20 Haziran 2014 Cuma

GEZİ





İTALYA GEZİSİ
Burhan Bursalıoğlu

Bu gün İtalya gezimizin ilk intiba yazısını çıkarıyorum. Ve aynı zamanda  bu gün 13 de çıkacağım, İzmir, Kıbrıs seyahatim sonunda   Bodrum 'a varış zaman alacaktır.  
İtalya gezimizin devamı tefrika şeklinde olacaktır. İkinci yazım, seyahatim nedeniyle  biraz geç yayınlanacaktır. Şimdiden özür dilerim.
İtalya'da çektiğim resimlerimin çokluğu nedeniyle karışık ve isimsiz  yayınlayacağım. Şimdiden özür diliyorum.
İtalya gezimizin sonunda, SONUÇ  bölümünde İtalya'a ait öz eleştirimi yapacağım.

7 Haziran 2014 Cumartesi günü ETS Tur programına katılarak  bir haftalığına İtalya’ya uçtuk.
Bu gezimize , kızım, damadım, eşim ve  kayın biraderimin eşi de refakat ettiler.
Gezimizde, gördüklerimi, duyduklarımı, arada bir yorumlarımı da ekleyerek Sizlerle paylaşmak istiyorum.
Öncelikle, ETS Tur dan başlamak istiyorum. 
Gerek yurt dışı , gerekse yurt içi gezilerimi hep ETS Tur la yaptım.  Hepsinden de memnun  kaldım. Tahsis ettikleri, uçak, gemi, otobüsler güvenilir  ve yeni araçlardı.
Programların iyi uygulanması ve misafirleri memnun etme, hiç kuşkusuz rehberlerin becerisine kalmıştır. Şimdiye kadar katıldığım gezilerde, bize rastlayan tüm rehberlerden memnun kaldım. Onlarsız gezilerin bir anlamı da kalmaz.
Rehberlik yapmak her babayiğidin harcı değildir. Konuşma, hitap, sabır, dürüstlük, anlayış, güler yüzlülük, zaman kavramına riayet ve misafirlerin  dışında kalan tüm muhataplarıyla iyi ilişkiler kurmak, rehberliğin ana unsurlarındandır. Bunlardan birinin eksikliği, hem misafirleri ve hem de rehberi üzmeye yeter.
ETS Tur  rehberlerinden son tanıştığım ve İtalya gezimizi bize sevdiren Davut Bey, herkesin alkışladığı, taktir ettiği ve memnun kaldığı, başarılı bir rehber. Derin bilgisi, her yapının geçmişini, içlerinde yaşamış olanların öyküleri, köprülerin, ağaçların, bitkilerin, kiliselerin, çeşmelerin, meydan ve caddelerin, tarihe geçmiş insanların yaşam öykülerini kendine has üslubuyla  anlatması, anlattıklarını video ile  destekleyip,   uzun otobüs yolculuğumuzu verimli bir hale getirmesi, Davut Beyin, mesleğine bağlılığını ve inanmışlığının kanıtıdır. Programa harfiyen uygulaması, sureye sadık kalması,  her misafiriyle ayrı ayrı ilgilenip, varsa,  sorunlarını çözmek, ciddiyetini göstermektedir.
Kendini kutluyor ve başarılarının devamını  diliyorum.

1.       BİRİNCİ  GÜN: 

Uçağımız saat: 15 de  Milano’nun Bergamo hava alanına indi. Rehberimiz Davut Bey in  yardımlarıyla, pasaport ve bagaj muameleleri yapıldıktan sonra ilk iş saatlerimizi bir saat geri  almak oldu.  İkinci uyarı, yankesicilere karşı uyanık olmamız  gerektiğiydi. Türkiye’de 60 bin, İtalya’da 400 bin yankesici varmış.

37 kişilik grubumuza tahsis edilen son model  MAN marka otobüsle, PO  ovasının yanından yeşillikler arasından Venedik’e doğru yol aldık. Sağımız , solumuz  yeşillikler ve göz alabildiğince düz bir ova. Bu ova tüm İtalya’nın sebze  ve   ekinin üçte ikisini karşıladığı gibi Türkiye’de ki hasılatında üç katını çıkarıyormuş.
118 adacık,  188 kanal  ve 400  köprüsü olan Venedik’e vardık. Otobüsten inmeden  panoramik olarak SAN MARKO BAZİLİKASI, DÜKLER SARAYI, SAAT KULESİ, İŞKENCE KÖPRÜSÜ,  BÜYÜK  KANAL  VE  RİALTO  KÖPRÜSÜ  gösterilerek rehberimiz gerekli izahatı  verdi.

SAN MARKO MEYDANI:  Güvercinleriyle tanınan bir meydan. Zemin mermerlerle döşenmiş. Üzerinde San Marko’nun aslan ve San teodoro’ nun heykelleri bulunan, granit sütunlar İstanbul’dan getirilmiş.

SAN  MARKO  BAZİLASI:  İncili  yazan 4 kişiden biri olan San Marko’nun kemiklerini korumak amacıyla  1063  de  başlayıp 1073  yılında tamamlanmış olup , soğan biçimindeki kubbesi nedeniyle “ Altın Kilise “ ünvanını  kazanmıştır.

ÇAN  KULESİ: ( Campanile) 99 m. Yüksekliğinde ve 10.  Yüzyılda yapılmış. 1902 de yıkılınca tekrar yapmışlar. Bazilikanın şaşalı süslemeleri ile  büyük bir  beğeni yaratmaktadır. Tepesinden bakıldığında Venedik’in muhteşem manzaralarıyla karşılanıyor.

SAAT  KULESİ:  15. Yüzyılda yapılmış. Daha doğrusu öyle tarihlendiriyorlar. Kadran ayıları burç sembollerini betimlemektedirler. Kulenin üst tarafında bulunan ve iki adet büyük bronz insan olan meşhur “Mori’ler”  500  yıldır saati çalmaktadırlar.

AHLAR  KÖPRÜSÜ VE  HAPİSHANE :  Dar ve düzgün koridoru,  17. Yüzyıldan kalma Barok Ahlar köprüsüyle, hapishane dükler sarayını bağlayan bir geçit. Hapishanede bulunan mahkümlar işkence odalarına götürülürken, şehre son kez   bakarak iç çekmelerinden ötürü  bu isim verilmiştir.

BÜYÜK  KANAL:  2 km. uzunluğunda “Patriçilerin “ yaşadığı  200 adet sarayların bir kısmı 12. Bir kısmı da 18  yüzyılda yapılan mermer saraylar bulunmaktadır.

SANTA  MARİA DELLA  SALUTE  KİLİSESİ:  1630 yılında  32  yaşındaki  Baldas Longhena tarafından,  bir milyon kazık üzerine inşa edilmiştir. Ancak  Baldas 1687 yılında öldüğünde kilise hala tamamlanamamıştı.  Kilise, şehrin veba salgınından kurtuluşuna duyulan şükran nedeniyle yapılmıştır.  İnsanlar bu olayı anmak için, her yıl Kasım ayında mumlar  yakarak Büyük kanalın girişinde art arda sıralanmış teknelerden  oluşan köprüyü aşarlar.

GONDOLLAR:  Bir motorla  gondolların bulunduğu dar kanalların yanına gittik.
Gondollar 11.  Yüzyıldan beri Venedik’in bir parçası dır. Dar kanalları aşabilecek ince bir gövde ve alt tarafı  düzdür.  Kürek  gücüne karşı hareket oluşturur. Gondolun daireler çizmesini önlemek için pruvada sola doğru bir kıvrım bulunur.

  İnsanların  zenginliklerini gizlemek için  1562 yılında tüm gondolların siyaha boyanması  kararlaştırılmış. Bu güne kadar da bu emir uygulanmaya devam etmiştir. Ama  her gondolun kendine özgü süsü var. Bazı zamanlarda da, özel günlerde çiçeklerle süslenirmiş. Gondol gezilerinin pahalı olması nedeniyle İtalya halkı pek  itibar göstermemektedir. Turistler rağbet gösteriyor. 

Biz gittiğimizde çok kalabalıktı. Bize ancak 40  dakikada  sıra geldi. 20 dakikada tüm dar kanalları  gezdik. Adam başı 25 yuro aldılar. Yine motorlara binerek  şehir merkezine oradan da  tahsis edilen otelimize gittik.


6 Haziran 2014 Cuma

GÜNCEL




BİR  HAFTALIK  VEDA

7 HAZİRAN  CUMARTESİ SABAHI  EŞİM, KIZIM, DAMADIM VE KAYINBİRADERİMİN EŞİ İLE  BİRLİKTE BİR HAFTALIĞINA  İTALYA' ya GİDECEĞİMDEN  BLOGUM  BİR HAFTA SİZLERDEN UZAK KALACAKTIR. 
DÖNÜŞTE GÖRÜŞMEK ÜZERE HOŞCA KALIN.

4 Haziran 2014 Çarşamba

MİLLİ ŞAİRLERİMİZ




KUVAYİ  MİLLİYE


                                                              SEKİZİNCİ   VE  SONUNCU  BAP


 
26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLAR
İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR
ve
İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ'E
BAKAN NEFER
 
 
Saat 2.30.

Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır, 
ne ağaç, ne kuş sesi, 
                  ne toprak kokusu vardır. 
Gündüz güneşin, 
                     gece yıldızların altında kayalardır. 
Ve şimdi gece olduğu için 
ve dünya karanlıkta daha bizim, 
                        daha yakın, 
                                daha küçük kaldığı için 
ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten 
                 evimize, aşkımıza ve kendimize dair 
                                       sesler geldiği için 
kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi 
okşayarak gülümseyen bıyığını 
                seyrediyordu Kocatepe'den 
                        dünyanın en yıldızlı karanlığını. 
Düşman üç saatlik yerdedir 
ve Hıdırlık-tepesi olmasa 
        Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek. 
Küzeydoğuda Güzelim-dağları 
ve dağlarda tek 
                        tek 
                            ateşler yanıyor. 

Ovada Akarçay bir pırıltı halinde 
ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde 
                   şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var : 
Akarçay belki bir akar su, 
                        belki bir ırmak, 
                               belki küçücük bir nehirdir. 
Akarçay Dereboğazı'nda değirmenleri çevirip 
                            ve kılçıksız yılan balıklarıyla 
                                    Yedişehitler kayasının gölgesine girip 
                                                                                   çıkar. 

Ve kocaman çiçekleri eflâtun 
                                       kırmızı 
                                               beyaz 
ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki 
                              haşhaşların arasından akar. 
Ve Afyon önünde 
                       Altıgözler Köprüsü'nün altından 
                                         gündoğuya dönerek 
ve Konya tren hattına rastlayıp yolda 
Büyükçobanlar Köyü'nü solda 
                        ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp 
                                                           gider.



Düşündü birdenbire kayalardaki adam 
kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri. 
Kim bilir onlar ne kadar büyük, 
                      ne kadar uzundular? 
Birçoğunun adını bilmiyordu, 
yalnız, Yunan'dan önce ve Seferberlik'ten evvel 
Selimşahlar Çiftliği'nde ırgatlık ederken Manisa'da 
                  geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.


Dağlarda tek 
                    tek 
                         ateşler yanıyordu. 
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki 
şayak kalpaklı adam 
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden 
        güzel, rahat günlere inanıyordu 
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında, 
birdenbire beş adım sağında onu gördü. 
Paşalar onun arkasındaydılar. 
O, saatı sordu. 
Paşalar : «Üç,» dediler. 
Sarışın bir kurda benziyordu. 
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı. 
Yürüdü uçurumun başına kadar, 
eğildi, durdu. 
Bıraksalar 
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak 
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak 
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı.


Saat 3.30.

Halimur - Ayvalı hattı üzerinde 
                                 manga mevziindedir.


İzmirli Ali Onbaşı 
(kendisi tornacıdır) 
karanlıkta gözyordamıyla 
         sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi 
              baktı manga efradına birer birer : 
Sağda birinci nefer 
                         sarışındı. 
İkinci esmer. 
Üçüncü kekemeydi 
fakat bölükte 
             yoktu onun üstüne şarkı söyliyen. 
Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı. 
Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı 
                           tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam. 
Altıncı, 
inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam, 
memlekette toprağını ve tek öküzünü 
ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için 
kardeşleri onu mahkemeye verdiler 
ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için 
                                       ona «Deli Erzurumlu» derdiler. 

Yedinci, Mehmet oğlu Osman'dı. 
Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'da yaralandı 
ve gözünü kırpmadan 
                        daha bir hayli yara alabilir, 
yine de dimdik ayakta kalabilir. 
Sekizinci, 
              İbrahim, 
                           korkmıyacaktı bu kadar 
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp 
                                 birbirine böyle vurmasalar. 
Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki : 
tavşan korktuğu için kaçmaz 
                       kaçtığı için korkar.

Saat 4.

Ağzıkara - Söğütlüdere mıntıkası. 
On ikinci Piyade Fırkası. 
Gözler karanlıkta, uzakta. 
Eller yakında, makanizmalar üzerinde. 
Herkes yerli yerinde. 
Tabur imamı 
mevzideki biricik silâhsız adam : 
                                   ölülerin adamı, 
kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru, 
durdu boyun büküp 
                            el kavuşturup 
                                                sabah namazına. 
İçi rahattır. 


Cennet, ebedî bir istirahattır. 
Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı, 
meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir 
                        Cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı.

Saat 4.45.

Sandıklı civarı. 
Köyler. 
Sarkık, siyah bıyıklı süvari, 
çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu. 
Çukurova beygiri 
                      kuyruğunu karanlığa vuruyordu : 
                                      dizkapaklarında kan, 
                                      kantarmasında köpük... 

İkinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük, 
atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor. 
Geride, köylerde bir horoz öttü. 
Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari 
                     ellerinin tersiyle yüzünü örttü. 
Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan 
                           bir başka horoz vardır : 
baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu. 
Düşmanlar herhal onu çoktan kesip 
                                   çorbasını yapmışlardır...

Saat beşe on var.

Kırk dakka sonra şafak 
                                 sökecek. 
«Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak». 
Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde, 
On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti 
ve onların genci, uzunu, 
Darülmuallimin mezunu 
                                  Nurettin Eşfak, 
mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak 
                                                    konuşuyor : 
        -Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var, 
        bilmem ki, nasıl anlatsam, 
        Âkif, inanmış adam, 
        fakat onun, ben, 
                 inandıklarının hepsine inanmıyorum. 

        Meselâ, bakın : 
        «Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.» 
        Hayır, 
        gelecek günler için 
                            gökten âyet inmedi bize. 
        Onu biz, kendimiz 
                           vaadettik kendimize. 
        Bir şarkı istiyorum 
                             zaferden sonrasına dair. 
        «Kim bilir belki yarın...»

Saat beşe beş var.

Dağlar aydınlanıyor. 
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor. 
Gün ağardı ağaracak. 
Kokusu tütmeğe başladı : 
                      Anadolu toprağı uyanıyor. 
Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp 
ve pırıltılar görüp 
ve çok uzak 
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak 
bir müthiş ve mukaddes mâcereda, 
ön safta, en ön sırada, 
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.


Topçu evvel mülâzımı Hasan'ın 
                                           yaşı yirmi birdi. 
Kumral başını gökyüzüne çevirdi, 
                                            kalktı ayağa. 
Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa. 
Şimdi bir hamlede o kadar büyük, 
                               öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki 
bütün ömrünü ve hâtırasını 
                      ve yedi buçukluk bataryasını 
                                       ağlanacak kadar küçük buluyordu.


Yüzbaşı sordu : 
- Saat kaç? 
- Beş. 
- Yarım saat sonra demek...


98956 tüfek 
ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden 
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar, 
bütün âletleriyle 
ve vatan uğrunda, 
yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle 
Birinci ve İkinci ordular 
                            baskına hazırdılar.


Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde, 
                                beygirinin yanında duran 
                                sarkık, siyah bıyıklı süvari 
                                kısa çizmeleriyle atladı atına.
 
Nurettin Eşfak 
                baktı saatına : 
- Beş otuz... 
Ve başladı topçu ateşiyle 
                 ve fecirle birlikte büyük taarruz...


Sonra. 
Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü. 
Bunlar : 
           Karahisar güneyinde 50 
                              ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.


Sonra. 
Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik 
                                                    Aslıhanlar civarında 
                                                             30 Ağustosa kadar.


Sonra. 
Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu. 
Esirler arasında General Trikopis : 
Alaturka sopa yemiş bir temiz 
ve sırmaları kopuk frenk uşağı...


Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak'ın ayağı. 
Nurettin dedi ki : «Teselyalı Çoban Mihail,» 
Nurettin dedi ki : «Seni biz değil, 
                            buraya gönderenler öldürdü seni...»


Sonra. 
Sonra, 31 Ağustos günü 
                    ordularımız İzmir'e doğru yürürken 
serseri bir kurşunla vurulan 
                          Deli Erzurumluydu. 
Devrildi. 

Kürek kemikleri altında toprağı duydu. 
Baktı yukarı, 
baktı karşıya. 
Gözler hayretle yandılar : 
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları 
                            her seferkinden kocamandılar. 
Ve bu postallar daha bir hayli zaman 
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından 
seyredip güneşli gökyüzünü 
ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler. 
Sonra... 
Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden 
ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden 
                       yüzlerini toprağa döndüler...


Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı. 
Kan içindeydi yüzü gözü. 
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala. 
Kaçanı kovalamıyordu yalnız 
                      ulaşmak da istiyordu bir yerlere 
ve sadece kahretmiyor 
                      yaratıyordu da. 
Ve kılıçların, 
                  nalların, 
                             ellerin 
                                      ve gözlerin pırıltısı 
                ardarda çakan aydınlık bir bütündü. 
Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü 
ve şu türküyü duydu : 
        «Dörtnala gelip Uzak Asya'dan 
          Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan 
                                      bu memleket bizim.


          Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak 
          ve ipek bir halıya benziyen toprak, 
                                      bu cehennem, bu cennet bizim.


          Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, 
          yok edin insanın insana kulluğunu, 
                                      bu dâvet bizim...


          Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür 
          ve bir orman gibi kardeşçesine, 
          bu hasret bizim...»>


Sonra. 
Sonra, 9 Eylülde İzmir'e girdik 
ve Kayserili bir nefer 
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip 
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya, 
Güneyden Kuzeye, 
Doğudan Batıya, 
Türk halkıyla beraber 
seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.


Ve biz de burda bitirdik destanımızı. 
Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap, 
Türk halkı bağışlasın bizi, 
onlar ki toprakta karınca, 
                                    suda balık, 
                                                    havada kuş kadar 
                                                                  çokturlar; 
korkak, 
            cesur, 
                     câhil, 
                             hakîm 
                                      ve çocukturlar 
ve kahreden 
                 yaratan ki onlardır, 
kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır... 
  
  
 



                                                    939 İstanbul Tevkifanesi, 
                                                    940 Çankırı Hapisanesi, 
                                                    941 Bursa Hapisanesi. 
  
  
 




28 Mayıs 2014 Çarşamba

MİLLİ ŞAİRLERİMİZ





KUVAYİ  MİLLİYE


                                                             YEDİNCİ BAP 
 

Burhan Bursalıoğlu

Önemli  nedenlerden ötürü ara vermek mecburiyetinde  kaldığım Nazım Hikmet RAN'ın KUVAYİ   MİLLİYE  şiirinin  7. bap ı nı yayınlıyorum.




922 AĞUSTOS AYI
ve
KADINLARIMIZ
ve
6 AĞUSTOS EMRİ
ve
BİR ÂLETLE BİR İNSANIN HİKÂYESİ
 
 
Ayın altında kağnılar gidiyordu.
Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru.
Toprak öyle bitip tükenmez,
dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
                 hiçbir menzile erişmiyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle.
Ve onlar
             ayın altında dönen ilk tekerlekti.
Ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
                                          ufacık, kısacıktılar,
ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında
ve ayakları altından akan
                       toprak,
                             toprak
                                   ve topraktı. 


Gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında
koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
Ve kadınlar
birbirlerinden gizliyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
Ve kadınlar,
bizim kadınlarımız :
korkunç ve mübarek elleri,
              ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
                                        anamız, avradımız, yârimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
                 öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
                                           kadınlar,
                                                 bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
Ve on beşlik şarapnelin çeliğinde
                             ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
Ve ayın altında kağnılar
               yürüyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru.


«6 Ağustos emri» verilmiştir.
Birinci ve İkinci ordular, kıt'aları, kağnıları, süvari alaylarıyla
yer değiştiriyordu, yer değiştirecek.
98956 tüfek,
                325 top,
                        5 tayyare,
2800 küsur mitralyöz,
2500 küsur kılıç
ve 186326 tane pırıl pırıl insan yüreği
ve bunun iki misli kulak, kol, ayak ve göz
                        kımıldanıyordu gecenin içinde.
Gecenin içinde toprak.
Gecenin içinde rüzgâr.
Hatıralara bağlı, hatıraların dışında,
                             gecenin içinde :
       insanlar, âletler ve hayvanlar,
demirleri, tahtaları ve etleriyle birbirine sokulup,
korkunç
            ve sessiz emniyetlerini
                               birbirlerine sokulmakta bulup,
kocaman, yorgun ayakları,
                               topraklı elleriyle yürüyorlardı. 


Ve onların arasında
Birinci Ordu İkinci Nakliye Taburu'ndan
                                          İstanbullu şoför Ahmet
                                                 ve onun kamyoneti vardı.
Bir acayip mahlûktu üç numrolu kamyonet :
İhtiyar,
          cesur,
                   inatçı ve şirret.
Kırılıp dağlarda kalan sol arka makası yerine
şasinin altına, dingilin üzerine
budaklı bir gürgen kütüğü sarmış olmasına rağmen
ve kalb ağrılarıyla
ve on kilometrede bir
karanlığa yaslanıp durduğu halde
ve vantilâtöründe dört kanattan ikisi noksan iken
şahsının vekarlı kudretini resmen biliyordu :
«6 Ağustos emri»nde ondan ve arkadaşlarından
«... ihzar ve teşkil edilmiş bulunan
ve cem'an 300 ton kabiliyetinde kabul olunan
100 kadar serî otomobil...» diye bahsediliyordu.
İhzar ve teşkil olunanlar,
                        bu meyanda Ahmet'in kamyoneti,
insanların, âletlerin ve kağnıların yanından geçip
Afyon - Ahırdağları ve imtidadına doğru iniyorlardı.

Ahmet'in kafasında uzak bir şehir ve bir şarkı vardı.
Bu şarkı nihaventtir
ve beyaz tenteli sandalları,
                           siyah mavnaları,
                                güneşli karpuz kabuklarıyla
                                bir deniz kıyısındadır şehir.

Vantilâtörde adedi devir
                     düşüyor gibi.
Arkadaşlar ileri geçtiler. 


Ay battı.
Manzara yıldızlardan ve dağlardan ibaret.

Sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet,
çınar dibinde iki mars bir oyunla yenip Bücür'ü,
kalk,
sıra servilerin önünden yürü,
çeşmeyi geç,
mektep bahçesi, medreseler,
orda, Harbiye Nezareti'nin arka duvarında
siyah çarşaflı bir kadın
çömelip yere
darı serper güvercinlere
ve papelciler
şemsiye üstünde papaz açarlar.

Motor mızıkçılık ediyor,
bizi dağ başlarında bırakacak meret.

Ne diyorduk oğlum Ahmet?
Dökmeciler sağda kalır,
derken, Uzunçarşı'ya saparken,
köşede, sol kolda seyyar kitapçı :
                       «Hikâyei Billûr Köşk»,
                       altı cilt «Tarihi Cevdet»
                       ve «Fenni Tabâhat».
Tabâhat, mutfaktan gelirmiş,
yani yemek pişirmek.
Hani, uskumru dolmasına da bayılırım pek.
Yaldızlı kuyruğundan tutup
bir salkım üzüm gibi yersin.

İlerde bir süvari kolu gidiyor,
                        saptılar sola.

Uzunçarşı'yı dikine inersin.
Sandalyacılar, tavla pulcuları, tesbihçiler. 


Ve sen İstanbullu,
sen kendi ellerinin hünerine alışmış olduğundan
şaşarsın İstanbullulara :
ne kadar ince, ne çeşitli hünerleri var, dersin.
Rüstem Paşa Camii.
Urgancılar.
Urgancılarda yüz parça yelkenli gemiyi
ve hesapsız katır kervanlarını donatacak kadar
urgan, halat ve dökme tunçtan çıngıraklar satılır.
Zindankapı, Babacafer.
Uzakta Balıkpazarı.
Kuruyemişçiler.
Yemiş iskelesindeyiz :
                     sandalları, mavnaları,
                               güneşli karpuz kabuklarıyla
                                               yüzüne hasret kaldığım deniz.

Sol arka lastik hava mı kaçırıyor ne?
İnip
baksam...

Yemiş iskelesinden dilenci vapuruna binip
Eyüp'te Niyet Kuyusu'na gittikti.
Elleri yumuk yumuk,
bacakları biraz çarpıktı ama,
yeşil zeytin tanesi gibi gözler.
Kaşları da hilâl gibi çekikti.
Tam Kasımpaşa'ya yaklaştık, beyaz başörtüsü...

Lastik hava kaçırıyor.
Derdine deva bulmazsak eğer...
Dur bakalım Babacafer...

Üç numrolu kamyonet durdu.
Karanlık.
Kriko.
Pompa.
Eller.
Küfreden ve küfrettiğine kızan elleri
lastikte ve ihtiyar tekerlekte dolaşırken
Ahmet hatırladı :
bir gece nüzüllü babaannesini
                                     sedirden sedire taşırken
                                                                 kadıncağız...


İç lastik boydan boya patladı.
Yedek?
Yok.
Dağlarda avaz avaz
               imdat istemek?

Sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet,
sana tek başına verilmiştir üç numrolu kanyonet.
Hem, hani bir koyun varmış,
                       kendi bacağından asılan bir koyun.
Süleymaniyeli şoför Ahmet
                                    soyun...

Soyundu.
Ceket, külot, pantol, don, gömlek ve kalpak
                                          ve kırmızı kuşak,
Ahmet'i postallarının üstünde çırılçıplak
                                            bırakarak
                        dış lastiğin içine girdiler,
                                               şişirdiler.

Bu şarkı nihaventtir.
Deniz kıyısında bir şehir...
Beyaz başörtüsü...

Saatta elli yapıyoruz...
Dayan ömrümün törpüsü,
dayan da dağlar anadan doğma görsün şoför Ahmet'i,
dayan arslan...


Hiçbir zaman
            böyle merhametli bir ümitle sevmedi
                                                        hiçbir insan
                                                             hiçbir âleti... 

21 Mayıs 2014 Çarşamba

GÜZEL ÜLKEMİZ


ÖĞÜNMEYİ  HAK  EDEN  KENTİMİZ - 2


Burhan Bursalıoğlu

Eskişehir gezimizin üçüncü  günü :

7 MAYIS  2014  ÇARŞAMBA

 KENTİMİZ
Gezimizin üçüncü  ve son günü, şehir turlarımız vardı.   Saat: 9.15 de otobüslerimize binerek,  Anadolu Üniversitesi  Yunus Emre Kampüsüne gittik.
Gördüğüm üniversiteler içinde  gerçekten hayran kaldığım bir okul. Tıbbın dışında bütün  fakülteleri bünyesinde toplayan  ve  eğitim kadrosu da tam olan  okul geniş bir araziye dağılmış. Her taraf ağaçlık yeşillik ve çiçeklerle donanmış, tertemiz, sakin, öğrencilerin her türlü ihtiyaçlarını karşılayacak  oluşuma sahip.
 Fırınından sinemasına, sağlık kuruluşundan itfaiyeye,  oyun salonlarından yatakhanelere, atölyelerden spor alanlarına, müzik salonlarından  toplantı salonlarına kadar gelişmiş, her ülkenin örnek alacağı bir  üniversite. Ne tekim,Uzak Doğunun bütün devletlerinden temsilciler geliyormuş.
Ulaşım  tramvay  ve otobüslerle sağlanıyor.  Her  lise öğrencisinin, gözünü kapayarak tercih edeceği bu okulu ben de tavsiye ediyorum.

Anadolu Üniversitesi Yunus Emre Kampüsünden ayrılarak,  Tarihi Odun Pazarı bünyesinde Çağdaş Cam Sanatları müzesini gezdik. Resimlerde de görülebileceği gibi çok çeşitli ve emek isteyen bu sanat eserleri görülmeye değer.  Eserlerin tanıtımını yapan sunucu, her eserin yapımcısı, değeri ve yapılış tarzından bahsedince, gerçekten dışarıdan görüldüğü gibi kolay olmayan bir sanat olduğuna karar verdik.
CAM  SANATI  ESERİ


Cam sanatları müzesinin altında , bizzat Eskişehir Belediye Başkanı Yılmaz  Büyükerşen’in yaptığı Balmumu Heykeller Müzesine indik.
Her Eskişehir’e gidenin, muhakkak görmesi gereken bir müze.  167  tanınmış insanımızın, vücut ölçülerine göre, bire bir  ölçümlerle yapılan  balmumu heykelleri   bölüm,bölüm  ayrılmış. Gerçeklerine tıpa tıp benzeyen heykeller ,  mesleklerine, değerlerine ve sınıflarına göre kısım , kısım  konmuş. 

ATATÜRK VE ÜLKÜNÜN BAL MUMU HEYKELLERİ

 Filaşsız resim çekmek serbest.  Sadece en son bölüme konan Atatürk ve birkaç büyüğümüzün heykellerini  çekmek yasak.  O bölümü, oranın fotoğrafçısına  poz vererek  resim  çektirilebiliyor
VEYSELE  EŞLİK ETTİM


Müzelerden sonra, şehir merkezindeki Köprübaşına  gidiyoruz.  Porsuk çayının etrafını düzelterek, orayı  modern kanal haline getiren Sayın Büyükerşen’e  teşekkür etmemek  mümkün değil. Kanalın üstüne yapılan  köprülerin her birinin rengi değişik. Gençlerin veya  başka insanların buluşma yeri olarak bundan daha güzel adres olamaz.  Örneğin, “mavi  köprüde veya sarı köprüde buluşalım” gibi.

PORSUK ÇAYI VE MAVİ KÖPRÜ

20 dakika süren  tur için botlara bindik. Etraftaki yapıları  ve  güzellikleri seyrederek  adalar gezimizi de bitirmiş olduk.
PORSUK ÇAYI VE YEŞİL KÖPRÜ


Eskişehir’in  M.Ö. ilk kuruluş bölgesi olan  ve halen görülebilen en büyük höyüklerden Şarhöyük ün panoramik görülmesi ve tarihi hakkında bilgi  edinilmesinin ardından, 350 m.lik yapay plajın da yer aldığı Kent Parkına gidiyoruz.

ARTEZYEN SUYLA OLUŞAN  SUNİ  PLAJ

Burada dikkat çeken plajlar ve geniş bir sahayı kaplayan yeşillik alanları.  Artezyen suların oluşturduğu yapay plaj, Eskişehirlilerin deniz ihtiyaçlarını karşılayacak kadar modern  ve  bakımlı.

ARTEZYEN SUYU İLE OLUŞTURULAN PLAJ GÖLÜ

Kent parkı gezimiz sonrasında, Kırım Tatarlarının özel yemeği ve Eskişehir’in de yöresel  yemeği olarak bilinen  ÇİBÖREK,  ayran ve salatadan oluşan  öğle yemeğimizi  yiyerek  Türkiye lokomotif  Makine Fabrikasına gittik. Burada sergilenen ilk Türk  yapımı  DEVRİM arabasını  seyrettik. 
DEVRİM  ARABASI


Tarih 16 Haziran 1961. Türkiye sıkıntılı bir dönemin ardından yeniden yapılanmaya çalışıyor. İhtilal sonrası dönemde bir söylenti ortalıkta dolaşıyor, “Türkler araba yapamaz”… Dönemin iktidarı, 16 Haziran günü Devlet Demiryolları Fabrikaları ve Cer Dairelerinin yönetici ve mühendislerinden 20 tanesini toplantıya çağırıyor. Amaç ise, “Türkler araba yapamaz kanısını ortadan kaldırmak. Ve ilk Türk yapımı Devrim arabasının öyküsü burada başlıyor…

Türklerin, dünyaya bir meydan okuma hikayesidir Devrim arabasının serüveni... Dönemin iktidarı, 29 Ekim kutlamalarına yetişmesi için bir araba siparişi veriyor Eskişehir’e. Aracın adı Devrim. İmkansızı başarmanın nasıl olduğunu gösteriyor Devrim arabası. Çünkü arabanın yapımı için verilen süre çok kısıtlı ve bir kanı var ortada dolaşan: “Türkler araba yapamaz”…
Tüm ülkede üniversiteden, basına; bir avuç sanayiciden politikacıya, sesi duyulabilen kimse ne otomobil ne de motor yapılabileceğine inanıyor, özel sohbetlerde, röportajlarda, film gösterili konferanslarda bu görüş vurgulanıyor.

Ancak inanılmaz bir şey gerçekleşiyor. Ve araba, 28 Ekim 1961 sabahı Türkiye’de yapılan bir otomobil, kaportası pürüzsüz olmasa da, kendi tekerlekleri üzerinde ve yine Türkiye’de yapılan kendi motorunun gücüyle Büyük Millet Meclisi Binası önüne götürülerek Devlet Başkanı Cemal Gürsel Paşa'ya sunulabiliyor…
DEVRİM ARABASI


29 Ekim 1961 günü ise Devrim, Cumhuriyet kutlamalarına katılıyor. Dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel gelmeden tüm hazırlıkları tamamlanan Devrim’in bir tek benzini unutuluyor. Cumhurbaşkanı Gürsel, benzini konulmayan arabanın ön koltuğuna oturuyor. Araç meclisin bahçesinde tur atarken; herkes pek keyifleniyor. Ne de olsa bu kendini kanıtlama savaşı ve bu savaş yine kazanılıyor. Cemal Gürsel, bu arabayı Atatürk’ün de görmesini istiyor ve Devrim’i Anıtkabir’e götürülmesi için talimat veriyor. Ancak benzini unutulan araba henüz 100 metre ilerlemişken duruyor. Devrim'in kıymetli yolcusu, şaşkın bakışlarla süzüyor "devrimin itici gücünü"... Şoför "Benzin bitti" diye boynunu bükünce, Cemal Gürsel durumu şöyle özetliyor: "Batı kafasıyla otomobil yaparız, Doğu kafasıyla ikmali unuturuz."

Devrim  bu talihsizlik sonrasında müzeye konuyor ve böylece de  bu teşebbüs sonlanıyor.
AKVARYUMDA KÖPEK BALIĞI


Arabanın yanından  ayrılarak, Eti Sualtı Dünyasını Çeşitli irili ufaklı balıkların bulunduğu akvaryumu geziyoruz. 

Üst katta bulunan  deniz  ürünlerinden oluşan hediyelik eşya  reyonlarını da gezip, içinde tramvay olan, gerçek ölçülerinde, Kristof Kolomb’un gemisi Santa  Maria'nın, boyu  35 m. olan masal şatosunun, uzay araştırma merkezinin, çocuklara yönelik oyun yerlerinin, kafelerin ve büyük bir gölün  bulunduğu SAZOVA Parkına gidiyoruz.

PARK İÇİNDEKİ TRANVAYI BEKLİYORUZ

Parkı baştan başa turlayan tramvaya binerek, bir kısmımız Santa Maria gemisinin, bir kısmımız da Masal Şatosunda iniyoruz. Üst bölümlere çıkarak parkın kuş bakışı görünüşünü seyrediyoruz.


SAZOVA  PARKININ ŞATODAN GÖRÜNTÜSÜ

 Parkın her tarafında Belediye işçileri çalışıyor. Kimisi budama, kimisi çapa, kimisi temizlik, kimisi sulama ve kimisi de ot biçme işi ile uğraşıyor.

MASAL ŞATOSU

Kafede, turizm acentemizin ikramı olarak, çay,kahve ve meşrubat içerek dinlenme saatimizi geçirdik. Mola sonrası, tekrar tramvaya binerek, çıkış kapısında inip otobüslerimize bindik.

Saat 19 da otele vardık.
Saat  20 de akşam yemeği ,  özel  gala salonunda, set menü, limitsiz içecek eşliğinde yeniyor.
VEDA GECESİ YEMEĞİ


Balıkesir Necati Bey Öğretmen Okulu ve Eğitim Enstitüsü Mezunları toplantısını organize eden arkadaşın teşekkür konuşması ve 2015 yılında İstanbul’da toplanılması kararını açıklayarak 2014 yılı birliktelik sona erdi.

8 MAYIS 2014 PERŞEMBE

Sabah yapılan kahvaltıdan sonra , herkes birbirleriyle vedalaşarak ve 2015 buluşma ümidiyle memleketlerimize dağılıyoruz.

SONUÇ: Başlıktan da anlaşılacağı gibi Eskişehir planlı yapılanma, temizlik, esnafın yaya kaldırımlarını işgal etmemesi, yeşillik alanlarının  çok bol olması, halkın her türlü doğadan istifade etmesi için kaynakların oluşturulması, trafik sorununun kaldırılmış olması, halkının, Türk, Tatar, Boşnak,  Çerkez, Abaza, Bulgar halklarından olmuş olmasına rağmen, aralarındaki uyum ve anlayış bakımından gerçekten  haklı olarak ne kadar iftihar edilse azdır.
 Bir zamanlar, Kayseri Belediye başkanı “ Kayseriye deniz getireceğim” demişti. O getiremedi, ama. Yılmaz Büyükerşen  Eskişehir'e getirdi. Halkın deniz ihtiyacı artezyen suyla oluşturulan plajlarla giderildi.

Eskişehir’i ziyaretimizde en çok üzüldüğüm olay, Çifteler ilçesindeki,  Çifteler Köy Enstitüsü binalarının, harabe vaziyette oluşuydu. Orada  faaliyet gösteren öğretmen Lisesi bulunuyor. Tüm binaların mülkiyeti Milli Eğitim Bakanlığına bağlı. El emeği göz nuru ile, ufacık çocukların yaptığı, aradan 60 – 70  yıl geçmesine rağmen ayakta durabilen bu yapıtlar onarılarak istifade edilebilir. Ama MEB buna yanaşmıyor.

KÖY ENSTITÜSÜ  BİNALARINDAN

Köy Enstitülerinin kaldırılışının Ülkemizin gelişmesine zarar verdiğini her zaman söyler ve yazarım.
KÖY ENSTİTÜSÜ BİNALARINDAN
Bir gazete yazarının dönemin Van milletvekili Kinyas KARTAL ile yaptığı bir röportaj:
Köy Enstitüleri neden kapatıldı ?sorusuna, bakın KİNYAS KARTAL  nasıl cevap veriyor.

"Ben kapattırdım köy enstitülerini. Ben toprak ağasıyım. 200'e yakın köyüm var. Bu köylerdeki halk bana tapar. Ne işi varsa bana sorar."  
"-- Köy enstitüleri komünist yetiştirdiği için mi kapatıldı?
--Hayır. Beni babam Moskova Üniversitesi'nde okuttu komünizmin ne olduğunu ben gayet iyi biliyorum. Köy enstitülerinde komünizmi bilen kimse yoktu.

SOLDAKİ  KİNYAS KARTAL

--Peki, karma eğitimden dolayı mı kapatıldı?
--Hayır. Bu da değil bütün dünyada okullar karma eğitim kız erkek beraber okuyor.
--Peki ya neden?
--Ben kapattırdım köy enstitülerini. Ben toprak ağasıyım. 200'e yakın köyüm var. Bu köylerdeki halk bana tapar. Ne işi varsa bana sorar. Evlenecek, boşanacak, askere gidecek, mahkemesi nesi varsa gelir bana danışırdı. Ama köy enstitüleri açıldıktan sonra 5 köyüme köy enstitüsü mezunu geldi ve bu köylerden artık kimse bana gelip danışmamaya başladı. Ben düşündüm 200 köyümün hepsine köy enstitüsü mezunu gelirse benim ağalığım ne olur, sıfıra düşer! Böyleyse benim harekete geçmem gerekir dedim ve doğudaki bütün ağalara telefon ettim onları topladım. Bir de batıdan buldum Eskişehir'den Emin Sazak.
Sonra Menderes'le pazarlığa gittik. (Yıl 1950 seçimlerin olacağı zaman) Dedik ki köy enstitülerini kapatırsan şu gördüğün doğudaki tüm toprak ağaları ve batıdan Emin Sazak'ın oyları sana. Kapatmazsan oy yok ve Menderes'te 1950'de iktidara gelir gelmez köy enstitülerinin temelini sarsmaya başladı. Demokrat Parti iktidara geldikten sonra 27 Ocak 1954'te çıkarılan kanunla Köy Enstitüleri kapatılarak günümüze ve geleceğe ışık saçacak güneşimiz resmen batırıldı. Köy Enstitüleri kapatılmasaydı, fırsat ve imkân eşitliği sağlanırdı. Ezberleyen öğrenci değil de okuyan, üreten, düşünen öğrenciler başarılı olurdu. Öğrenciler okullarına cep harçlıklarıyla değil emekleriyle "katkı" yaparlardı. Demokrasi sadece kitaplardaki tanımlarda değil yaşamın ta içinde olurdu. Daha nitelikli öğretmenler yetişirdi. Öğrenciler verilenle yetinmez, araştırır, bulur ve tartışırlardı. Boş zamanlarını müzik dinleyerek değil enstrüman çalarak; takım fanatikliği ile değil spor yaparak değerlendirirlerdi. Biz şu an sadece matematik problemlerini hızlı çözen çocuklar yetiştiriyoruz. Hepsi bu. Ötesi yok... "Köy Enstitülerinin bütün günahı omuzlarıma, sevabı başkalarına olsun. O kurumların günahı bile bana yeter." 

Köy Enstitülerin kapattıranın ağzından duyduğumuz yorumlar bunlar. Ötesini siz düşünün.


NOT: Gezi ile ilgili tüm resimler  Facebook sayfamda.

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ

  CUMHURİYET Burhan Bursalıoğlu Bu gün Cumhuriyetimizin 99. Yıl dönümü. 99 yıl önce bugün, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşla...