20 Ocak 2014 Pazartesi

A T A T Ü R K




KAR İZLERİ ÖRTMESİN
 
Burhan Bursalıoğlu
Değerli Okurlarım;  son yıllarda Ulu Atatürk ve sülalesi hakkında, yetkili, yetkisiz ağızlardan ,Türk Vatandaşına yakışmayacak saldırılar olmaktadır. Bu insanlar biraz kitap okumuş olsalardı  herhalde söylediklerinden utanırlardı.
Yakın zamanda bitirdiğim, ORHAN ÇEKİÇ' in yazdığı 1938 SON YIL adlı kitabından bazı kısımları Siz değerli okurlarla paylaşacağım.
İlk yazı kitabın sonundan alınmıştır.
İyi okumalar.

Selanik ilkokul öğretmenlerinden Kırmızı Hafız Ahmet Efendi’nin oğlu Ali Rıza Efendi ile, Sofuzade Feyzullah Ağa’nın kızı  Zübeyde’nin evliliğinden üç kız üç erkek çocuk  dünyaya gelir.

1871 yılındaki bu evlilik ilk meyvesini hemen bir yıl sonra vermiş, çocukluktan genç kızlığa henüz adımını atmış olan  Zübeyde, daha 15 yaşında iken anne oluvermişti.

Bebeğin adını Fatma koydular.

ZÜBEYDE  HANIM
Ali Rıza Efendi’nin kız tarafını bu evliliğe ikna edebilmesi hiç de kolay olmamıştır. Zübeyde’nin babası Feyzullah Ağa’nın birinci eşinden oğlu Hüseyin Ağa, bu evliliğin gerçekleşmesi için Zübeyde’nin annesi Ayşe Hanımı ikna etmede epeyi zorlanır. Ayşe Hanım Feyzullah Ağa’nın üçüncü eşidir. 
                                                                ALİ RIZA EFENDİ

Hüseyin Ağa  Selanik eşrafından Hacı Süleyman Ağa’nın Langaza’daki çiftliğinde kahya olarak çalışmaktadır. Ali Rıza Efendi’nin vakitsiz ölümü üzerine Zübeyde Hanımı’nın üç çocuğu ile birlikte bir süre kalacağı, küçük Mustafa ile Makbule’nin kargaları kovalayacakları çiftlik işte bu Rapla çiftliğidir. Hüseyin Ağa bu çiftliğin yöneticisidir.

Sonunda Hüseyn Ağa’nın da telkinleri ile Ayşe hanım yumuşar ve evlilik gerçekleşir. Zaten o günlerin adetleri gereği, evlilik gibi konularda kararı erkekler verir. O nedenle bu konuda Zübeyde’nin de görüşünün  alınmış olması beklenemez.

MAKBULE ATADAN
Yeni evliler, Selanik’te Ali Rıza Efendi’nin Yeni Kapı Mahallesindeki baba evine yerleşirler ve ilk çocukları Fatma işte bu  evde dünyaya gelir.( 1872 ) Bu esnada Ali Rıza Efendi Osmanlı Rumelisinin, o zamanki Yunanistan sınırında Olimpos Dağı eteklerinde, Çayağzı veya Papaz köprüsü denilen dağlık, ıssız bir yerde, gümrük memuru olarak çalışmaktadır.

Fatma’dan sonra birer yıl arayla iki erkek çocukları daha olur. Ahmet 1874 de, Ömer 1875 de doğar. Ömer’in  doğumuna henüz sevinemeden Fatma’nın veremden ölümüyle sarsılırlar. ( 1875 )

ATATÜRK-ÜLKÜ ve MAKBULE ATADAN
Ali Rıza Efendi’nin görev yaptığı gümrük kapısı  son derece tehlikeli bir sınır geçididir, dağlar Rum eşkiyası ile doludur. Eşkiya  bu gümrük kapısından geçen her şeyi haraca bağlamıştır. Rahat, huzur yoktur. Ali Rıza Efendi Gümrük idaresinden istifa edip Ailesini Selanik’e taşır ve kereste işine başlar ama başı eşkiya ile gene derttedir. Bir defasında eşkiya tarafından kaçırılır, hayatından ümit kesilir, önemli bir haraç ödeyerek ancak kurtulur. O korku dolu günlerin acısı da çocuk Mustafa’nın belleğinden hiç mi hiç silinmeyecek, oluşmakta olan karakterinde önemli rol  oynayacaktır.

Kereste ticareti sayesinde gelir düzeyi nispeten yükselen Ali Rıza Efendi, eşi Zübeyde, çocukları  Ahmet ve Ömer’le birlikte, Selanik’in Islahhane semtinin Ahmet Subaşı mahallesindeki üç katlı bir eve taşınır. Mustafa işte bu evde dünyaya gelir. ( İleride, 1908 de Mustafa Kemal Bey bu evi satın alacak, Balkan savaşından sonra Selanik kaybedilince Zübeyde Hanım ve Makbule İstanbul’a geldikleri için ev terk edilecek, Lozan Anlaşması  gereğince de mülkiyeti Yunan  hükümetine geçecektir. 1937 yılında Selanik Belediyesi bu evi Atatürk’e armağan edecektir. Ev bu gün müze haline getirilmiştir.)

ATATÜRK ve ÜLKÜ DUVARIN ÜSTÜNDE OTURUYORLAR
Ali Rıza Efendi çocukken beşiğini salladığı küçük kardeşi Mustafa’yı kazayla beşikten düşürüp ölümüne yol açmıştı.  Bunu hiç unutmadı. 1881 yılında bir oğlu daha doğunca, kardeşinin ismini oğluna verdi MUSTAFA.

Aile, Fatma’nın acısını Mustafa ile unutmaya çalışırken çok daha büyük bir acıyla sarsıldı. Ahmet ve Ömer 1883 yılında, tüm ülkede hüküm süren çiçek salgınına kurban gittiler. İki kardeşin aynı anda ölümü Ali Rıza Efendi’yi inanılmaz ölçüde sarstı. Şimdi Ailenin tüm ilgisi, küçük Mustafa’nın  üzerinde yoğunlaşmıştı ki 1885 yılında Makbule doğdu. Bu mutluluk da çok sürmedi. Ali Rıza Efendi 1888 yılında ölürken, Zübeyde Hanım  Naciye’ye hamile idi. Naciye 1889 yılında doğdu 1901 de öldü.

Eşinden kalan iki mecidiye gelirle ve üç küçük çocukla yaşam mücadelesi vermeye başlamıştı Zübeyde Hanım.  Bu neredeyse imkansızdı. Ağabeyi Hüseyin Ağa Zübeyde ve çocukları Langaza’daki Rapla çiftliğine götürdü.  İşte Küçük Mustafa ile Makbule’nin kargaları kovaladığı çiftlik bu çiftlikti.

Rapla Çiftliğinin korucusu Küçük Mustafa, duvar gazetesi çıkardığı için zindanlara atıldığında Mustafa Kemal Efendi; Trablus’ta, Derne ve Bingazi’de Bnb. Mustafa Kemal Bey; Çanakkale’de önce Yb. Sonra Alb. Mustafa Kemal Bey;  Filistin Cephesi’nde Mustafa Kemal Paşa; Ankara’da TBMM Başkanı Mustafa Kemal; Sakarya’da Gazi Mustafa Kemal Paşa; Dumlupınar’da Mareşal Mustafa Kemal ve nihayet Cumhurbaşkanı Atatürk olarak anıldı.

ÇANAKKALE ŞEHİTLER ANITI
1893 yılında Selanik Askeri Rüştiyesi’nde giydiği asker üniformasını, 1927 yılında ordudan emekli oluncaya kadar büyük bir onurla taşıdı.

Vatanını savunmak uğruna Trablus’tan Balkanlara; Çanakkale’den Kafkasya’ya; Filistin’den Suriye’ye; Sakarya’dan Dumlupınar’a kadar tüm cephelerde savaştı, hiç yenilmedi.

Dünya O’nu “DAHİ BİR ASKER” olarak tanıdı ama, asıl “Savaş, mutlak bir zaruret olmadıkça  cinayettir” sözüyle hatırladı.

O’nu, “bir savaş adamı olmaktan çok, bir barış adamı olarak” selamladı.

Birleşmiş Milletler’in kültür kolu olan UNESCO , 1981 yılının tüm dünyada “ATATÜRK YILI” olarak anılması kararını alırken, O’nun,

-          Emperyalizme karşı ilk kurtuluş savaşını veren ve bu mücadeleyi zafere ulaştıran bir komutan, bir ulusal kahraman;

-          Çöken bir imparatorluktan, halk egemenliğine dayalı, hukukun üstünlüğünü esas alan, çağdaş ve laik, demokratik bir Cumhuriyet çıkaran bir devlet kurucusu;

-          Tarihin ender kaydettiği bir devrimci;

-          Kendi yurdunda olduğu kadar tüm Dünya’da da barışı samimi olarak isteyen seçkin bir dünya yurttaşı olarak selamlıyor;

-          Böylece Atatürk, tüm dünya için “aydınlık geleceğin bir simgesi olarak” yıl  boyu saygıyla anılıyordu.

.'.........................'

1934 yılında, Çanakkale Şehitleri anısına yapılacak bir anıtın temel atma töreni için, İçişleri Bakan’ı Şükrü Kaya görevlendirilmişti. Hareketinden bir gün önce, Çankaya’da akşam yemeğinde idiler. Atatürk sordu:

Yarın sen gidiyorsun Çanakkale’ye Şükrü Bey, öyle değil mi?”

“Evet Paşam!”

“Orada  nasıl bir konuşma yapacaksın?”

Şükrü Bey şaşırmıştı. Kendini toparladı.

“Paşam” dedi, “ Yahya çavuş’ları, Seyit onbaşı’ları, Arıburnu’nu, Conk Bayırı’nı, Anafartalar’ı  anlatacağım… ‘Ben size ölmeyi emrediyorum…’  dediğiniz Kemal yeri’nden konuşacağım, 250 bin şehit, yaralı, sakat verdiğimiz, Mehmetçiğin o muhteşem zaferini anlatacağım, Sizi anlatacağım!...”

Sofrada soluk kesilmişti. Gözleri buğulanmıştı, belli ki o günlere gidivermişti:

“ Hayır , çocuk hayır” dedi. “ O günler çok gerilerde kaldı!... Sofra devam etsin.” Sonra sofradan kalktı, kütüphaneye gitti, bir saat sonra elinde bir metinle döndü. Bu metindeki dizeler, bugün Şili’den  Montreal’e, Havana’dan Budapeşte’ye kadar birçok  ülkedeki Atatürk anıtlarının kaidelerine olduğu gibi tüm dünya analarının yüreklerine de kazındı.

                Bu  memleketin toprakları üzerinde canlarını veren kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sessizlik içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçik’lerle yan yana , koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen anneler, gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim de  evlatlarımız olmuşlardır.”

Yüreği bu denli insan sevgisiyle dolu, gerçek bir yurtsever, gerçek bir kahraman, gerçek barış adamına bugün tüm dünyanın her zamankinden çok daha ihtiyacı var.

En çok da,  kendi yurdunun, kendi vatanının…

Oysa şu tabloya bakar mısınız?

Vatanı kurtarmak için yedi cephede savaştı, şimdi yetmiş cephenin saldırısı altında.

VENİZELOS ve ATATÜRK
 
Yunan bile bu kadar zalim,bu kadar acımasız, bu kadar haysiyetsiz saldırmamıştı. O’nun anasına, babasına, şerefine, haysiyetine, Yunan gavuru dediğimiz gavur bile bu kadar haince saldırmamıştı. Aksine, Yunan Başbakanı Venizelos, “Nobel Barış Ödülü ATATÜRK’E VERİLMELİDİR, ÇÜNKÜ…” diyerek resmen Nobel Akademisine  başvurmuştu.

O, “Adalet Mülkün Temelidir” demişti. Şimdi adliyelerden fotoğrafları depolara indiriliyor, memleketten heykelleri  kaldırılıyor. Çünkü Atatürkle hiçbir şekilde yüz yüze , göz göze  gelmeye cesaretleri yok.

“………………..”

O’nun yüzüne nasıl bakabilirler ki?

Fotoğraflarına, heykellerine saldırmalarının asıl nedeni budur.

YÜZLEŞMEYE CESARETLERİ YOKTUR.

ÜSTELİK CAHİLDİRLER. NASIL MI?

“Devlet başkanlarının fotoğraflarının bütün devlet  dairelerinde, kamu kuruluşlarında, okullarda, sınıflarda, dış temsilciliklerde, dışarıdan fark edilecek şekilde asılması gerektiği emrini verenin Sultan  II. Mahmut olduğunu” bilselerdi acaba ne yaparlardı, bilmiyorum.

ATATÜRK'ün BABA VE ANNE SOYU
Bildiğim şey, her yurtseverin Cumhuriyet’i ve kazanımlarını korumak ve kollamak üzere safları sıkıştırmaları, Kurtuluşta olduğu gibi, tek yürek, tek bilek, yepyeni bir Kuvayı Milliye ruhuyla yeniden ortaya çıkmaları gereğidir.

Bunu mutlaka başarmalıyız ki, aman ha…

KAR İZLERİ ÖRTMESİN.

 

 

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ