10 Ekim 2011 Pazartesi

EDEBİYAT


1
KİŞİSEL  GELİŞME, TOPLUMSAL  GELİŞ !!!

Sevgili  okuyucularım. Bugün size, yayına başlatacağım bir kitapcığın (Basılmamış)  tamamını tefrika halinde sunacağım. Her tefrika yayında 3 gün kalacaktır
Yazar, adının yazılmasını istemiyor. Aklınıza bir şey gelmesin. Kitapcıkta herhangi bir suç unsuru yok. Yazar konu hakkında yorum istemiyor, soru istemiyor, polemiğe girmek istemiyor. Onun için adının yazılmasını istemiyor.  "Fikirlerimi ister benimsesin, ister benimsemesin" diyor. " ben, kişisel ve toplumsal gelişmede, doğru olduğuna inandığım görüş ve düşüncelerimi söylüyorum." diyor.
Yazar, bakın, kendini ve kitabı neden yazdığını şu cümlelerle anlatırken, konuya da girmiş oluyor.

Burhan Bursalıoğlu

SEBEP 

"Kitaba veya uzun yazıya başlamadan önce şunu yazayım. Ben yazar değilim. Daha önce herhangi bir şey yazmışlığım da yok. En azından gazete yazarlarına yazdığım kendileri ve / veya günlük siyasi olaylarla ilgili eleştirilerden başka başka yayınlanmış bir şeyim yok. Gerçi bu gazetelere gönderdiklerimin sadece bir tanesi yayınlandı ama konumuz o değil zaten. Edebiyat ve sanatla da yakın uzak alakam yoktur. Karşı değilim. Ama anlamam da. Sırf elalem acık da olsun entel zannetsin diye sergiden konsere koşturup, katılan insanların yarısından fazlasının benden de cahil olduğu bir gösteriş yarışına gireceğime evimde otururum daha iyi. Güzel bir şey mi ? Hayır ! Da ben buyum hemşerim. Yukarıdaki satırları niye yazdım ? Aşağıda okuyacağın satırlarda anlatım bozuk, konu karışmış, cümleler depremden çıkmış gibi devrik, paragraflar yerli yersiz olabilir. Şimdiden kusura bakma. Ve iyisi mi sen bir önceki ile alakasını kuramadığın her paragrafı diğerinden bağımsız olarak oku. Gerçi okurken beni değil asıl kendini yargılayacaksın ama ben gene de söyleyeyim."

"Her şey, yani bu kitabı yazmama neden olan her şey aslında 2008 senesi yaz aylarında başladı. Daha doğrusu içimdekiler bu sezonda olan olaylar nedeniyle iyice tetiklendi. 2006 senesinin başlarından beri işlerdeki durgunluk beni felsefe, evren ve doğa, dünya işleri, insan ilişkileri daha doğrusu insan kötülükleri üzerine düşünmeye sevk etti. Asıl önemli olarak da başıma gelen küçücük bir olay etrafımda o ana kadar görmediğim, göremediğim bir sürü çarpıklığın tokat gibi suratıma çarpılmasına neden oldu. Her gün sekiz saatimi -o günlerde başımızda musallat olan ekonomik krizden ötürü biraz da boş olarak- geçirmeye başlamam nedeniyle de bu olaylar benim gözüme daha bir batmaya başlayınca, günlük hayattaki başka şeyler de acayip dokunmaya başladı. Yerlere çöp atan hödüklere laf atmaya başladım. Ters yönden gelenlerin hiç ama hiç taviz vermeden arabamla yollarını kesiyordum (gerçi bu işi taa 20 sene önce üniversite yıllarında da yapardım). Dayak yeme tehlikeleri atlattım. Tabii bu arada benim yaptığım bir hödüklüğü altı yaşında bir kız suratıma öyle bir çarptı ki… Park edecek yer yok diye şirketin önündeki kaldırıma park ederdim bazen. Bir gün o kız geldi.

-         --Bu araba senin mi?
diye sordu.

-       -Evet
dedim.

-         --Senin yüzünden yola iniyoruz, hayatımızı tehlikeye atıyoruz, bana bir şey olursa hoşuna gider mi ?
diye sordu… O gün bugün, uzun bir süre yürümemi gerektirse bile park edecek yer bulana kadar araba ile dolaşıyorum.

OKUMAYA BAŞLADIM 
            Ayrıca kendimi iyice kitap okumaya verdim. Özellikle siyasal, tarihsel ve bilimsel kitaplar okuyordum. Araya dini ve felsefi tuz biber ekince de, neredeyse her ferdinin menfaat uğruna, para uğruna, mevkii uğruna, şan uğruna, şöhret yoluna tüm ruhlarını bile sattığı bu tiyatro sahnesi dünyada yaşamaktan ve özellikle de bu insanlarla ilişkiye girmekten kaçar, hatta korkar oldum.

İçine düştüğüm durumla ilgili psikologlara danışmayı düşündüm. Hala ara sıra düşünüyorum. Ama hep şu nedenle vazgeçiyorum: “Gidecem de ne olacak? Oturtacak karşısına, kimsin, anan kim, baban kim, arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim, neden hoşlanırsın, neden böylesin, boş ver ,kendini düşün, sana ne de, bana ne de, sen birsin başkası sıfır unutma, vs. vs.” Ve tabii arkasından da acele faturasını kesecek. Ve basacak Prozac’ ı beyin şeylemesine uğratacak. E ben bu telkinleri kendime zırt pırt yapıyorum. Telkinle olsa olurdu anasını satayım ama olmuyor işte. Olsa, yani aklımız, beynimiz ve her şeyden önemlisi karakterimiz müsaade etse zaten çoktan o kadar karaktersiz olurduk. Beyin şeylemesine gelince de, papatya, melisa, kantaron ve daha başka yatıştırıcı uyuşturucu ot,  mot  alaraktan beynimi yeterince şey ediyorum zaten.

            Çünkü hayat denen bu tiyatroda kendime yer bulamadım. Sahnede olmayı kendime yediremiyordum. Çünkü eğer sahneye çıkacaksan, herkesin seyrettiği, tanıdığı bir şahsiyet olacaksan; rol yapman lazım. Başkası olacaksın. Ve orta oyunu oynanan o sahnede meydana gelen her olayda, karşına çıkan her farklı kişiye karşı farklı bir insan rolü oynaman gerekli. Hatta bundan kötüsü karşındaki artist de rol yapmakta olduğu için aynı adama karşı bile farklı roller takınmak zorundasın. Bu farklılık da olaya göre değişir.

Ama bir farkı var. Günde sekiz saat uyuduğumuzu varsayarsak, geri kalan tüm vakit bu sahnede geçiyor. Ve bu nedenle de her an çok ama çok dikkatli olman gerekli. Karşındaki artistin ne zaman hangi olayda, kime karşı hangi rolü takındığını da kafanda tutman lazım ki, yarın öbür gün o yavşak (en az senin kadar) sana karşı dalavere çevirmeden önce onun bu oyununu önceden anlayabilesin. Veya hangi davranışların rol, hangilerinin gerçek olduğunu anlayabilesin. Bununla birlikte sen de az yavşak olmadığın için senin bu adama karşı farklı durumlarda çevirdiğin farklı entrikaları da hafızaya atacaksın ki; aynı adamla benzer olayları yaşadığın zaman bir önceki rolünle tutarlı olasın. Aslında en güzeli, kimin senin ne söyleyip düşündüğünü kesinlikle ama kesinlikle kafana takmayacak karakter(sizliğ)e sahipsen canın ne zaman ne ne isterse onu yapacaksın.

            Seyirci olmak ise bambaşka bir dert ! Alık olacaksın. Kendini bile düşünemeyecek kadar mal değneği olacaksın. Böyle olacaksın ki sahnedeki yavşakların senin onları gerçek zannetmen için yaptıkları cümle maymunluğu komedi; itliği, piçliği üstün zeka belirtisi veya daha kötüsü iyilik; numarayı da gerçek sanasın. Emmeye de geleceksin gömmeye de. Mürşid (sahnedekiler) elinde mürid olarak gassal elinde meyit gibi olacaksın ki onlar orana burana pamuk teperken bile sesin çıkmasın. Onların senden her zaman her yerde söyledikleri

-         Meyve veren ağaç taşlanır

veya

-         Tabak sevdiği deriyi yerden yere vurur

sözleri ile avunacaksın. Hatta onlar seni SEVDİKLERİ İÇİN DEĞİL senin meyvelerini toplayıp satabilmek için taşlarken veya seni daha iyi fiyata satabilmek için yerden yere vururken kendini bir  b…  zannedeceksin. Aklına kesinlikle:

-          Ulan bu yavşak beni seviyorsa neden yere vuruyor ki ? Alsın duvarına assın. Niye beni taşlıyor ki, meyve yere düşünce alsın yesin

gibi düşünceler getirmeyeceksin. Evrenin farkında olmayacaksın. Öyle olacaksın ki etrafta dönen hiçbir şey anlamadığın için seni mutsuz edemesin.

Bu da yatmıyordu kafama, karakterime.

Çünkü son zamanlarda okuduğum kitaplardan öğrendiğim en güzel sözdü Sokrat’ a (Socrates) ait olduğu söylenen

-         Sorgulanmayan hayat yaşanmaya değmez !

sözü.

Veya Bekir Coşkun Ağabey’ in değimiyle “Göbeğini Kaşıyan Adam” olmak benim harcım değildi.

            Yavaş yavaş beynimde yer etmeye başlamıştı “Neden tarihin ilk çağlarından beri birçok filozofun neden yalnız takılmayı tercih ettikleri. Ulan ne yapsak da kafayı yemeden idare etsek diye” tırmalayıp dururken bir gün şirkette çalışan arkadaşlardan birinin evde yer kaplıyor diye şirkete getirdiği kişisel gelişim kitapları gördüm rafın birinde…

İnsanları etkileme sanatı…
Dost edinme sanatı…
İş yerinde stresi önleme sanatı…
Egoist Olma sanatı…

Aldım cümlesini. Okumaya başladım. İlk başlarda ne güzel şeyler anlatıyorlardı.

Hayattan bir sürü örnek. Şunu yaptım şöyle oldu, bunu yaptım böyle oldu, artık şununla şöyle iyi geçiniyorum, bununla böyle iyi ahbap oldum şeklinde. Zengin oldum. Bok gibi para kazandım. Çok mutluyum. Hafifledim. Gevşedim. Jöle kıvamına geldim.

            Amaaaa….. Kitaplardan birini okuduğum bir gündü. Yazar geçmiş bir anısını anlatıyor. Firmasının ürettiği motoru; alıcı firma çok ısınması nedeniyle almaktan vazgeçmiş. Üretilen motor standartların üzerinde ısınıyormuş. Standarda göre o motorun sıcaklığı çalıştığı ortamın sıcaklığının en fazla 75 Fahrenayt üzerinde olabilirmiş. Satış yapacağı fabrikanın imalat müdürü

-         Elimizi bile süremiyoruz

demiş. Yazar da

-         E 72 Fahrenhayt olan bir odada, odadan 75 Fahrenhayt daha sıcak olan bir motora tabii ki elini süremezsiniz.

demiş ve bu şahsiyeti ikna etmiş.

            Bu satırları okuduğumda soldan mı kalkmıştım neydim hatırlamıyorum. Veya demek ki belki de okuduklarıma bilinçaltım daha fazla dayanamamıştı. Ama okuduğum bu olayın hemen arkasından beynimin derinlerinden bir ses

-         Öncelikle senin bu lafına inanan ve imalat müdürü olacak mühendisin mühendisliğine verteyim
dedi. Sonra da devam etti:

-         O mevkiye nasıl geldiği belli olmayan o dallamayı İKNA ETMEK adı altında KANDIRACAĞINA fabrikana dönüp patronu ve tasarımcıları standartlara uygun olarak, motorun çalışma ortamının sıcaklığı ne olursa olsun, bu sıcaklığın 75 Fahrenhayttan daha fazla üzerine çıkmayacak şekilde üretilmesi konusunda ikna etmeye çalışsaydın ve hatta bu konunun savaşını verseydin ya… Büzüğün sıkıyorsa tabii ki !!! Belki motoru satamayacaktın ama sahtekar firmanın bundan sonra adam gibi motor üretmesini sağlardın.

DEVAM EDECEK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ