18 Mart 2015 Çarşamba

ZAFERLERLE DOLU TARİHİMİZ.



ÇANAKKALE  ZAFERİ'nin  100. YILI


Burhan Bursalıoğlu

18 MART  1915 Çanakkale zaferimizin 100. yılını kutluyoruz. Bu nedenle, gençlerimizin bilgilerini tazelemeleri nedeniyle, bloğumun bu sayısında, Çanakkale  Savaşlarının başlama nedenleri  ve deniz savaşlarını ele alacağım.  20 Mart  Cuma günü de, kara savaşları ve sonucu bilgilerinize sunacağım. 

ÇANAKKALE GEÇİLMEZ ( SAVAŞ ÖNCESİ GENEL DURUM )

Yirminci yüzyılın başlarında Avrupa ekonomik rekabet, sömürgecilik ve milliyetçilik akımları Avrupa’yı ikiye bölmüştü. Almanya-Fransa ve Rusya-Avusturya arasındaki yeni pazarlar elde etme çekişmeleri bu devletlerarasında ki ilişkilerin kopma noktasına getirmişti. Aslında her an çıkması beklene savaş 28 Haziran 1914’te Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahdı Arşidük Ferdinand’ın bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi ile Avusturya’nın 28 Temmuz 1914’te Sırbistan’a seferberlik ilanının ardından 1. Dünya Savaşı başlamış oluyordu.
Çanakkale açıklarında düşman gemileri

 Bir yandan Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya’dan oluşan üçlü İttifak Devletleri, bir yanda da İngiltere, Fransa ve Rusya’dan oluşan Üçlü İtilaf Devletleri sonunda Avrupa’yı ikiye bölmüşlerdi. Savaş ilanlarının ardından İtalya tarafsızlığını ilan ettiyse de bir yıl sonra İtilaf Devletleri’ne katıldı. Osmanlı İmparatorluğu tarihin gördüğü en geniş sınırlara sahip olmuş, her çeşit milleti ve inanışı içinde barındırmış ve yaklaşık 600 yıl süren saltanatını 20. Yüzyılın başında kaybediyordu. Dışta ve içte yaşadığı mücadeleler Osmanlı Devleti’ni çökertiyor, topraklarını ve gücünü dağıtıyordu. Son olarak Trablusgarp ve Balkan Savaşları ile arka arkaya yenilgiler alan Osmanlı Devleti, Doğu Trakya dışında Avrupa’daki bütün topraklarını kaybetmiş, saygınlığını ve gücünü yitirmişti. Öyle ki Edirne bile Bulgar, Yunan ve diğer Balkan Devletlerinin kendi aralarındaki anlaşmazlık sonucu son anda kurtarılmıştı.
Artık Osmanlı Devleti’nin ölümü bekleniyor ve diğer ülkeler tarafından paylaşım planları hazırlanıyordu. Rusya boğazları ele geçirip sıcak denizlere inmeyi hedeflerken, İngiltere Süveyş Kanalı ve Hint yolunun güvenliği için Filistin’i ele geçirmeyi tasarlıyor, Fransa; Lübnan, Suriye ve Kilikya’nın kontrolünü düşlüyor; Almanlar milli birliklerini geç tamamlamalarından kaynaklanan gecikmeyle doğuda yeni Pazar ve maden kaynakları arıyordu. İtalyanlar yine birliklerini geç tamamlamış ve yeni sömürge toprakları için durumun elverişli olmasını bekliyorlardı.
 Birinci Dünya Savaşı’nın patlamasının ardından Osmanlı Devleti önce İtilaf Devletleri ile birlikte olmaya niyetlendiyse de, Rusya’nın bu duruma soğuk bakması Osmanlı’yı Almanya’ya doğru yönlendirdi ve 2 Ağustos 1914’te yapılan gizli bir antlaşma ile Alman-Türk ittifakı kesinleşti.
Bu tarihten sonra, güvenliği açısından seferberlik ve silahlı tarafsızlık ilan eden Osmanlı Devleti, 10 Ağustos 1914’te İngiliz donanmasından kaçan GOEBEN (YAVUZ) ve BRESLAU (MİDİLLİ) adlı Alman savaş gemilerinin boğazlardan geçmesine izin verir ve boğazları tüm yabancı gemilere kapatır. GOEBEN ve BRESLAU’ın boğazlardan geçmesi üzerine İtilaf Devletleri Osmanlı Devletine ültimatom (kesin uyarı) verir. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, bu iki gemiyi, daha önce İngilizlere sipariş ettikleri ve hatta parasını ödedikleri halde alamadıkları iki gemi yerine satın aldıklarını açıklar.

                                                          GOEBEN (YAVUZ)

Böylece, Yavuz ve Midilli adı verilen bu iki savaş gemisi Osmanlı Donanması’na katılmış olur. 
27 Eylül 1914’te Amiral Souchon “Alman Goeben savaş gemisinin Komutanı, gemilerin bandırası değiştirilmesine rağmen mürettebatın tamamı Alman Ordusundandır. Bu konuda Talat ve Cemal Paşalar gemilerin Hükümetin bilgisi haricinde Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın özel izniyle Boğazlardan geçtiklerini hatıralarında naklederler.” komutasındaki Yavuz, tatbikat amacıyla çıktığı Karadeniz’de Ruslar’a ait Sivastopol ve Novorosisk limanlarını bombalayınca 1 Kasım 1914’te Ruslar Kafkasya’da sınırı geçerek fiilen savaş başlatmış ve Osmanlı Devleti de sıcak savaşın içine çekilmiş olur.

                                                         BRESLAU (MİDİLLİ)

Osmanlı Devleti’nin elinde bulunan boğazlar, konumları nedeniyle özellikle Avrupa için çok büyük bir önem taşıyorlardı. Tarih boyunca uğurlarında nice savaşlar verilen boğazlar stratejik, ekonomik ve kültürel açıdan paha biçilmez değerdeydiler. Bugün bile bakıldığında değerlerini korumaya devam ettikleri açıktır. İtilaf Devletleri’nin Boğazları açma nedenlerinin başında, elbette ki boğazların sahip olduğu bu stratejik önem yatıyordu. Rusya’ya yardım edebilmek hedefiyle yapılanan bu düşünce; aynı zamanda Almanya’dan yeterli yardım alamayacağı ve fazla direnemeyeceği düşünülen Osmanlı’yı tek başına ve planlanmış bir barışa mahkûm etmeyi planlıyordu. Ayrıca boğazları kazanmak demek, İstanbul’u ele geçirip Osmanlı ve tüm Avrupa üzerinde manevi bir yıkıma sebep olmak demekti. Tarafsız kalan pek çok ülke bu başarıya kayıtsız kalamayacak ve İtilaf Devletleri’ne katıldıklarını açıklayacaklardı.

ÇANAKKALE DENİZ SAVAŞLARI (19-ŞUBAT 1915 18 MART 1915)

Doğu Cephesinde zor durumda olan Rusya’ya bir an önce yardım etmek, Osmanlı Devletini teslim alarak savaş dışına çıkarma ve Almanya’yı doğudan kuşatarak savaşı bir an önce  tamamlama düşüncesinde olan İtilaf Devletleri başta İngilizler olmak üzere, boğazları ele geçirmek için donanmanın yeterli olacağına inanıyorlardı.
                      
 
                                                    Bahriye Nazırı Churchill
 
Bahriye Nazırı Churchill’in planları Akdeniz filosu komutanı Amiral Carden tarafından da desteklenince, Lord Fisher’ın şüpheli gördüğü bu harekâtın donanma ile yapılmasına karar verildi.

                                Amiral Sackville Carden

Tarihinde hiçbir yenilgi almamış olan İngiliz donanmasının silah, teknoloji ve başarı açısından kendine güveni tamdır. Fakat unuttukları bir konu vardır o da Türkün vatan topraklarını korumak için canını seve seve verebileceği gerçeği ve göğsünde taşıdığı çelik imanıdır.                                                                                                 
                                      
                                       Lord  Fisher

Dünyanın yenilmez donanması, Fransa’nın da desteği ile dünyanın en büyük armadasını oluşturuyordu. Bu donanmaya karşı gelebilecek hiçbir güç bulunmamakla birlikte Balkan Savaşlarında kendisine tabii olan ufak Balkan devletleri karşısında bile tutunamamış ve batıda Edirne sınırlarına kadar gerilemiş olan Osmanlı Devletinin İtilaf Devletleri ile baş etmesi ise asla düşünülmüyordu. İtilaf Devletleri’nin deniz harekâtı 19 Şubat 1915’te başladı. 13 Mart 1915’e kadar düşman gemileri tabyaları top ateşine tuttu, mayın tarama gemileri olabildiğince yol açtı. Boğazları zorlayarak geçebileceklerine inanan düşman kuvvetlerinin, kararlı ve dirençli bir karşılık almaları bu işin o kadar da kolay olmadığını gösteriyordu.


                                                               SEDDÜLBAHİR

Bir ay boyunca yapılan binlerce mermi atışının ardından çok da büyük bir gelişme elde edilememişti. 18 Mart’a kadar geçen bu dönemde boğazın girişinde bulunan Rumeli yakasındaki Seddülbahir ve Ertuğrul tabyaları ile Anadolu yakasındaki Kumkale ve Orhaniye tabyaları tahrip edilmişti. Boğaza giriş kapıları aralanmış ama hala ilerde olacaklar belirsizdi.
Ve 18 Mart 1915 sabahı geldiğinde kimse günün sonunda neyle karşılaşacağını bilmiyordu.
17 Mart 1915’te Amiral Carden’in yerine Amiral De Robeck’in atanmasıyla 18 Mart da gerçekleşecek plan uygulamaya konuluyordu.

                                        Amiral de Robeck

Plana göre; 18 Mart sabahı 3 deniz tümeninden oluşan düşman filosu boğazda belirdi. Filonun en güçlü gemilerinden oluşan 1. Tümen bizzat Amiral de Robeck tarafından kumanda ediliyordu.

Queen Elizabeth, Agamemnon, Lord Nelson muharebe gemileri ve Inflexible muharebe kruvazöründe oluşan 1. Tümen, saat 10.30’da boğazdan içeri girdi. Filonun önündeki Muhripler savaş alanını tanıyorlardı. Planlanan noktaya ulaşıldığında Queen Elizabeth’in hedefi Rumeli Mecidiye Tabyası, Lord Nelson’un hedefi Namazgâh Tabyası, İnflexible hedefi ise Rumeli Hamidiye Tabyası idi. “A Savaş Hattı” olarak adlandırılan bu plan 11.30’da uygulanmaya başlandı ve 11.30’da merkez tabyalarına ateş başladı. Bu arada düşman gemileri Kumkale’den gelen tedirgin edici ateş hattına da girmişlerdi.


                                                              Lord Nelson  zırhlısı

Obüslerden üstlerine ateş yağıyordu. Yine de mesafe uzak olduğundan Türk bataryaları savaş gemilerine karşılık veremiyordu. Saat 12.00 sularında Çimenlik, Rumeli Hamidiye ve Anadolu Hamidiye ateş almıştı. B Hattı diye adlandırılan Amiral Guepratte komutasındaki 3. Tümen Suffren, Bouvet, Goulois, Charlemagne adlı dört Fransız gemisiyle Triumph ve Prince George adlı iki İngiliz muharebe gemisinden oluşuyordu. Plana göre bu tümen 1. Tümenin arkasından hareket geçti ve B hattı önündeki yerini aldı. Yavaş yavaş yaklaşan gemiler ilerleyişlerinde Türk bataryalarından düşen mermi ateşi altında B hattına vardılar. Şiddetli yapılan karşılıklı çatışmalarda aradaki bataryalar sustuysa da merkez bataryalar ateşe devam ediyorlardı. 800 metre kadar içeri sokulduklarından şiddetli ateş bu gemilerin üzerine yağıyordu. 3. Tümene ait olan iki İngiliz gemisi Triumph ve Prince George A hattının kıç omuzluklarında yerlerini almış Rumeli Mesudiye ve Yıldız Tabyalarını hedeflemişlerdi. Rumeli merkez bataryaları çok yoğun bir ateş altındaydı. Mermilerin çoğu tabyalar içine düşmüş, telefon hatlarını bozmuş, yangınlar çıkarmıştı. Rumeli Mecidiye tabyası topçuların şehit olması ile devre dışı kalmıştı. Planın ikinci aşamasında Türk bataryaları üzerinde yeteri kadar üstünlük sağlanabilirse Albay Hayes Sadler komutasındaki 2. Tümen devreye girecekti. Ocean, İrresistible, Albion, Vengeance, Swiftsun ve Majestic’ten oluşan 2. Tümen, 3. Tümenin yerini alacak ve B Hattından son olarak yakın muharebe yapılarak Tabyalar içinde olmayıp mayın hatlarını savunan toplar tahrip edilerek bombardımandan hemen sonra mayın tarama işlemlerine başlanacaktı. Fakat 3. Tümenin yerini alacak 2. Tümen gelmeden önce beklenmedik bir şey oldu. Saat 14.00’e doğru Suffren büyük bir hızla boğazı terk etmekte ve Bouvet’de onu izlemekteydi. A hattını geçmek üzereyken Fransız gemisi Bouvet’de bir iki patlama oldu ve Anadolu Hamidiye tabyasınca ateş altındayken 3 dakikada suların altına gömüldü. Derin bir şaşkınlık yaşanıyordu. Queen Elzabeth ve Agamemnon dışındaki bütün gemiler ateşi kestiler. Muhripler ve istimbotlar personeli kurtarmaya gittiklerinde 20 kişi kurtarılabilmiş, 603 kişi sulara gömülmüştü. Bu arada 12.30 sularında Goulois isabet almış ve ağır yaralarla boğazı terk ediyordu. 15.30 sularında mayına çarpan Inflexible’ın durumu kötüydü ama yoğun çabayla Bozcaada’ya ulaştı.


İnflexible

2. Tümen İngiliz gemileri, 3. Tümenin yerini aldığında bu manzara ile karşılaşmıştı. Saat 14.30’da ateşe başlayarak 10 yardaya kadar yaklaştılar. Namazgâh tabyasını bombardıman ediyordu. Saat 15.00’te Rumeli Hamidiye daha sonra da Namazgâh aldığı isabetle savaş dışına kalmıştı.
Queen Elizabeth

Anadolu Hamidiye tabyası hasar görmemişti ve İrrisistible’a ateş ediyordu. Saat 15.14’de İrrisistible’ın yanında korkunç bir patlama duyuldu. Saat 16.15’te tabyalarda uzaklaşmak isterken bir mayına çarptı. Bu bölgede bir gece önce Nusrat’in döktüğü mayınlar hiç hesapta yokken can alıyordu. Bölgenin mayınlı olduğunu anlayan Amiral de Robeck 2. Tümenin geri çekilmesi için emir verdi. 18.05’te geri çekilirken Ocean da mayına çarpmıştı. Güçlü top ateşine rağmen Ocean’ın personeli muhripler tarafından boşaltıldı.


NUSRAT MAYIN GEMİSİ

18 Mart 1915 deniz zaferi, top ve mayın silahlarının müşterek çalışma mahsulü olup bunda mayın başrolü oynamıştır. Mayınların dâhice boğaza yerleştirilmesiyle, o tarihin en kuvvetli donanmasını Türk azmi ve cesareti, hayretlere bırakacak şekilde alt etmiş ve boğazı düşman gemilerine kapamıştı. Dönemin Fransa başbakanı; Çanakkale için "Türkler boğazı kapamakla savaşın iki yıl uzamasına ve müttefiklerin milyonlara varan insan gücü ve yüzlerce milyarlık maddi kayba uğramasına sebep olmuşlardır” demiştir.

NUSRAT MAYIN GEMİSİ

Nusrat Mayın Gemisi 3 Eylül 1914'te Çanakkale'ye gelmişti. Almanya'da özel şekilde mayın dökme gemisi olarak inşa edilmiş bu tekne dar alanlarda kolayca manevra yapabiliyor ve az su çektiğinden mayın alanları üzerinde güvenle dolaşabiliyordu. Ancak Osmanlı Devleti'nin mali sorunları ona boğazı mayınlayabilmesi için gerektiği miktarda mayın bulamıyordu. Çanakkale boğazında zaten önceden boğazı kesecek şekilde döşenmiş mayın hatları bulunmaktaydı. Ancak, düşman zırhlılarının devamlı şekilde hareketlerinin incelenmesiyle akıllara hayret verecek bir gerçekle karşılaşılmıştı. 6 Mart gecesi Cevat Bey, mayın grup komutanı Hafız Nazmi Bey'e "Oğlum, diyordu. Sana çok önemli bir görev veriyorum. Vatanın selameti bu görevin başarıyla yerine getirilmesine bağlıdır. Yarın akşam, Nusrat'le son 26 mayını şu gördüğün Erenköy Mevkii de kıyıya paralel olarak dökeceksin. Düşman hareketinizi seçer, size saldırıya kalkışırsa kıyı toplarımız önceden aldıkları talimata uygun olarak hareket edecek ve sizi himaye ateşiyle koruyacaklar. Kendinizi göstermemeye çaba harcayın. Allah yardımcınız olsun." Evet. Bu sefer mayınların boğazı kesecek şekilde değil de kıyıya paralel olarak Erenköy Mevkii'ne dökülmesi fikri, mayın uzmanlarının ince bir çalışmayla ortaya çıkardıkları mükemmel bir fikirdi. Çünkü düşman zırhlıları boğaza gurup gurup giriyor ve görevini tamamlayan grup ikmal yapmak için geriye dönerken arkadaki grupların yollarını kesmemek için boğazın en geniş yerlerinden biri olan Erenköy Mevkii 'da manevra yapıyordu. İşte mayınlar da bu manevra sahasına kıyıya paralel ancak manevra hattına dik olarak yerleştirilecekti. Fakat bu işin sonu her ne kadar büyük bir zaferi getirebilecek olsa da bir o kadar zordu. Nazmi Bey, ertesi gün Nusrat mayın gemisi komutanlığı yapacak olan Tophaneli Yüzbaşı Hakkı'yı buldu. Her iki subayda çok iyi arkadaştılar. İki gün önce kalp krizi geçiren Nusrat'ın genç komutanı Yüzbaşı Hakkı Bey, sağlığı için yerine bir başkasını görevlendirmeyi önceden Çanakkale müstahkem mevki komutanı Cevat Bey'in ısrarlarına rağmen, savaşın ve ülkenin sorumluluğunu omuzlarında duyarak görevi kabul etti. 7 Mart'ı 8'e bağlayan gece yarısı Nusrat demir alarak Çanakkale'den uzaklaştı. Bütün ışıklarını söndürüp kıvılcım atmasın diye ocaklarını bastırmış, maskeli ışıklar altında rota izleyerek hedefine doğru ilerliyordu. Gemi daha önce döşenen mayın hatlarından geçiyor ve Erenköy Mevkii 'a giriyordu.


Deniz sakin, hava simsiyah, zifiri karanlıktı. Uzaklarda dolaşan düşman devriye gemileri pırıl pırıl yanan projektörleri ile suyun yüzünü aydınlatmaktaydı. Bir an, suyun yüzüne değen ışık silindirler hemen ardından denizi yalayarak, havaya kalkıp yeniden denizin yüzeyinde başka bir noktayı aydınlatıp derinlere inmekte ardından yine uzaklara gitmekteydi. Daha yakınlarda devriyeye çıkmış düşman gemilerinin projektör ve ışıldakları zaman zaman Nusrat'ın olduğu kıyının karşısını noktalamaktaydı. Son kontroller bittikten sonra ilk mayın platforma alınmış ve atış anı beklenmeye başlamıştı. Heyecan son haddindeydi. Vatanın selameti için gerekli olan zafer kilidi, Nusrat'ın elindeydi. Onu mutlaka sessizce yerine bırakmalıydı. Sonunda Anadolu yakasındaki Akyarlara, yeni mayın hattını hazırlanacağı noktalara geldiler. Teker teker sessizce elinde kalan son 26 eski tip mayını suya bırakmaya başladı. Suya düşen her mayın belli bir sıra halinde kendisini asılı tutacak ağırlığın gerdiği teller üzerinde yer almaya başladılar. Birkaç dakika sonra tüm mayınlar belirlenen rota doğrultusunda dökülmüştü. Makinalar tekrar ulaşabilecekleri en yüksek devirde çok hızlı tempoda çalıştırılmıştı. Şimdi en az mayınlar dökülüşü kadar tehlikeli olan geri dönüş yolculuğu başlamıştı. Daha önceki dökülen mayınlar ve düşman devriye gemileri Nusrat'ın yolu üzerinde kol geziyordu. Bir an için Nusrat'ın çok yakınında bir karaltı ortaya çıktı. Düşman gemisi olmalıydı bu. Büyük olasılıkla düşman zırhlıları geri dönmüşlerdi ve devriye görevine devam etmekteydiler. Ara verdikleri projektörle taramaya yeniden başladıkları zaman Nusrat'ı görecekler ve her şey bitecekti. Bütün personelden buz gibi terler boşanıyordu. Nihayet korktukları başlarına geldi ve düşman gemisinin projektörleri yandı.


                                                                             Ocean


Karalığı yaran projektör ışığı az öteden, hızla, üzerlerine doğru, denizi tarayarak geliyordu. Işık dalgası kıyıları, dalgaları taraya taraya, arada bir durarak, arada bir gerileyerek ağır ağır üzerlerine geliyordu. Bu ışık silindiri ölüm kılıcına dönüşmüş, Nusrat'ın böğrüne saplanacaktı ki bir mucize gerçekleşti. Ölüm ve ışık dalgasını içine girmelerine saniye kala, Türk kıyılarında yanan projektör bir mucize yarattı. Bizim kıyıda birden bire yanan projektörümüz birkaç saniye içinde, düşman projektörünü deniz üstünde yakaladı. İki projektör şimdi göz gözeydiler. Ortalığı sise yakın yoğun bir beyazlık kapladı. Beklenmedik bu ışık kavgası Nusrat'a yaşam umudunu geri verdi. Şimdi karşılaşan iki projektör, iki düşman göz birbirinden kurtulmak için olağanüstü bir savaşa başladılar. Düşman projektör, kurtulmak için yoğun çaba harcıyor, bir türlü başaramıyordu. Nusrat, bu bazen üstünde, bazen yanında süren ışık çarpışmasının altından sessizce sıyrıldı. Olanca islim üstünde, Çanakkale yönünde yol almaya başladı. Tehlike geçmiş verilen görev büyük bir başarıyla yapılmıştı. Nazmi Bey büyük bir sevinçle kader arkadaşını tebrik etmek istedi. Ancak Hakkı Bey cevap veremedi. Nusrat mayın gemisinin başkomutanının hasta kalbi bu ışık savaşındaki heyecan dayanamamış, heyecan kasırgası içinde duruvermişti. Bu olaydan on gün sonra müttefik donanması saldırıya geçmişti. Savaş tam istediği şekilde, kontrollü olarak devam etmekteydi ki, birden ikmal için geri dönen gemilerde büyük patlamalar meydana gelmişti. Bunların nedeni, 7–8 Mart gecesinde dökülmüş ve bundan sonrada gerek düşman pilotlarının fark edemediği gerekse 17–18 Mart gecesi mayın gemilerinin yaptığı mayın kontrolünde bulunamayan Nusrat'ın mayınlarıydı. Düşmanın yüzen kaleleri birer birer batmaya başlamıştı.

                                                                            Bouvet

Önce Bouvet 639 kişilik mürettebatı ile denizin derinliklerine gömüldü. Bu andan itibaren her şey ters gitmeye başlamıştı. Bouvet'in battığı yerin yakınında manevra yapmakta olan Inflexible bir mayına çarpıştığını rapor etti ve çok tehlikeli bir şekilde yan yatmaya başladı ve üç dakika sonrada Irrestable'nda yana yatmakta olduğu ve sancak tarafından mayına çarpıştığını bildiren yeşil flamanın sancak seren cundasında dalgalandığı görüldü.


                                                                          Irrestable


Daha sonra da mürettebatı kurtarılan gemi boğazın sularına gömüldü. İtilaf Devletleri üç büyük savaş gemisini (Irrestable, Ocean, Bouvet) kaybetmiş, üç tanesi de (Inflexible, Golva, Suffen) ağır yaralanmış şekilde eldeki gücün üçte biri yitirilmişti. Nusrat'ın yapmış olduğu görev tarihi değiştirmişti. İtilaf donanması 18 Mart günündeki başarısızlıklarından çok şey öğrendiler. İngilizler bu yenilginin tüm faturasını son keşfini yapıp mayın yoktur raporunu veren pilota çıkardılar ve onu idam ettiler. Nusrat'ın 7–8 Mart gecesi bir şehit vermek uğruna yaptığı iş ve Türk topçusunun başarısı, bir vatanın selametini sağlamış ve düşman donanmasının Marmara'ya bayraklarını dalgalandırarak girmesine izin vermemişti.

16 Mart 2015 Pazartesi

ÖĞRETMEN OKULLARI




ÖĞRETMEN  OKULLARI  AÇILMALIDIR

Burhan Bursalıoğlu

16 Mart 1848 tarihinde, sadece öğretmen yetiştirme amacına yönelik, Abdülmecit döneminde, Ahmet Cevdet Paşa’nın öncülüğünde, İstanbul’da darülmuallim okulu açıldı.

Darülmuallim okulunun  açılmasında  asıl amaçlanan, eğitimi, Avrupa düzeyine getirmek ve  insanı daha da insanlaştırmak; onun doğuştan sahip olduğu bazı yeteneklerini ortaya çıkarmak ve geliştirmek olduğunu ve bütün bunların gerçekleştirilebilmesi için de eğitim  işinin ehli kimselerce, yani öğretmenler tarafından  uygulanmasını sağlamaktı.

Zaman zaman şimdiki adıyla Öğretmen okulları değişimlere uğramış olsa da, yetiştirdiği yüz binlerce öğretmenle birlikte 1974 yılına kadar  devam etmiştir.
Sivas Öğretmen Okulu

Aradan 167 yıl geçmiş olmasına karşın, öğretmen okullarının Türkiye eğitim sistemindeki yerinin, yapılan bir çok değişikliklere karşın  hala doldurulamamıştır.  Bu günkü hükümetin, eğitimde 4+4+4 dayatması uygulamaları ve Milli Eğitim Temel Kanununda ve teşkilat yapısında yaptığı değişikliklerle,  bu  alanlarında yaşanan "muhafazakârlık" merkezli dönüşüm uygulamalarının yarattığı sancıları giderek derinleştiği,  yeniden medrese eğitimine dönme hesapları kuşku ile karşılanmakta ve geleceğimizi karanlıklara gömmektedir.


Eğitim sistemimizin her açıdan yoğun bir kuşatma altında olduğu, en temel haklarımıza yönelik saldırıların arttığı, her Bakanın ve yönetimin kendi siyasal-ideolojik amaçları doğrultusunda  şekillendirmek isteyenlerin eğitim emekçileri olan yüz binlerce öğretmenlik mesleğini kazanmış olup sokaklarda dolaşan, kariyerleriyle bağdaşmayan işlerde çalışanların sorunlarına da aldırış etmemeleri,  dikkat çekicidir. 
Sivas Öğ. Okulu Yeşilay Kol görevlileri

Son yıllarda okullarda oluşan disiplinsizlik, azıya alan bazı eğitimcilerin (!) karıştığı şiddet, taciz ve  baskınlar, eğitim ve öğretimimizin ne hallere düştüğünün ve eğitim kalitesinin  sıfırlara doğru düşüşün  örnekleridir.
Okullardan And ımızın yasaklanması Atatürk köşelerini kaldırılması,
Okulu basarak idarecileri tehdit eden öğretmen, kız ve erkek öğrencilerin aynı merdivenlerden iniş ve çıkışını yasaklayan okul müdürü, öğretmenleri, şuurlu ve şuursuz olarak  ayırıp,”Şuurlu öğretmenler derneği” nin kurulması, birçok devlet okulları kapatıp, İmam Hatip Okulları haline getirilmesi, yetkili ağızdan “bütün okulları imam hatip yapacağım, Atatürk’e yapılan saygı için “ sap gibi ayakta durmaya  gerek yok,  her 10 Kasımda yaygara koparılıyor, insanlar laik olmaz, demokrasinin amaç değil, araç olduğunu, “elhamdulillah  şeriatçıyız diyenlerin yanında,  okul müdür yardımcısının, “senin ilacın benim” dediği kız öğrencisini kazan dairesine götürmesi, aynı kişinin sınıfa lolipop götürüp,  kızlara  “alın , siz de yalayın” demesi, yine bir lise müdür yardımcısını şikayet eden öğrencinin “ göğüslerimi elledi” şeklindeki ifadesi, bir lise müdür yardımcısı, kız öğrencisine, “ hem eşim, hem kızım ol, sana ev tutayım, birlikte yaşayalım” dediği, bir lisenin kadın müdür yardımcısı, kısa etek giyen kızlara taciz için,  erkek öğrencilerden ekip kurdurmaya çalışması, Din ve Ahlak öğretmeni, Özgecan eylemine katılan kız öğrencilere “başınızı örtmüyorsunuz, size tecavüz mübah.. Siz de Özgecan gibi olursunuz, demesi, içinde  kadınları “dişi hayvanlar” olarak tanımlayan “Çiçek Bahçesi” kitabının öğrencilere dağıtılması, 9 yaşından beri, devlet yurdunda tacize ve tecavüze uğrayıp kaçan kız çocuklarının perişan halleri, Eğitim ve Öğretim durumumuzun nerelerden nerelere geldiğini göstermektedir. Açık alanlarda, meydanlarda, kapalı kapılar arkasında, medyada söylenen bu laflardan cesaret alanlar, Ülkemizde ne ahlak, ne saygı ve ne de vatan sevgisi bırakırlar. Kadrolaşmış eğitimciler de, yetiştirmekte oldukları öğrencileri değil, kendilerini düşünerek , üst basamaklara tırmanmayı amaç edinir duruma gelmektedirler.
Sivas Öğretmen Okulu Mezunlarından bir grup Anıtkabirde

Bu  olaylar münferit olsa da mide bulandırıcıdır. Yapanlar ise, çuvaldaki çürük cevizler de olsa, öğretmenliği zevklerini tatmin için araç olarak görüyorlar.
Bunlar öğretmenliğin sevgi,  sabır, şevkat ve fedakarlık mesleği olduğunu bilmemektedirler.
Mesele “ Öğretmen olmak değildir.” Mesele, “ Öğretmenlik yapmaktır”. Herkes öğretmen olabilir. Ama herkes öğretmenlik yapamaz.
Öğretmen okulu  kız öğrencilerinden bir grup

1974 de kaldırılan Öğretmen okulları, o tarihten sonra değişik kökenli okullardan yetişen binlerce öğretmen adaylar, girdikleri kamu personeli sınavlarını kazansalar da, bir kısmı kura ile okullara atanmaktadırlar. Diğerleri ise sokaklarda boş boş gezerek, Bakanlığın açıklayacağı kura gününü hayal etmektedirler.
Bu gün, Milli Eğitim kadrosunda parmakla sayılacak kadar Öğretmen Okulu mezunu bulunmaktadır. Bunların Ulu Önder Atatürk’ün inkilaplarına bağlı  kalarak, özveri ve fedakarca çalışıp hizmet etmeleri nedeniyle, Milli Eğitimimiz ayakta durmaya çalışmaktadır.

Bugün  eğitimimiz “milli” liğinden çok uzaktır. Eğitimimiz şahsileştirilmiştir. En küçük birime kadar kadrolaşmıştır.
Vatanını, milletini,geçmişini sevenlere bu yakışıyor mu?Geleceğin planları eğitim üzerine yapılmaz mı?Medrese eğitimine dönüş çabaları bu millete yakışmıyor. Yazıktır. Tarafsız olması gereken  eğitim sistemi kalkınmanın, modernleşmenin ilk koşuludur. Bakanlara düşen ilk görev, koltuklarına oturdukları zaman ilk işleri, müsteşarlarını, şube müdürlerini değiştirmek değil, bilakis onları yerinde tutmaktır.   Çünkü onlar eğitimi en iyi bilen uygulayıcı kişilerdir.
Her yıl birkaç kez toplanan Sivas Öğ. Okulu mezunlarından bir grup Okulumuzda
“Ben okulda önlükten nefret ederdim, onun için kararname çıkarıyorum, tüm öğrenciler serbest kıyafetli olacaktır, kız öğrenciler türban takacaktır, kız öğrencilerin etekleri diz altında olacaktır, hatta  okullarda haremlik, selamlık  uygulamasını düşünen” bakanlar eğitimimizi maalesef falakalı eğitime doğru götürdüklerini düşünememektirler.

Her fırsatta söyledim ve yazdım. Öğretmen Okulları tekrar açılmalı, kapatıldığı zamanki statüye bağlı kalınmalı, aynı müfredat uygulanmalıdır.
Ülkemiz bir tarım ülkesi olmasına rağmen, zıraatçılık yok, hayvancılık yok. Bunlar olmuyorsa, ilim, irfan, sanat teknolojinin olması lazım. Bu da yok. Dış ithalatımız, ihracatımızdan kat kat fazla. O halde, hayvancılığımızı, tarımımızı, teknolojiyi, sanayimizi, sanatımızı en üst düzeye getirmek  için,ihraç mallarımızı çoğaltıp, ithalatımızı azaltmak, hatta sıfıra indirmek gerekmektedir. Bu da açılacak öğretmen okullar veya müfredatlarına eklenecek yeniliklerle, yeni okulları açmakla mümkün olacaktır.
Öğretmen okulundan yetişen,eğitime baş koymuş H.Hüsnü Tekışık.

Kapatılan Öğretmen okullarının açılışlarını her yıl, 16 Mart’ta kutlamamızın nedeni, Öğretmen okullarından yetişen öğretmenlerin, bu Ülkeye olan faydalarını unutmadığımızdandır. 
Çünkü, 16 Mart ruhu, “ Karanlıkları aydınlatmak, ileri, huzurlu, çağdaş, mutlu, laik, adil ve eşit, Türkiye Cumhuriyetini ilel ebed yaşatmak için, üretken, mücadeleci,sorgulayıcı, dayanışmacı, kardeşçe bir anlayışça yetişmiş eğitim ordusunun ruhudur.
Bu ruhu taşıyan tüm öğretmenlerin 16 mart’ını kutluyor, aramızdan ayrılan arkadaşlarımıza Allah'tan rahmet diliyorum.






.

10 Mart 2015 Salı

ATATÜRK'ten ANILAR




ATATÜRK' TEN  ANILAR - 2 -

Burhan Bursalıoğlu

Rus ihtilalinin 1935 teki yıldönümünden az önce Moskova’daki Türk elçiliği Atatürk’e, Stalin’in Rus Komünist partisi üyeleri önünde verdiği bir nutkun özeti gönderilir. Bu nututukta Stalin, Türkiye, İran ve Yakın Ortadoğu’nun bütün memleketlerini Rus Bölgesi olarak gösteriyordu. Sovyet elçiliğinde verilen bir kokteyle büyük bir kalabalık ile gelir. Elçi Karahan ile konuşurken birdenbire sorar:



Karahan, Sovyet Rusya’da işleri kimin idare ettiğini bana söyler misiniz?

Elçi şaşırır.

Rusyayı kim idare eder? Sovyet Rusya’da proleter diktatörlüğün hakim bulunduğu eksalanslarınızca malumdur.








Atatürk:

Canım bırak şu saçmaları şimdi. Proleter diktatörlük maskeden başka bir şey değildir. Türkiye’yi idare eden şef benim. Rusya’da kimdir?

Karahan:

Sovyet Cumhuriyetlerinin Başkanı yoldaş Kalinindir.

Atatürk sinirlenir: Canım bırak şu kuklayı. Söylesenize bakayım şu sizin Stalin yoldaşınız ne yapar Allah aşkına? 








Atatürk:

Canım bırak şu saçmaları şimdi. Proleter diktatörlük maskeden başka bir şey değildir. Türkiye’yi idare eden şef benim. Rusya’da kimdir?

Karahan:

Sovyet Cumhuriyetlerinin Başkanı yoldaş Kalinindir.

Atatürk sinirlenir: Canım bırak şu kuklayı. Söylesenize bakayım şu sizin Stalin yoldaşınız ne yapar Allah aşkına? 



Karahan suratı asık ve kısık bir sesle:

Stalin yoldaş, Sovyet Rusya Komünist Partisi genel sekreteridir der. Elçilik tercümanı oradadır ve olanları Moskova’ya iletecektir. Karahan telaşla:

Bir bardak şampanya almazmısınız ekselans? Der.

Hayır.

Ya bir kadeh votka?

Atatürk yüzünü ekşiterek:

O Rus içkisinden hoşlanmam. Ben Türküm rakı içerim. 

Büfedeki garson yok işareti yapar. Karahan:

Maalesef büfemizde rakı yok ekselans. Der










Atatürk: 

Türk misafirinize Türk içkisi ikram edemeyeceğinizi zaten biliyordum. Onun için kendi rakımı getirdim. Der ve susuz kadehini 
kaldırır. Elçi beyefendi, buna Türk rakısı derler. Moskova’da Kalinin midir, Stalin midir her ne ise ona söyleyin, biz Türkler asırlarca Rusya’nın göbeğinde rakı içmiş bir milletiz. İcap ederse yine de içmesini biliriz. Bu kadehimi Türk milletinin hayrına ve hiçbir zaman Rus bölgesi derekesine düşmeyecek olan egemenliğimizin şerefine içiyorum. Der.

Kadehinden bir yudum aldıktan sonra Sovyetler Birliği ve Stalin hakkında ağzına geleni söyler. Tercümanın tam tercüme yapmadığını anlar ve Türk bir tercüman getirerek söylediğini tekrar elçiye aktarır. Dans müziği balalayka orkestrasını susturur. Maiyetindeki saz ekibine işaret ederek zeybek çaldırır.



Ertesi gün Stalin’in emri ile Sovyetler sert bir nota verir. Büyük elçi Karahan’ı geri çeker. Stalin Karahan’a Rusya’ya gidince ölüm cezası uygulayacaktır. 

6 Mart 2015 Cuma

ATATÜRK'ten ANILAR




ATATÜRK 'den  ANILAR


Burhan  BURSALIOĞLU

Ülu Önder   Atatürk'den, Gerek iç gerekse dış devlet adamlarıyla olan diyaloğları  kitaplara sığmaz  anılar oluşturmuştur. Bunların her biri ders mahiyetindedir. Bir devlet adamının nasıl olması gerektiğini göstermektedir. Bu nedenledir ki, birçok devlet Atatürk'ü örnek almıştır.  Ama ne yazık ki biz hala Atatürk'ün büyüklüğünü kavrayamamışız.

Bu günden itibaren bu sayfalarda Atamızın  müdahale ettiği, yaşadığı, şahit olduğu  anılarını siz sayın okurlarımıza sunacağım.
İlk anı Atatürk - Stalin gerginliğine ait.

Prof. Dr. Sadık Tural Atatürk ve Stalin arasında yaşanan ilginç bir gerginliği ilk kez Sovyetler Birliği gizli arşivlerine dayandırarak açıklıyor.

Olayın, Atatürk’ün 1936 yılında Ankara’da Rus Büyükelçiliğinin verdiği bir resepsiyona gitmesiyle yaşandığını belirten Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanı Prof. Dr. Sadık Tural, Atatürk’ün resepsiyona gece saat 01.30’da, şahsi dostları ve manevi kızlarıyla ve zeybek çaldırmak üzere yanında getirdiği müzisyenlerle gittiğinin bilindiğini söyledi.


Bundan sonraki olayların 1952 yılında bir İstanbul gazetesinde yayınlananlardan farklı olduğunu, kendisindeki belgenin Sovyetler Birliği’nin gizli arşivinden alındığını ve Stalin’in kendi imzası ve yazıları olduğunu ifade eden Tural, olayı şöyle aktardı:

“Buna göre, Gazi Paşa, Rusya Büyükelçiliğine bir soru soruyor. ‘Cumhuriyet Bayramımız dolayısıyla sizin lideriniz beni niçin kutlamadı?
 O zamanın Rus Büyükelçisi Karahan, Cumhurbaşkanları Kalinin kendilerini kutladığını söylüyor. Atatürk’ün cevabı müthiş;
 ‘Sizin Cumhurbaşkanınız, aynı zamanda önderiniz midir?’ 
Cevap, ‘Hayır’.
 Atatürk soruyor; ‘Önderiniz kim?
 Cevap; ‘Stalin’
Atatürk; ‘Öyleyse, o beni kutlayacak. Ben ülkemin hem Cumhurbaşkanı, hem önderiyim. Kalinin değil, bana kutlama mesajını Stalin göndersin’ diyor.

Büyükelçi Karahan, Atatürk’ün Stalin’i doğrudan aramasını isteyerek, bu işe karışmak istemediğini söylüyor.
 Atatürk de bunun üzerine: ‘Niçin ben ilk adımı atayım’ dedikten sonra, tarihi cümleler geliyor:

‘Ben bunu ancak eşit şartlarda yapabilirim. Eğer beni kabul ettiklerini hissediyorsam yapabilirim. Başka türlü işlerine evet diyemem. Sizin biliyorum, güçlü ve mekanize edilmiş büyük ordunuz var ve ondan korkmuyorum, sizlerden korkmuyorum. Benim arkamda 18 milyon halkım var. Benim emretmem yeterlidir. Halkım arkamdan nereye isterse gelir. Ben çok zarar verebilirim, elbette bunu hiçbir zaman yapmam, çünkü benim sözüm, benim dostluğum gibi kutsaldır.’

Atatürk ile Büyükelçi’nin bu diyalogu “çok gizli” damgası ve “Stalin ile Molotov tarafından okunması” notu ile eklenerek Stalin’e sunulduğunu belirten Tural, Stalin’in Atatürk’ün sözlerini okuduktan sonra, “Dostumuz, Atatürk’ün sözleri ilgiyle, dikkatle okunsun” dediğini kaydetti.

Tural, “O tarihlerde dünyanın yüreğini hoplatan Stalin’in Atatürk konusunda daima dikkatli olduğu, Atatürk ölünceye kadar Türkiye aleyhine hiçbir şeyi açıktan söylemediği gerekçesini, buradan aldığı hususunu arz ediyorum” diye konuştu.

3 Mart 2015 Salı

YAŞAR KEMAL




Yaşar Kemal'in hayatının bilinmeyenleri

Türk Edebiyatının büyük çınarı Yaşar Kemal  92 yaşında, 28.Şubat 2015  Cumartesi günü hayatını kaybetti.
Solunum güçlüğü ve kalp ritmi bozukluğu nedeniyle  45 gün , İst.Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi hastanesinde ,yoğun bakımda tutuluyordu. Hastane yetkililerin açıklamasına göre, çoklu organ yetmezliğinden  hayatını kaybettiği açıklandı.
Usta yazar Yaşar Kemal, (Kemal Sadık Gökçeli) geride sayısız roman, hikaye ve şiir bırakan Yaşar Kemal, adeta feleğin çemberinde geçen bir hayat yaşadı. Yaşadıklarını yazdı, onlar da roman oldu. İşte Yaşar Kemal'in hayatıyla ilgili bilinmeyenler...


Yaşar Kemal, Çukurova’da başlayan yazın hayatına, 26 roman, 11 deneme, 9 röportaj, 2 öykü, 1 şiir alanında eser sığdırarak, Türk edebiyatında büyük halk şairi Karacaoğlan gibi efsane bir yere sahip oldu.
 Asıl adı Kemal Sadık Gökçeli olan "Türk edebiyatının koca çınarı" Yaşar Kemal, 1923’teOsmaniye’nin Kadirli ilçesine bağlı Hemite köyünde, Van Gölü yakınlarındaki eski adı "Ernis" olan Ünseli köyünden Birinci Dünya Savaşı’ndaki Rus işgali yüzünden göç etmek zorunda kalan Halime-Sadık çiftinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Nüfus cüzdanına ancak ilkokulda sahip olabilen Yaşar Kemal’in doğum tarihi kayıtlara 1926 olarak geçti.


ÇOCUKLUĞU 

Yaşar Kemal, "romanlarının ülkesi" Çukurova’da, roman gibi bir çocukluk geçirdi. Evlerinde Kürtçe, köylerinde ise Türkçe konuşulurdu. Türkmen köyüne göç etmiş Van muhaciri ailesiyle köylüler arasındaki ilişkiyi yıllar sonra Yaşar Kemal, "Doğduğum bu Türkmen köyünde bizi Kürt diye hiç ayrı saymıyorlardı. Biz de kendimizi onlardan hiç ayırmıyorduk. Bütün köylülerle akraba gibiydik" diye anlatmıştı.


KAZADA KAYBEDİLEN GÖZ

Talihsiz bir olay sonucunda bir gözünü kaybetti. Yaşar Kemal, 3,5 yaşındayken, evlerinin avlusunda koyun kesen halasının eşini izlerken, bıçak deriden kayıp sağ gözüne saplandı ve bu gözü kör oldu. Bu olaydan bir yıl sonra babası cinayete kurban gitti.

BABASININ ÖLÜMÜ

Babasını, Van’dan göç ederken ölümden kurtarıp büyüttüğü oğulluğu Yusuf, camide namaz kılarken kalbinden bıçaklamıştı. Bu olaya tanık olan Yaşar Kemal, kekeme oldu ve 12 yaşına dek konuşmakta zorlandı. Yalnızca türkü söylerken kekemeliği geçiyordu.
Babasının ölümüne çok üzülen Yaşar Kemal, uzun süre mezarlıkların önünden dahi geçemedi. Okur-yazar olduktan sonra kekemelikten kurtuldu. Babasının ölümünün ardından annesi, evli olan ve Yaşar Kemal’in "iyi bir adamdı" diye nitelediği amcası Tahir’in ikinci eşi olurken, aile yoksullukla karşı karşıya kaldı. Yaşar Kemal ise "çocukluğunun krallığında" canının her istediğini yapıyor, aşıkların anlattığı destanları, eşkıya hikayelerini dinleyip ileride romanlarda anlatacağı bir atmosferde kendisini geliştiriyordu. "Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor" kitabında çocukluğunu "Ben köyden ayrılıp şehre düşünce çocukların çocuk olduğunu anladım. Elbette çocuktuk biz de ama hiç kimse bize küçültücü bir davranışta bulunmadı. Bizim köyde çocuklar da insandı" sözleriyle aktardı.
Küçük yaşlarda ozanların anlattığı efsaneler, okudukları şiirler Yaşar Kemal’i derinden etkiledi. Yaşar Kemal de küçük yaşına rağmen ozanlara öykünerek türküler, şiirler söylemeye başladı. Kendisiyle atışan görme engelli Aşık Ali’nin "Sen bu yaşta bu kadarsan sonunda Karacaoğlan gibi olacaksın" sözleri onu çok mutlu etti.

Yaşar Kemal, Kürtçe konuşulan bir evde büyümesine karşın niçin Kürtçe yazmadığı konusunda eleştirilere maruz kaldı. Yaşar Kemal, şunları aktarmıştı: "Evde çoğunlukla Kürtçe konuşuluyordu. Evdekiler kırık dökük bir Türkçe öğrenmişlerdi. Biz çocuklara gelince evde de dışarıda da hemen hemen hiç Kürtçe konuşmuyorduk. Evdekiler bize Kürtçe ne söylerse söylesinler biz onlara Türkçe cevap veriyorduk. Bizimkiler de bize hiç kızmıyorlardı. Ben şimdi Kürtçeyi ne konuşulursa konuşulsun anlıyorum. Uzun olmamak koşuluyla da konuşabiliyorum ama bir hikaye anlat derlerse anlatamıyorum. Tabii yazamıyorum da... Yazılanları da öyle pek anlayamıyorum. Türkçeyi ne zaman öğrendim, Kürtçeyi ne zaman anlamaya başladım anımsamıyorum."


OKULU TERCİH EDİYOR

İlkokulu bitirdiğinde Yaşar Kemal’in önünde iki seçenek vardı: Kendisinin ileride Karacaoğlan gibi bir aşık olacağından emin Aşık Rahmi ile Anadolu’yu köy köy dolaşmak ya da ortaokula gitmek... Uykusuz gecelerin ardından ortaokula gitme kararı aldı. Adana’nın yolunu tuttu. Yaşar Kemal, çırçır fabrikasında çalışıp okuduğu ortaokulu son sınıfında maddi imkansızlıklar nedeniyle terk etmek zorunda kaldı. Kuzucuoğlu Pamuk Üretme Çiftliği’nde ırgat katipliği, Adana Halkevi Ramazanoğlu kitaplığında memurluk, Zirai Mücadele’de ırgat başlığı, daha sonra Kadirli’nin Bahçe köyünde öğretmen vekilliği, pamuk tarlalarında, batozlarda ırgatlık, traktör sürücülüğü, çeltik tarlalarında kontrolörlük yaptı.
 Çukurova’dan ve Toros’lardan derlediği ağıtları içeren ilk kitabı "Ağıtlar", Adana Halkevi tarafından 1943’te yayımlandı. Yaşar Kemal 17 yaşındayken, İstanbul’dan Adana’ya sürgün gelen Arif Dino’nun "Eskiyene kadar tekrar tekrar okuman için" diyerek 3 adet hediye ettiği "Don Kişot" romanı ona yeni kapılar açtı. Kemal, “İspanyol yazar Cervantes ile kurduğu bağı "Don Kişot’u okuyunca yeni bir dünya buldum. Günlerce etkisinde kaldım. Cervantes bütün insanlığımı, yüreğimde sakladığım birçok gizi açıklamıştı. Bir karanlığa gömülmüş, sonra da içimde bir yücelme olmuştu" sözleriyle aktarmıştı. İstanbul’dan Adana’ya sürgün edilen Arif ve Abidin Dino kardeşler, onun yaşamında önemli yer tuttu.

BIÇAKLANIYOR

Yaşar Kemal, Adana Kadirli’de arzuhalcilik yaparken "komünizm propagandası suçlamasıyla" karşılaştı. Evi birkaç kez jandarma baskınına uğradı, hakkındaki bir ifade nedeniyle gözaltına alınıp tutuklandı Cezaevinde kendisine, "Senin ailen bana çok yardım etti, hayatımı kurtardı desem doğru olur ama bu hapishanede tek düşmanın benim. Benden kork. Katillikten, hırsızlıktan, ırza geçmekten düşseydin başım üstünde yerin vardı" diyen eşkıya Hilmi’nin bıçaklı saldırısına maruz kaldı.
 Bir öyküsünü okuyan ve anlatımına hayran kalan mahkeme başkanının "Buralarda durmayın. Sizi öldürürler, yazık olur" şeklindeki sözleri üzerine önce Ankara’ya, oradan da İstanbul’a gitti.

YAŞAR KEMAL CUMHURİYET’te

İlk olarak 1951-63 arasında Cumhuriyet gazetesinde fıkra ve röportaj yazarı olarak çalışan Kemal, burada "Yaşar Kemal" ismini kullandı. Bu arada 1952’de ilk öykü kitabı "Sarı Sıcak"ı, 1955’te ise bugüne dek 40’tan fazla dile çevrilen romanı "İnce Memed"i yayımladı. 1962’de girdiği Türkiye İşçi Partisi’nde genel yönetim kurulu üyeliği ve merkez yürütme kurulu üyeliği görevlerinde bulundu. Yazıları ve siyasi etkinlikleri dolayısıyla birçok kez kovuşturmaya uğradı. 1967’de haftalık siyasi dergi Ant’ın kurucuları arasında yer aldı. 1973’te Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kuruluşuna katıldı ve 1974-75 arasında ilk genel başkanlığını üstlendi. 1988’de kurulan PEN Yazarlar Derneği’nin de ilk başkanı oldu. 1995’te Der Spiegel’deki bir yazısı nedeniyle İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılandı, aklandı. Aynı yıl bu kez Index on Censorhip’teki yazısı nedeniyle 1 yıl 8 ay hapis cezasına mahkum edildiyse de cezası ertelendi.
 Roman ve öykülerinde çoğunlukla Çukurova’da yaşanan insan dramlarını işledi. Büyük ün kazanan "İnce Memed" romanı 40 dile çevrilirken, büyük dünya yazarları arasında yer aldı. "İnce Memed"in de aralarında bulunduğu 9 eseri filme çekildi.
2. Abdülhamit’in baştabibi Jak Mandil Efendi’nin torunu Thilda Kemal ile evliliği ona dış dünyanın da kapılarını araladı. Türkçe, İngilizceFransızca ve İspanyolcayı iyi bilen Thilda Kemal, Yaşar Kemal’in, 17 eserinin yabancı dillere çevirisini yaptı. 50 yıl evli kalan ve bir çocukları olan çifti ölüm ayırdı. Thilda Kemal, 17 Ocak 2001’de hayatını kaybetti. Yaşar Kemal, Ayşe Semiha Baban ile ikinci evliliğini yaptı.

NOBEL   ALAMADI

Yaşar Kemal, pek çok kez Nobel’e aday gösterilmesine karşın bu ödül kendisine verilmedi. Yakın dostu Zülfü Livaneli, Nobel ödülünün küçük hesaplar ve kıskançlıklar dolayısıyla Yaşar Kemal’e verilmediğini, "Sevdalım Hayat"  kitabında  açıkladı.
Yaşar Kemal’e Nobel ödülü verilemedi  ama, yazdığı kitaplardan ötürü 38  ödül aldı.

Büyük usta Yaşar Kemal'i uğurladık
Yaşar Kemal'in cenazesi, 2 Mart Pazartesi, Teşvikiye Camisi'nde kılınan öğle namazının ardından Zincirlikuyu Mezarlığı'nda 50 yıl evli kaldığı ve 2001'de hayatını kaybeden Thilda Kemal'in kabrinin yanına defnedildi.
Cenazeye katılanlar Yaşar Kemal'ın eşi Ayşe Semiha Baban ve manevi oğlu Ahmet Güneştekin'e taziyelerini sundu.
Cami girişinde taziyeleri kabul eden Ayşe Semiha Baban, "Hepimizin başı sağ olsun. Hepimizin kaybı” dedi.
Yaşar Kemal’e Allahtan rahmet diliyor, yattığı yerin aydınlık ve nur içinde olmasını diliyorum.


MİLLİ BAYRAMLARIMIZ

  CUMHURİYET Burhan Bursalıoğlu Bu gün Cumhuriyetimizin 99. Yıl dönümü. 99 yıl önce bugün, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşla...