KAR İZLERİ ÖRTMESİN
Burhan Bursalıoğlu
Değerli Okurlarım; son yıllarda Ulu Atatürk ve sülalesi hakkında, yetkili, yetkisiz ağızlardan ,Türk Vatandaşına yakışmayacak saldırılar olmaktadır. Bu insanlar biraz kitap okumuş olsalardı herhalde söylediklerinden utanırlardı.Yakın zamanda bitirdiğim, ORHAN ÇEKİÇ' in yazdığı 1938 SON YIL adlı kitabından bazı kısımları Siz değerli okurlarla paylaşacağım.
İlk yazı kitabın sonundan alınmıştır.
İyi okumalar.
Selanik ilkokul öğretmenlerinden Kırmızı Hafız Ahmet Efendi’nin oğlu Ali Rıza Efendi ile,
Sofuzade Feyzullah Ağa’nın kızı Zübeyde’nin evliliğinden üç kız üç
erkek çocuk dünyaya gelir.
1871 yılındaki bu evlilik ilk meyvesini hemen bir yıl sonra
vermiş, çocukluktan genç kızlığa henüz adımını atmış olan Zübeyde,
daha 15 yaşında iken anne oluvermişti.
Bebeğin adını Fatma
koydular.
ZÜBEYDE HANIM
Ali Rıza Efendi’nin
kız tarafını bu evliliğe ikna edebilmesi hiç de kolay olmamıştır. Zübeyde’nin babası Feyzullah Ağa’nın birinci eşinden oğlu Hüseyin Ağa, bu evliliğin gerçekleşmesi için Zübeyde’nin annesi Ayşe
Hanımı ikna etmede epeyi zorlanır. Ayşe
Hanım Feyzullah Ağa’nın üçüncü eşidir.
ALİ RIZA EFENDİ
Hüseyin Ağa Selanik eşrafından Hacı Süleyman Ağa’nın Langaza’daki
çiftliğinde kahya olarak çalışmaktadır. Ali
Rıza Efendi’nin vakitsiz ölümü üzerine Zübeyde
Hanımı’nın üç çocuğu ile birlikte bir süre kalacağı, küçük Mustafa ile Makbule’nin kargaları kovalayacakları çiftlik
işte bu Rapla çiftliğidir. Hüseyin Ağa bu çiftliğin yöneticisidir.
Sonunda Hüseyn Ağa’nın
da telkinleri ile Ayşe hanım yumuşar
ve evlilik gerçekleşir. Zaten o günlerin adetleri gereği, evlilik gibi
konularda kararı erkekler verir. O nedenle bu konuda Zübeyde’nin de görüşünün
alınmış olması beklenemez.
MAKBULE ATADAN
Yeni evliler, Selanik’te
Ali Rıza Efendi’nin Yeni Kapı Mahallesindeki baba evine yerleşirler ve ilk
çocukları Fatma işte bu evde dünyaya gelir.( 1872 ) Bu esnada Ali Rıza Efendi Osmanlı Rumelisinin, o
zamanki Yunanistan sınırında Olimpos Dağı eteklerinde, Çayağzı veya Papaz
köprüsü denilen dağlık, ıssız bir yerde, gümrük memuru olarak çalışmaktadır.
Fatma’dan sonra
birer yıl arayla iki erkek çocukları daha olur. Ahmet 1874 de, Ömer 1875 de doğar. Ömer’in doğumuna henüz
sevinemeden Fatma’nın veremden
ölümüyle sarsılırlar. ( 1875 )
ATATÜRK-ÜLKÜ ve MAKBULE ATADAN
Ali Rıza Efendi’nin
görev yaptığı gümrük kapısı son derece
tehlikeli bir sınır geçididir, dağlar Rum eşkiyası ile doludur. Eşkiya bu gümrük kapısından geçen her şeyi haraca
bağlamıştır. Rahat, huzur yoktur. Ali
Rıza Efendi Gümrük idaresinden istifa edip Ailesini Selanik’e taşır ve
kereste işine başlar ama başı eşkiya ile gene derttedir. Bir defasında eşkiya
tarafından kaçırılır, hayatından ümit kesilir, önemli bir haraç ödeyerek ancak
kurtulur. O korku dolu günlerin acısı da çocuk
Mustafa’nın belleğinden hiç mi hiç silinmeyecek, oluşmakta olan
karakterinde önemli rol oynayacaktır.
Kereste ticareti sayesinde gelir düzeyi nispeten yükselen Ali Rıza Efendi, eşi Zübeyde, çocukları Ahmet
ve Ömer’le birlikte, Selanik’in Islahhane semtinin Ahmet Subaşı
mahallesindeki üç katlı bir eve taşınır.
Mustafa işte bu evde dünyaya gelir. ( İleride, 1908 de Mustafa Kemal Bey bu evi
satın alacak, Balkan savaşından sonra Selanik kaybedilince Zübeyde Hanım ve
Makbule İstanbul’a geldikleri için ev terk edilecek, Lozan Anlaşması gereğince de mülkiyeti Yunan hükümetine geçecektir. 1937 yılında Selanik
Belediyesi bu evi Atatürk’e armağan edecektir. Ev bu gün müze haline
getirilmiştir.)
ATATÜRK ve ÜLKÜ DUVARIN ÜSTÜNDE OTURUYORLAR
Ali Rıza Efendi çocukken
beşiğini salladığı küçük kardeşi Mustafa’yı
kazayla beşikten düşürüp ölümüne yol açmıştı.
Bunu hiç unutmadı. 1881 yılında bir oğlu daha doğunca, kardeşinin ismini
oğluna verdi MUSTAFA.
Aile, Fatma’nın
acısını Mustafa ile unutmaya
çalışırken çok daha büyük bir acıyla sarsıldı. Ahmet ve Ömer 1883
yılında, tüm ülkede hüküm süren çiçek salgınına kurban gittiler. İki kardeşin
aynı anda ölümü Ali Rıza Efendi’yi
inanılmaz ölçüde sarstı. Şimdi Ailenin tüm ilgisi, küçük Mustafa’nın üzerinde
yoğunlaşmıştı ki 1885 yılında Makbule
doğdu. Bu mutluluk da çok sürmedi. Ali
Rıza Efendi 1888 yılında ölürken, Zübeyde
Hanım Naciye’ye hamile idi. Naciye 1889 yılında doğdu 1901 de öldü.
Eşinden kalan iki mecidiye gelirle ve üç küçük çocukla yaşam
mücadelesi vermeye başlamıştı Zübeyde
Hanım. Bu neredeyse imkansızdı.
Ağabeyi Hüseyin Ağa Zübeyde ve çocukları Langaza’daki Rapla çiftliğine
götürdü. İşte Küçük Mustafa ile Makbule’nin kargaları kovaladığı çiftlik bu çiftlikti.
Rapla Çiftliğinin
korucusu Küçük Mustafa, duvar gazetesi çıkardığı için zindanlara atıldığında
Mustafa Kemal Efendi; Trablus’ta, Derne ve Bingazi’de Bnb. Mustafa Kemal Bey;
Çanakkale’de önce Yb. Sonra Alb. Mustafa Kemal Bey; Filistin Cephesi’nde Mustafa Kemal Paşa;
Ankara’da TBMM Başkanı Mustafa Kemal; Sakarya’da Gazi Mustafa Kemal Paşa;
Dumlupınar’da Mareşal Mustafa Kemal ve nihayet Cumhurbaşkanı Atatürk olarak
anıldı.
ÇANAKKALE ŞEHİTLER ANITI
1893 yılında Selanik Askeri Rüştiyesi’nde giydiği asker
üniformasını, 1927 yılında ordudan emekli oluncaya kadar büyük bir onurla
taşıdı.
Vatanını savunmak uğruna Trablus’tan Balkanlara;
Çanakkale’den Kafkasya’ya; Filistin’den Suriye’ye; Sakarya’dan Dumlupınar’a
kadar tüm cephelerde savaştı, hiç yenilmedi.
Dünya O’nu “DAHİ BİR
ASKER” olarak tanıdı ama, asıl “Savaş, mutlak bir zaruret olmadıkça
cinayettir” sözüyle hatırladı.
O’nu, “bir savaş adamı olmaktan çok, bir barış adamı olarak”
selamladı.
Birleşmiş Milletler’in kültür kolu olan UNESCO , 1981
yılının tüm dünyada “ATATÜRK YILI” olarak anılması kararını alırken, O’nun,
-
Emperyalizme karşı ilk kurtuluş savaşını veren ve bu mücadeleyi zafere
ulaştıran bir komutan, bir ulusal kahraman;
-
Çöken bir imparatorluktan, halk egemenliğine dayalı, hukukun üstünlüğünü
esas alan, çağdaş ve laik, demokratik bir Cumhuriyet çıkaran bir devlet
kurucusu;
-
Tarihin ender kaydettiği bir devrimci;
-
Kendi yurdunda olduğu kadar tüm Dünya’da da barışı samimi olarak isteyen
seçkin bir dünya yurttaşı olarak selamlıyor;
-
Böylece Atatürk, tüm dünya için “aydınlık geleceğin bir simgesi olarak”
yıl boyu saygıyla anılıyordu.
.'.........................'
1934 yılında, Çanakkale Şehitleri anısına yapılacak bir
anıtın temel atma töreni için, İçişleri Bakan’ı Şükrü Kaya görevlendirilmişti. Hareketinden bir gün önce,
Çankaya’da akşam yemeğinde idiler. Atatürk sordu:
“Yarın sen gidiyorsun
Çanakkale’ye Şükrü Bey, öyle değil mi?”
“Evet Paşam!”
“Orada nasıl bir konuşma yapacaksın?”
Şükrü Bey
şaşırmıştı. Kendini toparladı.
“Paşam” dedi, “ Yahya
çavuş’ları, Seyit onbaşı’ları, Arıburnu’nu, Conk Bayırı’nı, Anafartalar’ı anlatacağım… ‘Ben size ölmeyi
emrediyorum…’ dediğiniz Kemal yeri’nden
konuşacağım, 250 bin şehit, yaralı, sakat verdiğimiz, Mehmetçiğin o muhteşem
zaferini anlatacağım, Sizi anlatacağım!...”
Sofrada soluk kesilmişti. Gözleri buğulanmıştı, belli ki o
günlere gidivermişti:
“ Hayır , çocuk hayır”
dedi. “ O günler çok gerilerde kaldı!... Sofra devam etsin.”
Sonra sofradan kalktı, kütüphaneye gitti, bir saat sonra elinde bir metinle
döndü. Bu metindeki dizeler, bugün Şili’den
Montreal’e, Havana’dan Budapeşte’ye kadar birçok ülkedeki Atatürk anıtlarının kaidelerine
olduğu gibi tüm dünya analarının yüreklerine de kazındı.
“Bu
memleketin toprakları üzerinde canlarını veren kahramanlar! Burada bir
dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sessizlik içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçik’lerle
yan yana , koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen
anneler, gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur
içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını
verdikten sonra artık bizim de
evlatlarımız olmuşlardır.”
Yüreği bu denli insan sevgisiyle dolu, gerçek bir yurtsever,
gerçek bir kahraman, gerçek barış adamına bugün tüm dünyanın her zamankinden
çok daha ihtiyacı var.
En çok da, kendi
yurdunun, kendi vatanının…
Oysa şu tabloya bakar mısınız?
Vatanı kurtarmak için yedi cephede savaştı, şimdi yetmiş
cephenin saldırısı altında.
VENİZELOS ve ATATÜRK
Yunan bile bu kadar zalim,bu kadar acımasız, bu kadar
haysiyetsiz saldırmamıştı. O’nun anasına, babasına, şerefine, haysiyetine,
Yunan gavuru dediğimiz gavur bile bu kadar haince saldırmamıştı. Aksine, Yunan
Başbakanı Venizelos, “Nobel Barış Ödülü ATATÜRK’E VERİLMELİDİR, ÇÜNKÜ…” diyerek
resmen Nobel Akademisine başvurmuştu.
O, “Adalet Mülkün Temelidir” demişti.
Şimdi adliyelerden fotoğrafları depolara indiriliyor, memleketten heykelleri kaldırılıyor. Çünkü Atatürkle hiçbir şekilde yüz yüze , göz göze gelmeye cesaretleri yok.
“………………..”
O’nun yüzüne nasıl bakabilirler ki?
Fotoğraflarına, heykellerine saldırmalarının asıl nedeni
budur.
YÜZLEŞMEYE
CESARETLERİ YOKTUR.
ÜSTELİK CAHİLDİRLER.
NASIL MI?
“Devlet başkanlarının
fotoğraflarının bütün devlet
dairelerinde, kamu kuruluşlarında, okullarda, sınıflarda, dış
temsilciliklerde, dışarıdan fark edilecek şekilde asılması gerektiği emrini
verenin Sultan II. Mahmut olduğunu”
bilselerdi acaba ne yaparlardı, bilmiyorum.
ATATÜRK'ün BABA VE ANNE SOYU
Bildiğim şey, her
yurtseverin Cumhuriyet’i ve kazanımlarını korumak ve kollamak üzere safları
sıkıştırmaları, Kurtuluşta olduğu gibi, tek yürek, tek bilek, yepyeni bir
Kuvayı Milliye ruhuyla yeniden ortaya çıkmaları gereğidir.
Bunu mutlaka
başarmalıyız ki, aman ha…
KAR İZLERİ ÖRTMESİN.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder