14 Ekim 2011 Cuma

EDEBİYAT

KİŞİSEL GELİŞME, TOPLUMSAL GELİŞ !!!

3. BÖLÜM

Kendini kendin için değil toplum için geliştirmek istiyorsan öncelikle tarih okumalısın. Ama her türlüsünü. Tarih okuyacaksın ki şunu göresin: Toplumları batıran bilhassa ve başta yöneticiler olmak üzere; toplumu ve / veya  ülkeyi oluşturan halkın şahsi menfaatlerini toplumun menfaatlerinin önünde ve üzerinde tutması ve bunu sağlamak için de aklına gelecek başta inanç olmak üzere ve bilhassa manevi her türlü olguyu sömürmesidir. Mal edinme, mülk edinme hırsıdır.

            Şunu da öğreneceksin. Bu uğurda yapılan ilk ve en önemli uğraş ise halkı mal konumuna getirmektir. Ve maalesef halk da üç kuruşluk kısa dönem menfaati için haysiyetini satmaya, kolay yoldan kazanmaya dünden razı olduğu için acele mal gibi görünmeyi seçer, hatta daha da mal olur eder.

Tarih okudukça toplumları yıkan diğer hataları da öğreneceksin.

Bilim tarihi de oku. Oku ki bilim adamları ne gibi hatalar yapmışlar veya özverilerde bulunmuşlar da bugün hayatımızı kolaylaştıran bir çok icat alet edevat ne gibi dertler aşılarak bulunmuş gör. Ve okuyun da siz biz üç kuruş daha fazla para kazacağız diye birbirimizin gözünü oyarken millet nelerle uğraşmış. Senin tiyatro sahnesinde rol yapabilmek için kullandığın her şeyi bugünlere getirebilmek için ne günler ne geceler harcamışlar. Aşağıda yazacağım gibi bazıları beş kuruş para istememiş bunlar için.

            Okudukça şunu da göreceksin: Tarihin hangi döneminde olursa olsun; hangi toplum olursa olsun; tüm dinlerde ve hatta tüm toplumsal ideolojilerde malın, mülkün, mevkiinin hikmetinden bahseden bir tane kalıntı YOK. Parayı, malı, mülkü ve bunları kazanmak için ne yaparsan yap ideolojisini öven herhangi bir satır YOK.

Neden ?

Dünya tarihi daha önce hiç Rockefeller mı görmedi, yoksa hiç Vehbi Koç’ a mı denk gelmedi ?

Yooooo. Firavunlar var, Karun var, Büyük İskender var, Sultan Süleyman var…

Bizim bilmediğimiz kim bilir ne mal mülk, şan şöhret, mevkii sahipleri gördü bu dünya. Ama onların devirlerinden kalanlar da dahil olmak üzere; verilen öğütlerin hepsinde bahsedilmeyen tek şeydir çok mal mülk edinmek. Daha fazla kazanma hırsı. Ama binlerce yıldır da insanların bir türlü ders almayıp, yapmakta ısrar ettiği şeydir. Toplumsal kökeni nereye ve niye oraya dayanır bilmiyorum, henüz onu öğrenemedim ama bugünkü değimiyle acık BATI felsefesidir

-         Amaca ulaşmak için her yol mübahtır !

Ama en azından benim mensubu olduğuma inandığım oryantal zihniyet der ki

-         Sonuca götürmese de seçilen yol daha önemlidir !

Ve geçmişten kalan tüm tavsiyeler bilgeliği, bilginin üstünlüğünü, elindeki ile yetinmenin, kanaatkarlığın, paylaşmanın faziletini över; malın mülkün paranın değil. Toplumsal olarak gerçekten gelişebilmek, topluma faydalı olabilmek için bu mertebeye ulaşmış olmak gerekir. Geçmişten bazı örnekler verelim. Her kesin bildiği bir söz.

-         Gölge etme başka ihsan (büyüklük) istemem.

Bu lafı herkes bilir ama kimin söylediğini çok az kimse bilir. Bunu söyleyenin Diyojen olduğu söylenir. Ama Sinop’ lu ve filozof olan Diyojen, Bizans kumandanı Romen Diyojen değil ! Gündüz vakti eline fener alıp, sorana da

-         Dürüst insan arıyorum

diyen filozof Diyojen söylemiş. Kime söylemiş ? Büyük İskender’ e. Zamanının dünya fatihi olan Büyük İskender’ e. Niye ve ne zaman söylemiş ? Büyük İskender kendisine

-         Sen çok ünlü bir düşünürsün. Yeter ki bana danışman ol, sonra dile benden ne dilersen

dediğinde… Diyojen ne demiş ? Kendine ev olarak edindiği fıçının içinden yan gözle baktıktan sonra

-         Kitap okuyorum, o nedenle yeter ki gölge etme, başka da bir büyüklük istemem

demiş. Yani sadece danışmanlığını ve paranı pulunu al da git demiş.

Başka bir olay, başka bir söz:

-         Daireleri bozma…

Bu sözü söyleyen ise aslında Diyojen’ den daha meşhur, daha doğrusu sokaktaki dallamanın tanıma ihtimali daha fazla olan biri. Aslında bu sözü söyleyip söylemediği kesin değil ama söylemiş olabileceğinden kimsenin kuşkusu yok. Söyleyen başka bir sözü ile de meşhur. Kralın kendine verdiği problemi çözdüğü anda kapıldığı heyecanla

-         Buldum (Eureka) !

diyerek çırıl çıplak  hamamdan sokağa fırlayan Arşimed (Archimedes)’ dir bu sözü söyleyen. Kime söylemiş. Bir Roma askerine. Yere çizmiş olduğu daireler üzerinde hesap kitap yaparken; kılıcını sallayaraktan kendisini öldürmek üzere koşturan Roma’ lı askere daireleri gösterip söylemiş

-         Daireleri bozma…

diye.

            Kişisel gelişim kitaplarının yazdığı martavalları okursan bu iki adamın kişisel olarak kesinlikle gelişmediğine kanaat getirirsin. Baksana zavallı, gelişimi bozuk, eksik Arşimed’ e !!! Askeri kendisini öldürmemesi için ikna edememiş.

Başka bir kitaptan taze okuduğum bir bilgi olarak yine Ortaçağda yaşamış olan Petrus Peregrinus için yazılmış bir yazı (Vurgu için bu alıntıyı yapmama neden olan yerleri büyük harfle yazdım):

            “Deneysel bilim alanındaki başarılı çalışmalarından dolayı övgüye değer tek adam tanıyorum, yalnızca bir adam. TARTIŞMALARDA SÖZÜNÜ ESİRGEMEZ: Aklın, bilgeliğin yolundan ayrılmaz; çünkü aradığı huzuru orada bulur. Yarasalar örneği başkalarının karanlıkta belli belirsiz görmeye çalıştıklarını, o, gün gibi açık seçik görür; çünkü bir deney ustasıdır. Doğa, tıp, kimya gibi yeryüzünde ya da gökyüzünde neler varsa, hepsini deney yoluyla öğrenir. Kendisinin bilmediği şeylerin sıradan insanlar, kocakarılar, askerler ve çiftçilerce bilinmesi onun ağırına gider. Bu nedenle, her çeşit metal ya da maden işleyenlerin çalışmalarını gözünü dört açarak izler. Savaş, silah yapımı ve avcılık konularında bilmediği yoktur. Tarım, arazi ölçme ve çiftçilik konularını yakından inceler. İlaç yapma, fal açma, büyü yapma gibi kocakarı, hokkabazlık, sihirbazlık uğraşılarının yanı sıra, ruh çağırma, cin toplama gibi öz boyama yöntemleri üstüne de ayrıntılı notlar tutar. Kısacası, merak uyandıran ne varsa hiç biri onun gözünden kaçmadığı için sihirbazların göz boyacılığını kolaylıkla açığa vurabilir. Eğer felsefe olgunlaştırılacak ve bundan güvenle yararlanılacaksa, O’ nun çalışmalarına başvurmak kaçınılmaz olur. SÖZ KONUSU OLAN ÖDÜLSE, ONU NE ALIR NE DE BEKLER. KRALLARA, PRESLERE YARANMAK İSTESE, O’ NU ONURA, VARLIĞA BOĞACAK PEK ÇOK KİMSE BULUNURDU; YA DA ÇALIŞMALARININ SONUÇLARINI PARİS’ TE SERGİLEYECEK OLSA, TÜM DÜNYA O’ NUN ARDINDAN KOŞARDI. BUNLARIN HER İKİSİ DE O’ NU BÜYÜK BİR ZEVKLE YAPTIĞI DENEYLERİNDEN ALIKOYACAĞI İÇİN, O VARLIĞI DA ÖDÜLÜ DE ELİNİN TERSİYLE İTER; ÇÜNKÜ BİLGELİĞİ SAYESİNDE ONLARI, İSTEDİĞİ AN ELDE EDEBİLECEĞİNİ ÇOK İYİ BİLİR.”

            Yine bir ibret öyküsü:

            Marie ve Pierre Curie…

Kısa zaman içinde bir endüstri dalı haline gelen radyum yalıtma sürecinde kullandıkları yöntemin patentini alarak kolayca bir servet yapabilecekken, isteyen her kişiye ve şirkete ellerindeki bilgileri hiç sakınmadan verdiler. Marie şöyle diyordu:

            - Eğer buluşumuzun gelecekte ticari bir piyasası olacaksa bu asla üzerinden kazanç sağlamamamız gereken bir rastlantıdır. Ayrıca, radyum hastalıkları iyileştirmede kullanılacak. Bundan çıkar beklemek bizim için mümkün değil

demiştir. Pierre de ona katılarak

            - BİLİMİN RUHUNA AYKIRI DÜŞER

demiştir.

Bu felsefe ile baktığın da Madam Curie mi daha muteberdir, yoksa çok büyük ve verimli bir mucit olmakla beraber her icadına patent alan, hatta rakibinin keşfinin kendisininkinden daha üstün olduğunu bildiği halde, sırf kendi para kazansın diye insanları bir sürü yalan ve yanlış deneylerle kandıran Edison mu ? Hatta belki inanmayacaksın ama rakibi olan Nikola Tesla’ nın metodunun kötülüğünü ispatlayabilmek amacıyla bir sürü köpeği elektrik vererek öldüren, elektrikli sandalyeyi icat eden Edison’ dur. Şimdiden yazayım. İnanmayıp araştırınca bunun böyle olmadığını yani elektrikli sandalyeyi başkasının bulduğunu göreceksin ama gerekli her türlü bilgiyi ve yardımı Edison’ un verdiğini de araştır. Yani saman altından seller akıtmayı da ihmal etmemiştir.

Ama bugün dünyanın her yerinde rakibin sistemi kullanılmaktadır.

Ama gene de büyük bir mucit olarak Edison’ un hakkını tekrar, tekrar iade edelim.

Tesla’ nın ise kablosuz enerji transferi gerçekleştirdiğini dair görgü tanığı ifadeleri var. Ve bu konuyu ABD’ nin laboratuarlarında gizli olarak sakladığına dair (komplo) teoriler(i) bile var.

            İşin en tuhaf ve çirkef tarafı da budur zaten. Maalesef öğretiler de bu patent üzerine kuruludur. İnsanların %95’ i telefonu kim icat etti sorusuna Graham Bell diye cevap verir. Halbuki mucidi değil patent başvurusunu ilk yapan veya patent başvurusu ilk sonuçlanan kişidir Bell. Yoksa o dönemlerde icat edilen epeyce telefon vardır.

Yine aynı kitaptan alıntı diğer bir örnek:

            (Sir Oliver) Lodge 1894 yılında İngiliz Bilim Geliştirme Derneği’ nin yıllık toplantısında icat ettiği verici aletleri tanıttı. Yaklaşık 55 metrelik bir uzaklığa Mors alfabesiyle sinyaller gönderdi ve telsiz telgrafın sunacağı olanakları anlattı. O sıralarda Lodge, telsizle iletişim konusunda bilimsel ve teknolojik gelişmeleri yakından takip ediyordu ve bu alandaki bilgisi oldukça fazlaydı. Bunun yanı sıra, bu konunun gelecekte çok büyük bir etkiye sahip olacak yönleri üzerinde de çalışmalarda bulunuyordu ki bunlar arasında en önemlisi “seçici akort” tu. Bu buluş, telsizle iletişimden yararlanan kişilerin daha düşük frekanslarda haberleşmelerini sağlayacak ve böylelikle başka sinyallerin araya girmesini engelleyecekti. Nasıl olduysa Lodge, 1897 yılında İSTEMEYE İSTEMEYE de olsa, ilk buluşlarını da kapsayacak bir patent almak için başvuruda bulundu. Hatta tasarlamış olduğu telsiz cihazlarının imal edilmesi için bir firmayla sözleşme bile imzaladı. Ama ne var ki bütün bunlardan sonra bile İNANDIĞI İLKELERDEN VAZGEÇMEYEREK bir fizikçi olarak kaldı. PATENT YÜZÜNDEN BİLGİNİN KISITLANACAĞINDAN ENDİŞELENEN ve yüzyılın sonunda yeni kapılar açan fizik dallarına meraklı olan Lodge, asla ticari açıdan kazanç sağlayacak bir telsizle iletişim sektörünün arkasında yer almadı. Aslında böyle bir sektörde yer alması için yeterli olan bilimsel ve teknolojik birikimden ÇOK DAHA FAZLASINA sahipti; ama iş dünyasına yönelik hevesten, şevkten, yani kısacası iş dünyasının talep ettiği tarz bir kişilikten yoksundu (benim notum: yani adam gibi adammış)

            Ama sözü edilen bu özelliklerin eksik olmadığı biri vardı: Guglielmo Marconi...

            Ve Lodge’ un telsiz telgrafının patent başvurusunu O yaptı ve bugün tüm dünya kablosuz iletişimin mucidi olarak maalesef onu tanıyor. Bu aralar benim de patent araştırmaları yapmak gibi bir mecburiyetim var bu nedenle çok sık rastladığım bu patent işinin de bu saçmalığı taaaa o zamanlardan başlamış. Fikir başkasının ve tüm bilim dünyası biliyor ama patenti alan Lodge’ un birikiminin yanından geçemeyecek olan Marconi olmuş. Yukarıdaki satırları aldığım kitaptan başka bir alıntı:

            Marconi’ nin getirdiği yenilikler patent için yeni ve özgün olma açısından ÇOK AZDI ama mevcut yöntemlerin, teçhizatların ve devrelerin birer MÜLK olduğunu iddia eden ilk kişi Marconi’ ydi...

İşte gördüğün gibi maalesef kablosuz iletişimi keşfeden Marconi değildir ama patenti Marconi’ ye aittir. Şimdi içinden keşke patent denilen olay olmasaydı diyorsun değil mi ? Ama o durumda, insanların icat veya keşif yapması için de herkesin bir Lodge veya bir Curie olması lazımdı. Yoksa kimse para kazanamayacağı için kimse icat yapmaz veya hobi olarak evinde saklardı. Çünkü bilim adamı bile olsa toplumsal gelişim için çabalayan insan sayısı gördüğün üzere çok fazla değil !!!

DEVAMI :   17 EKİM  2011  de

12 Ekim 2011 Çarşamba

KİŞİSEL  GELİŞME, TOPLUMSAL  GELİŞ !!!


İKİNCİ BÖLÜM 


Ben gayet mutlu ve mes’ ut bir biçimde kişisel olarak gelişmemi sürdürürken, beynimin derinliklerinden gelen bu sesle kitaba bakış açım da acık (!) değişti.
           
Kitabın başka bir bölümünde ise yazar hata yapan bir garsonu hata yaptığını suratına vurmadan kendi istediği siparişi getirmeye ikna etti. Patates kızartması istemiş ama patates püresi gelmiş. Yazar da patates püresini de sevdiğini ama bu seferlik patates kızartması tercih edeceğini söylemiş. Garson da memnuniyetle patates kızartması getirmiş. Ama bence garson hata yaptığını anlamaktan ziyade mutfağa dönerken içinden

-         Herif uçmuş. Biraz önce patates püresi istemişti, şimdi kızartma tercih ederim diyor

ya da

-         Püre suratlı yavşak ! Madem kızartma istiyordun baştan öyle söylesene ! Ne uğraştırıyorsun adamı !

demiştir. Neden mi ? Çünkü o seni sadece patates dediğini anlayacak kadar dinliyor veya tikliyor. Mutfağa gidip

-         Ulan bu herif patates istedi ama kızartma  mıydı yoksa püre mi ?

diye düşünecek, sonra

-         Amaaaaan yanlışsa geri getiririz

diye düşünerekten eline ilk geleni alıp gelmiştir. Ve herhangi bir tepki almadığı için senden sonra ki müşteriye de aynı muameleyi yapacaktır.

Neyse… Yarım bırakmak gibi bir adetim olmadığı için kitabı bitirdim. Ve sonra hem o hem de okumuş olduğum diğer kişisel gelişim kitaplarının üzerlerinde tekrar düşündüm. Verilen örnekleri tekrar gözden geçirdim. Neredeyse hepsi şu şekilde idi:

-         Patronu bana zam vermesi için şöyle ikna ettim !
-         İşçilere şöyle dedi ve istediğini aldı !
-         Kendi bildiğimi yaptım ve mutlu oldum !
-         Sen şöylesin !
-         Sen böylesin !
-         Sen birsin başkası sıfır !
-         Ben bunu yapınca sizce müşteri kimin malını seçti ?
-         Sendikayı nasıl ikna edersin ?

vesaire vesaire… E ne var bunda ne güzel değil mi ?  Değil işte ! Çünkü okuduğum tüm kişisel gelişme taktikleri insanların kendi kısa vade menfaatlerini nasıl kotarabileceği üstüne kurulu. Yani geçenlerde okuduğum bir yazarın bir sözü gibi bunlar kişisel gelişim değil, insanları kafaya alma taktikleri sadece…

Ne insanların yaptıkları hataları ortaya çıkarıp onların düzeltilmesi var.

Ne insanın kendi hatalarını düzeltmesi var. Hata mı yaptın ? E  boş ver, ölüm mü var ucunda ?

Ne yardım, ne hoşgörü, ne sorumluluk…

Hiçbir şey…

Sadece Rabbena hep bana…

Aslında hepsi isimleri üzerinde SADECE kişisel ve SADECE maddi menfaat gelişimi üzerine kurulu. Hadi bilemedin aileye genişler; daha fazla değil.

            Ama bence mühim olan kişisel değil, toplumsal gelişim. Maddi değil, manevi gelişim. Bunun yolları yordamlarına geçmeden önce kendimi kişisel olarak geliştirmeye karar vermeden çok önce okuduğum bir kitapta, kişisel gelişimcilerin en büyük silahları olan herkesle iyi geçin, kötü adam olma tezine karşı kullanılabilecek bir söz okumuştum. Tam olarak olmasa da mealen şöyle idi :

-         Eğer bir insan hakkında herkes iyi konuşuyorsa; o insan ya aşağılık bir dalkavuk ya da karaktersiz biridir !!!

Ne güzel bir söz veya düşünce değil mi ? İnsan herkesle iyi olabilir mi? Herkesin her fikrine katılabilir mi ? Tabii ki hayır ! O halde ? Bence bırakın arada kötü olasın.

            Neden arada kötü olmak lazım biliyor musun ? Eğer dünyada kötü olabiliyorsan, herkesin katılmayacağı, peşinden gitmek istemeyeceği ve hepsinden önemlisi de senin onları korumak uğrunda kötü olacağın, bazı insanlarla ilişkilerini bitireceğin veya en alt seviyeye indireceğin ülkülerin vardır demektir. Bunlar herhangi bir şey olabilir. İnanç, din, vatan, bayrak, milliyet, namus, aile, bilim vs. vs. Ve ancak bu ülkülerde seninle aynı görüşü paylaşan insanlarla iyi olursun. Ama konu sadece o ülkü iken. Ve her konu da, her ülküde kendisi ile iyi geçinebileceğin kaç kişi var biliyor musun ?

            Bir. Sadece bir. Evet kendin. O nedenle her an, her yerde, herkesle iyi olmak gibi bir ülkü peşine düşersen, kendini yukarıda bahsettiğim tiyatroda bulursun. Ve ya sahnede olmanın getirdiği manevi yük ile bir süre sonra mutlaka bir terapist ihtiyacı içerisine girersin, ya da mal olmak zorunda kalırsın.

            Bugünlerde bütün dünyayı etkisi altına almaya başlayan ileri derecede rekabetçi kapitalist düzenin sonucu mu dersin yoksa şehirleşmenin, modernleşmenin sonucu mu dersin bilemem ama son zamanlarda önüne gelenin bir terapist ihtiyacı içerisine girmesinin, bir psikolojik yardım almasının en büyük nedeni bu yukarılarda da bahsettiğim tiyatro zaten. Veya her önüne gelenin yok scuba dalışları, koçluk yardımları, buna benzer kafa dağıtma, ortamdan kaçma çabaları içine girmesinin nedeni de bu. Hatta ve hatta aşırı hale gelmiş olan hayvan sevgisinin de nedeni bu başkasını oynama, herkesden, herşeyden bir beklenti, bir menfaat içinde bulunma durumu. Eskiden insana tapılırdı. Artık sadece ve sadece paraya, mala mülke, mevkiiye tapınılıyor. İnsanlık rayından çıktığı için insanlar sevgi ihtiyaçlarını insanla değil hayvanlarla giderir, insana güven kalmadığı için güven duyma ihtiyacını hayvanlarla karşılayacak hale geldi. Ortalıkta binlerce muhtaç, fakir, aç olduğu bilinirken, onların değil sokak hayvanlarının karnı doyuruluyor. Çünkü işin acı bir gerçeği olarak fakiri ayırmak da mümkün değil. En zengin görünenin borç içinde yüzdüğünü, en muhtaç görünüp ağlayanın ise bok gibi para içinde yüzdüğünü görmek olağan bir olay haline geldi…

Neden arada kötü olmak lazım biliyor musun ? Yukarıda senin bakış açından anlattığımın başka bakış açısı ile incelenmiş şekli ile; senin üzerinden direk veya dolaylı bir menfaati olan birinin o menfaatine giden yolu kesersen eğer sana kötü der. O insan gözünde kötü olursun. O insana kötü diyenlerin gözünde de birden bire iyi oluverirsin. Eskiden kötü olsan bile. Düşmanımın düşmanı benim dostumdur hesabı. Veya tam tersi olarak düşmanımın dostu benim düşmanımdır. Senden ve genel anlamda kimseden bir beklentisi olmayan bir insan için ne yaparsan yap sadece sokaktaki insansındır.

Üniversite yıllarında idi ve yine böyle asıp kestiğim günlerdi. Yıllardır komşumuz olan E… teyze benden bir saksı alıp kendisi için de çiçek ekip büyütmemi istediği bir gün kendisine bunun gayet kolay bir iş olduğunu, neden kendi hatta oğlu varken bana iş buyurduğunu sorduğumda bana

-         Sen bu aralar çok değiştin. Çok pürüz, çekilmez, huysuz herifin teki oldun

dedi. Şu an kim olduğunu tam olarak hatırlamıyorum ama başka bir tanıdık gerçek olduğu için daha fena olarak yorumlanan bir cevap verdi:

-         O değişmedi; sadece bu aralar kendi hayatını yaşamaya başladı, artık siz O’ nu kullanamadığınız için O size terbiyesizleşmiş gibi görünüyor.

Mühim olan toplumsal gelişimdir ve bu uğurda toplum savaşçısı olabilmektir. Toplum savaşçısı kimdir ? Kitabın sonunda da yazacağım ama hemen en basit kavramıyla örnek vereyim; sokakta yürürken önüne çıkan dalı yaprağı bilerek ama sebepsiz yere koparan mahlukata tepki veren insan toplum savaşçısıdır. Veya haksızlığa uğrayana arka çıkan insan toplum savaşçısıdır. Ve yukarıdaki ülkü konusunda yazdığım gibi sadece kendi gibi bir toplum savaşçısının gözünde iyi, muteber insandır. Diğerleri için:

-          Sanane bilader, babanın ağacı mı ?
-          Ay sana mı kaaaaaldı geri zekaaaaaaalı !
-          Sen benim kim olduğumu biliyor musun lan !
-          Ay inaaaaaaaanmıyorum adamın bir yaprak için yaptıklarına bak
-          İnek misin, otla mı besleniyorsun, sana ne kopardıysam ?
-          Ulan yolda manyağın biriyle bir yaprak yüzünden atıştık, herif uçmuş be

dir. Yani kötüdür, işsiz güçsüzdür, çoğu durumda ise delidir. Çünkü yolda yürüyenin kopardığı yaprağa laf etmek gibi deli saçması işlerle uğraşır. Toplum savaşçısı olmaya meyilli veya en azından vicdanlı biri ise, başını öne eğer, acık kızarır ve gider. Bunlarda zaten genelde henüz para kazmaya başlamamış yani hala sosyal zihniyetli, geleceğin toplum savaşçısı adayı onbeş yirmi yaş arası gençlerdir.

            Sen belki inananlardan değilsindir ama dini olaylar da var. Hz. İbrahim ateşe atıldı. Hz. İsa’ yı resmen çarmığa gerdiler. Hz. Muhammed taşlandı. Çünkü toplumsal gelişimi sağlayacak davranışları yerleştirmeye çalışıyorlardı. Neden devrimler genelde kanlı olur veya kansızları uzun soluklu ve aslına bakarsan sonuçta da başarısız olur hiç düşündün mü ? Çünkü toplumun ve düzeninin o anki halinden gaaaaayet memnun olan; toplumun ve düzeninin (veya düzensizliğinin) onlara kazandırdığı şeylerden memnun olan, yani o anki güç ve menfaat sahibi insanlar devrime, yeniliğe karşı çıkar. Sen hiç toplumsal çarpıklığı, düzenli düzensizliği veya düzensiz düzeni en acı şekilde ve günlük yaşantısında her gün yaşayan veya daha doğrusu bu düzenin veya düzensizliğin farkında olan sokaktaki adamın devrime karşı geldiğini gördün mü ? İnsanları cahil cühela bir yığın haline getirip, ondan sonra da fikri gelen herkese

-          Eski köye yeni adet getirme
-          İcat çıkarma başımıza

Sözleri neden denir anıyorsun ?

            Herkesin mutlu olduğu bir toplumda ne mi olur? (acı bir tebessüm ile) Toplumun her ferdi sadece toplumu düşünmediği sürece öyle bir toplum olmaz ki ?

            Konuyu dağıtmayalım. Yani gördüm ki bu kişisel gelişim kitaplarında verilen öğütlerin birçoğu aslında insanların birçoğunun kullandığı ve benim bu kişisel gelişim kitaplarını okumama yani aklen ve ruhen darlanmama neden olan taktikler. Evet resmen tak-tik-ler…

            Şu an araya girmem lazım. Kitap okumak veya bu kitabı yazmak üzere öğlen aralarında yemek yemek yerine yalnız başıma şirkette kalmayı tercih ediyorum

DEVAMI : 14.EKİM.2011 de 

10 Ekim 2011 Pazartesi

EDEBİYAT


1
KİŞİSEL  GELİŞME, TOPLUMSAL  GELİŞ !!!

Sevgili  okuyucularım. Bugün size, yayına başlatacağım bir kitapcığın (Basılmamış)  tamamını tefrika halinde sunacağım. Her tefrika yayında 3 gün kalacaktır
Yazar, adının yazılmasını istemiyor. Aklınıza bir şey gelmesin. Kitapcıkta herhangi bir suç unsuru yok. Yazar konu hakkında yorum istemiyor, soru istemiyor, polemiğe girmek istemiyor. Onun için adının yazılmasını istemiyor.  "Fikirlerimi ister benimsesin, ister benimsemesin" diyor. " ben, kişisel ve toplumsal gelişmede, doğru olduğuna inandığım görüş ve düşüncelerimi söylüyorum." diyor.
Yazar, bakın, kendini ve kitabı neden yazdığını şu cümlelerle anlatırken, konuya da girmiş oluyor.

Burhan Bursalıoğlu

SEBEP 

"Kitaba veya uzun yazıya başlamadan önce şunu yazayım. Ben yazar değilim. Daha önce herhangi bir şey yazmışlığım da yok. En azından gazete yazarlarına yazdığım kendileri ve / veya günlük siyasi olaylarla ilgili eleştirilerden başka başka yayınlanmış bir şeyim yok. Gerçi bu gazetelere gönderdiklerimin sadece bir tanesi yayınlandı ama konumuz o değil zaten. Edebiyat ve sanatla da yakın uzak alakam yoktur. Karşı değilim. Ama anlamam da. Sırf elalem acık da olsun entel zannetsin diye sergiden konsere koşturup, katılan insanların yarısından fazlasının benden de cahil olduğu bir gösteriş yarışına gireceğime evimde otururum daha iyi. Güzel bir şey mi ? Hayır ! Da ben buyum hemşerim. Yukarıdaki satırları niye yazdım ? Aşağıda okuyacağın satırlarda anlatım bozuk, konu karışmış, cümleler depremden çıkmış gibi devrik, paragraflar yerli yersiz olabilir. Şimdiden kusura bakma. Ve iyisi mi sen bir önceki ile alakasını kuramadığın her paragrafı diğerinden bağımsız olarak oku. Gerçi okurken beni değil asıl kendini yargılayacaksın ama ben gene de söyleyeyim."

"Her şey, yani bu kitabı yazmama neden olan her şey aslında 2008 senesi yaz aylarında başladı. Daha doğrusu içimdekiler bu sezonda olan olaylar nedeniyle iyice tetiklendi. 2006 senesinin başlarından beri işlerdeki durgunluk beni felsefe, evren ve doğa, dünya işleri, insan ilişkileri daha doğrusu insan kötülükleri üzerine düşünmeye sevk etti. Asıl önemli olarak da başıma gelen küçücük bir olay etrafımda o ana kadar görmediğim, göremediğim bir sürü çarpıklığın tokat gibi suratıma çarpılmasına neden oldu. Her gün sekiz saatimi -o günlerde başımızda musallat olan ekonomik krizden ötürü biraz da boş olarak- geçirmeye başlamam nedeniyle de bu olaylar benim gözüme daha bir batmaya başlayınca, günlük hayattaki başka şeyler de acayip dokunmaya başladı. Yerlere çöp atan hödüklere laf atmaya başladım. Ters yönden gelenlerin hiç ama hiç taviz vermeden arabamla yollarını kesiyordum (gerçi bu işi taa 20 sene önce üniversite yıllarında da yapardım). Dayak yeme tehlikeleri atlattım. Tabii bu arada benim yaptığım bir hödüklüğü altı yaşında bir kız suratıma öyle bir çarptı ki… Park edecek yer yok diye şirketin önündeki kaldırıma park ederdim bazen. Bir gün o kız geldi.

-         --Bu araba senin mi?
diye sordu.

-       -Evet
dedim.

-         --Senin yüzünden yola iniyoruz, hayatımızı tehlikeye atıyoruz, bana bir şey olursa hoşuna gider mi ?
diye sordu… O gün bugün, uzun bir süre yürümemi gerektirse bile park edecek yer bulana kadar araba ile dolaşıyorum.

OKUMAYA BAŞLADIM 
            Ayrıca kendimi iyice kitap okumaya verdim. Özellikle siyasal, tarihsel ve bilimsel kitaplar okuyordum. Araya dini ve felsefi tuz biber ekince de, neredeyse her ferdinin menfaat uğruna, para uğruna, mevkii uğruna, şan uğruna, şöhret yoluna tüm ruhlarını bile sattığı bu tiyatro sahnesi dünyada yaşamaktan ve özellikle de bu insanlarla ilişkiye girmekten kaçar, hatta korkar oldum.

İçine düştüğüm durumla ilgili psikologlara danışmayı düşündüm. Hala ara sıra düşünüyorum. Ama hep şu nedenle vazgeçiyorum: “Gidecem de ne olacak? Oturtacak karşısına, kimsin, anan kim, baban kim, arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim, neden hoşlanırsın, neden böylesin, boş ver ,kendini düşün, sana ne de, bana ne de, sen birsin başkası sıfır unutma, vs. vs.” Ve tabii arkasından da acele faturasını kesecek. Ve basacak Prozac’ ı beyin şeylemesine uğratacak. E ben bu telkinleri kendime zırt pırt yapıyorum. Telkinle olsa olurdu anasını satayım ama olmuyor işte. Olsa, yani aklımız, beynimiz ve her şeyden önemlisi karakterimiz müsaade etse zaten çoktan o kadar karaktersiz olurduk. Beyin şeylemesine gelince de, papatya, melisa, kantaron ve daha başka yatıştırıcı uyuşturucu ot,  mot  alaraktan beynimi yeterince şey ediyorum zaten.

            Çünkü hayat denen bu tiyatroda kendime yer bulamadım. Sahnede olmayı kendime yediremiyordum. Çünkü eğer sahneye çıkacaksan, herkesin seyrettiği, tanıdığı bir şahsiyet olacaksan; rol yapman lazım. Başkası olacaksın. Ve orta oyunu oynanan o sahnede meydana gelen her olayda, karşına çıkan her farklı kişiye karşı farklı bir insan rolü oynaman gerekli. Hatta bundan kötüsü karşındaki artist de rol yapmakta olduğu için aynı adama karşı bile farklı roller takınmak zorundasın. Bu farklılık da olaya göre değişir.

Ama bir farkı var. Günde sekiz saat uyuduğumuzu varsayarsak, geri kalan tüm vakit bu sahnede geçiyor. Ve bu nedenle de her an çok ama çok dikkatli olman gerekli. Karşındaki artistin ne zaman hangi olayda, kime karşı hangi rolü takındığını da kafanda tutman lazım ki, yarın öbür gün o yavşak (en az senin kadar) sana karşı dalavere çevirmeden önce onun bu oyununu önceden anlayabilesin. Veya hangi davranışların rol, hangilerinin gerçek olduğunu anlayabilesin. Bununla birlikte sen de az yavşak olmadığın için senin bu adama karşı farklı durumlarda çevirdiğin farklı entrikaları da hafızaya atacaksın ki; aynı adamla benzer olayları yaşadığın zaman bir önceki rolünle tutarlı olasın. Aslında en güzeli, kimin senin ne söyleyip düşündüğünü kesinlikle ama kesinlikle kafana takmayacak karakter(sizliğ)e sahipsen canın ne zaman ne ne isterse onu yapacaksın.

            Seyirci olmak ise bambaşka bir dert ! Alık olacaksın. Kendini bile düşünemeyecek kadar mal değneği olacaksın. Böyle olacaksın ki sahnedeki yavşakların senin onları gerçek zannetmen için yaptıkları cümle maymunluğu komedi; itliği, piçliği üstün zeka belirtisi veya daha kötüsü iyilik; numarayı da gerçek sanasın. Emmeye de geleceksin gömmeye de. Mürşid (sahnedekiler) elinde mürid olarak gassal elinde meyit gibi olacaksın ki onlar orana burana pamuk teperken bile sesin çıkmasın. Onların senden her zaman her yerde söyledikleri

-         Meyve veren ağaç taşlanır

veya

-         Tabak sevdiği deriyi yerden yere vurur

sözleri ile avunacaksın. Hatta onlar seni SEVDİKLERİ İÇİN DEĞİL senin meyvelerini toplayıp satabilmek için taşlarken veya seni daha iyi fiyata satabilmek için yerden yere vururken kendini bir  b…  zannedeceksin. Aklına kesinlikle:

-          Ulan bu yavşak beni seviyorsa neden yere vuruyor ki ? Alsın duvarına assın. Niye beni taşlıyor ki, meyve yere düşünce alsın yesin

gibi düşünceler getirmeyeceksin. Evrenin farkında olmayacaksın. Öyle olacaksın ki etrafta dönen hiçbir şey anlamadığın için seni mutsuz edemesin.

Bu da yatmıyordu kafama, karakterime.

Çünkü son zamanlarda okuduğum kitaplardan öğrendiğim en güzel sözdü Sokrat’ a (Socrates) ait olduğu söylenen

-         Sorgulanmayan hayat yaşanmaya değmez !

sözü.

Veya Bekir Coşkun Ağabey’ in değimiyle “Göbeğini Kaşıyan Adam” olmak benim harcım değildi.

            Yavaş yavaş beynimde yer etmeye başlamıştı “Neden tarihin ilk çağlarından beri birçok filozofun neden yalnız takılmayı tercih ettikleri. Ulan ne yapsak da kafayı yemeden idare etsek diye” tırmalayıp dururken bir gün şirkette çalışan arkadaşlardan birinin evde yer kaplıyor diye şirkete getirdiği kişisel gelişim kitapları gördüm rafın birinde…

İnsanları etkileme sanatı…
Dost edinme sanatı…
İş yerinde stresi önleme sanatı…
Egoist Olma sanatı…

Aldım cümlesini. Okumaya başladım. İlk başlarda ne güzel şeyler anlatıyorlardı.

Hayattan bir sürü örnek. Şunu yaptım şöyle oldu, bunu yaptım böyle oldu, artık şununla şöyle iyi geçiniyorum, bununla böyle iyi ahbap oldum şeklinde. Zengin oldum. Bok gibi para kazandım. Çok mutluyum. Hafifledim. Gevşedim. Jöle kıvamına geldim.

            Amaaaa….. Kitaplardan birini okuduğum bir gündü. Yazar geçmiş bir anısını anlatıyor. Firmasının ürettiği motoru; alıcı firma çok ısınması nedeniyle almaktan vazgeçmiş. Üretilen motor standartların üzerinde ısınıyormuş. Standarda göre o motorun sıcaklığı çalıştığı ortamın sıcaklığının en fazla 75 Fahrenayt üzerinde olabilirmiş. Satış yapacağı fabrikanın imalat müdürü

-         Elimizi bile süremiyoruz

demiş. Yazar da

-         E 72 Fahrenhayt olan bir odada, odadan 75 Fahrenhayt daha sıcak olan bir motora tabii ki elini süremezsiniz.

demiş ve bu şahsiyeti ikna etmiş.

            Bu satırları okuduğumda soldan mı kalkmıştım neydim hatırlamıyorum. Veya demek ki belki de okuduklarıma bilinçaltım daha fazla dayanamamıştı. Ama okuduğum bu olayın hemen arkasından beynimin derinlerinden bir ses

-         Öncelikle senin bu lafına inanan ve imalat müdürü olacak mühendisin mühendisliğine verteyim
dedi. Sonra da devam etti:

-         O mevkiye nasıl geldiği belli olmayan o dallamayı İKNA ETMEK adı altında KANDIRACAĞINA fabrikana dönüp patronu ve tasarımcıları standartlara uygun olarak, motorun çalışma ortamının sıcaklığı ne olursa olsun, bu sıcaklığın 75 Fahrenhayttan daha fazla üzerine çıkmayacak şekilde üretilmesi konusunda ikna etmeye çalışsaydın ve hatta bu konunun savaşını verseydin ya… Büzüğün sıkıyorsa tabii ki !!! Belki motoru satamayacaktın ama sahtekar firmanın bundan sonra adam gibi motor üretmesini sağlardın.

DEVAM EDECEK

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ