KÖY ENSTİTÜLERİ 70 YAŞINDA
Burhan Bursalıoğlu
17 Nisan. Köy Enstitülerinin kuruluşunun 70. Yılı. Milli Eğitimin birçok kurumlarında anma toplantıları, paneller, münazaralar yapılıyordur. Köy Enstitüleri kapatılacak kadar kötü ise, bu toplantılar neden yapılır bilinmez. Kapatılmasına sevinen insanlar bile kürsüye çıkar stayişle ,Enstitülerin ülkeye kazandırdığı faydalardan dem vururlar. Sanki bir mecburiyetmiş gibi. Ama faydalı olduklarına inanan ben gibilerin sözleri, yazıları gerçeği yansıtma bakımından değerlidirler.
Ben, bu yazımda,herkesin bildiği kuruluşundan bahsetmeyeceğim. Köy Enstitülerin çalışma, ve kapatılma nedenleri ile , bazı Avrupa devletleri eğitimcilerinin görüşlerini huzurunuza getireceğim.
Köy Enstitülerinden yetişen Öğretmenler, köylülere hem örgün eğitim, hem de okuma yazma ve temel bilgileri kazandırıyor, hem de modern ve ilmi tarım tekniklerini öğretiyordu. Kitaba deftere dayalı öğretim yerine iş için, iş içinde eğitim ilkesi tatbik ediliyordu. Her köy enstitüsünün kendisine ait tarlaları, bağları, arı kovanları, besi hayvanları, atelyeleri, araç-gereçleri, atları, arabaları vardı.
Ders ve konuları.
Genellikle:
a)Güzel sanatlar (Kız ve erkek öğrenciler için), b) Yapıcılık ( Erkek öğrenciler için), c) Maden işleri ( Erkek öğrenciler için) d) Hayvan bakımı (Kız ve erkek öğrenciler için), e) Kümes hayvancılığı (Kız ve erkek öğrenciler için), f) Tarla ve bahçe ziraati (Kız ve erkek öğrenciler için), g) Zirai İşletme. Kız ve Erkek öğrenciler için) ayrılır ve her konu ile ,ilgili kol görevlileri vardı.
Derslerin %50 bölümü temel örgün eğitim konularını içeriyordu. Geri kalanı ise uygulamalı eğitimdi.
1940-1946 aralığında köy enstitülerinde 15,000 dönüm tarla tarıma elverişli hale getirilmiş ve üretim yapılmıştı. Aynı dönemde 750,000 yeni fidan dikilmişti. Oluşturulan bağların miktarı ise 1,200 dönümdü. Ayrıca 150 büyük inşaat, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 20 uygulama okulu, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık, 12 elektrik santralı, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 3 balıkhane, 100 km. Yol yapılmıştı. Sulama kanalları oluşturularak enstitü öğrencilerinin uygulmalı eğitim gördüğü çiftliklere sulama suyu öğrenciler tarafından getirilmişti.
“Öğrencisi, öğretmeni, usta öğreticisi ile Köy Enstitülü’ler İsmail Hakkı Tonguç’un önderliğinde bir destan yarattılar. Yarattıkları efsane; yeşeren toprak, yükselen yapı, ışığa dönüşen su, dayanışma, paylaşma, aydınlanma, özgürleşme demekti. Onlarınki yalnızca eğitim değil, bir yaşam biçimiydi. Onlarca yazar sanatçı, bilim insanı ve milyonlarca öğrenci yetiştirdiler.”
Köy Enstitüleri yalnızca öğretmen yetiştiren kuruluşlar olmayıp,bulunduğu çevreyi araştıran, geliştiren ve çevrenin kalkınmasını da üstlenmiş kurumlardı. Çok önemli bir işlevi yerine getirdi. Başka biçimde söylersek Köy Enstitüleri kırsal yörede toplumsal, ekonomik ve kültürel kalkınmayı sağlamak; bu alanda ilgili gerekli elemanları yetiştirmek için kurulan yapılardı.
Kapatıldığı 1954 yılına kadar Köy enstitülerinde 1308 bayan ve 15,943 erkek toplam 17,341 köy öğretmeni yetişmişti. Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Pakize Türkoğlu, Hatun Birsen Başaran, Ali Dündar, Mehmet Uslu , Dursun Akçam, Ahmet Uysal, Refet Topuz, Mustafa Ozan, Naszif Karaçam ve Recep Bulut gibi, tüm dünyaca tanınan, taktir edilen yazarlarımız ve düşünürlerimiz bu okullardan yetişenlerden bazılarıdır.
Ülkemizin bağımsızlığını yitirmesine karşı durdular. Halkla bütünleştiler, verdikleri emeklerin büyüklüğü nedeniyle unutulmadılar, unutturulmadılar. Unutulmayacaklardır.
Köy Enstitülerinin programları akademik, teknik ve tarım okullarının programlarından tamamen farklıydı. Enstitüler yıl boyunca açıktı ve öğrenciler 45 günlük bir tatile sırayla giderlerdi. Ancak tatilde bile öğrencilerin Enstitü ile ilgili sorumlulukları vardı. Öğrencilerden tatil dönüşünde köylerinden topladıkları bitki ve hayvan türleri örneklerini, el zanaatı işlerini, halk türküleri örneklerini Enstitüye getirmeleri istenirdi. Bunun yanı sıra öğrencilerden, köyleri konusunda bilgi toplamaları ve Enstitüyü köylerinde temsil etmeleri de tenbih edilirdi
Aşağıda Köy Enstitülerinde uygulanan öğretim programları kısaca tanıyalım.
1943 Öğretim Programı
1. Öğrenim süresi beş yıl olan Enstitülerde bu sürenin 114 haftası “kültür dersleri”ne, 58 haftası “ziraat dersleri ve çalışmalarına, 58 haftası “teknik dersler ve çalışmaları”na ayrılır.
2. Enstitüler haftalık, aylık, mevsimlik çalışma planlarını, kendi özelliklerine, işlerinin durumuna, öğrencilerinin düzeyine ve sayısına, öğretmenlerinin özelliklerine, iş araçlarının çeşitliliğine, iş alanlarının genişliğine, hayvanlarının cins ve sayısına göre düzenlerlerdi.
3. Enstitüler, öğretim ve uygulama çalışmalarını; ”kültür”, “tarım”, ve ”teknik” alanlarla ilgili dersleri yarım gün, tam gün veya hafta esasına göre düzenlemekte serbesttiler.
4. Bina, yol, köprü yapımı veya su arkı açılması veya bitirilmesi yahut ekin yapılması veya hasat kaldırılması gibi önemli işler çıktığı zaman bütün çalışmalar o iş üzerinde yoğunlaştırılır. Önceden planlanan ders ve uygulama kayıplarının uygun bir zamanda telafisi yoluna gidilirdi.
1947 programı: " İş içinde eğitim” felsefesine dayalı bir öğretim yaklaşımından mümkün olduğu kadar uzaklaşıldığı, Enstitülerde uygulama çalışmalarının sayısının azaltılarak kuramsal çalışmalara ağırlık verildiği, böylece klasik eğitim anlayışına geçiş yapıldığı söylenebilir.
1953 Öğretim Programı
Köy Enstitülerinde uygulanan üçüncü program, İlköğretmen Okullarını kapsayan ortak bir programdır. Bu nedenle 1953 programı “Öğretmen Okulları ve Köy Enstitüsü Programı” olarak adlandırılmaktadır. Köy Enstitülerinde 1950-51 öğretim yılında karma eğitime son verildiği için 1953 Öğretim Programında Erkek Köy Enstitüleri ile Kız Köy Enstitüleri için iki ayrı ders dağıtım çizelgesi düzenlendiği görülmektedir Bu programla aynı zamanda İlköğretmen Okulları ile birlikte Köy Enstitülerinde yabancı dil öğretimine de son verilmiştir
Enstitülerde Günlük Yaşam
Genel olarak tüm Enstitü şafak sökerken ya da saat altıda kalkardı. Yıkanma ve giyinmeden sonra öğrencilerin ve öğretmenlerin tümü topluca bedeneğitimi hareketlerine katılırdı. Daha sonra çoğu kez bu etkinlik bir halk dansı ile son bulurdu.
Kahvaltıdan sonra öğrenciler, günlük çalışmalar başlamadan önce, bir saat kadar boş bırakılırlardı. Bu süre içinde yatakhane ve derslikler temizlenir, havalandırılırdı. Nöbetle görevlendirilen öğrenci, çamaşırları çamaşırcılara götürür. Elektrik, hoparlör bulunan yerlerde haberler, müzik, ya da Enstitünün programı yayınlanırdı
Saat 8:30’da toplanılarak yoklama ve günlük işlerin dağıtımı yapılırdı. Bu arada küme başı, teftiş yapar gibi, öğrencilerin giysilerini gözden geçirirdi. Hasta olanlar revire, elleri, tırnakları kirli olanlar temizlenmeye yollanırdı. Olağanüstü bir durum olmadıkça, öğrenciler öğretmenleriyle birlikte, marşlar söyleyerek dersliklere, işliklere, tarlalara dağılırlardı..
Öğle yemeğinden sonraki çalışmalar her okulun kendine has programı uygulanırdı. Öğrencilerin yapacakları yönetim işleri, derslerde olmayacakları zamanlara göre ayarlanmıştı. Derslerin yapıldığı zamana denk gelen görevler, bir öğrenciye verilirdi. Bu öğrenci nöbet görevi yapar ve o günkü ders konularından da sorumlu tutulurdu. Enstitülerde, spor, müzik çalışmaları, bireysel çalışmalar, yazın ve sahne etkinlikleri, öğleden sonra ile akşam yemeği arasındaki kümelerin tartışmalı okuma toplantıları yapılırdı. Bu ”küme” toplantıları, alışagelmiş “ders çalışma” etkinliğinden çok farklıydı. Burada önemli bir yapıt yüksek sesle okunur, tartışılır, sorular sorulur, günün konuları üzerinde düşünce alış verişi yapılırdı .
Akşam yemeğinden sonra bir ”ders çalışma“ süresi verilirdi. Etüt dediğimiz bu süre genellikle saat 21.30, bazı okullarda da 22.00’de sona ererdi. Yönetici öğrenci ve öğretmenler tüm öğrencileri yatırırlar, uyudukları kontrol edilir ve genel olarak bir öğrenci yangın vb. gibi tehlikelere karşı nöbetçi kalırdı.
Enstitünün haftalık programı: Cumartesi günü saat 12.00’de hafta sonu tatili başlardı. Bayrak töreninden sonra genel bir toplantı yapılır, nöbetçi ekip görevi yeni ekibe devreder ve bu ekip, tüm okulun temizliğini yaptırır ve kontrollerini yaparak, aksayan yönleri gidertmeye çalışırlardı.
Köy Enstitülerinin Kapatılışı
II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle bir çok ülkede olduğu gibi Türkiye’nin de siyasal yaşamında köklü değişiklikler başladı. Türkiye çok partili döneme geçti. Yabancı sermaye ile işbirliğine, ABD ile ikili ilişkilere girildi. 1946 seçimlerinde Hasan Ali Yücel 5 Ağustos 1946 da kadro dışı kalırken, Tonguç ve ekibi de görevden uzaklaştırıldı. Bu gelişmelerin hedefi, zaten adları çoktan “solcu yuvası”na çıkarılan Köy Enstitülerini yıpratmaktı. Bu yıpratma hareketi öncelikle yeni Bakanlık kadrosu tarafından başlatıldı
a) 1946 yılından sonra Enstitülerde varolan iş içinde eğitim anlayışı sistemli bir şekilde değiştirildi ve amacından saptırıldı. 1947 yılından sonra, Enstitülerdeki değişiklikler birbirini izlemeye devam etti. Enstitü öğretmenleri, ellerinde bulunan tüm araç ve gereçleri geri vermeye zorlandılar. Okullara tohumluk, bitki ve diğer tarımsal maddelerin verilmesi askıya alındı. Enstitü öğretmenleri, köylerine yerleşmiş üretici öğretmenler iken, yeni değişiklikler sonucunda tümüyle devlet tarafından ödenen bir ücrete mahkum oldular. Bu gelişmelere paralel olarak, Köy Enstitülerine karşı olumsuz tutuma sahip olan yeni Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer öncülüğünde, Enstitülerin temel ilkeleri birer birer ortadan kaldırıldı. Hatta, Enstitü programıyla yetişip son sınıfa gelen toplam, 2000 öğrenci sınıfta bırakılarak mezun olmaları, yani köylere gitmeleri engellendi. Bunlar ve diğer öğrenciler, Öğretmen okulu programlarına tabi tutuldular. Köy Enstitülerine öğretmen yetiştiren Yüksek Köy Enstitüleri “Benzer başka okullar olduğu gerekçesiyle”1947 yılında kapatıldı. 1947 Programı ile bir önceki 1943 Köy Enstitüsü Öğretim Programı değiştirilerek, üretim ve iş ilkesi zedelendi, öğrenciler, Enstitü yönetiminden dışlandı, Enstitülerdeki serbest okuma saatleri kaldırıldı ve birçok kitap yasaklanarak Enstitülerden toplatıldı.
b) Enstitülerin kapatılma sürecini, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’nin işbaşına gelmesi daha da hızlandırdı. Yeni Bakan Tevfik İleri ilk iş olarak Enstitüleri, Kız ve Erkek Köy Enstitüleri olarak ayırdı, Kızılçullu, Beşikdüzü Köy Enstitülerini kapattı. 1951 yılında Bayan Wofford başta olmak üzere birçok ABD’li uzman çağrılarak Enstitüleri yıkmaya zemin oluşturacak raporlar hazırlatıldı. 1953 de de tamamen tabelalar indirilerek, öğretmen okulları programları uygulanıp, “Öğretmen okulu “ tabelaları eski tabela yerlerine monte edildi.
KISACA, "İSMET İNÖNÜ' nün OKULLARI " DENEN KÖY ENSTİTÜLERİ YİNE İSMET İNÖNÜ TARAFINDAN KAPATILDILAR.
Çok kısa ömürlü olmalarına karşın öğrencisi, öğretmeni, çalışanıyla aydın, özgür üretken, araştırmacı, sorgulayıcı, Atatürk İlke ve İnkilaplarına, Laik Cumhuriyete inanan ve bu yolda yürüyen bireyler, yurttaşlar yetiştiren, bugün dahi birçok ülkeye örnek olabilecek üretime dönük eğitimi öngören strateji uygulayan Köy Enstitüleri;
-Laik eğitimin başlamasında öncülük etmiştir.
-Yüzyıllardır biriken feodal toplumun üretim ve yaşam biçimini ortadan kaldırmaya başlamıştır.
-Feodal toprak rejiminin değişimi, toprak ağalarının, kendilerinin ortadan kaldırılma tehdidini hissetmelerine neden olmuştur.
-Sanat, Edebiyat, Bilim ve teknolojide olumlu beklentiler oluşmuştur.
-Bilimsel ve felsefi alanda laik eğitim başlamıştır.
-Sanayi için eğitilmiş nitelikli iş gücünün oluşmasına yardımcı olmuştur.
-Ataerkil toplumdan çekirdek aile toplumuna dönüş başlangıcı olmuştur.
-Atamızın özlediği demokratik toplum ve kültür için kurumsal alt yapı oluşmasına neden olmuştur.
-Ezbercilikten uzak sorgulayan, analitik düşünen bireyler yetiştiren, demokratik ve üretici eğitimin başlamasına öncülük etmiştir.
Yurt Dışından Görülen Köy Enstitüleri
Ülkemizde, kendi eğitimcilerimizin yarattığı Enstitülerin değerini anlamayarak - ya da anlayarak –yok etmeye çalışılırken, yabancı eğitimciler, Köy Enstitülerini araştırma konusu yapmış, kurulduğu yıllardan başlayarak Enstitülerin çağdaş eğitime dünya ölçüsünde yenilikler getirdiğini açıklamışlar. Aşağıda yabancı eğitimcilerin Köy Enstitülerine ilişkin görüşlerinde bazılar yer almaktadır:
Ünlü Amerikalı eğitimci Dewey, Köy Enstitüleri için, “hayalimdeki okullar Türkiye’de kurulmuştur” demektedir.
İsviçre’de A. G. Verlag-Bern yayınevinin “Lexion der Pedagogik” (Pedagoji Ansiklopedisi) adlı yapıtında, “Tonguç, İsmail Hakkı” olarak yer alan 300 kelimelik tanıtımda, Tonguç’un meslek hayatına, çalıştığı kurumlara değinilerek "Türk eğitimine getirdiği katkı, ülkenin gerçeklerine uygun olarak kurduğu Enstitülerden alınan sonuçlar ve Enstitünün özgün" yanları anlatılmaktadır
Köy Enstitüleri ve Tonguç üzerine araştırma yapan yabancı eğitimcilerden biri de, Amerikalı eğitimci Kirby’dir. Yazar, “Türkiye’de Köy Enstitüleri” adlı yapıtını Columbia Üniversitesi’nde doktora tezi olarak hazırlamıştı. Amerikalı eğitimci, “Köy Enstitülerinin Batılı eğitimcilerin fikir ve sistemlerinin bir kopyası olmadığını, bu kurumların Türkiye’nin eğitim arayışlarıyla, politik çıkar gözetilmeden, II. Mahmut’tan bu yana yapılan araştırmaların sonucunda varılan çıkar yolu olduğunu” belirtmektedir. Yazar, aynı zamanda, “ Bu uygulamanın, yalnızca eğitim davasını çözümlemekle kalmayarak Türk toplumu üzerinde hiçbir eğitim kurumunun yapamadığı kadar etkin olduğunu “ vurgulamaktadır
Hamburg Üniversitesi’nden Hausmann “Yüzyılımızın Eğitimine Türkiye’nin Katkısı” adlı yazısında Köy Enstitülerini şöyle değerlendirmektedir “Avrupa örneklerine göre yön saptama çabalarını sürdürürken, kendi koşullarına uygun özgün yolu bulmuşlardır. Köyün eğitim yoluyla değiştirilmesi düşüncesinin bütünleştirici öğesi olarak tümü Türk kökenlidir. Bu niteliği ile yüzyılımızın eğitimine Türkiye’nin bir katkısıdır.”
Günümüzde, İran, Hindistan, Pakistan, Flippinler, Nikaragua, Tanzanya gibi bazı Asya, Latın Amerikası ve Afrika ülkelerinde, Türkiye’deki Köy Enstitüleri uygulamasından esinlenerek çalışmalar yapılmaktadır.
SONUÇ:
Eğer bu okullar kapatılmış olmasalardı bugün;
-Gidilmemiş köy, okulsuz çocuk, işlenmemiş tarla, aç ve açık insan, fabrikaları kapanmış, Avrupada yabancılara çalışmak için kuyruğa giren işçilerimiz olmayacaktı. Töre cinayetleri, intiharlar, boşalmış köyler, PKK sorunu olmayacaktı. Kapalı- açık sorunu olmayacaktı. Banka kapılarında bayılan insanlar olmayacaktı; iş bulma kurumlarının kapıları aşınmıyacaktı. Köyler boşalıp, kentlerin varoşlarında, sefil bir yaşam sürmeyeceklerdi. Tarım, zıraat, hayvancılık, bu günkü ağlanacak duruma gelmeyip, bunları dışardan ithal durumuna düşmeyip, milyonlarca dolarımızı dışarı kaptırmıyacaktık. Değil dış borcumuzun olması, dış ülkelerden alacağımız dövizler için ikinci bir Maliye Baskanlığı açma mecbuıriyetinde kalabilirdik.
Ne yazık ki, biz bu şansı kaybettik.
Eğer, Köy Enstitülerini kapatmasaydık, eğitime siyaseti karıştırmasaydık, işlenen çorak toprağı sahipsiz bırakmasaydık, her şeyi Devletten beklemeseydik, şimdiye kadar çoktaaaaan çağ atlardık.
Nesli tükenmekte olan Sevgili, tüm Köy Enstitülü öğretmen arkadaşlarımdan, yaşamını yitirmiş olanları saygı ile anıyor, Tanrıdan rahmet diliyorum, Yaşamda olanlara sağlıklı uzun yıllar diliyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
17 Nisan 2010 Cumartesi
16 Nisan 2010 Cuma
BİRAZDA ŞİİR - 6-
MUSTAFA KEMAL
ATTİLA İLHAN
Dağ başını efkâr almış,
gümüş dere durmaz ağlar,
gözyaşından kana kesmiş gözlerim,
ben ağlarım, çayır ağlar, çimen ağlar,
ağlar, ağlar, cihan ağlar.
Mızıkalar iniler, ırlam ırlam dövülür,
altmış üç ilimiz, altmış üç yetim,
yıllar gelir geçer, kuşlar gelir geçer,
her geçen seni bizden parça parça götürür,
Mustafa'm, Mustafa Kemal'im.
Diz dövdüm,
gözlerim şavkı aktı Sakarya'nın suyuna,
Sakarya'nın suları nâmın söyleşir.
Hemşehrim Sakarya, öksüz Sakarya.
Ankara'dan uçan kuşlar,
Kemal'im der günler günü çağrışır,
kahrolur bulutlara karışır,
gök bulut, yaşmak bulut,
uca dağlar, dev boyunlu morca dağlar
divan durmuş bekleşir,
Mustafa'm, Mustafa Kemal'im.
Nasıl böyle varıp geldin, hoşgeldin,
çıngı kaymış yalazlanmış gözlerin,
şol yüzünde güneş südü sıcaklık,
ellerinden öperim, Mustafa Kemal.
Senin dalın, yaprağın, biz, senin fidanların,
biz bunları yapmadık,
sen elbette bilirsin, bilirsin Mustafa Kemal.
Elsiz, ayaksız bir yeşil yılan,
yaptıklarını yıkıyorlar Mustafa Kemal.
Hani bir vakitler Kubilay'ı kestiler,
çün buyurdun kesenleri astılar,
sen uyudun asılanlar dirildi,
Mustafa'm, Mustafa Kemal'im.
Karalar kuşanmış, Karadeniz akmam diyor,
dokunmayın, ağlamaktan bıkmam diyor,
bu gece kıyamet gecesi, bu vapur Bandırma vapuru,
yattığı yer nur olsun Mustafa Kemal,
ben ölümden korkmam diyor,
korkmam diyen dilleri toz oldu, toprak oldu,
değirmen döndü dolandı, yıllar oldu,
bir kusur işledik bağışlar mı kimbilir,
o bize öğretmedi kazan kaldırmasını,
günahı vebali öğretenin boynuna,
erdirip oldurana ana avrat sövmesini,
yüreğim kırıldı kanım kurudu,
var git Karadeniz var git başımdan,
mızıka çalındı düğün mü sandın,
bir yol koyup gideni gelir mi sandın,
Mustafa'm, Mustafa Kemal'im.
Ankara'nın taşına bak,
tut ki baktım, uzar gider efkârım,
çayır ağlar, çimen ağlar, ben ağlarım,
gözlerimin yaşına bak,
Ankara Kalesi'nde, Rasattepe'de
bir akça şahan gezer dolanır,
yaşın yaşın mezarını aranır,
şu dünyanın işine bak,
Mustafa'm, Mustafa Kemal'im...
İSTANBUL'DA TEVKİFHANE AVLUSUNDA
Nazım Hikmet Ran
İstanbul'da, Tevkifane avlusunda,
güneşli bir kış günü, yağmurdan sonra,
bulutlar, kırmızı kiremitler, duvarlar ve benim yüzüm
yerde, su birikintilerinde kımıldanırken,
ben, nefsimin ne kadar cesur, ne kadar alçak,
ne kadar kuvvetli, ne kadar zayıf şeyi varsa
hepsini taşıyarak :
dünyayı, memleketimi ve seni düşündüm...
ANIŞ
Oktay Rıfat
Her dakikasını ayrı hatırlarım
Erenköy'de geçen zamanımın.
Rüyama girer bir arada,
İstanbul, bahar ve Türkânım..
Bir odamız vardı etrafı sarmaşık,
Bostanlara bakan penceremiz,
O, güller kadar taze,
Ben, ona deli gibi âşık..
Bir yastıkta dinlenir başlarımız,
Saçlarım saçlarına karışırdı,
O güzel bir kızdı, ince, alımlı
Ne giyse yakışırdı..
Yeter ki gönüller şen olsun,
Şarkılar söylerdik yolda.
Hep karşıma otururdu, ellerini tutardım,
Akşam üstü eve dönerken paraşolda..
Ağaçlar çiçekteydi,
Türkânım sağ, beraberimde.
Kalbim sevda içindeydi,
İstanbul bahar içinde...
ATTİLA İLHAN
Dağ başını efkâr almış,
gümüş dere durmaz ağlar,
gözyaşından kana kesmiş gözlerim,
ben ağlarım, çayır ağlar, çimen ağlar,
ağlar, ağlar, cihan ağlar.
Mızıkalar iniler, ırlam ırlam dövülür,
altmış üç ilimiz, altmış üç yetim,
yıllar gelir geçer, kuşlar gelir geçer,
her geçen seni bizden parça parça götürür,
Mustafa'm, Mustafa Kemal'im.
Diz dövdüm,
gözlerim şavkı aktı Sakarya'nın suyuna,
Sakarya'nın suları nâmın söyleşir.
Hemşehrim Sakarya, öksüz Sakarya.
Ankara'dan uçan kuşlar,
Kemal'im der günler günü çağrışır,
kahrolur bulutlara karışır,
gök bulut, yaşmak bulut,
uca dağlar, dev boyunlu morca dağlar
divan durmuş bekleşir,
Mustafa'm, Mustafa Kemal'im.
Nasıl böyle varıp geldin, hoşgeldin,
çıngı kaymış yalazlanmış gözlerin,
şol yüzünde güneş südü sıcaklık,
ellerinden öperim, Mustafa Kemal.
Senin dalın, yaprağın, biz, senin fidanların,
biz bunları yapmadık,
sen elbette bilirsin, bilirsin Mustafa Kemal.
Elsiz, ayaksız bir yeşil yılan,
yaptıklarını yıkıyorlar Mustafa Kemal.
Hani bir vakitler Kubilay'ı kestiler,
çün buyurdun kesenleri astılar,
sen uyudun asılanlar dirildi,
Mustafa'm, Mustafa Kemal'im.
Karalar kuşanmış, Karadeniz akmam diyor,
dokunmayın, ağlamaktan bıkmam diyor,
bu gece kıyamet gecesi, bu vapur Bandırma vapuru,
yattığı yer nur olsun Mustafa Kemal,
ben ölümden korkmam diyor,
korkmam diyen dilleri toz oldu, toprak oldu,
değirmen döndü dolandı, yıllar oldu,
bir kusur işledik bağışlar mı kimbilir,
o bize öğretmedi kazan kaldırmasını,
günahı vebali öğretenin boynuna,
erdirip oldurana ana avrat sövmesini,
yüreğim kırıldı kanım kurudu,
var git Karadeniz var git başımdan,
mızıka çalındı düğün mü sandın,
bir yol koyup gideni gelir mi sandın,
Mustafa'm, Mustafa Kemal'im.
Ankara'nın taşına bak,
tut ki baktım, uzar gider efkârım,
çayır ağlar, çimen ağlar, ben ağlarım,
gözlerimin yaşına bak,
Ankara Kalesi'nde, Rasattepe'de
bir akça şahan gezer dolanır,
yaşın yaşın mezarını aranır,
şu dünyanın işine bak,
Mustafa'm, Mustafa Kemal'im...
İSTANBUL'DA TEVKİFHANE AVLUSUNDA
Nazım Hikmet Ran
İstanbul'da, Tevkifane avlusunda,
güneşli bir kış günü, yağmurdan sonra,
bulutlar, kırmızı kiremitler, duvarlar ve benim yüzüm
yerde, su birikintilerinde kımıldanırken,
ben, nefsimin ne kadar cesur, ne kadar alçak,
ne kadar kuvvetli, ne kadar zayıf şeyi varsa
hepsini taşıyarak :
dünyayı, memleketimi ve seni düşündüm...
ANIŞ
Oktay Rıfat
Her dakikasını ayrı hatırlarım
Erenköy'de geçen zamanımın.
Rüyama girer bir arada,
İstanbul, bahar ve Türkânım..
Bir odamız vardı etrafı sarmaşık,
Bostanlara bakan penceremiz,
O, güller kadar taze,
Ben, ona deli gibi âşık..
Bir yastıkta dinlenir başlarımız,
Saçlarım saçlarına karışırdı,
O güzel bir kızdı, ince, alımlı
Ne giyse yakışırdı..
Yeter ki gönüller şen olsun,
Şarkılar söylerdik yolda.
Hep karşıma otururdu, ellerini tutardım,
Akşam üstü eve dönerken paraşolda..
Ağaçlar çiçekteydi,
Türkânım sağ, beraberimde.
Kalbim sevda içindeydi,
İstanbul bahar içinde...
14 Nisan 2010 Çarşamba
A T A T Ü R K
ATATÜRK'TEN ZAMANLI VE GERÇEK ANILAR
Derleyen: Süleyman Bulut'tan (Büyük Atatürk'ten Küçük Öyküler)
Burhan Bursalıoğlu
Mustafa Kemal Nasıl ATATÜRK oldu?
Mustafa, Mustafa Kemal olmakla kalmadı. Sonraki yıllarda yeni adlar almaya, yeni şanlar kazanmaya devam etti.
Çanakkale Savaşından sonra rütbesi paşalığa yükseltilince, adı Mustafa Kemal Paşa oldu. Kısaca Kemal paşa diye anılmaya başlandı.
Sarı paşa diyenlerde oldu.
Sakarya savaşından sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi O’na Gazi rütbesini verdi. Adı Gazi Mustafa Kemal Paşa oldu. Bu ünvanı okadar benimsedi ki, herkes ondan kısaca Gazi Paşa diye söz etmeye başladı.
21 Haziran 1934 te soyadı kanunu çıkınca, herkesin aklına, doğal olarak, ilk O geldi. Gazi Mustafa Kemal’in soyadı ne olacaktı. Herkese soyadı bulan Gazi, kendisine nasıl bir soyadı bulacaktı?
Mecliste, gazetelerde her gün ortaya yüzlerce öneri atıldı…. Konuşuldu, tartyışıldı, ama bir karara varılamadı. Günler , haftalar geçti… Sonunda herkesin merakını gideren, üzerinde anlaştığı öneri, Saffet Arıkan dan geldi. Daha sonra Milli Eğitim Bakanlığı da yapacak olan Saffet Arıkan, Atatürk soyadının nasıl ortaya çıktığını şöyle anlatmaktadır.
"1934 senesi,
Dil kongresinde Dil Tetkik Cemiyeti Başkanlığına getirildim. Kongreden bir müddet sonra, 26 Eylül tarihi dil bayramı idi. Bunun için bir nutuk hazırlamam lazım geliyordu. Bu Nutuk (Ulu Önderimiz Atatürk Mustafa Kemal) diye başlıyordu. Atatürk o tarihe kadara, soyadı kanunu çıktığı halde henüz soyadı almamıştı.
Nutku kendine gösterdim. Atatürk kelimesini görür görmez üzerinde durdu. Birçok kereler bu kelimeyi tekrar etti.
“ Çok güzel bir buluş ama çok iddialı” dedi. Müsveddede düzeltmeleri yaptığı halde, Atatürk’e dokunmadı. Müsveddenin sonlarında bir de “Türk Atası” diye bir terkip kullanmıştım. Bunu daha fazla iddialı bularak Atatürk tarzında düzeltmemi emretti. Başka bir şey söylemedi. Ben nutkumu verdikten epey sonra, Gazi Mustafa Kemal, Atatürk’ü soyadı olarak aldı “
DAĞ BAŞINI DUMAN ALMIŞ
Yıl 1919… Ülke işgal altındadır.
19 Mayıs 1919 da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal, İngilizlerin istediği gibi çalışmasına izin vermeyeceklerini gördü. Anadolu içlerine doğru ilerlemeye karar verdi.
İlk durak Havza olacaktı. Yaverinden hemen bir otomobil bulunmasını istedi. Araştırıldı, Soruldu…Sonunda, Benz marka. Çok eski bir otomobil bulunabildi.
Mustafa Kemal. “Tamam” dedi. Arkadaşlarfı “Ama çok eski” diyerek kuşkularını belirttiler. Mustafa Kemal “Olsun “ dedi. Arkadaşları “Her an arıza çıkarıp bizi yolda bırakabilir” diye uyarmak istedi.ler. Bunun üzerine Mustafa Kemal: “Başka otomobil var mı?” diye sordu. Arkadaşları: “yok “ dediler.“Öyleyse bununla yola çıkacağız “
Samsun’dan çıkıp Havza’ya doğru yol almaya başladılar.
Korkulan sabaha karşı başlarına geldi. Motor su kaynatmaya başladı… Suyun soğutulması ve değiştirilmesi beklenirken, Mustafa Kemal otomobilden indi.
Şafak yeni sökmekte… Dağların bulutlara değen tepeleri yeni yeni pembeleşmekteydi. O anda Mustafa Kemal, daha önce kimsenin duymadığı bir marşı söylemeye başladı.
Dağ başını duman almış,
Gümüş dere durmaz akar.
Güneş ufuktan şimdi doğar,
Yürüyelim arkadaşlar.
Sesimizi yer, gök, su dinlesin,
Sert adımlarla her yer inlesin.
Bu gök, deniz nerede var?
Nerede bu dağlar, taşlar?
Bu ağaçlar, güzel kuşlar,
Yürüyelim arkadaşlar.
ATATÜRK BİZDEN BİRİDİR
Yıl 1935
Cumhuriyet’in 12. Kuruluş Yıldönümü kutlamaları yapılacaktır.
Gazeteler, milletvekilleri, halk.. .Bunun için binlerce slogan önerisi atılır ortaya. Sonunda bütün öneriler toplanır Atatürk’e sunulur.. Atatürk, ortaya konan önerileri tek tek okumaya başlar.
‘’Atatürk bizim en büyüğümüzdür!’’ Üstünü çizer." Atatürk milletin en yükseğidir! ’’Üstünü çizer. ‘’En büyük Türk Atatürk!’’ Üstünü çizer” Türk Milleti. Asırlardan beri bağrından bir Mustafa Kemal çıkardı” Üstünü çizer…Çizer…Çizer..
Önüne getirilen bütün önerilerinin üstünü çizen Atatürk sonunda şu cümleyi yazar. “ Atatürk bizden biridir “
12 Nisan 2010 Pazartesi
G Ü N C E L
Atatürk ve Hz.Muhammed, Bilinmeyen Gerçek!!!
(Can Ataklı 09.08.2008 Tarihli Yazısı)
Pazartesi akşamı Avrasya Televizyonu' nda Lale Şıvgın'ın sunduğu 'Beyin Fırtınası' programına katılmıştım biliyorsunuz.
Programın diğer konukları Nevzat Yalçıntaş ile Erol Manisalı idi.
Nevzat Yalçıntaş program sırasında Atatürk'le ilgili küçük bir anekdota yer vererek 'Suudiler 1926 yılında sınırları içinde tüm mezarlıkları yıkıyorlardı. Atatürk sıranın Hazreti Muhammed'in kabrine geldiğini öğrenince bir telgraf çekerek, 'Eğer bir tek taşına bile dokunursanız ordumu aşağı gönderirim' demişti. Bunun üzerine Suudiler Hazreti Muhammed'in kabrine dokunamamıştı. Ama bu telgraf yok edildi' dedi.
Programın ana konusu kapatma davası olduğu için bu konu fazla uzun sürmedi.
Programdan sonra Lale Şıvgın, yayının yapıldığı Doğatepe tesislerinde bizlere birer çorba ikram etti. Bundan yararlanarak Yalçıntaş'a 'Hocam programda anlattığınız olayın ayrıntılarını söyleyebilir misiniz?' diye sordum.
1981 yılında 12 Eylül askeri yönetimi Atatürk'ün 100. doğum yılı nedeniyle kapsamlı bir program hazırlamış. Prof. Yalçıntaş o dönemde İlim Kurulu'nun başına getirilmiş. Amaç Atatürk'le ilgili çeşitli kaynaklardan arşiv araştırması yapmak ve 'bilinmeyen Atatürk'ü' ortaya çıkarmakmış.
Yalçıntaş, 'Dışişlerinde Münir Bey vardı.(Soyadını hatırlayamadı) İyi bir araştırmacı ve arşivciydi. Ona Dışişleri Bakanlığı arşivlerinin araştırılması görevi verilmişti' diyerek anlatmaya başladı.
Sonra da sürdürdü: 'Bir gün Münir Bey aradı. Çok ilginç bir belge bulduğunu, bunu getirip göstermesi gerektiğini söyledi. O sırada benim çalıştığım başbakanlık binası ile dışişleri binası aynı yerde. Hemen atlayıp geldi. Çok heyecanlıydı.'
Prof. Yalçıntaş, Münir Bey'in gösterdiği belgeye baktığında çok şaşırdığını belirterek şöyle devam etti:
'Belge bir telgraf metniydi. Henüz yeni kurulan Suudi devletinin kralına gönderilmişti. Telgrafta 'Hazreti Muhammed'in mezarının yıkılacağını derin üzüntü içinde öğrendim. Bu kutsal emanete asla dokunamazsınız. Bir tek taşının bile zarar gördüğünü duyarsam orduyu aşağıya gönderirim' anlamına gelen cümleler vardı.'
Yalçıntaş, burada Hazreti Muhammed'in mezarı ile ilgili kısa bir detay anlattı. İngiliz işgali sırasında komutan olan Fahrettin Paşa'nın kabri terk etmemek için uzun süre direndiğini, aç kaldıklarını bu nedenle çekirge yiyerek beslendiklerini, sonunda İngilizler'in hiçbir şekilde dokunmamaları kaydıyla Hazreti Muhammed'in mezarını terk ettiklerini ancak kutsal emanetleri de yanlarına aldıklarını söyledi.
Şimdi gelelim belgenin bulunmasından sonraki gelişmelere, çünkü vahim ve ilginç olan bu:
Nevzat Yalçıntaş'ın anlattığına göre Münir Bey belgeyi önce bir üst amirine götürüyor. Belge oradan daha yukarı taşınıyor. Sonunda müsteşara oradan da Bakan İlter Türkmen'e geliyor. Tabii Evren Başkanlığı'ndaki Milli Güvenlik Konseyi'nin de haberi oluyor. Sorun şu: Bu belge ne yapılacak?
Dönemin Atatürkçü komutanları ve onların emrindeki bürokrasi bu belgenin açıklanmasını istemiyor. Ancak belge de ortaya çıkmış bir kere. Sonunda o dönemde yazılan ve şimdi kitapçılarda tek nüshası bile kalmayan bir Atatürk kitabının içine, hiçbir anons yapılmadan konuyor. Kısacası konu adeta kapatılıyor, sadece o tuğla gibi kalın kitabı sonuna kadar okuyanların dikkatini çekecek biçimde 'zevahiri kurtarmak' adına konuyor.
Peki bu belge şimdi nerede? Kimin koruması altında? Bu da bilinmiyor.
Bilinen tek şey, Atatürk'ün İslam aleminin peygamberi Hazreti Muhammed'in mezarının ortadan kaldırılmasını önlemesi herkesten saklanıyor.
Hazreti Muhammed Mescidi Nebevi'de yatıyor
Hazreti Muhammed 571 yılında doğdu 632 yılında vefat etti. Peygamberimiz Medine'de oturduğu evde toprağa verildi. Bu mezar bugün dünyanın en büyük camisi olan Mescidi Nebevi'nin içinde.
Mescidi Nebevi, Hazreti Muhammed'in Mekke'den Medine'ye göç etmesinden sonra ilk namaz kıldığı yer. Hazreti Muhammed, Medine'de oturduğu evin hemen yanına kentin ilk mescidini inşa ettirmişti. Bu mescit geçen yıllar içinde defalarca yenilendi. Bugün 600 bin kişinin aynı anda namaz kılabildiği Mescidi Nebevi'nin korumasını çok uzun yıllar Osmanlı askeri yapmıştı.
Arabistan'da mezar adeti yoktur. Ölüler herhangi bir yerde toprağa verilir, üzerine belirleyici bir şey konmaz. Bu nedenle sadece Hazreti Muhammed'in mezar yeri ile ilgili bilgi vardır. O'nun dışındaki İslam büyüklerinin mezarlarının yeri bilinmez. Bir süre önce Hazreti Muhammed'in annesine ait olduğu ileri sürülen bir mezar ortaya çıkarılmıştı. Ancak Suudi yönetimi bu mezarı da ortadan kaldırmış ve yerine otopark yapmıştı.
Atatürk'ün müdahalesi olmasa Suudiler, Mescidi Nebevi'nin hemen dibindeki Hazreti Muhammed'in mezarını da tamamen ortadan kaldıracaktı. Nitekim Hazreti Muhammed'le aynı yere defnedildikleri bilinen Sahabe'nin önde gelen isimlerinin mezar yerleri bugün dümdüzdür.
Nevzat Yalçıntaş'la sohbetimiz sırasında 'Bir gün Yaşar Nuri Öztürk Bey aradı. Benim bu anlattığımı duymuş, belgeye nasıl ulaşabileceğini sordu' dedi. Ben de 'Belgeyi bulmuş mu?' diye sorunca 'Onu bilemiyorum, ama galiba bir kitabına koymuş ben okuyamadım' dedi.
Bunun üzerine önceki gün Yaşar Nuri Öztürk'ü aradım. Öztürk, Yalçıntaş'ın anlattıklarını doğrulayarak, 'Ancak bunu henüz bir kitabıma koymadım. Araştırmayı aşağı yukarı tamamladım, Gazi Mustafa Kemal ve İslam isimli çok kap samlı bir kitap hazırlıyorum, bunun bitmesi üç yılı alır. Konu bu kitapta yer alacak' dedi.
Milletvekili olduğu sırada bu belgeye ulaşmak için çok çalıştığını söyleyen Öztürk, 'Belge Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde. Milletvekili sıfatımla bu arşivlerde çalışmak için bakan Ali Babacan'a başvurdum, ama bana izin vermedi' diye konuştu. Öztürk'e 'Peki hocam, böyle bir belgenin açıklanmasını neden istemiyorlar? ' diye sordum. Öztürk'ün cevabı çok ilginç oldu.
Şöyle dedi: 'Atatürk'ü din ve İslam dışı göstermek isteyenler elbette bu belgeden rahatsız olacaklardır. Bu nedenle dini siyasete alet edenler emperyalistlerle iş birliği bile yapabiliyor.Dincilerle İslamı reddedenler bu noktada birleşebiliyor.
(Can Ataklı 09.08.2008 Tarihli Yazısı)
Pazartesi akşamı Avrasya Televizyonu' nda Lale Şıvgın'ın sunduğu 'Beyin Fırtınası' programına katılmıştım biliyorsunuz.
Programın diğer konukları Nevzat Yalçıntaş ile Erol Manisalı idi.
Nevzat Yalçıntaş program sırasında Atatürk'le ilgili küçük bir anekdota yer vererek 'Suudiler 1926 yılında sınırları içinde tüm mezarlıkları yıkıyorlardı. Atatürk sıranın Hazreti Muhammed'in kabrine geldiğini öğrenince bir telgraf çekerek, 'Eğer bir tek taşına bile dokunursanız ordumu aşağı gönderirim' demişti. Bunun üzerine Suudiler Hazreti Muhammed'in kabrine dokunamamıştı. Ama bu telgraf yok edildi' dedi.
Programın ana konusu kapatma davası olduğu için bu konu fazla uzun sürmedi.
Programdan sonra Lale Şıvgın, yayının yapıldığı Doğatepe tesislerinde bizlere birer çorba ikram etti. Bundan yararlanarak Yalçıntaş'a 'Hocam programda anlattığınız olayın ayrıntılarını söyleyebilir misiniz?' diye sordum.
1981 yılında 12 Eylül askeri yönetimi Atatürk'ün 100. doğum yılı nedeniyle kapsamlı bir program hazırlamış. Prof. Yalçıntaş o dönemde İlim Kurulu'nun başına getirilmiş. Amaç Atatürk'le ilgili çeşitli kaynaklardan arşiv araştırması yapmak ve 'bilinmeyen Atatürk'ü' ortaya çıkarmakmış.
Yalçıntaş, 'Dışişlerinde Münir Bey vardı.(Soyadını hatırlayamadı) İyi bir araştırmacı ve arşivciydi. Ona Dışişleri Bakanlığı arşivlerinin araştırılması görevi verilmişti' diyerek anlatmaya başladı.
Sonra da sürdürdü: 'Bir gün Münir Bey aradı. Çok ilginç bir belge bulduğunu, bunu getirip göstermesi gerektiğini söyledi. O sırada benim çalıştığım başbakanlık binası ile dışişleri binası aynı yerde. Hemen atlayıp geldi. Çok heyecanlıydı.'
Prof. Yalçıntaş, Münir Bey'in gösterdiği belgeye baktığında çok şaşırdığını belirterek şöyle devam etti:
'Belge bir telgraf metniydi. Henüz yeni kurulan Suudi devletinin kralına gönderilmişti. Telgrafta 'Hazreti Muhammed'in mezarının yıkılacağını derin üzüntü içinde öğrendim. Bu kutsal emanete asla dokunamazsınız. Bir tek taşının bile zarar gördüğünü duyarsam orduyu aşağıya gönderirim' anlamına gelen cümleler vardı.'
Yalçıntaş, burada Hazreti Muhammed'in mezarı ile ilgili kısa bir detay anlattı. İngiliz işgali sırasında komutan olan Fahrettin Paşa'nın kabri terk etmemek için uzun süre direndiğini, aç kaldıklarını bu nedenle çekirge yiyerek beslendiklerini, sonunda İngilizler'in hiçbir şekilde dokunmamaları kaydıyla Hazreti Muhammed'in mezarını terk ettiklerini ancak kutsal emanetleri de yanlarına aldıklarını söyledi.
Şimdi gelelim belgenin bulunmasından sonraki gelişmelere, çünkü vahim ve ilginç olan bu:
Nevzat Yalçıntaş'ın anlattığına göre Münir Bey belgeyi önce bir üst amirine götürüyor. Belge oradan daha yukarı taşınıyor. Sonunda müsteşara oradan da Bakan İlter Türkmen'e geliyor. Tabii Evren Başkanlığı'ndaki Milli Güvenlik Konseyi'nin de haberi oluyor. Sorun şu: Bu belge ne yapılacak?
Dönemin Atatürkçü komutanları ve onların emrindeki bürokrasi bu belgenin açıklanmasını istemiyor. Ancak belge de ortaya çıkmış bir kere. Sonunda o dönemde yazılan ve şimdi kitapçılarda tek nüshası bile kalmayan bir Atatürk kitabının içine, hiçbir anons yapılmadan konuyor. Kısacası konu adeta kapatılıyor, sadece o tuğla gibi kalın kitabı sonuna kadar okuyanların dikkatini çekecek biçimde 'zevahiri kurtarmak' adına konuyor.
Peki bu belge şimdi nerede? Kimin koruması altında? Bu da bilinmiyor.
Bilinen tek şey, Atatürk'ün İslam aleminin peygamberi Hazreti Muhammed'in mezarının ortadan kaldırılmasını önlemesi herkesten saklanıyor.
Hazreti Muhammed Mescidi Nebevi'de yatıyor
Hazreti Muhammed 571 yılında doğdu 632 yılında vefat etti. Peygamberimiz Medine'de oturduğu evde toprağa verildi. Bu mezar bugün dünyanın en büyük camisi olan Mescidi Nebevi'nin içinde.
Mescidi Nebevi, Hazreti Muhammed'in Mekke'den Medine'ye göç etmesinden sonra ilk namaz kıldığı yer. Hazreti Muhammed, Medine'de oturduğu evin hemen yanına kentin ilk mescidini inşa ettirmişti. Bu mescit geçen yıllar içinde defalarca yenilendi. Bugün 600 bin kişinin aynı anda namaz kılabildiği Mescidi Nebevi'nin korumasını çok uzun yıllar Osmanlı askeri yapmıştı.
Arabistan'da mezar adeti yoktur. Ölüler herhangi bir yerde toprağa verilir, üzerine belirleyici bir şey konmaz. Bu nedenle sadece Hazreti Muhammed'in mezar yeri ile ilgili bilgi vardır. O'nun dışındaki İslam büyüklerinin mezarlarının yeri bilinmez. Bir süre önce Hazreti Muhammed'in annesine ait olduğu ileri sürülen bir mezar ortaya çıkarılmıştı. Ancak Suudi yönetimi bu mezarı da ortadan kaldırmış ve yerine otopark yapmıştı.
Atatürk'ün müdahalesi olmasa Suudiler, Mescidi Nebevi'nin hemen dibindeki Hazreti Muhammed'in mezarını da tamamen ortadan kaldıracaktı. Nitekim Hazreti Muhammed'le aynı yere defnedildikleri bilinen Sahabe'nin önde gelen isimlerinin mezar yerleri bugün dümdüzdür.
Nevzat Yalçıntaş'la sohbetimiz sırasında 'Bir gün Yaşar Nuri Öztürk Bey aradı. Benim bu anlattığımı duymuş, belgeye nasıl ulaşabileceğini sordu' dedi. Ben de 'Belgeyi bulmuş mu?' diye sorunca 'Onu bilemiyorum, ama galiba bir kitabına koymuş ben okuyamadım' dedi.
Bunun üzerine önceki gün Yaşar Nuri Öztürk'ü aradım. Öztürk, Yalçıntaş'ın anlattıklarını doğrulayarak, 'Ancak bunu henüz bir kitabıma koymadım. Araştırmayı aşağı yukarı tamamladım, Gazi Mustafa Kemal ve İslam isimli çok kap samlı bir kitap hazırlıyorum, bunun bitmesi üç yılı alır. Konu bu kitapta yer alacak' dedi.
Milletvekili olduğu sırada bu belgeye ulaşmak için çok çalıştığını söyleyen Öztürk, 'Belge Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde. Milletvekili sıfatımla bu arşivlerde çalışmak için bakan Ali Babacan'a başvurdum, ama bana izin vermedi' diye konuştu. Öztürk'e 'Peki hocam, böyle bir belgenin açıklanmasını neden istemiyorlar? ' diye sordum. Öztürk'ün cevabı çok ilginç oldu.
Şöyle dedi: 'Atatürk'ü din ve İslam dışı göstermek isteyenler elbette bu belgeden rahatsız olacaklardır. Bu nedenle dini siyasete alet edenler emperyalistlerle iş birliği bile yapabiliyor.Dincilerle İslamı reddedenler bu noktada birleşebiliyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
-
Che'nin Çantasından Çıkan NUTUK Küba Devrimi’nin öncülerinden ve Fidel Castro’nun yoldaşı Arjantinli devrimci doktor Che Guevara, 196...
-
CUMHURİYET GECEMİZ Burhan BURSALIOĞLU 2013 yaz sezonumuz anlamlı ve coşkulu bir gece ile noktalandı. Cumhuriyet’...