2 Temmuz 2017 Pazar

TURİZM





YUNAN ADALARI GEZİMİZ

Burhan  BURSALIOĞLU




17 – 20 Haziran tarihleri arasında, 20 kişilik Sivas Öğretman Okulu mezunu arkadaşımla birlikte  Yunan adaları gezisine çıktık.
Aralık 2016 ayında PRONTOTOUR’un indirimli  tarifesinden istifade ederek kaydımızı yaptırmıştık. Bu konuda Prontotour’un Departman Müdür Yardımcısı  Gökçe ÇOŞUT DEMİR ‘in yardımlarını çok gördük. Kendisine  açıktan teşekkür ediyorum.
Ben bu geziye daha önce başka bir turla  çıkmıştım.  Onun için her iki gezideki  farkları burada belirtmem gereğini duyuyorum.
1- İlk gezimde valizlerimizi kendimiz taşımış, kabinlerimize kadar götürmüştük. İnerken de kendimiz indirmiştik.  Bu kez, bindiğimiz Celestyal CRUİSES gemisinde  öyle olmadı.

Pasaport kontrolünden itibaren valizlerimiz gemi  çalışanları tarafından alınıp kabinlerin  kapısına kadar götürülüp  bırakıldı. Gemiyi terkederken de valizlerimiz kabinlerin  kapısından alınarak gemi dışına kadar taşındı.
2-  Gemiye girişte, elimize  GEMİ KARTLARI verildi. Bütün bilgilerin işlendiği kart. Gemi içinde her türlü içeceğin , yiyeceğin, fotoğraf çekimi, alış veriş, adalara çıkışların, dönüşlerin işlendiği kart. Hem pasaport hem de kredi kartı gibi. Bu kartlar aynı zamanda kapı anahtarı görevini yapıyordu. İkişer adet vermişlerdi. Önceki gezide sadece tanıtım kartı vardı. Boynumuza takıyorduk.
3-  Gemi içinde yapılan anonslar 4 dille yapılıyordu. Biri de Türkçe idi. Türkleri ilgilendiren anonslar Türkçe yapılıyordu. Toplam olarak gemideki yolcu 1500 idi. Bunların sadece 40-50 si Türk’tü.
Sabah 6 dan gece 2 ye kadar tüm içkiler ücretsizdi. Diğer alışverişlerde kredi kartı geçiyordu.  İlk gezimde suya dahi para alıyorlardı.
4-  Ertesi gün yapılacak aktiviteler ve geziler, DAILY  PROGRAM  başlıklı bildiriler akşamdan kabinlerimize bırakılıyordu.  
 Programın birinci sayfasında, adaya  varış, çıkış dönüş ve geminin kalkış saatleri, otobüs numaraları, gezilecek yerler, rehberlerin adları ve telefon numaraları yazılıyordu. İkinci  ve üçüncü sayfada:  Gemi içi gece ve gündüz aktiviteleri. Örneğin:  7. Katta motosiklet yarışması, gitar resitali, çocuk aktiviteleri: 9. Katta Yunan melodileri, Yunan dansı sirtaki öğretimi.  5. Katta:  Küba müziği,  çiçek ve origamı yapma ekibine katılma, keman melodileri,yemek öncesi müzik, disko zamanı gibi bir çok  değişik gösteri ve yarışmaların saat ve programları vardı.  4. Sayfada:  O günün yemek saatleri, çay saatleri, ve her kattaki bar ve salonların açılış-kapanış saatleri belirtiliyordu.
5-  Rehberimiz  Aytunç YILDIZ adında genç, bilgili, usta bir rehber.  Ekstra gezi turlarında gösterdiği dikkat ve olumlu davranışları  grubumuz tarafından taktirle karşılanıyordu. Aytunç’a teşekkür ediyorum.
6-  Adalara her çıkıştan yarım saat önce 5. Kattaki Muses salonunda toplanarak, bize daha önce verilen   numara sırasına göre kİ (Bize,yani Türklere verilen numara 3 dü ) izdihama meydan vermemek için, öndeki numaralı grup gemiyi terk edince sıradaki numarayı almış olan grup çıkışa başlıyordu.


7-  Güvenli açısından da titiz davranılıyordu. Gemiye ilk girişte can yelekleri kullanımı  tatbikatı yapıldı. Her kabinde 2 can yeleği vardı.  Sık sık güvenlik anonsları yapılıyordu. Oda kapılarının kilitlendiğinden emin olunması, Her yerde yangın dedektörlerinin bulunması, arkadaş edinmede dikkatli olunması,  çocukların ve yetişkinlerin parmaklıklardan sarkmaması,  Tuvalet sonrası ve yemek öncesi ellerin sabunla yıkanması, önemli eşyaların kasalara bırakılması, karşılaşılacak sorunlar nedeniyle “MİSAFİR HİZMETLERİ” ne baş vurulması, “Sigara içilmez” levhalarına dikkat edilmesi, kabinde  ütü yapılmaması, ateş ve mum yakılmaması gibi tedbirleri hatırlatılması anonslarla yapılıyordu.
8-  Sağlık hizmetleri de hazırdı. Güverte de ki hastahane 24 saat  açıktı.
9-  Bu olumlu çalışmaların dışında, yolculuğumuza 2 gün kala, gemi tarafından yapılan duyuru, Prontotour tarafından bize iletilen haber hiçte hoşumuza gitmedi. Gemi yönetimi her kişi için bağlı olduğumuz sosyal güvenlik kurumundan  kimlik bilgilerini kapsayan belge istediler. Nedeni,  anladığımız kadarıyla Yunanistan’a kaçışı önlemek. Ama o belgelere kimse bakmadı. Boşuna yorulduk.
Bunları neden yazdım?  Seyahat acenteliğini herkes yapıyor. Kimisi kısa zamanda  para kazanmak, zengin olmak için kimisi de ciddi, müşterisini memnun etmek, gelecekte ilk tercihinin kendisi olmalı amacı taşımak. PRONTOTOUR  kanımca .çok ciddi, müşterisini takip ederek sorunlarını soran,yardımcı olan , elemanlarının ciddi iş yapmasını sağlayan bir  acenta. Titiz çalışıyor. PRONTOTOUR la iki yolculuğum oldu. Biri kara , biri de deniz yolu  ile.  Ömrümüz müsaade eder de üçüncü bir  seyahate çıkma imkanım olursa ,ilk düşüneceğim PRONTOTOUR olur.


DEVAM EDECEK.
SONRAKİ YAZIM: Patmos ve Girit  adaları: 

2 Haziran 2017 Cuma

SAVAŞ





ÇOK KÖTÜ GÜNLERİ YAŞIYORUZ

Burhan Bursalıoğlu

60-70  yıl Ülkemiz ne kadar huzurluydu. Arada bir sağ sol çatışması ve askeri   darbeler olmuşsa da Ulus olarak, son 20 -25 senede olanlar nedeniyle huzursuz yaşıyoruz.
 Kendi kanımca,  geçmişin bıraktığı  etkileriyle bazı  ülkelerin, özellikle ABD ve bazı Avrupa devletlerinin kışkırtmalarıyla Ülkemizi bölmek, bağımsız bir kürt devleti kurmak için ayaklanan bazı kürtler PKK  adı altında ordu kurarak, onları kışkırtan ülkelerden de yardım alarak  ordumuzla gerilla savaşına girmişlerdir.
Bu savaş uzun yıllar devam ediyor. 2002 yılında PKK nın sesi kısılmış, önderleri tutuklanarak hapse atılmış ve her gün gelen Şehit haberleri bitmişti.
2002 den sonra fırsat bulan ve  2 yıl  süren Çözüm süreci gibi bir uygulama  sonunda Doğu  Anadolu'muzun tüm kırsal alanları,köyler, mezralar,  Kato, Tendürek, Cudi,  gibi dağlarımızda mağaralarda yaşam alanları oluşturarak, silah ve yiyecek depolayıp her fırsatta Türk Silahlı Kuvvetlerine, köy korucularına karşı eylemlere giriştiler. Büyük şehirlerimizde canlı bomba katliamları yaptılar. Bunları hepimiz biliyoruz. Her gün gelen şehit lerimiz nedeniyle ülkemizde huzur kalmadı. Dost bildiğimiz ülkeler bize karşı onlara yaptıkları  yardım nedeniyle savaş hali bu kadar uzadı. Umarım PKK yı yerin dibine gönderirken , onlara yardım edenleri de yeri,n dibine gömeceğiz.
 Bunlar yetmiyormuş gibi, Suriye olayı çıktı. Ortadoğu da oluşan  terör örgütleri başımızın belası oldular.

Benim anlamadığım, başımızda bir PKK belası varken Suriye ve diğer terör örgütleri neden karşımıza aldık? Neden ABD, RUSYA, IRAK ve diğerleriyle dalaşmaya başladık?.
Savaşın iyisi, barışın kötüsü olur mu? Barış varken neden savaş?
Nedeni bilinmez ama, yaşlı insanlar savaş ilan ederler, ama ölenler gençlerdir. Bir bilge, "Barışta, oğullar babalarını, savaşta babalar oğullarını gömer " der. Bu güne kadar 8000 ne yakın gencimizi kaybettik. Bu demektir ki, Ülkemizin gücünden ve geleceğimizin teminatından kaybettik.
2 gün önce , Şırnak yakınlarında düşen askeri bir helikopterimizde, 13 subayımız şehit oldu. Tuğgeneralden, uzman çavuşa kadar olan rütbeli subayımızı kaybettik. Terörle mücadeleye giderken bu elim kaza oldu. Savaş içinde olan bir kaza. Ayrıca 3 şehidimiz de Diyarbakır'dan geldi. Bir günde 16 şehit. Ne zaman bitecek bu elim haberler? Neden başımızı bu belalara soktuk.? Bütün bir Dünya, bir damla kanın yere dökülmesine değer mi?
Tüm şehitlerimize Allahtan rahmet, Ulusumuza da baş sağlığı diliyorum.

FETO BELASI

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, bir de feto belası Ülkemizin kemirgeni oldu. Devletimizin en kılcal damarlarına kadar girerek TC. yok etme emellerini gerçekleştirmeye çalışmışsa da Atatürkçü silahlı kuvvetlerin ve halkımızın karşı koymaları nedeniyle, emelleri gerçekleşememiştir. Meğer içimizde beslenen hainler o kadar çokmuş ki, 11 aydır hala temizlenemediler. Umarın onların da sonuncusu layik olduğu dört duvar arasına girer.



16 Mart 2017 Perşembe

EĞİTİM






ÖĞRETMEN OKULLARININ 169. KURULUŞ YILI

 Burhan Bursalıoğlu

Bugün, var olmayan, uyduruk olandan da mezun olanların sokaklarda başı boş dolaşarak perişan olan öğretmen okulların 169. Kuruluş yılıdır.

 Ne yazık ki, kuruluş amacını taşıyan, bu Ülkenin çağdaş  düzeye ulaşması, teknoloji, tarım, iktisat, bilim ve kültür gelişimi  için ant içen  öğretmen yetiştiren okullar yok artık.  Geçmişine özveri ile sadık kalan öğretmen okulu mezunu öğretmenler 16 Mart’ı unutturmamak için her yıl çeşitli şekillerde kutlama yapmaktayız. Kutlamalarımıza birzcık yöneticilerimiz de katılmış olsalar, ciddiye alsalar umarım ki yeniden bu okullara kavuşuruz.

Öğretmen Okullarının geçmişine bir göz atacak olursak:
16 Mart 1848 tarihinde, sadece öğretmen yetiştirme amacına yönelik, Abdülmecit döneminde, Ahmet Cevdet Paşa’nın öncülüğünde, İstanbul’da darülmuallim okulu açıldı. Bu okul, zaman, zaman değişikliklere uğradı. 1870 de darülmuallimin-i sübyan, 1877 de darülmuallimin-i idadi, 1891 de darülmuallimin-i ali olarak , öğretmen yetiştirme sınıflarına göre adları değişti. Okula medrese öğrencileri alınıyor, 2 yıllığı okuyan ilkokul, 3 yıllığı okuyan da lise öğretmeni oluyordu. Öğrencilik dönemlerinde maaş alır, mezun olunca da 80 altın, donanım bedeli ödenirdi.

TBMM. Döneminde, Bilim Kurulu tarafından okula, “Yüksek Muallim Mektebi” adı verildi. 1924 de, Erkek Muallim Okulu adı ile, Malatya, Burdur, ve Diyarbakır’da açıldı.
Şehir ve kasabalara öğretmen yetiştiren Muallim Mektepleri dışında, köy ve kırsal alandaki okullara öğretmen yetiştiren okullar yoktu. Buna çare arayan eğitimciler, 1935 de başlayıp 1937 de ki denemelerden sonra 1940 da yasal olarak kurulan Köy Enstitüleri, köy ve kırsal alan okullarına öğretmen yetiştirmeye başladı.


Girişimciliğe, gelişmeye ve yeniliğe dayalı, imkansızlıklar nedeniyle, adı - sanı duyulmayacak binlerce çocukları yetiştiren, memlekete kazandıran, aynı zamanda, yatılılık özelliğiyle, sevgi ve arkadaşlık duyguları geliştiren Öğretmen Okulları, mesleki birikim ve heyecanın kazandırıldığı, birlik ve beraberlik duygularının geliştirildiği, körpe beyinlerin, Yurt ve insan sevgisiyle şekillendirildiği aydın kişi olarak, insanlığa kazandıran bu eğitim yuvalarında yetişen öğretmenlerin, 1973 de çıkarılan, 1739 sayılı, Milli .Eğ. Temel kanunu gereğince, yüksek öğrenim görme zorunluluğu getirildi. Bu nedenle, İlkokullara sınıf öğretmeni yetiştirme amacıyla, 1974-75 öğretim yılından itibaren Öğretmen okulları nın bir kısmında, 2 yıllık Eğitim Enstitüleri açıldı. Yine aynı yasa gereği, Öğretmen okulları nın sayıları azaltılarak, kalanların da Öğretmen lisesi olarak adları değiştirildi. Buradan mezun olanlar öğretmen olamıyor, Eğitim enstitüleri ne gidebiliyorlardı.

M.Eğ.Temel kanununda, öğretmeni tarif ederken “ Öğretmenlik; genel kültür, özel alan eğitimi ve pedagojik formasyonla sağlanan özel bir ihtisas mesleğidir” der. Uygulama ise bunun tam tersi olmuştur. 1982 yılında 41 sayılı kanun hükmündeki kararname ile, 2 yıllık Eğitim Enstitüleri, Eğitim Yüksek Okullarına dönüştürülerek, Eğitim Fakülteleri ne bağlandı. Eğitim Yüksek Okulları nın süresi, 1989-90 öğretim yılından itibaren 4 yıla çıkarıldı. Eğitim Enstitüleri, maalesef , siyasi partilerin ideoloji yatağı haline getirildi. Gün geçmiyor ki, olaylar ve ölümler olmasın. Yüksek okullardaki anarşiyi dindirme ve okullardaki açığı giderme amacıyla, 1978 de 80 bin öğretmen adayına 40 gün verilen kurslar sonucu öğretmen diploması verildi. 40 bin kişiye, mektupla öğretim yöntemiyle öğretmen diploması verilerek ilkokullara öğretmen olarak gönderildiler.. 30 günlük kursla, ilkokul öğretmenleri ortaokul ve liselere öğretmen olarak atandı. Eğitimle ilgisi olmayan, fakültelerden mezun öğrencilerin diplomalarına da “ öğretmenlik yapabilir” ifadesi ilave edilerek, öğretmen olarak atandılar.

 Öğretmen yetiştirme sistemi 1990 yıllarında iyice sıfırlandı. Değişik üniversitelerden 150 bin mezun öğrenci, ilköğretim okullarına atandı. Bunlara , hizmet içi eğitim dahi verilemedi. Milli Eğitim Bakanlığı, öğretmen yetiştiren okulları YÖK e devredince, Öğretmen okulları Genel Müdürlüğünü de kaldırdı.Yollar iyice tıkandı. Devreye giren YÖK . Dünya Kalkınma Bankası ile birlikte yürütmeye başladıkları “Hizmet Öncesi Öğretmen Yetiştirme” projesi başlatıldı. Bu projede, özel eğitim yöntemlerine ağırlık verildi. 8 yıllık kesintisiz ilköğretimin hedeflenmesi önceleri iyi karşılandı. Ama, Eğitim Fakültelerinde öğretmenlik programı derslerinin tek tipe indirgenerek, dinamizmin zayıflatılması, Eğitim Fakülteleri ne yeterli öğretim üyesi sağlanamaması, Fakültelere, ihtiyaçtan daha çok öğrenci alınması, programın başarısını, başarısızlığa itmiştir. Bu nedenle, öğretmenlik hakkını elde eden 100 binlerce aday, yıllarca kuralara katılmakta, kazananlar atanmakta, kaybedenler, bir yıl daha umutla sokaklarda iş aramaktadırlar.

Küçük yaşta, Öğretmen Okulları na alınan körpe dimağlar, zaman içinde, iyiyi, güzeli, doğruyu yanlışı ayıran, milli duyguları, Atatürk ilkelerine bağlılığı, meslek bilinciyle, sağlığını, nefesini , gençlik yıllarını, enerjisini, çocukları için harcayan ve böyle yetişen, Öğretmen okulu mezunu öğretmenlerin yerini, bir başka yerden yetişen, öğretmenlik formasyonu almayan, çocuk eğitim dersi almayan, onların seviyesine inmeyi bilmeyen kişiler tutabilir mi? Onlar, azmi, sabrı, hoşgörüyü, gönüllülüğü, yetiştiriciliği, öğreticiliği, eğiticiliği, yaratıcılığı, kurtarıcılığı, değişimciliği ve örnek oluşumculuğu öğrenmemişse, öğretmen okulu mezunuyla eşleşmesi mümkün mü? Tabii bu ifadede , mesleği gerçekten seven, kendini hazırlamış, derslerde sadece çocukların yetişmesi için gayret gösteren, sınıfında kendi özel problemlerini düşünmeyen, evinde ertesi günün hazırlığını, planını yapan, okul içi ve dışında, arkadaşlarıyla, velilerle, çevresindeki insanlarla sevgi ve saygı ile yaklaşan, her zaman ve her yerde bağışlayıcı, sorun giderici, sevilen, temiz ahlaklı ve yukarıda özelliklerini saydığım karakterde olan öğretmen ve adaylarını ayrı tutuyor, onlara ayrıca teşekkür ediyorum.

Bu arada, bizleri yetiştiren , tüm öğretmen okullarında öğretmenlik yapan, çok üstün karakter ve bilgilerle mücehhez öğretmenlerimizin özveriyle bizleri yetiştirmiş olmalarını da asla unutmuyorum... Onları saygı ile anıyorum.

SONUÇ: 169. yılını kutladığımız Öğretmen okulları nın kuruluş günü olan 16 Mart’ı davullu zurnalı geçiştirmemiz gerekirken, varlığı olmayıp, etkilerinin hala geçerliliğini koruduğu, ama yavaş, yavaş onun da kaybolduğu bir sistemin tekrar yaşatılmasını, Öğretmen Okulları nın yeniden faaliyete  geçirilmesini   diliyor ve arzuluyorum.

Öğretmen Okulları ndan mezun olan öğretmenlerin ve onlara feyz veren çok değerli öğretmenlerimizin, aramızdan ayrılanlara Allah’tan rahmet , hayatta olanlara sağlıklı uzun  ömürler   diliyor, 16 Mart’larını kutluyorum.

2 Eylül 2016 Cuma

SANAT






RISING  STAR   TSM  ve  THM  ne  ÖNCELİK TANIMALI


Burhan  Bursalıoğlu


TV8 Kanalında yayınlanan  RISING STAR , sesi ve yorumu güzel olup, star olabilecekleri seçme amaçlı bir program.
4 juri ve belli sayıda seyirci topluluğundan  oluşan karar organı, yarışmacıların ve ailelerin geleceğini etkilemekteler.
Program, eğlenceli ve seyirciler tarafından sevilmekte.
JÜRİ

Programı ben de izliyorum. Ama diğer  izleyiciler gibi eğlenemiyorum, neşelenemiyorum.  Aksine, üzülüyorum, sinirleniyorum ve kaygı duyuyorum.
Nedenine gelince:
ACUN 

Program  ACUN ILICALI  programı. Her yatırımcı gibi Acun’un da amacı para kazanmak. Çok ta kazanıyor. Allah versin daha çok kazansın. Kanal olarak  yaptığı programlar tutuluyor ki, tüm kanallar arasında en uzun reklam süreci TV8 de.
HAFIZ  BURHAN

Program yapılırken, toplumun  hassasiyeti düşünülmelidir.  Benim şu anda yaptığım gibi kaygılandırmamalıdır. Elbette dört dörtlük program yapmak mümkün değildir. Ama yaklaşımlar mümkündür.
 4 kişilik jüri zaman zaman  ciddiyetten  uzaklaşıp, yapılan şakalar sınırı aşmaktadır.  Birbirlerine karşı aşırı samimiyet, 
SAFİYE AYLA

MÜNİR NURETTİN SELÇUK
 Yarışmacılar için verdikleri kararlar o kadar ters oluyor ki, ses ve yorumu  vasat olan bir yarışmacı tur atlıyor, ama, sesi ve okuduğu  şarkının yorumu mükemmel olan bir yarışmacı elenebiliyor.  Bir şarkıcıyı dinlerken, tereddüt ettikleri karar aşamasında, birbirlerine bakarak yardım bekledikleri oluyor. Bazen , butona basmayan arkadaşının butona basması için baskı yaptıkları gözden kaçmıyor. 
MÜZEYYEN SENAR

Oy veren bir kısım seyirci ve jüri, sahnede okunan şarkının  türüne göre olumlu veya olumsuz puan vermekteler. Ne tür şarkı olursa olsun, önemli olan yarışmacının ses ve yorumudur. Bu nedenle,bence sonuçlar adil olmamaktadır.
ZEKİ MÜREN

Yarışmanın şu andaki bölümü ise tamamen  haksızlık. İlk turu atlayanlar, üçüncü  tura geçmek için ikişer ikişer eşleştiriliyor, yani birbirlerine rakip oluyorlar.
Rakip yarışmacılardan ilki şarkısını okuyor, yorumunu yapıyor, aldığı puan ekrana  yansıtılıyor.  Puan veren seyirci ve jüri bunları görüyor.  İkinci şarkıcı şarkısını  okurken, jüri  ve puan veren seyirci, ilk yarışmacının  aldığı puana göre bu ikinci yarışmacıyı değerlendiriyor. Bu pozisyonda haksızlıklar oluyor. Jüri üyeleri de zaman zaman pişmanlık duyduklarını itiraf ediyorlar. Öyle başarılı yarışmacılar eleniyor ki insan üzülüyor

Bence, ikinci yarışmacının şarkısı bitene kadar, ilk yarışmacının aldığı puan, jüri ve puan veren seyirciye gösterilmemelidir. Ha, bu nasıl olacak? Onu Acun düşünsün.
YAŞAR ÖZER

Jürinin, şarkı sonunda  yarışmacı hakkında yaptığı yorumlar, genelde, yarışmacıyı motive eder  derecesinde. Bazılar var ki, bence kaçamak laflar.
“SESİN GÜZEL, YORUMUN GÜZEL, PERFORMANS İYİ AMA DUYGU YOK” 
YILDIRIM GÜRSES

  Arkadaş sen duyguya mı yoksa sese,yoruma mı oy veriyorsun?  “SESİN VE YORUMUN İYİ AMA SEÇTİĞİN ŞARKI SANA GÖRE DEĞİL” Şarkıcı türüne göre şarkı söylüyorsa, o türün hepsini söylemesi gerekmez mi?  “BEYİNLE KALP ARASINDA BAĞLANTI KURAMADIM”  Sen doktor musun?  “İLK ELEMEDE ÇOK İYİ İDİN, SESİN YORUMUN  MÜKEMMELDİ, ÇOK YÜKSEK  PUAN ALDIN AMA, BU GECE ÇOK  HEYECANLI İDİN , ONUN İÇİN BUTONA BASMADIM.”  Heyecan neden gösterilerek  elenen bir çok yarışmacı adına üzülmemek elden gelmiyor. “BENİ ALDI GÖTÜRDÜ”  Nereye gittin Mustafa?
NESRİN SİPAHİ

SELAHATTİN PINAR
Eşleşmeler de adil olmuyor. İki rakipten biri Türkçe sözlü şarkı söylüyor , diğeri ise ya pop ya hip hop ya da rock söylüyor. Bu zıt türler nasıl   aynı kareye sığdırılıyor anlamıyorum.  Bu türlerin seveni de var sevmeyeni de. Adam sevmediğine oy vermeyebilir. Aynı türü okuyan yarışmacıları birbirine rakip yapmak daha adil olmaz mı?
HAMİYET YÜCESES


Program yalnız Türk’leri  kapsamıyor. Yarışmacılar arasında, Türkistan’lı, Azerbaycan’lı,  Özbek, Sırp,  Gürcü, Boşnak  vatandaşları da var.  Diyelim ki bunlardan biri yarışma sonunda  birinci geldi ve  ödülü aldı. Bunun Türkiye’ye ne faydası olacak?. Türk sahnelerine çıkıp seyredebilecek miyiz. O kendi lisanı ile söylediği şarkıları anlayacak mıyız, bundan zevk alacak mıyız?
ALAATTİN  ŞENSOY

Neyse, benim aslında değinmek istediğim , Türk Sanat Müziğinin yok olmasına  çanak tutulması.
Ne yazık ki son 30-40 yıl Türk Sanat Müziği unutulmuş.  Hip hop, pop, Punk ve rock gibi türler Türk Sanat Müziğini  diplere itti. Birkaç radyo ve TRT Müzik kanallarından başka  diğer kanallar, TSM tamamen unutmuşlar.
MUAZZEZ ABACI

ALAADDİN YAVAŞCA
ARİF SAMİ TOKER
Aşk, duygu ve hüzün olgularını nağmelerle  bizleri coşturan, düşündüren zaman zaman  ağlatan, kadehleri şereflendiren şarkılarımız nerede? Güzel sesleri ile , Onları dinlemek için  her türlü yorgunluğumuza rağmen koştura koştura gittiğimiz  salonlar nerede?
SADETTİN KAYNAK

  Nerede Hafız Burhan’lar, Hamiyet  Yüceses’ler,  Safiye Ayla’lar nerde?  Zeki Müren'ler, Selahattin Pınar, Şerif İçli, Sadettin Kaynak,  Münir Nurettin Selçuklar  neredeler? İnci Çayırlı, Adnan Şenses,,Yaşar Özer, Yıldırım Gürses'lerin kemikleri sızlamıyor mu?  Nesrin Sipahi,  Arif Sami Toker, Alaattin Şensoy, Alaattin Yavaşça’lar Unutuldu mu?  Behiye Aksoy, Müzeyyen Senar'lar gittiyseler unutulmaları mı gerek? Ahmet Özhan, Bülent Ersoy, Emel  Sayın, Muazzez Abacı, Mustafa Keser’ler  uyutuluyorlar mı?
BEHİYE AKSOY

Özlemini çekiyoruz şarkılarımızın.  Sesleri olmasa da şarkılarını dinlemek istiyoruz.
Bu amaçla Rizing Star ‘a güvenmiştik. Belki bol bol TSM dinleriz diyorduk.  Güvenimiz kursağımızda kaldı. Programı izlerken, çıkan şarkıcıların TSM söyleyenlerin parmak sayıları kadar olmadığını esefle gördük.
Arada bir sepetten çıkan Türk Halk Müziğini coşku ile alkışlayan, oynayan seyircilerimiz THM ve TSM ne ac.
BÜLENT ERSOY

EMEL SAYIN
Bu tür yarışmalar planlanırken, acaba, TSM ve THM  nin yeniden canlanmasını, özellikle yeni yetişen  gençlere sevdirilmesi için bazı  şartlar getirilemez mı? Örneğin : Rizing Star için yarışmaya  katılanların veya yarışmada, ön elemede seçilenlerin  yarısının TSM ve THM söylemesi şart koşulamaz mı. Acun’un  görüşüne kalmış. Ben Acun’a , bu teklifimi düşünmesini  öneriyorum. Ayrıca yarışmacıların sahneye çıkarken kılık kıyafetlerine kıstas getirilmeli. Sokak kıyafeti ile 80 milyonun karşısına çıkmak bence bu topluma hakarettir.
ŞERİF İÇLİ

Ayrıca, tüm medya, görsel yayınlar, Milli Eğitim Bakanlığı, Turizm Bakanlığı, Üniversiteler,  müzik dernek ve yan kuruluşları, aileler ile halen çalışan sanatçıların TSM ve THM nin yeniden uyanması için gereken her türlü  çabayı göstermelerini istiyor, ve bunun milli bir görev olduğunu hatırlatıyorum.
AHMET  ÖZHAN
 İleride bu Milletin, sizden nefret etmesini istemiyorsanız, kolları sıvayın.


16 Ağustos 2016 Salı

MİLLİ SPOR







TÜRK  SPORUNA  MİLLİ  DİYEBİLİR MİYİZ?  

Burhan Bursalıoğlu

Son yıllarda, sporumuzda bir  şeyler oluyor.  Yarışmalarda göğsüne ay yıldızı takmış, Türkiye adına madalyalara koşmaya çalışan esmer, Türkçe bilmeyen insanları görüyoruz.
Bunlar kimler, nerden gelmişler, neden gelmişler sorularının cevabını alınca şaşırıyoruz.

Spor Bakanlığının istekleri ile, aradaki aracılarla, Afrika’nın  fakir ülkelerindeki isim yapmış sporcularına yapılan  tatmin edici teklifler sonucu Ülkemize getiriliyor, Vatandaşlık veriliyor ve “haydı aslanlar, bize madalya getirin” deniyor.
Bunlara ne gibi imkanlar tanınmış bilinmiyor. Sorulara cevap da verilmiyor.  Ama Ülkemizin yerli sporcularını imrendirecek  olanaklar sağlandığı bir gerçek. Ayrıca her getirilen madalya ve  rekorlar için de altın, ev ve araba  hediyeleri de caba.
Doğru oturup , doğru konuşalım.

Bu devşirme sporcular, Türkiye sınırları içinde mi doğmuşlar? Hayır.
Bunlar Türkçe biliyorlar mı? Hayır.
Türk kültürünü almışlar mı? Hayır.
Türkiye sınırları içinde aile bağları var mı? Hayır.
Hatta ve hatta, Türkiye’yi bir Dünya  haritasında gösterebilirler mi?  Belki, kendilerini devşirmeye gelenler haritada Türkiye’yi gösterip, “Bakın çok yakınsınız. Sık sık Ailelerinizi görmeye gelebilirsiniz” gibi ikna sözleri söylenmiş olabilir . Ama gene de şu anda gösterebileceklerinden şüpheliyim.

Bunlar, vatandaşlığa alındığına göre,  Vatandaşlık görevlerini biliyorlar mı? Zannetmiyorum.
Askerlik yapacaklar mı?  Yani, Türkiye için savaşacaklar mı? Asla.
Öyle ise, bunlar bize madalya getirsinler diye mi satın alıyoruz. Bunlara harcanan  yedekte çok paramız varsa, yerli sporcularımıza harcansa daha Milli olmaz mı?

Bunlara gösterilen yakınlıktan maksat, yarışmalarda, Bayrağımızın göndere çekilmesi ve İstiklal Marşımızın  çalınması mı?  Maksat bu ise ki, bu olduğunu zannediyorum, bunu, bayrak sevgisinden yoksun, İstiklal marşımızı bilmeyen bir insandan beklemek yüreğimi acıtıyor. Çünkü onlar, İstiklal marşımız çalınırken, Bayrağımız göndere çekilirken, bizler gibi duygulanmaz, göz yaşı dökmezler.

 Onlar  o atmosferde sadece alacakları  altın sayılarını, evlerin  şeklini,  değerlerinin ne kadar ettiğini ve gelecek hediyeleri düşünürler. Aldıkları başarılı derecelerdeki gösterdikleri sevinç, göğüslerindeki bayrak için değil, kendileri içindir.
Ayrıca bu devşirme vatandaşların, yarın bir başka ülkenin vatandaşı olmayacağı garantisi var mı? Yok.

Pekala , yukarıda söylediğim amaç dışında, acaba,  “Benim zamanımda….. bu kadar  madalya alındı, şu kadar rekor kırıldı, Türk sporu benim zamanımda altın devrini yaşadı “ gibi  böbürlenmek için, bu yolu deneyen yöneticiler mi var?
Zamanla ortaya çıkar.

Avrupa  Atletizm yarışmasına 48 sporcuyla katıldık. Bunların 16 sı devşirme.  % 30 ediyor.
Rio Olimpiyatlarına  103 sporcuyla katılıyoruz, 25 i devşirme. % 25  ediyor.
Avrupa Atletizm Şampiyonasından 9 madalya getirdiler, Rio Olimpiyatlarında dökülüyorlar.

Her iki Uluslar arası  yarışmalara , göğüslerinde Ay yıldız olan yarışmacıların asıl ülkelerine göre sayıları ve branşları:
KENYALI:  8  SPORCU . ATLETİZM
ETİYOPYALI:  5  SPORCU.
JAMAİKALI:  2  SPORCU.
UKRAYNALI:  3   SPORCU.
ETYOPYALI  2  SPORCU.
ÇİN Lİ:  5  SPORCU.
KÜBALI:  1  SPORCU

BULGAR:  1  SPORCU.
ABD Lİ:  1  SPORCU.
FRANSIZ:  1  SPORCU.
GÜRCİSTAN LI:  1  SPORCU.
AZERİ:  1  SPORCU.
TÜRKİSTANLI: 1  SPORCU.
 RUS:  1 SPORCU.
MACAR 1  SPORCU
DAĞISTANLI:  1 SPORCU
ÖZBEKİSTANLI:  1  SPORCU

Bunlar sadece  yarışmaya katılanlar. Çalışmalara devam edip sırasını bekleyen de bir çok devşirme var.

Bu listede dikkatimi çeken ve kahreden , Rusya dan  devşirdiğimiz güreşçi.  Türkistan dan aldığımız halterci.
İnanın Ülkemiz ne durumlara  düşmüş haberimiz yok.
Bir zamanlar Dünyayı titreten güreşçilerimizin kemikleri sızlıyordur. Hala sağ olanların da herhalde yürekleri  kan ağlıyordur. Dışardan güreşçi siparişi  veriyoruz. Ayıptır, ayıp. Utanmak lazım.

Bunlar altın alsalar ne yazar? Sevinemiyorum, gururlanamıyorum.20- 30 bin nüfuslu ülkelerden gelen yarışmacılardan  beklenen başarıya sevinenler, Sadece, onları satın alanlar olsa gerek.
Soruyorum, sporun başında bulunan yöneticilerden. Ve onlara satın alma yetkisi veren yöneticilerden kaçı Ülkemizi yurt  dışında   sporcu olarak temsil etmiştir. Bunlar, Yurt dışında Ülkesini temsil eden  yerli sporcularımızın, heyecanını, duygularını, göndere çekilen bayrağımızın   nazlı nazlı dalgalanışı, İstiklal marşımızın çalınmasında dökülen göz yaşlarının manasını biliyorlar mı? Bilemezler. Çünkü onlar Türk sporcularının önlerini kestikleri için, ihanet etmiş oluyorlar.

EŞREF APAK – ASLI ÇAKIR  ALPTEKİN – SÜREYYA AYHAN – NEVİN  YANIT – GAMZE  BULUT – FATİH  AVAR- EMEL DERELİ – KAYA  SALMAN  gibi yetenekli sporcularımıza  gereken ilgi ve takip gösterilse, , sadece yarışma arifesinde aranan, diğer zamanlarda, yarışmacıların, neler yaptıkları, nerede kaldıkları, neler yedikleri merak edilip takip edilselerdi, dopink olayı olmazdı. Yüzlerce, binlerce sporcu adayı  korumaya alınmış olsa idi, Afrika pazarlarında, diğer ülkelerin kenara itilen  sporcularını  almaya gerek kalmazdı. 

Yerli sporcularımızın başarısı 3-5 kişiyi değil, 8o bin kişiye göz yaşı döktürürdü.
Alman federasyonu Başkanı Clemens Prokop, Avrupa Atletizm Şampiyonası sırasında: “ SPORCU DEVŞİRMEDE İSTİSMAR VAR. BU TAM BİR MASKARALIK” deyip, sorununun üzerinde duracağını ilave etmişti.  Alman ve Hollanda  basını  da: “ CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN’IN TAKIMI, BAŞARIYI  PARA İLE SATIN ALIYOR”  diye manşet atmışlardı.
Bu  işe bir çare bulunsun.  Devşirmeler zaten olimpiyatta dökülüyorlar. Haklılar, rahatlık varken  kim düşünür madalyalı.

Şimdi son bir sorum: Her iki  büyük yarışmalara götürülen spor ekibimize  MİLLİ  diyebilir miyiz?

15 Haziran 2016 Çarşamba

BALKAN'LAR'A GEZİ






      BALKANLARI DOLAŞIYORUZ
                                - 3 -
Burhan Bursalıoğlu
20. MAYIS. CUMA

RESNE – MANASTIR - SELANİK

RESNELİ NİYAZİ
Sabah erken Manastıra doğru hareket ediyoruz. Manastır’a varmadan , yolumuz üzerinde  Resne’ye de  uğruyoruz. Resne, akedonya’da Manastır ile Ohri arasında yer alan bir kasaba. Ülkenin güneybatı kesiminde yer alan Resne, elma üretimi ile oldukça meşhurdur.
Resne’nin toplam nüfusu 17.500 kişidir. Bu nüfusun etnik dağılımı şu şekildedir: Makedonlar 13.000; Türkler 2.000; Arnavutlar 1.500 ve diğerleri…Resne’nin merkez nüfusu ise 9.000  civarındadır
Resne’yi biz, Resneli Niyazi’den ötürü tanırız.
Resneli Niyazi 1873 yılında Resne kasabasında doğdu. Bu nedenle Resneli Niyazi olarak anılır.
Manastır Askeri İdadisi’nde öğrenim gördükten sonra Harbiye Mektebi'ni bitirdi ve teğmen rütbesi ile 1897 Osmanlı-Yunan savaşına katıldı.  Savaşta gösterdiği yararlılık nedeniyle  üsteğmenliğe   yükseltildi. Kendisine “Padişah yaverliği” ünvanı da verilmek istendi; ancak kazaskerin 13 yaşındaki oğluna da aynı ünvanın verilmesi üzerine bu ünvanı kabul etmeyip cepheye dönmeyi istedi.
SARAYIN BUGÜNKÜ HALİ

Resne’de ambar memurluğu gibi pasif bir göreve atanan Niyazi Bey, 1903 yılına dek bu görevde kaldı.  Daha sonra Balkanlar'da ayaklanan Sırp ve Bulgar çetecilerle mücadele görevi verildi. Bu mücadele sırasında vatanseverliği ve silahşörlüğü ile tanındı. Yüzbaşı  rütbesine yükseltildi. Bu dönemde İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katıldı ve cemiyetin önde gelen kişileri arasına girdi.
Makedonya’ya bağımsızlık verilmesini önlemek ve Sultan Abdülhamit’e meşrutiyeti zorla kabul ettirmek üzere İttihat ve Terakki gizli cemiyetinin devrim stratejisi doğrultusunda bir isyan başlatarak 3 Temmuz 1908 Cuma günü, emrinde topladığı 150 kadar asker ve gönüllü ile Ohrid yakınındaki dağa çıktı. 
Bu olay, İkinci Meşrutiyet’in ilan edilmesine öncülük etti. Padişah II. Abdülhamit’in 1878 yılında askıya aldığı meşrutiyet rejimi 24 Temmuz 1908’de resmen ilan edildikten sonra Resneli Niyazi Bey, şehre indi. Selanik’te “Hürriyet kahramanı” olarak büyük gösterilerle karşılandı. Dağda bulunduğu sırada evcilleştirdiği geyik, bir hürriyet sembolü kabul edildi, "gazal-i hürriyet" olarak tanındı.
Meşrutiyet ilan edildikten sonra Resneli Niyazi yanında geyiği ile İstanbul’a, Padişahın yanına gider. Geyiği de yanında olduğu için onu görmek ve resim çektirmek için  saray mensupları kuyruğa girer.  Resneli Niyazi geyiği yanında padişahla muhabbet etmesi yeni bir terimin çıkmasına neden olur. “GEYİK MUHABBETİ.”
1908’de İstanbullu bir ailenin kızı olan Feride Hanım ile evlendi. Mithat (1911) ve Saim (1913) adlı iki oğlu oldu
31 Mart Olayı'nda yanındaki fedailerle Hareket Ordusu'na katıldı, isyan bastırılınca Resne'ye çekildi. Bir kez daha ordudan ayrılan Niyazi Bey, Resne'nin imarı ve halkın eğitim-öğretimi ile ilgilendi.
Balkan Savaşı sırasında birlikleriyle  tekrar  orduya katıldı. Savaştan sonra 17 Nisan       1913 de Arnavutluğun Avlonya       limanında İstanbul'a gitmek üzereyken İttihat ve Terakki’nin ona muhafızlık edip, korumalık yapmakla görevlendirdiği kişi tarafından vuruldu. Öldürülme sebebi bilinmedi. Mezarının Avlonya’da olduğu  söylenmektedir  Buraya bir heykeli dikilmiştir.
 Öldürülme nedeninin bilinmemesi ve kendi koruması tarafından vurulmuş olması "Ne şehittir ne de gazi, pisi pisine gitti Niyazi" deyiminin kaynağı olmuştur Resneli Niyazi Bey adına İstanbul'un Şişli semtinde Fulya’da bir okul açılmıştır.
Resneli Niyazi Paris Elçiliğine atanmayı beklerken arkadaşı  Paris’e, Niyazi de Resne’ye atandı. Bü olaya üzüldü. Arkadaşı Paristen  kaldığı sarayın fotoğrafını gönderince, Niyazi aynı sarayın benzerini Resne’de yaptırdı. Resneli Niyazi’nin sarayı, bahçe içinde, ancak dışından görebildik.

MANASTIR
MUSTAFA KEMAL'in OKUDUĞU ASKERİ LİSE ,BUGÜN MÜZE OLARAK KULLANİLİYOR.

Makedonya’nın Üsküp’ten sonra en büyük kenti durumunda olan Manastır, biz Türkler için de ayrı bir özelliği  bulunmaktadır.  Mustafa Kemal Atatürk’ün lise öğretimini burada almış olmasıdır.
ATATÜRK'E AYRILAN ODANIN LEVHASI


Bugün müze olarak kullanılan  binanın tabelasında. “ÇAĞDAŞ TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ nin  YARATICISI VE İLK CUMHURBAŞKANI  MUSTAFA KEMAL ATATÜRK  1899 YILINDA  ASKERİ İDADİYİ BU KIŞLADA BİTİRDİ” yazıyor.
Binanın 2. Katında Atatürk’e ayrılan bölümde, Eskişehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen tarafından yapılan “Atatürk heykeli” bulunmakta. 

Ayrıca, Ata’nın kullandığı eşyalar, madalyaları, kitapları paraları sergilenmekte. Duvarlarda resimler ve resimlerin yanında, Atatürk’e ölünceye kadar aşık olan, başka birini sevmeyen ELENİ KARİNTE’ nin Ataya yazdığı ilk ve son mektubunun kopyası bulunmakta.
ELENİ KARİNTE'NİN EVİ

 İşte Eleni'den Mustafa Kemal Atatürk'e yazılmış, Senarist Aneta Şiyakova tarafından filmi yapılmış, tiyatroya konu olmuş o aşk ve geriye kalan mektubu:

"Kemal Atatürk'e,

Bir zamanlar bir yerde...
Çok seneler geçti, ben hâlâ her gün senden haber bekliyorum.
Herhangi bir zamanda mektubumu alırsan, beni hatırla.
Kâğıttaki gözyaşlarımı göreceksin.
Yıllar geçiyor. Buralarda seninle ilgili çok şeyler konuşuluyor. Bir şeyler oluyor.
ELENİ KARİNTE

Bu satırları okurken başka kadını seviyorsan, mektubumu yırt ve ona sor:
'Manastırlı Eleni Karinte adında birinin, bir günlük tanıdığı ve âşık olduğu adama bütün ömrünü harcamış olduğuna inanıyor mu?'
Benim seni sevdiğim kadar, o kadını o kadar çok seviyorsan, kendisine hiçbir şey söyleme.
Senin kadar mutlu olmasını diliyorum.
Fakat balkondaki kızı hatırlıyorsan ve başkasını sevmiyorsan, seni beklediğimi ve ömrüm boyunca bekleyeceğimi bilmeni istiyorum.
Döneceğini, beni unutmayacağını biliyorum...
Babam vefat etti.
Beni senden ayırdığından tam bir yıl geçti, beni eve kapattı ve bir ay çıkmama izin vermedi.
Ağlıyordum. Biliyordum, tüm kilitleri ve hapisleri boşunaydı.
Beni evlendirecek adamı sadece bir kez gördüm ve kendisi bana onu sevebileceğimi söyledi.
Ben kendisine, 'Hayır, ben sadece ilk aşkımı seviyorum' dedim.
Bir daha da görmedim.
Babam beni hiçbir zaman affetmedi, ben de kendisini.
Ölmeden birkaç gün önce yanına çağırdığında, 'Eleni, biliyorum yanlış yaptım, hiçbir zaman iyi bir baba olamadım' dedi. 'Affetmeni istemiyorum, sen de isteme benden, Allah ikimizi affetsin. Senin için en iyisini isterken en kötüsünü yaptım' dedi.
Babam kötü bir adam değildi.
O zamanlardaki gibi artık genç ve güzel değilim.
Bütün hayatım bir gün içinde.
Ebediyen seni seven ve seni bekleyen Eleni Karinte'n..."

Manastırın şehrini dolaşırken sarı badanalı, altı restoran olan Eleni’nin evini görüyor ve resimler çekiliyor. 
İSAK BEY CAMİİ

Yeni Mehmet efendi camii, saat kulesi, haydar Kadı camii, yeni camii, İsak bey  camii ve çeşmeler gördüğümüz diğer eserler.
Eski Türk çarşısında alış veriş yapıyoruz.
Manastır’ı gezip, kültürümüze girmiş “Manastır türküsü” söylenmez mi. Otobüsümüzde hep bir ağızdan:

Manastır'ın ortasında var bir havuz
Aman havuz canım havuz
Dimetoka kızları hepsi de yavuz
Biz çalar oynarız

Manastır'ın ortasında var bir çeşme
Aman çeşme canım çeşme
Dimetoka kızları hepside seçme
Biz çalar oynarız

Manastırın ortasında var bir pınar
Aman pınar canım pınar
Dimetoka kızları hepsi de çınar
Biz çalar oynarız.
YENİ  CAMİİ


21 MAYIS  CUMARTESİ

SELANİK

Manastır’dan Selanik’e geç saatte gelebildiğimiz için doğruca otelimize gittik.
Sabah , her günkü gibi erken kalkıp kahvaltı sonrası kente indik. Heyecanımız doruk noktasında idi. Çünkü Atamızın doğduğu evi görecek, Onun koşup oynadığı  odaları, duvarları, dışarıya kafasını uzatıp baktığı pencereleri görecektik.
ATATÜRK'ün  DOĞDUĞU EVİN ARKADAN GÖRÜNTÜSÜ

Erkenden Atanın evinin yanına gittik. Kalabalık dükkan ve satıcıların bulunduğu yerde otobüsten indik.  Kapı kapalı idi. Saat 9 da açılacağı  söylendi. Bizden önce bir otobüs gelmiş, onun yolcusu, eve girecek ilk kafile.
ATATÜRK'ün  EVİNİN ÖNDEN GÖRÜNTÜSÜ

 Biz ikinci sıradayız. Bizden sonra da 7 otobüs daha geldi. Orası karma , karışık oldu. Rehberler kendi kafilelerini bir araya toplamak için  firmalarının adlarını söyleyerek bağırmaktan herhalde sesleri de kısılmıştır. Çok şiddetli yağmurun da yağması işi daha da zorlaştırıyordu.
Saat 9 a kadar  alış, veriş yapıldı. Herhalde Atatürk hatırası almayan kalmamıştır. Oradaki satıcılar çok iyi para kazanıyorlar. Bizim paramıza göre de pahalı. Ufak bir magnet avro olarak 1.5, biraz büyüğü 5 avro.

Bize sıra geldiğinde avluda toplandık. İlk sıradakiler evin alt katından çıkarken biz de merdivenlerden ilk kata girdik. Oradan da 2. Kata yönlendirdiler. İlk göze çarpan , bizim albümlerimizde olan Ata’nı değişik ebattaki resimleri duvarları kapladığı idi. Bir odada, Atanın masa başında oturarak, diğer odada ayakta  ve koltukta oturarak yapılmış  heykelleri.
 Bir başka odada Zübeyde Hanımın oturarak yapılan heykeli. Atatürk’ün kıyafetleri, kullandığı mutfak gereçleri, ayakkabı, madalya, vazo, kol düğmeleri, evin maketi ve duvarlarda bolca resimler, gazete kupürleri ve kitaplar. Fotoğraf çekmek serbestti.

En alttan dışarı çıkarken, girişimizdeki heyecan kalmamıştı.  20 yüzyılın dev adamının müzesi bu kadar basit olmamalıydı. Açıkça, daha teferruatlı bekliyordum. Atamızın evini görmüş olmamız, ve hala düşmanca davranan Yunanlıların Bu hatıra evi korumaya almış olmasına şükrediyorum.

Müzeyi gezdikten sonra şehri , yağmurun şiddeti nedeniyle  kısmen otobüsle kısmen yaya Selanık’in belli başlı eserlerinden  , Beyaz kule, kordon boyu, döçner kule,fuar meydanı, Aya Dimitros katedrali, Hamza bey camii, Büyük İskender heykeli, Vardar ve Makedonia meydanları da görülmeye değer, Selanik’in süslerinden idi.

Selanik gerçekten güzel bir şehir. Bizim olmalıydı.” İzmir’in kız kardeşi” deniyormuş.
Kavala’ya doğru hareketimiz başlayınca, bir an önce Ülkemize varalım heyecanı başladı.
Yemeklerimizi, çayımızı, tatlılarımızı özlemiştik. Yol kenarında, büyük panolarda, Kıbrıs haritası, Kuzey Kıbrıs kırmızıyla boyanmış, aşağıya doğru kan damlaları  ve altta Yunanca “GÖR-UNUTMA anlamına gelen ifadeler.

Sanki, 1919-1922 yılları arasında Yunan askerinin Anadolu’da yaptığı kıyımı unutmuşlar gibi küstahça ifadeler.
Kavala’da fazla vakit geçirmek istemiyorduk.

 Kavala’nın kurabiyesi meşhurmuş. Mola yerinde kurabiye alındı, çay içildi. Burada içtiğimiz çay, Balkanlarda içtiklerimizin en iyisi idi.

SELANİK'TEN GÖRÜNTÜ

Şehirde panoramik olarak, Mehmet Ali paşa külliyesi, Kavala Kalesi, su kemerlerini ve limanı görerek Türkiye’ye doğru yola devam ediyoruz.

İskeçe, Dereağaç ve İpsala güzergahını takip ederek, pasaport işlemlerinden sonra  Tekirdağ üzerinden  gece 12 civarında  hareket ettiğimiz noktaya varıyoruz.

BİTTİ

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ

  CUMHURİYET Burhan Bursalıoğlu Bu gün Cumhuriyetimizin 99. Yıl dönümü. 99 yıl önce bugün, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşla...