19 Ağustos 2013 Pazartesi

ŞİİR DÜNYAMIZIN DEĞERLERİ - 10 -



NAZIM  HİKMET  RAN  ve  MUNİS FAİK OZANSOY




NAZIM  HİKMET

Nâzım Hikmet Ran (15 Ocak 1902 – 3 Haziran 1963), daha çok Nâzım Hikmet olarak bilinen Türk şair, oyun yazarı, romancı, anı yazarı. "Romantik komünist" ve "romantik devrimci" olarak tanımlanır. Siyasi inançları yüzünden defalarca tutuklanmış ve yetişkin yaşamının büyük bölümünü hapiste ya da sürgünde geçirmiştir. Şiirleri elliden fazla dile çevrilmiş ve eserleri birçok ödül almıştır.

Yasaklı olduğu yıllarda Orhan Selim, Ahmet Oğuz, Mümtaz Osman ve Ercüment Er adlarını da kullanmıştır. İt Ürür Kervan Yürür kitabı Orhan Selim imzasıyla çıkmıştır  Türkiye'de serbest nazımın ilk uygulayıcısı ve çağdaş Türk şiirinin en önemli isimlerindendir. Uluslararası bir üne ulaşmıştır ve dünyada 20. yüzyılın en büyük şairleri arasında gösterilmektedir.

Şiirleri yasaklanan ve yaşamı boyunca yazdıkları yüzünden 11 ayrı davadan yargılanan Nâzım Hikmet, İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın süre yattı. 1951 yılında Türk vatandaşlığından çıkarıldı, 5 Ocak 2009 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile yeniden Türk vatandaşlığına alındı. Türkiye'de, ölümünden iki yıl sonra 1965'te şiirleriyle yeniden önem kazandı. Mezarı Moskova'da bulunmaktadır.

Ben bir insan,
ben bir Türk şairi Nazım Hikmet
ben tepeden tırnağa insan
tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret...

Ben hem kendimden bahseden şiirler yazmak istiyorum,
hem bir tek insana, hem milyonlara seslenen şiirler.

 

Hem bir tek elmadan, hem süpürülen topraktan, hem
zindandan dönen insan ruhundan, hem kitlelerin
daha güzel günler için savaşından, hem bir tek
insanın sevda kederlerinden bahseden şiirler yazmak
istiyorum, hem ölüm korkusundan, hem ölümden korkmamaktan
bahseden şiirler yazmak istiyorum.

 
 
 
 
 FOTOĞRAFYA…

Karşımdasın işte…
Bana bakmasan da oradasın, görüyorum seni.
Ah benim sevdasında bencil, yüreğinde sağlam sevdiğim.
Kalbime gömdüm sözlerimi, ceset torbası oldu yüreğim.
Tıkandığım o an, elimi nereye koyacağımı şaşırdığım o an işte,
aklımdan o kadar çok şey geçti ki takip edemedim.
Ellerim boşlukta, ben darda kaldım.
Ellerim buz gibi, ben harda kaldım.
Bir senfoni vardı kulağımda çalınan, bitti artık hepsi…
Köşeme çekildim, hani hep kaldığım köşeme.
Bakış açım belli oldu yine.

Geride kalan, ardından bakar gidenlerin.
Bir meltem olacak rüzgarım dahi kalmadı benim.
Dağlara çarptım her esişimde.
Yollara küfrettim her gidişinde.
Demiştim sana hatırlarsan:
“Önemli olan ‘zamana bırakmak’ değil, ‘zamanla bırakmamak’tır…”
Şimdi bana, geçen o zamanın Unutulmaz sancısı kalır.
Gittiğim eğer bensem, söyle bana kimden gittim?
Sende yoktum zaten ben, ben yine bende bittim…

YAŞAMAYA DAİR

Yaşamak şakaya gelmez

büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın

bir sincap gibi mesela,yani, yaşamanın dışında ve ötesinde

hiçbir şey beklemeden,

yani bütün işin gücün yaşamak olacak.

Yaşamayı ciddiye alacaksın,

yani o derecede, öylesine ki,

mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,

yahut kocaman gözlüklerin,beyaz gömleğinle bir laboratuvarda

insanlar için ölebileceksin,

hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,

hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,

hem de en güzel en gerçek şeyin

yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,

hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,

ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,

yaşamak yanı ağır bastığından.

Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,

yani, beyaz masadan,bir daha kalkmamak ihtimali de var.

Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini

biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,

hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,

yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğizen son ajans haberlerini.

Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için,

diyelim ki, cephedeyiz.

Daha orda ilk hücumda, daha o günyüzü

koyun kapaklanıp ölmek de mümkün.

Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,

fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz

belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.

Diyelim ki hapisteyiz,yaşımız da elliye yakın,

daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.

Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,

insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla

yani, duvarın ardındaki dışarıyla.

Yani, nasıl ve nerede olursak olalım

hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak…

19483

Bu dünya soğuyacak,yıldızların arasında bir yıldız,

hem de en ufacıklarından,

mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,

yani bu koskocaman dünyamız.

Bu dünya soğuyacak günün birinde,

hatta bir buz yığınıyahut ölü bir bulut gibi de değil,

boş bir ceviz gibi yuvarlanacak

zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.

Şimdiden çekilecek acısı bunun,

duyulacak mahzunluğu şimdiden.

Böylesine sevilecek bu dünya”Yaşadım” diyebilmen için…

    ****

 
 
Munis Faik Ozansoy

Munis Faik Ozansoy,  22 Mart 1911 Midilli’de doğdu. Türk bürokrat, şair ve yazar.

Faik Ali Ozansoy'un oğludur. Faik Ali Ozansoy'un Midilli Mutasarrıflığı döneminde 22.Mart. 1911 de, Midilli adasında doğdu. Yine şair ve yazar Süleyman Nazif'in yeğenidir. Galatasaray Lisesi'ni ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği, Başbakanlık Müsteşarlığı, Paris'te UNESCO Daimi Temsilciliği görevlerinde bulundu.

Aynı zamanda Cumhuriyet dönemi şair ve yazarlarındandır. İlk şiiri 1930 yılında henüz lise öğrencisiyken çıktı. Yazdığı şiirleri Şark, Çığır, Millet, Bayrak, Hisar dergilerinde bastırdı. Hisar dergisi çevresi-ne girerek burada başyazılar yazdı. Bir duygu şairi olarak, Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar'daki şiir zevkini yakalamaya çalıştı. Ankara Sanat Severler Derneğinde etkin bir üye oldu.

Eğitim ve sanat çevrelerine önemli katkılarda bulundu. Vefatından sonra İstanbul, Küçükçekmece'de bir okula adı verildi. 1975 yılında vefat etti.

Yollarda

Gönlümde daima yeni bir yol hazırlığı,
Her lâhza başka beldelerin iştiyâkı var;
Yıldızların, ayın bile hasretle baktığı
Çöller, denizler engin ufuklar ve yaylalar...

Bir sevginin hayalini takip eder gibi,
Çok kerre bir melâl ile baktım ufuklara;
Bazan coşup da, bağrı yanık derbeder gibi
Çılgınca bir karar ile aktım ufuklara.

Aştım dumanlı dağları engin denizleri,
Cennet misali yurdumu gezdim adım adım;
Aşık çoban çocuklarının saz benizleri
Mahzun yavuklular... Sizi gördüm ve ağladım.

Yollarda anladım neye inler kaval sesi,
Rüzgâr niçin susar, neden ıssız bu yaylalar?
Hepsinde bir garipliğin üzgün düşüncesi,
Hepsinde ayrılıkları söyler terâne var.

Sordum dumanlı Akdeniz'in dalgın ufkuna
- Kalyonlu, dev kadırgalı sergerdeler hani?
Daldın, güzel deniz, yeni rüyalı uykuna,
Turgut Reis'le, Barbaros'un nerdeler hani?

Her yerde ırkımın izi, her yerde geçmişim,
Her yerde ceddimin bana bir ders olan sesi;
Toprakta, dalgalarda ve mermerde geçmişim,
Her yerde Türklüğün o büyük ruhu, gölgesi.

Durmaz eser başımda Uzunyayla rüzgârı,
Her an tüter gözümde o hasretli Erzurum,
Kars'ın melâli, Erciyes'in bitmeyen karı.
Billûr o çeşmeler ki su içtim yudum yudum.

Dört mevsimin de zevkini yollarda tatmalı,
Koplar'da kar, İçel'de bunaltan sıcak nedir?
Çöllerde bir yudum su, yeşil bir ağaç dalı,
Bozkırlar ortasında tüten bir ocak nedir?

Tarsus'ta bir şubat sonu gül, fulya koklamak,
Coşkun çağıltılarla akan bir köpüklü su...
Bir çardağın serinliği altında bir hamak,
İzmir'de sonbahar günü, bir öğle uykusu.

Abdest alıp çınarlı şadırvanda bir sabah;
Kılmak Yeşil'de vecd ile Bayram namazını;
İslama anlatırken ezan nerdedir felah,
Duymak içimde Tanrı'ya bağlanmak hazzını.

Ruhum zamana sığmadı, eb'ada sığmadı,
Her lâhza başka bir yer için coştu hasretim
Hâlâ içimde yolculuğun sevdiğim tadı.
Hâlâ uzak diyarlara çılgınca hasretim...
 
 
 
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ