğim.»
Ve ambardan silâh çaldı Kerim :
                             bir
                                 bir tane daha
                                                 beş
                                                     on.
Aldattı Hindistanlı dostlarını
                          zeybekleri daha çok sevdiğinden.
Zaten çok sürmedi, parlak kara sakallı amcalar gitti,
Kerim geçirdi onları istasyona kadar.
Ertesi gün Lefke köprüsünü atıp
                          zeybekler gelince Eskişehir'e
dayısı Kerim'i elinden tutup
                              verdi onlara.
Ve işte o günden sonra
                        bugüne kadar
                                 kahraman bir türküdür ömrü Kerim'in. 


Eskişehir'den alıp onu
«Kocaeli Grubu» paşasına götürdüler.
Çatık kaşlı, yüzü gülmez bir paşaydı bu.

Çabucak öğrendi Kerim ata binmeyi,
sığırtmaç olmayı
              -zaten bilgisi vardı bunda-
kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi,
gizlenmeyi ormanda.
Ve bütün bu marifetleriyle Kerim
kaç kere ölüme bir kurşun atımı yaklaşarak
ve «Geçmiş olsun» dedikleri zaman şaşarak
düşman içinden geçip getirdi haber
                                        götürdü haber.
Onu namlı bir «kaptan» gibi saydı çeteler,
bir oyun arkadaşı gibi sevdi çeteleri o.
Ve bir fidan gibi düz
                   bir fidan gibi cesur
                         bir fidan gibi vaadeden bir çocuğun
sevinçle oynadığı bu müthiş oyun
                               sürdü 1337'ye kadar...

Kocaeli ormanı gürgen ve meşeliktir :
yüksek
         kalın.
Gökyüzü gözükmez.
Durgun bir geceydi.
Hafif yağmur yağmıştı biraz önce.
Fakat ıslanmamış ki yerde yapraklar
karanlıkta hışırtılarla yürüyordu beygiri Kerim'in.
Solda
         ilerde
                 tepenin eteğinde ateş yanıyordu :
«Tekneciler» diye anılan
                                gâvur çetelerinin olmalı.
Dallardan damlalar düşüyordu Kerim'in yüzüne.
Beygirin başı gittikçe daha çok karanlığa giriyor.
İpsiz Recep'in yanından dönüyordu Kerim.
            Kâatlar götürmüş
                                   kâatlar getiriyor.
Birdenbire durdu beygir,
heykel gibi,
-Tekneciler'in ateşini görmüş olacak-
sonra birdenbire dörtnala kalktı.
Şaşırdı Kerim.
Dizginleri bıraktı.
Sarıldı beygirin boynuna.
Deli gibi gidiyordu hayvan.
Çocuğa art arda çarpıyordu ağaçlar.
Meşeleri ve gürgenleriyle orman
karanlık  bir rüzgâr gibi geçiyor iki yandan.
Kim bilir kaç saat böyle gidildi.
Orman bitti birdenbire.
-Ay doğmuş olacak ki ortalık aydınlıktı-
Ve Kerim aynı hızla geldiği zaman
                               Armaşa'nın altında Başdeğirmenler'e
                                            beygir ansızın kapaklandı yere,
                                                                tekerlendi Kerim.
Doğruldu.
Ve aklına ilk gelen şey
                       saatına bakmak oldu.
Kırılmıştı camı.
Bindi beygire tekrar.
Hayvan topallıyordu biraz.
Uslu uslu yola koyuldular.
Sol kulağı kanıyordu Kerim'in,
Kirezce'ye geldiler
                     (Sapanca'yla Arifiye arası),
Kerim durdu,
Biraz zor nefes alıyordu.
Geyve'ye girdi ertesi akşam.
Beli o kadar ağrıyordu ki
                             inemedi beygirden
                                                       indirdiler.
Kerim'i bir yaylıya bindirdiler.
Adapazarı.
Sonra belki on gün, belki on beş,
                      kağnılar, mekkâre arabaları,
sonra, gitgide daralan nefesi,
Yahşıhan,
              Konya,
                         Sile nahiyesi
                         (burda malûl gaziler için
                                         takma kol ve bacak yapılıyordu),
ve nihayet Hatçehan köyünden çıkıkçı Şerif Usta.
Hâlâ rüyalarında görür Kerim
                   incecik bir yoldan eşekle gelip
                                          üzerine doğru eğilen
                                          bu çiçekbozuğu insan yüzünü.
Usta, ovdu Kerim'i bayıltıncaya kadar.
Sonra, zifte koydu bu kırılmış dal gibi çocuk gövdesini.
Yirmi gün geçti aradan.
Ve sonra bir ikindi vakti ziftin içinden
                                          Kerim'i kambur çıkardılar.


  

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ

  CUMHURİYET Burhan Bursalıoğlu Bu gün Cumhuriyetimizin 99. Yıl dönümü. 99 yıl önce bugün, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşla...