22 Haziran 2010 Salı

YARDIM SEVENLERE

 ÇOK  ACİL

Değerli arkadaşlarım, çok sevdiğimiz ve yakınımız olan hasmızla ilgili gelişmeleri üstlenen oğlum Kubilay'ın mesajı aşağıdadır.


Gereken ilgiyi göstereceğinizden emin olarak, şimdiden teşekkürlerimi sunuyorum.

Burhan Bursalıoğlu

TEL; 0252 391 79 50 - 0534 899 62 62




Kas hastası (DUŞEN) olan çok yakınımız, şu anda Haydarpaşa numune hastanesinde yoğun bakımda yatmaktadır . Yaşı 19 olduğu için babasının sigortasından yararlanamamaktadır.Yararlanabilmesi için heyet raporu alınması gerektiğinden müracatı yapılmış olup Eylül ayına gün verilmiştir. Hastamız bundan sonraki yaşamını solunum cihazıyla sürdürecektir. Hastaneden çıkması ve evinde hazırlanacak steril hasta odası gereçleri (solunum cihazı elektrik kesintisine karşı güç kaynağı hastane karyolası havalı yatak) alımı için, yardıma ihtiyaç vardır.


Solunum cihazı uyum sağlama süreci olduğundan temin edilip hastamızın kullanımına sunulmuş olup henüz ücreti ödenmemiştir. Cihaz 6000 tl civarındadır. Eğer uyum sağlanmazsa ki, inşallah buna gerek kalmaz bir üst modeli denenecek olup ücreti 13000 tl imiş. Hastane ücetide bugün itibarıyle 6000 tl civarındadır.


Ailesinin, bu yüksek rakamları karşılayacak durumda olmadığını ifadeile, hastamızın evinde, sevdikleriyle birlikte olmasının sağlanmasını , imkanlarınız nispetinde rica ediyorum.


Hasta hakkında, edinmek istediğiniz bilgileri, aşağıdaki telefon, iş yeri, ve mail adreslerinden öğrenebilirsiniz.






Hesap Numarası


Kubilay Bursalıoğlu


İş bank 1008  Beşiktaş Şubesi.....255 22 11


Kubilay BURSALIOĞLU


Doru İletişim  İdari İşler Amiri




Tel::    +90 212 326 92 00 /243


Fax::   +90 212 227 28 11


E-mail::   kubi@doruk.net.tr


Adres:   Dikilitaş Mah. Eren Sok. No:26 Beşiktas 34349 İstanbul


www.doruk.net.tr

21 Haziran 2010 Pazartesi

YAKIN TARİHİMİZ



Balkan Savaşları Birinci Balkan Savaşı Osmanlı Devletinin Balkanlar’daki dört devlete karşı yaptığı savaşlar.




Balkan Savaşları

Osmanlı Devletinin Balkanlar’daki dört devlete karşı yaptığı savaşlar.

Birinci Balkan Savaşı

1789 Fransız İhtilâlinin dünyaya yaydığı milliyetçilik akımı neticesinde, imparatorluklar dahilinde bulunan milletler, bağımsızlık için harekete geçmişler ve bazı devletlerin destek ve yardımları ile ayaklanmışlardı. Osmanlı tarihinde 19. yüzyıl, bu tür ayaklanmalar dönemidir. Balkan Yarımadasında çok çeşitli milletler yaşadığı için, milliyetçi ayaklanmalar, en fazla burada görüldü.


Balkanlarda çıkan ayaklanmaları, daha çok 17. yüzyılda gelişmeye başlayan ve en büyük gayesi, Baltık Denizine ve özellikle Akdeniz’e çıkmak olan Rusya kışkırtıyordu. Akdeniz’e inmek için önce Karadeniz’i, sonra İstanbul ve Çanakkale boğazlarını ele geçirmesi gerekiyordu. İşte Rusya, bu gayeye ulaşmak için her yola başvurmaktan geri kalmamıştır. Bu yollardan biri de ırk ve din bakımından akraba olduğu Balkan prensliklerini alet olarak kullanıp, bu genç devletleri Osmanlı Devleti’nin varlığını sona erdirmeleri için kışkırtmaktı. Osmanlılar, Trablusgarp’ta savaşırlarken, Sırbistan’ın başkenti Belgrat’taki Rus elçisi harekete geçerek, Balkanlarda Osmanlı Devletinin elinde kalan son toprak parçalarının Sırbistan ile Bulgaristan arasında paylaşılması için teşebbüste bulundu. Buna karşılık Sırbistan, Bulgaristan’ı bir tarafa iterek kendi menfaatlerini temin için Babıali ile anlaşmaya uğraşıyordu. Balkan devletleri arasındaki menfaat çatışmalarından gafil olan zamanın İttihat ve Terakki hükümeti, Sırbistan’ın bu çok müsait teşebbüslerine aldırış bile etmedi. Üstelik, İkinci Abdülhamid Han’ın Balkan ülkelerinin birleşmesini önlemek için tahrik ettiği kilise ihtilafı, çıkarılan ittihad-ı anasır kanunuyla halledildi. Bu durum ise, Bulgaristan ve Yunanistan’ın arasındaki ihtilafı çözdüğü için, şimdi her ikisi için de ortak düşman, Osmanlı Devleti olmuştu. Neticede kısa bir müddet için önce Sırbistan ve Bulgaristan arasında kurulan ittifaka Karadağ ve Yunanistan da katıldı. Böylece Balkanlarda Osmanlı Devletine karşı harekete geçme hazırlıkları tamamlanmış oldu.
Bu sırada Türk ordusu subayları iki partiye ayrılmış durumdaydı. Hükümet ise, Rusların Balkanlarda savaşa müsaade etmeyeceği hususundaki yalan teminatına inanmıştı. Nitekim Sofya elçiliğinden hariciye nazırı olan Asım Bey, 15 Temmuz’da, Meclis-i Mebusan’da; “Balkanlardan imanım kadar eminim!” tarihi cümlesini ihtiva eden bir nutuk söyleyerek, harp ihtimalinin bulunmadığını iddia etmişti. Ayrıca Asım Beyin yerine gelen yeni Hariciye Nazırı Ermeni Gabriel Noradingiyan da Rusya’nın teminatının kesin olduğunu hükümete bildirmişti. Bu inandırıcı teminatlar neticesinde Rumeli’ndeki en iyi 120 tabur asker terhis edilmişti.


Balkan devletleri ittifaktan sonra Osmanlı Devletine isteklerini bildirdiler. Bu ittifaktan haberi olmayan İttihatçılar, savaş için yüksek öğrenim talebesini kışkırtarak, Babıali önünde “Harb” diye bağırtmış ve hükümet aleyhinde nümayiş yaptırmışlardı. Harbin kolay geçeceğini zannediyorlardı. Halbuki müttefikler, Türkiye’ye karşı uygulayacakları savaşı ve taksim projelerini en ince teferruatına kadar tespit etmişlerdi.
8 Ekim 1912’de Karadağ Prensliği, Osmanlı Devletine savaş açtı. Onu 18 Ekim’de Bulgaristan ve Sırbistan, birkaç gün sonra da Yunanistan takip etti.
İkmal ve Levazım Teşkilatının bozulduğu Osmanlı ordusu, seferberliğini çok geç yapabildi. Terhis edilip Anadolu’ya gönderilen 120 taburu, savaşın sonunda bile yeniden silah altına alamadı.
Bulgaristan’a karşı çıkacak kuvvetler 5 kolordu halinde, “Şark Ordusu” namıyla toplandı ve Birinci Ferik Abdullah Paşanın kumandasına verildi. Edirne mevkiindeki bağımsız kuvvetler Şükrü Paşa’nın emrindeydi. Yunanistan’a karşı, Selanik’te bir kolordu ve Yanya Kalesindeki kuvvetler bırakılmıştı. Karadağ’a karşı kuvvetler İşkodra Kalesinde toplanmıştı. Sırbistan’a karşı Makedonya’yı “Garb Ordusu” kumandanı müstakbel sadrazam Birinci Ferik Ali Rıza Paşa savunacaktı.
Savaşı idare kabiliyetinden mahrum Nazım Paşanın hiçbir hazırlığı olmayan orduyu, hemen Bulgarlara karşı taarruza geçirmesiyle hezimet başladı ve artık arkası alınamadı. Osmanlı orduları, Bulgarlara karşı bütün Trakya’yı bırakarak, Çatalca’ya kadar çekilmek zorunda kaldığı gibi, Sırbistan’a karşı Kumova’da yenilmişti. 6 Kasım’da Preveze’yi alan Yunanlılar, Veliahd Konstantin idaresindeki büyük kuvvetlerini Selanik üzerine gönderdiler. Selanik’i savunmakla görevli jandarma paşası Tahsin Paşa, tek silah atmadan, muazzam kolordusunu bütün silahları ile beraber Yunanlılara teslim etti. Sultan İkinci Abdülhamid Han devrinde ihtilas (devlet malını zimmetine geçirmesi) suçu tespit edilmiş olan Tahsin Paşa, o devirde menkub (rütbe ve haysiyetten düşmüş) olduğu gerekçesiyle, Selanik kolordusunun başına getirilmişti. Bütün Kuzey Arnavutluk da Sırp-Karadağlılar tarafından işgal edildi.
Selanik’in düşmesinden 8 gün önce, artık “Hakan-ı sabık” diye anılan Sultan İkinci Abdülhamid Han, İstanbul’a getirilmişti. Sultan Abdülhamid Hanı Selanik’ten almaya, nazırlarından Vezir Damat Germiyanoğlu, Arif Hikmet ve Damat Çavdaroğlu Mehmed Şerif paşalar gitmişlerdi. Sultan Abdülhamid Han’ın, muhafızlarının yanında, ikisi de bilgin ve değerli eserler sahibi damatlarıyla konuşması meşhurdur. Gazete okuması yasak olduğu için, kulaktan aldığı bilgi dışında, siyasi durumu etraflı bir şekilde bilmeyen “Sabık Hakan”, dört Balkan devletinin ittifakına ve bu ittifakın haber alınmamasına hayret etmiştir. Makedonya’da kiliseler meselesinin İttihatçılar aracılığıyla ortadan kaldırıldığını öğrenince, Balkanların ittifakını bununla izah etmiş, fakat ittifakın öğrenilmesi karşısında elçilerin, ataşelerin ne iş yaptıklarını sormuştur. “Allah, bu hallere sebep olanları, Kahhar ismiyle kahretsin; devleti batırdılar!” diyerek büyük bir teessürle gemiye binmiştir.
Selanik’i ele geçiren Yunanlılar, daha sonra Ege adalarından Bozcaada, Limni, Somatraki ve Taşoz adalarını işgal ettiler.
22 Ekim 1912 tarihinden beri Şükrü Paşa kumandasında Edirne’yi müdafaa eden Osmanlı birlikleri, İstanbul ile bağlantı kesik olduğu için silah, mühimmat noksanlığı ve açlık gibi sebeplerle teslim olmak zorunda kaldılar.
Üst üste gelen mağlubiyetler üzerine Osmanlı Devleti, Bulgaristan’a müracaat ederek ateşkes istedi. Böylece 3 Aralık 1912’de imza edilen ateşkes antlaşması (mütareke) ile silahlı çatışma durmuş oldu. Balkan devletleri ile Osmanlı Devleti arasında antlaşma, 30 Mayıs 1913’te Londra’da imzalanmıştır. Bu barış antlaşması ile Osmanlı Devleti, Ege adalarının durumunun tayinini ve Arnavutluk’un sınırlarının çizilmesi işini büyük devletlere bırakmakta, Girit’i hukuken Yunanistan’a terk etmekte ve Midye-Enez hattının batısında kalan toprakları da Balkan devletlerine vermekte idi. Bu antlaşma ile kendisini kahramanca savunmasına rağmen yiyecek sıkıntısından düşman eline geçen Edirne de Bulgaristan sınırları içerisinde kalıyordu. Böylece Bulgaristan, Kavala ve Dedeağaç arasındaki toprakları da alarak Ege Denizine ulaşıyordu.
2500 yıllık Türk tarihinin büyük felaketlerinden biri olan Balkan Savaşında Türkler, Anadolu’dan sonra ikinci anayurt haline gelmiş olan Rumeli’ni bıraktılar. Rumeli, 550 yıldır Türk yurduydu. Birçok bölgede Türkler, ezici ekseriyet halindeydiler.
93 Harbi’nde görülen göç ve göçmen felaketinin daha şiddetlisi, Balkan Harbinde cereyan etti. Yüz binlerce Türk, bütün varlıklarını bırakarak, eriye eriye, İstanbul’a eriştiler ve Anadolu’ya dağıldılar. Balkanların, bilhassa Bulgarların yaptıkları zulüm, tüyler ürpertici idi. Onbinlerce sivil Türk, kadın, ihtiyar, çocuk ve bebekler dahil olmak üzere, her türlü işkencelerle doğrandı.
İkinci Balkan Savaşı

Birinci Balkan Savaşında Osmanlı Devletinin ağır mağlubiyete uğrayıp Balkanlardan çekilmesi sonucunda, Balkanlarda siyasi bakımdan büyük bir boşluk ve dengesizlik meydana geldi. Ganimetin paylaşılmasında anlaşamayan Balkan devletleri, birbirine düştüler.

Sırbistan askeri, hareket dolayısıyla Sırp-Bulgar ittifakının çizdiği ve kendisine ayırdığı arazi parçasından daha büyük bir bölgeyi ele geçirmişti. Sırpların bu arazi bölgelerini geri vermemesi anlaşmazlığın düğüm noktasını teşkil ediyordu. Diğer taraftan Londra Konferansı’nda en büyük payı Bulgaristan’ın alması, diğer müttefiklerin hoşnutsuzluğuna sebebiyet vermişti. Bulgarların Ege kıyısına ulaşmış olmasını, Yunanlılar, sert tepki ile karşılamışlardı. Bu husus, Yunanistan ile Sırbistan’ı birbirine yaklaştırmış ve aralarında ittifak anlaşması akdine sebep olmuştu. Sırbistan ile Yunanistan’ın birbirlerine yaklaştıklarını gören Bulgaristan, bu iki devlete tam hazırlıklarını yapmadan önce 29-30 Haziran 1913’te saldırdı. Ancak Bulgar ordusu, Yunanlılar ve Sırplar tarafından Makedonya’dan çıkarıldı. Bu sırada Bulgaristan’dan pay almak isteyen Romenler de savaşa girdiler ve kısa zamanda Bulgar Dobruca’sını ele geçirdiler. Bulgar orduları, birkaç cephede savaşmak zorunda kaldığı için yenilmeye başladı.
Osmanlı Devleti de bu fırsatı kaçırmadı ve bütün özellikleri ile bir Türk şehri olan Edirne’yi geri aldı.
Bu yenilgiler üzerine Bulgarlar, bir yandan Romanya kralına başvurarak Balkan devletleriyle, bir yandan da Babıali’ye başvurarak Osmanlı Devletiyle barış yapmak istediler.
İkinci Balkan Savaşı sonunda, Bulgaristan’la diğer Balkan devletlerinin imzaladıkları 10 Ağustos 1913 tarihli Bükreş Antlaşması, Romanya ile Bulgaristan’ın yeni sınırını belirliyor, Tuna’nın güneyinde kalan önemli bir arazi parçasını, Güney-Dobruca dahil, Romanya’ya bırakıyordu.
Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasında 29 Eylül 1913 tarihinde, imzalanan İstanbul Antlaşması ile Bulgaristan; Kırklareli, Dimetoka ve Edirne’yi, Osmanlı Devletine geri verdi. Antlaşmada Bulgaristan’da kalan Türklerin de durumu ele alınmakta, Türklerin mülkiyet haklarına saygı gösterileceği de belirtilmekteydi.

Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında imzalanan 14 Kasım 1913 tarihli, Atina Antlaşması ile, Girit, kesin olarak Yunanistan’a bırakıldı. Ege adalarının ne olacağı da büyük devletlerce kararlaştırılacaktı. Büyük devletler ancak 1914 Şubatında Londra’da bu adalardan İmroz, Bozcaada ve Meis bir yana, diğerlerinin Yunanistan’a ve İtalya işgalinde olanları da İtalya’ya kalmasına karar verdiler. Ancak bu karar üzerinde henüz bir anlaşmaya varılamadan, Birinci Dünya Harbi çıktı. Sırbistan’la antlaşma ise 13 Mart 1914’te İstanbul’da imza edildi. Sırbistan’la Osmanlı Devletinin artık ortak sınırı olmadığından, sadece Sırbistan’da kalan Türklerin durumları düzenlenmiştir.
Böylece, Sultan İkinci Abdülhamid Hanın 1909’da tahttan indirilmesinin üzerinden henüz dört yıl geçmeden, Osmanlı İmparatorluğu, Afrika ile ilgisini kesmiş, Balkanlarda ağır toprak kaybına uğramış, Bulgaristan’dan geri aldığı Edirne ile Doğu Trakya’da kalabilmiştir.

19 Haziran 2010 Cumartesi

YAKIN TARİHİMİZ


Sarıkamış Harekâtı 

Birinci Dünya Savaşında felâketle neticelenen askerî harekât.


Burhan Bursalıoğlu

Sarıkamış Harekâtı

Birinci Dünya Savaşında felâketle neticelenen askerî harekât.


Osmanlı Devleti harbe; 1878’den beri Rus işgalinde bulunan Kars, Sarıkamış, Ardahan gibi doğu illerimizi geri almak, Doğu Avrupa’da Ruslarla harp hâlinde olan Almanlara yardım etmek, kazanılacak bir zaferle Kafkaslar ve Orta-Asya’daki Türk illerinin kapısını açmak maksatlarıyla, başta Enver Paşa olmak üzere, iktidarda bulunan İttihatçılar tarafından sokuldu.

Türk bayrağı çekilip, Yavuz ve Midilli adı verilen iki Alman zırhlısı, Karadeniz’deki Rus limanlarını bombardıman etti. Rusya da buna karşılık olarak 30 Ekim 1914 tarihinde Türkiye’ye taarruz etti. Rus-Kafkas ordusu, Karadeniz’den Ağrı Dağındaki hudut üzerinden yedi kol hâlindeki saldırısıyla Pasinler’e kadar ilerledi. Rus ordusunun taarruzu, Köprüköy’de durduruldu.
Üçüncü ordu, 3-9 Kasım 1914 günlerinde meydana gelen Köprüköy Meydan Muharebesinde Rus ordusunu yendi. Üçüncü Ordu Komutanı, mevsim şartlarını dikkate alıp, ayrıca askerin kaput başta olmak üzere, giyim ve iâşesinin yetersizliğini, top ve süvari atlarının azlığını hesaba katarak, sıcağı sıcağına düşmanı takip etmedi. 
Köprüköy Meydan Muharebesinin raporlarını alan, yarbaylıktan paşalığa terfi ettirilen Harbiye Nazırı (Millî Savunma Bakanı) Enver Paşa, Alman kurmay ve generalleriyle Erzurum’a geldi. Enver Paşa, Erzurum ve Köprüköy’de birer taburu teftiş etmişti; ancak ordu birliklerinin tamamı hakkında yeterli bilgiye sahip değildi. Üstelik, ordu kumandanı Hasan İzzet Paşanın, bu mevsimde harekât yapılamayacağı, taarruzun bahara bırakılması tavsiyesine karşılık, onu vazifesinden azletti ve taarruza karar verdi. Üçüncü Ordu Komutanlığı vazifesini de üzerine alan Enver Paşa, 18 Aralık 1914 tarihinde, kıtalara, taarruz emrini verdi.
Taarruza iştirak eden birliklerin büyük bir kısmı, özellikle Arabistan’dan geri çekilen ve Güneydoğu Anadolu’dan sevk edilenler, sıcak iklime alışık olup, teçhizatları yönünden kış şartlarına hazırlıksızdı. Üçüncü Ordunun üç kolordusu (9, 10, 11. Kolordular), 24 Aralık 1914 günü -39 derece soğukta "Büyük Sarıkamış Çevirme ve Kuşatma (İhâta) Harekâtına" başladı. Ayrıca, gerilla harbi yapan yarı resmi Türk çeteleri de, Ardahan’a hareket etti.
Üçüncü Ordudan bazı kıtalar, 24-25 Aralık gecesi, Sarıkamış’a ulaşmayı başardı. Ancak, Allahü Ekber Dağlarını aşarken çetin zorluklar ve kış şartları sebebiyle gerek miktar, gerekse mevcut silahları yönünden çok zayiat ve kayıp verdiler.
Allahü Ekber Dağlarını aşan Mehmetçiklerden bir kol da, Sarıkamış’ın doğusundaki Selim İstasyonuna vararak demiryolunu tahrip edince, Sarıkamış’taki Rus kolorduları paniğe uğradı. Gayriresmî Türk çeteleri de, 1915 yılı başında Ardahan’a girdi. Rus Kafkas Ordusu Başkumandanı, Üçüncü Ordunun ilerleyişi üzerine; 2-3 Ocak 1915 günlerinde telsiz-telgraf ile müttefikleri Fransa ve İngiltere’ye, günde birkaç defa yalvarırcasına başvurarak:

Telefon konuşmalarını durduran soğuk ve kış, Türk ordusunu engelleyemiyor. İkinci bir cephe açarak, Türk ordularının ilerlemesi durdurulamaz ise, zengin Bakü petrolleri, Osmanlı-Alman ittifakının eline geçecek ve Hindistan yolu onlara açık bulunacaktır!” haberini gönderiyordu.
Kış, 3-4 Ocak 1915 gecesi daha da şiddetlendi. Fırtına ile yağan kar, yolları tıkayıp, çadırları yıktı. Arkasından da dondurucu soğuklar bastırınca, 150 000 kişilik ordunun 90 000’i (veya 60 000’i) donma, dizanteri ve tifo gibi hastalıklarla mahvoldu. Sarıkamış İstasyonuna giren Enver Paşa, bu felaket karşısında, Üçüncü Orduyu yüzüstü bırakıp, İstanbul’a döndü.
Bu harekâtta Ruslar, 32 000 kayıp verdiler.
Sarıkamış Harekâtı; kuşatma harekâtıyla düşman kuvvetlerinin arkasına düşmeyi hedef alan, başarılı bir plândı. Ancak, stratejinin faktörlerinden zaman iyi değerlendirilmediği, kuvvetler  de böyle bir harekâtı yapacak şekilde teçhizatlandırılmadığı için başarısızlıkla sonuçlandı.
Ordunun kış şartlarına hazır olmaması ve olumsuz iklim şartları sebebiyle ikmal ve iaşe hizmetlerinin yapılmayışı, kıtalarda açlığa, hayvanların telef olmasına, dolayısıyla birliklerin dağılmasına sebep oldu. Enver Paşanın şuursuzca verdiği gece taarruzu emirleri, kayıpları daha da arttırdı.

Sarıkamış Harekâtı sonunda, Doğu Anadolu kapıları, Ruslara açıldı. 13 Mayıs 1915’te Ermenilerin işbirliği yaptığı Rus kuvvetleri, önce Van’a, bilâhare Muş ve Bitlis’e girdi. Ermenilerin harp esnasında Ruslara yaptıkları büyük hizmetin karşılığı olarak, bu illerin valilikleri, Ermenilere verildi.
Harpten sonra, Ermeni-Rus işbirliği sonunda, bölge halkına karşı müthiş bir soykırıma girişildi. Van Gölünün ortalarına kayıklarla taşınıp öldürülen, suya dökülen çocuk, kadın, genç ve ihtiyar Türklerin sayısı, kesin olarak tespit edilmemesine rağmen, çok fazladır. Esasen, bu harp sırasında Ermeni Komitacıları, hemen her tarafta isyana hazırlanarak, birçok yerde depolar dolusu silah ve cephane biriktirdiler. Bu silah, teçhizat ve destekle katliam yapıp, Doğu Anadolu’yu harabeye çevirdiler.

14 Haziran 2010 Pazartesi

FANTAZİ

Gözlerin arasındaki ilişkiyi biliyor musun?

Onlar birlikte göz kırparlar, birlikte ağlarlar,
Her şeyi birlikte görürler ve birlikte uyurlar,
Buna rağmen asla birbirlerini görmezler,
Arkadaşlık bunun gibi olmalı.


Arkadaşsız hayat cehennem gibidir.
Dünyanın en iyi arkadaşı haftası.
Senin en iyi arkadaşın kim?
Bunu bütün iyi arkadaşlarına gönder.
Eğer ben onlardan biriysem bana da gönder.
Eğer üçten fazla gelirse sen gerçekten sevilen birisin...



Sana Uğur Böceğimi Gönderiyorum,
Hani ince bir hüzün duyarsın kimi zaman,
Şarkılar daha bir dokunaklıdır.
Ve sanırsın ki hiç kimse yok elinden tutan
Oysa her sözün ardında ümitler gizlidir,
Bulutların ardındaki güneşler gibi,



Yağmur sonrası çıkan gökkuşağı gibi
Ve unutma sevgi gibi, dostluk gibi aşk gibi,
Eğer bir gün yalnızlıklar duyarsan,
İnceden yaşlar süzülürse yanağına,
Ve unutulduğunu sanıp bir sızı başlarsa yüreğinde
O zaman gökyüzüne bak.
Bulutların ardındaki güneşe,
Çalıların ardındaki çiçeğe,
Bırak pencerelerinden yağmur dolsun içeriye,
Ve aç avuçlarını...
Sana Uğur Böceğimi gönderiyorum.....



Yaşamda;
Kimseyi yargılamayın,
Kendinizide yargılamayın...
Sadece kendinizin farkına varın,
Eleştirilere üzülmeyin,
Onlar degişim için bir firsattır,
Onu yakalamaya çalışın,
Aynı hatayı bir daha tekrarlamayın.
Kendinize ve insanlara GÜLÜMSEYİN,
İnsanlar hata yapmadan tecrube sahibi olamazlar önemli olan, her olaydan ders çıkartmak..
.
Ve ne kendinize ne de başkalarını yıkıcı bir şekilde eleştirmeyin,
Eger bir insanı insafsızca eleştirdiginizi fark ederseniz...
Telafi edin ondan özür dileyin..
Bir daha kimseyi ne eleştirin ne de yargılayın...
Çünkü,
Bunlar,
Negatif enerjilerdir.
Ve size pozitif olarak dönmez...
Bunu unutmayın...



Bir fincan kahve olup, kırk yıl hatırla yanında olmak isterdim.
Ey kahve senin sayende.

Dostlarla içilen kahvenin tadı bir başka olur.
Kahve tiryakisi olarak, iyi bilirim.
'Afyonun keyfini, tiryakiden sormalı.' hesabı.
Sevgiyle ...

Bir gülüş kadar içten,
Bir gülüş kadar gerçeğiz,
Kim olduğumuz, ne olduğumuz önemli değil,
Kendimizi ifade edebildigimiz yerdeyiz,
Sevildiğimiz kadar değil,
Sevebildiğimiz kadar değerliyiz!


Teşekkürler,
Hayatıma giren her ınsan için şükürler olsun,
Olumlu, olumsuz bana hayatıma zenginlikler katıyor,
Güzel ınsan sanada şükürler olsun,
Günlerin keyifli, yıldızın bol olsun,


Dost var iyi gününde sefalıdır,
Dost var kötü gününde cefalıdır!


¤°´¯`°¤ İYİKİLERİNİZ, KEŞKELERİNİZDEN ÇOK OLSUN... ¤°´¯`°¤

11 Haziran 2010 Cuma

TANITIM - VE EFSANELER


SEVGİLİ DOSTLAR

Burhan Bursalıoğlu


DEĞERLİ EĞİTİMCİ, EFSANE ÖĞRETMEN  HÜSEYİN HÜSNÜ TEKIŞIK, BEKLENEN “ANILAR KİTABINI YAZDI.

82 YILA  SIĞDIRDIĞI  MÜCADELE VE BAŞARILARINI “TEKIŞIK ÖĞRETMENİN  EĞİTİM SEVDASI “ BAŞLIKLI “ANILAR “ KİTABI, “YAYIN MARKETLER “ de  SEVDALILARINA SUNULMUŞTUR.

1948 DE SİVAS ÖĞRETMEN OKULUNDAN MEZUN OLAN TEKIŞIK, BÜYÜKLE BÜYÜK, KÜÇÜKLE KÜÇÜK, HERKESE AYNI MESAFEDE, DOSTCA YAKLAŞMASI,  TÜRK MİLLİ EĞİTİMİNE, KESESİ VE BİLGİSİ İLE YAPTIĞI KATKILAR,  BİNLERCE GENCE VERDİĞİ  BURSLAR, ONU  UNUTULMAZLAR GRUBUNA KATMIŞTIR.

OKUYACAĞINIZ “ANILR” DA , H.H.TEKIŞIK’IN NE KADAR SEVİLDİĞİNE  ŞAHİT OLACAK, YAŞAMINIZA YÖN VERECEK DERSLER ALACAKSINIZ.
ÇOK SEVDİĞİM, AĞABEYİMİZ OLAN H.H.TEKIŞIK’IN BU KİTABINI DOSTLARIMA İÇTEN VE GÖNÜLDEN TAVSİYE EDİYORUM.  




Karadut efsanesi


Bir zamanlar birbirlerine âşık iki genç vardı.



Kızın adı Tispe, delikanlının ki, Piremus idi.
Yan yana evlerde otururlardı; birlikte büyüdüler ve çocukluklarından beri birbirlerine âşıktılar. Aileleri bu aşka karşıydı. Ama onlar, bu derin sevgiden vazgeçemiyorlardı. 
Bir gece, gizlice ormandaki ağacın altında buluşmaya karar verdiler. Tispe, ağaca Piremus’tan önce varmıştı. Uzaktan ağzından kanlar akan kocaman bir aslan gördü. Korktu; hemen yakındaki bir mağaraya saklandı. Ama koşarken boynundaki eşarbı düşürmüştü.
O sırada Piremus geldi. Kocaman aslan, biricik sevgilisi Tispe’nin eşarbını parçalıyordu. Tispe’nin öldüğünü düşündü; onsuz yaşayamazdı. Belinden hançerini çıkardı ve göğsüne sapladı. Cansız bedeni kanlar içinde yere düştü.
Tispe korkusunu yendi; mağaradan çıktı. Ağacın altına geldiğinde o korkunç sahneyle karşı karşıya geldi. Piremus’un cansız bedeni yerdeydi; elinde Tispe’nin düşürdüğü eşarbını tutuyordu. Piremus’un, kendisinin öldüğünü sanıp, canına kıydığını anladı. Bir an bile düşünmeden hançeri alıp göğsüne sapladı. Ölüm bile onları ayıramadı. Bedeni, Piremus’un vücudunun üzerine düştü.
Ve Tanrı, o yüce aşkı ölümsüzleştirmek amacıyla, bu çiftin buluştuğu ağacı onlara adadı.
Piremus’un kanını bu ağacın meyvelerine, Tispe’nin gözyaşlarını ise, ağacın yapraklarına verdi. O günden beri, karadut ağacının meyvesinin çıkmayan lekesini (Piremus’un kan lekesini), dut ağacının yaprakları (Tispe’nin gözyaşları) temizler…
Bilir misiniz, karadutun lekesi çıkmaz ama elinize ağacın yaprağını alıp ovuşturursanız, o lekenin çıktığını görürsünüz._











9 Haziran 2010 Çarşamba

S A Ğ L I K

MUCİZEVİ  ÜZÜM  ÇEKİRDEĞİ
Burhan Bursalıoğlu
Üzüm Çekirdeği Avrupa'da ilaç niyetine satılıyor. Mucizevî çekirdek ödemden, nezleye kadar bir çok hastalığın tedavisinde kullanılıyor. Üzümün çok faydalı olduğu bilinir. Özelliklede zihin açıcı yönü ile sınavlardan önce kuru üzüm tavsiye edilir. Ama birçoğumuz üzümü yerken çekirdeğinden muzdarip oluruz. Onu tüketmez, atarız. Hatta marketlerde en çok çekirdeksiz üzümler rağbet görür. Halbuki üzümün çekirdeği bugün birçok Avrupa ülkesinde ilaç niyetine, tabletler halinde satılıyor. Yavaş yavaş Türkiye'de de yaygınlaşmaya başlayan üzüm çekirdeği, yakında bütün eczanelerdeki yerini alacak gibi. Bu çekirdeğin en önemli faydası kan damarı onarıcısı olması. Kan damarları insan için hayati önem taşıyor. Başınızdan ayak uçlarınıza kadar her doku kanla beslenir. İncecik kılcal damarlardan, geniş atardamarlara kadar, karmaşık kan damarları ağı sizin yaşam hattımızdır. Eğer kan damarları yaşlanır, hastalanır, zayıflar, incelir ve kan sızdırırsa, sağlığınız tehlikede demektir. Eğer oksijeni taşıyan kan düzgün bir biçimde akmıyorsa kalp kasınız hasar görebilir. İşte üzüm çekirdeği, zayıflamış kan damarlarını güçlendirip normal sağlıklarına döndürebilen, dolaşım bozukluklarının düzeltebilen ve önleyebilen bir yapıya sahip. Özelliği ise tamamen doğal olması... Çekirdek, damar hastalıklarını tedavi ediyor. Zayıflamış kan damarlarının yapısını güçlendiriyor.

Ayrıca üzüm çekirdeği bilinen en güçlü antioksidan... Yapılan bazı testlerde, E vitamininden 50 kat daha güçlü olduğu ortaya çıkmış. İlk Fransa'da keşfedildi Üzüm çekirdeği 40 yıldır Avrupa'da, özellikle üzüm bağlarının çokluğu ile bilinen Fransa'da etkili bir biçimde kullanılıyor.

Üzüm çekirdeği 1947 yılında Bordeaux Üniversitesi'nden emekli tıp profesörü, Fransız Kimyacı Jack Masquelier tarafından keşfedilmiş.

Çekirdek ilk olarak hamileliğinden dolayı aşırı ödemi olan fakültenin dekanının eşine, dekan tarafından verilmiş.

Masquelier o günü şöyle anlatıyor;

"Kadın, şişmiş bacakları ile o kadar yorgun görünüyordu ki, güçlükle yürüyebiliyordu. Yüzünden, çektiği acıları okumak mümkündü.

Ne yapabilirim de bu kadının acılarını dindirebilirim diye düşündüm.

Sonra dekanın eşine çekirdek verdiğini gördüm.

Dekanın eşi 48 saat içinde iyileşti. O halde, ben üzüm çekirdeğinde özel bir şeyler olabileceğini düşündüm.

"1950'de üzüm çekirdeği Resivit olarak bilinen ve Fransa'da satılan ilk damar koruyucu ilaç olmuş.

Doktor Masquelier ve meslektaşları, üzüm çekirdeğinin varis üzerindeki etkisini doğrulayan dokuz deney yapmışlar. Bununla birlikte çekirdek, göz kamaşması, gece körlüğü, maküler dejenerasyon gibi göz sorunlarının, arterit, saman nezlesi, alerji ve burun kanamalarını tedavisinde de kullanılmış.

"Eğer düzenli olarak üzüm çekirdeği alırsanız, damar duvarlarınız güçlenecektir." diyor Dr. Masquelier. Diş eti kanayanlar kullanmalı. Peki üzüm çekirdeğine ihtiyacınız olup olmadığını nasıl öğreneceksiniz? Doktor Masquelier'in konu ile ilgili görüşleri şu şekilde:

"Sabahleyin dişlerinizi fırçalarsınız ve diş etlerinizin kanadığını görürsünüz. Ya da göz korneasında bir kan lekesi fark edersiniz. Veya geceleri kendinizi yorgun hissedersiniz, baldırlarınız şişer, ödem olduğunu fark edersiniz. Bu durumda damar zayıflığından muzdaripsinizdir ve üzüm çekirdeği tüm bu patolojik mekanizmalarla mücadele eder.

"1995 yılında İtalya'da yapılan bir araştırmada 150 miligramlık üzüm çekirdeğinin ağrıyı, yanma karıncalanma hissini ve atardamarların şişme derecesini azaltmada, yaygın olarak kullanılan bir eczacılık ilacından daha hızlı ve üzün sureli etkili olduğu bulunmuş. 1985 yılında da Fransa'da 92 hasta üzerinde yapılan kur kontrollü deney, 28 gün boyunca 300 miligram üzüm çekirdeği almanın, ağrıyı, karıncalanma geceleyin giren bacak kramplarını ve şişkinliği yüzde 50'den daha fazla azalttığını göstermiş. Üzüm çekirdeğini diğer bir faydası ise gözlere... Gece görüşünde önemli olan parlak ısıların neden olduğu göz kamaşmasını geçirmeye yardımcı oluyor.

Yine Fransa'da 100 denek üzerinde yapılan iki ayrı araştırmada 5 hafta boyunca günde 200 miligram üzüm çekirdeği almanın parlak ısılara maruz kaldıktan sonra görme keskinliğine yeniden kavuşma durumunu artırdığı ortaya çıkmış. Ayrıca testlerde üzüm çekirdeği ürünün bir bilgisayar ekrani karşısında çalışmanın neden olduğu göz gerilimini geçirdiği ve miyop kişilerde retinanın işlevini ve duyarlılığını düzelttiği görülmüş.

Üzüm çekirdeğinin tansiyonu ve onun sonuçlarını düzenlemeye yardımcı olabileceği de belirtiliyor. Araştırmaların gösterdiğine göre, yüksek tansiyonlu insanlar genellikle çok geçirgen olan, zayıf kılcal damarlara sahipler. Bu da onların kılcal damar kanaması geçirme ve göz retinasındaki kan damarlarının yırtılma olasılıklarını artırıyor. Dr. Miklos Gabor'un yaptığı araştırmada üzüm çekirdeği yüksek tansiyonlu deneklerde kılcal damarları güçlendirmiş.

Anti-Aging etkisi Üzüm çekirdeği damarları yenilediği için ayrıca anti-aging etkisine sahip. Yenilenen damarlar yaşlılığı geciktiriyor. Böylelikle cildinizdeki yaşlanma belirtileri azalıyor. Uluslararası sertifikalı Organik Üzüm Çekirdeği Ekstraktinin içerdiği Proantosiyanidin, bilinen en güçlü etkisi antioksidant. Üzüm çekirdeğinin antioksidant etkisi vitamin E'den 50, vitamin C'den 20 kat daha fazla.

Antioksidantlar, vucudumuzdaki kimyasal reaksiyonlar sonucu oluşan veya dışarıdan sigara, alkol, kirli hava v.s . ile alınan zararlı maddeleri etkisiz hale getiriyor.

Uzmanlara göre vücudun antioksidant üretimi 25 yaşından sonra yavaşlamaktadır. Bu yavaşlamanın yol açtığı deformasyonları yok etmek için bilinen en kuvvetli antioksidant ise organik üzüm çekirdeği ekstraktıdı olduğu belirtiliyor.

Çekirdek, bağ dokularını güçlendirerek cilt sarkmasına engel oluyor. Cildin elastik, yumuşak ve düzgün olmasını sağlıyor. Üzüm çekirdeğinde tavsiye edilen miktar günde 150 ile 300 miligram.

Damar sağlığını korumak için gerekli doz ise günde 5-10 gram. Üzüm çekirdeğinin insanlar üzerinde her hangi bir yan etkisi görülmemiş.

Prof. Peter Rohdewald tarafından laboratuar fareleri, Hint domuzları ve köpekler üzerinde yapılan araştırmada doğal çekirdeğin, toksik, mutajenik, karsinojenik olmadığı tespit edilmiş.

Kimler kullanmalı?
* Kan damarlarının yardıma ihtiyaç duyduğunu düşünenler.
* Cildindeki kırışıklıklar günden güne fazlalaşanlar
* Cildi cansız ve solgun görünenler
* Cinsel yaşantısında kendini yetersiz hissedenler
* Kalple ilgili sorunları olanlar
* Ani kalp krizi riski olanlar
* Görme gücünde yaşlanmaya bağlı bozulma olanlar
* Şişlikler ve ödem alerjilerinde
* Yüksek tansiyonda
* Kolayca kanama ve morarma eğilimi olanlar
* Daha önce kanamaya bağlı felç geçirenler
* Şeker hastalığı olanlar
* Varis ve hemoroit gibi soruları olanlar

Sunu belirtmek gerekiyor ki; yukarıda bahsettiğimiz faydaların birçoğu çekirdeğin damarları onarıcı özelliğinden kaynaklanıyor.

Çünkü damarlar, insan bedenini ayakta tutan ana mekanizmalar.  Onların bozukluğu insan bünyesinde birçok hastalığa neden oluyor.

Damarları onaran çekirdek, böylelikle diğer hastalıkların iyileşmesinde de önemli bir etkiye sahip oluyor.




Bir tatlı kaşığı  Nival Üzüm Çekirdeğini bir miktar bal veya yoğurt ile karıştırılarak yemeklerden önce alınması tavsiye olunur.



7 Haziran 2010 Pazartesi


Aşkın böyle güzel anlatımı olur mu?

MİMARIN  HESAPLAŞMASI


Büyük Cihan  Padişahı Kanuni Sultan Süleyman'ın
ve büyük aşk'ı  Hürrem Sultan'ın bir kız çocukları gelir Dünyaya.

Efsane  bir aşk'ın meyvesidir bu çocuk ve bu yüzden belki  efsane  aşkların en emeline nail olanına, en masalsı olanına  ithafen ismi Mihrimah konur.


Mihr-ü Mah Farsça da "Güneş  + Ay" demektir.

Zaman hızla geçmiş Mihrimah Sultan  büyümüş 17 yaşına gelmiştir ki o zamanlar için evlendirilmesi  uygun olan bir yaştadır. İki talibi olur, biri diyarbakır  valisi Rüstem Paşa'dır, diğeri ise saray'ın baş mimarı Mimar  Sinan...

Padişah biricik kızını Rüstem Paşa ile  evlendirir.
Sinan evlidir ve 50 yaşındadır ama bilinen odur ki  Mihrimah Sultan'a deliler gibi aşıktır.

Mimar Sinan o  derece derin bir tutku ile aşık olduğu Mihrimah  Sultan'a kavuşamamıştır, fakat o'na olan aşkını olanca  güzelliğiyle** **sanatına yansıtmıştır.

İstanbul'un en  güzel yerlerinden birine, Üsküdar'a, Mihrimah  Sultan adına bir cami yapması istenir kendisinden.
1540  yılında inşa etmeye başladığı cami'yi 1548 yılında  tamamlar.
Cami inşa edilirken bir yandan kendi aşkını anlatır  hiç şüphesiz ve eserine sanki "eteklerini giymiş bir  kadın" ın dış-çizgilerini verir.

Bahsi geçen bu cami 2  Minareli olup,padişah fermanı ile yaptırılan bir eserdir, ama  Sinan'ın söyleyecekleri bununla bitmemiş olacak  ki...

Bu eserden 14 yıl sonra o güne kadar ilk  defa, padişah fermanı olmaksızın, Edirnekapı'da surların  yakınına, pek kimsenin ilgilenmediği ıssız, yalnız  ama  İstanbul'un en yüksek tepesi olan bir yere, sanki aşkının  gizli, ıssız ve  yalnızlığını ama bir o kadar büyüklüğünü  haykırmak istermişcesine
ikinci bir eser yapmaya  koyulur...  Mihrimah Sultan'a.

Derler ki; cami  Mihrimah Sultan'ın o duru, gösterişsiz ve bir o kadar asil  güzelliğine istinaden küçücüktür ve sadece 38 mt bir minareye  sahiptir.
Bir adet incecik kubbesinin üzerindeki 161 pencere  ise iç güzelliğinin ne kadar aydınlık ve berrak olduğunu  temsil eder; bu sayede gün ışığının her
köşede adeta dans  ettiği kadınsı edalı.

(O tarihte bu açıklıktaki ve  bu kalınlıktaki bir kubbeye o kadar pencere, dünya üzerinde  sadece Mimar Sinan tarafından yapılabilirdi. )

Cami  içindeki sarkıtlar ve minare kenarlarındaki upuzun  işlemelerde de Mihrimah Sultan'ın o güzel ayak topuklarını  döven,upuzun saçları tasvir
edilmiştir.

Ve yine denir  ki, Mihrimah Sultan'ın toplumdaki konumu iki minareli  cami yaptırmaya yetmesine rağmen, yalnızlığını simgelemesi  anlamında tek
minareli yapılmıştır bu cami.

Ama Sinan  aşk'ını öyle sihirli bir tılsımla mühürlemiştir ki, bu  sırra erene aşkolsun! Şaşırmamak,o sevdaların naifliğine  imrenmemek elde değil.
Sinan Usta'nın aşk'ının vesikasıdır  sanki...

İki caminin de yerleri özenle  seçilmiştir:
Güneşin doğum ve batım yerleri tespit edilerek  yapılmış camilerdir.

Edirnekapı'daki Mihrimah Sultan  Camii'ni ve Üsküdar'daki Mihrimah Camii'ni aynı anda  görebileceğiniz bir yer seçin.
Günbatımında (elbette, yılın  sadece bir gününde ki, o gün 21 Mart (AyTakvimi ile Mart  9'u)  günüdür; yani gece ile gündüzün uzunluğunun birbirine  eşit
olduğu gündür.

Ve tabii daha ilginç yanı,  o günün Mihrimah Sultan'ın doğum günü olmasıdır!
Mihrimah  Sultan bir Nevruz günü doğmuştur.

Göreceğiniz  muhteşem manzara şudur:
Edirnekapı Camii'nin tek minaresinin  arkasından tepsi gibi kıpkırmızı güneş batarken, Üsküdar'daki  camiin minareleri arasından ay doğar!

Mihr ü Mah = Güneş  ve Ay

Bu nasıl bir hesaplamadır, nasıl bir  hesaplaşmadır, nasıl bir güzellik  anlayışıdır?
AŞKOLSUN!

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ