6 Haziran 2014 Cuma
4 Haziran 2014 Çarşamba
MİLLİ ŞAİRLERİMİZ
KUVAYİ MİLLİYE
SEKİZİNCİ VE SONUNCU BAP
26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLAR
İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR
ve
İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ'E
BAKAN NEFER
Saat 2.30.
Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
ne toprak kokusu vardır.
Gündüz güneşin,
gece yıldızların altında kayalardır.
Ve şimdi gece olduğu için
ve dünya karanlıkta daha bizim,
daha yakın,
daha küçük kaldığı için
ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten
evimize, aşkımıza ve kendimize dair
sesler geldiği için
kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
okşayarak gülümseyen bıyığını
seyrediyordu Kocatepe'den
dünyanın en yıldızlı karanlığını.
Düşman üç saatlik yerdedir
ve Hıdırlık-tepesi olmasa
Afyonkarahisar şehrinin ışıkları
gözükecek.
Küzeydoğuda Güzelim-dağları
ve dağlarda tek
tek
ateşler yanıyor.
Ovada Akarçay bir pırıltı halinde
ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var :
Akarçay belki bir akar su,
belki bir ırmak,
belki küçücük bir nehirdir.
Akarçay Dereboğazı'nda değirmenleri çevirip
ve kılçıksız yılan balıklarıyla
Yedişehitler kayasının gölgesine girip
çıkar.
Ve kocaman çiçekleri eflâtun
kırmızı
beyaz
ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki
haşhaşların arasından akar.
Ve Afyon önünde
Altıgözler Köprüsü'nün altından
gündoğuya dönerek
ve Konya tren hattına rastlayıp yolda
Büyükçobanlar Köyü'nü solda
ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp
gider.
Düşündü birdenbire kayalardaki adam
kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.
Kim bilir onlar ne kadar büyük,
ne kadar uzundular?
Birçoğunun adını bilmiyordu,
yalnız, Yunan'dan önce ve Seferberlik'ten evvel
Selimşahlar Çiftliği'nde ırgatlık ederken Manisa'da
geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.
Dağlarda tek
tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saatı sordu.
Paşalar : «Üç,» dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı.
Saat 3.30.
Halimur - Ayvalı hattı üzerinde
manga mevziindedir.
İzmirli Ali Onbaşı
(kendisi tornacıdır)
karanlıkta gözyordamıyla
sanki onları bir daha
görmiyecekmiş gibi
baktı manga efradına birer birer :
Sağda birinci nefer
sarışındı.
İkinci esmer.
Üçüncü kekemeydi
fakat bölükte
yoktu
onun üstüne şarkı söyliyen.
Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı
tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam.
Altıncı,
inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam,
memlekette toprağını ve tek öküzünü
ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için
kardeşleri onu mahkemeye verdiler
ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
ona «Deli Erzurumlu» derdiler.
Yedinci, Mehmet oğlu Osman'dı.
Çanakkale'de, İnönü'nde, Sakarya'da yaralandı
ve gözünü kırpmadan
daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.
Sekizinci,
İbrahim,
korkmıyacaktı bu kadar
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp
birbirine böyle vurmasalar.
Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki :
tavşan korktuğu için kaçmaz
kaçtığı için korkar.
Saat 4.
Ağzıkara - Söğütlüdere mıntıkası.
On ikinci Piyade Fırkası.
Gözler karanlıkta, uzakta.
Eller yakında, makanizmalar üzerinde.
Herkes yerli yerinde.
Tabur imamı
mevzideki biricik silâhsız adam :
ölülerin adamı,
kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru,
durdu boyun büküp
el kavuşturup
sabah namazına.
İçi rahattır.
Cennet, ebedî bir istirahattır.
Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,
meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir
Cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı.
Saat 4.45.
Sandıklı civarı.
Köyler.
Sarkık, siyah bıyıklı süvari,
çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
Çukurova beygiri
kuyruğunu karanlığa vuruyordu :
dizkapaklarında kan,
kantarmasında köpük...
İkinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük,
atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
Geride, köylerde bir horoz öttü.
Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari
ellerinin tersiyle yüzünü örttü.
Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan
bir başka horoz vardır :
baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.
Düşmanlar herhal onu çoktan kesip
çorbasını yapmışlardır...
Saat beşe on var.
Kırk dakka sonra şafak
sökecek.
«Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak».
Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde,
On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti
ve onların genci, uzunu,
Darülmuallimin mezunu
Nurettin Eşfak,
mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak
konuşuyor :
-Bizim İstiklâl Marşı'nda aksıyan
bir taraf var,
bilmem ki, nasıl anlatsam,
Âkif, inanmış adam,
fakat onun, ben,
inandıklarının hepsine inanmıyorum.
Meselâ, bakın :
«Gelecektir sana vaadettiği günler
Hakkın.»
Hayır,
gelecek günler için
gökten âyet inmedi bize.
Onu biz, kendimiz
vaadettik kendimize.
Bir şarkı istiyorum
zaferden sonrasına dair.
«Kim bilir belki yarın...»
Saat beşe beş var.
Dağlar aydınlanıyor.
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
Gün ağardı ağaracak.
Kokusu tütmeğe başladı :
Anadolu toprağı uyanıyor.
Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp
ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes mâcereda,
ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.
Topçu evvel mülâzımı Hasan'ın
yaşı yirmi birdi.
Kumral başını gökyüzüne çevirdi,
kalktı ayağa.
Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
Şimdi bir hamlede o kadar büyük,
öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki
bütün ömrünü ve hâtırasını
ve yedi buçukluk bataryasını
ağlanacak kadar küçük buluyordu.
Yüzbaşı sordu :
- Saat kaç?
- Beş.
- Yarım saat sonra demek...
98956 tüfek
ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
bütün âletleriyle
ve vatan uğrunda,
yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle
Birinci ve İkinci ordular
baskına hazırdılar.
Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,
beygirinin yanında duran
sarkık, siyah bıyıklı süvari
kısa çizmeleriyle atladı atına.
Nurettin Eşfak
baktı saatına :
- Beş otuz...
Ve başladı topçu ateşiyle
ve fecirle birlikte büyük taarruz...
Sonra.
Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
Bunlar :
Karahisar
güneyinde 50
ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.
Sonra.
Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik
Aslıhanlar civarında
30 Ağustosa kadar.
Sonra.
Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu.
Esirler arasında General Trikopis :
Alaturka sopa yemiş bir temiz
ve sırmaları kopuk frenk uşağı...
Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak'ın ayağı.
Nurettin dedi ki : «Teselyalı Çoban Mihail,»
Nurettin dedi ki : «Seni biz değil,
buraya gönderenler öldürdü seni...»
Sonra.
Sonra, 31 Ağustos günü
ordularımız İzmir'e doğru yürürken
serseri bir kurşunla vurulan
Deli Erzurumluydu.
Devrildi.
Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
Baktı yukarı,
baktı karşıya.
Gözler hayretle yandılar :
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
her seferkinden kocamandılar.
Ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
seyredip güneşli gökyüzünü
ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
Sonra...
Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden
ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden
yüzlerini toprağa döndüler...
Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız
ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor
yaratıyordu da.
Ve kılıçların,
nalların,
ellerin
ve gözlerin pırıltısı
ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
ve şu türküyü duydu :
«Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak
başı gibi uzanan
bu memleket bizim.
Bilekler kan
içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya
benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el
kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana
kulluğunu,
bu dâvet bizim...
Yaşamak bir ağaç
gibi tek ve hür
ve bir orman gibi
kardeşçesine,
bu hasret bizim...»>
Sonra.
Sonra, 9 Eylülde İzmir'e girdik
ve Kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
Güneyden Kuzeye,
Doğudan Batıya,
Türk halkıyla beraber
seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz'i.
Ve biz de burda bitirdik destanımızı.
Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
Türk halkı bağışlasın bizi,
onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır...
939 İstanbul Tevkifanesi,
940 Çankırı Hapisanesi,
941 Bursa Hapisanesi.
28 Mayıs 2014 Çarşamba
MİLLİ ŞAİRLERİMİZ
KUVAYİ MİLLİYE
YEDİNCİ BAP
Burhan Bursalıoğlu
Önemli nedenlerden ötürü ara vermek mecburiyetinde kaldığım Nazım Hikmet RAN'ın KUVAYİ MİLLİYE şiirinin 7. bap ı nı yayınlıyorum.
922 AĞUSTOS AYI
ve
KADINLARIMIZ
ve
6 AĞUSTOS EMRİ
ve
BİR ÂLETLE BİR İNSANIN HİKÂYESİ
Ayın altında kağnılar gidiyordu.
Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru.
Toprak öyle bitip tükenmez,
dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erişmiyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle.
Ve onlar
ayın altında dönen ilk tekerlekti.
Ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
ufacık, kısacıktılar,
ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında
ve ayakları altından akan
toprak,
toprak
ve topraktı.
Gece aydınlık ve sıcak
ve kağnılarda tahta yataklarında
koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.
Ve kadınlar
birbirlerinden gizliyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
Ve kadınlar,
bizim kadınlarımız :
korkunç ve mübarek elleri,
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yârimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız
şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.
Ve on beşlik şarapnelin çeliğinde
ince boyunlu çocuklar uyuyordu.
Ve ayın altında kağnılar
yürüyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru.
«6 Ağustos emri» verilmiştir.
Birinci ve İkinci ordular, kıt'aları, kağnıları, süvari alaylarıyla
yer değiştiriyordu, yer değiştirecek.
98956 tüfek,
325 top,
5 tayyare,
2800 küsur mitralyöz,
2500 küsur kılıç
ve 186326 tane pırıl pırıl insan yüreği
ve bunun iki misli kulak, kol, ayak ve göz
kımıldanıyordu gecenin içinde.
Gecenin içinde toprak.
Gecenin içinde rüzgâr.
Hatıralara bağlı, hatıraların dışında,
gecenin içinde :
insanlar, âletler ve hayvanlar,
demirleri, tahtaları ve etleriyle birbirine sokulup,
korkunç
ve sessiz emniyetlerini
birbirlerine sokulmakta bulup,
kocaman, yorgun ayakları,
topraklı elleriyle yürüyorlardı.
Ve onların arasında
Birinci Ordu İkinci Nakliye Taburu'ndan
İstanbullu şoför Ahmet
ve onun kamyoneti vardı.
Bir acayip mahlûktu üç numrolu kamyonet :
İhtiyar,
cesur,
inatçı ve şirret.
Kırılıp dağlarda kalan sol arka makası yerine
şasinin altına, dingilin üzerine
budaklı bir gürgen kütüğü sarmış olmasına rağmen
ve kalb ağrılarıyla
ve on kilometrede bir
karanlığa yaslanıp durduğu halde
ve vantilâtöründe dört kanattan ikisi noksan iken
şahsının vekarlı kudretini resmen biliyordu :
«6 Ağustos emri»nde ondan ve arkadaşlarından
«... ihzar ve teşkil edilmiş bulunan
ve cem'an 300 ton kabiliyetinde kabul olunan
100 kadar serî otomobil...» diye bahsediliyordu.
İhzar ve teşkil olunanlar,
bu meyanda Ahmet'in kamyoneti,
insanların, âletlerin ve kağnıların yanından geçip
Afyon - Ahırdağları ve imtidadına doğru iniyorlardı.
Ahmet'in kafasında uzak bir şehir ve bir şarkı vardı.
Bu şarkı nihaventtir
ve beyaz tenteli sandalları,
siyah mavnaları,
güneşli karpuz kabuklarıyla
bir deniz kıyısındadır şehir.
Vantilâtörde adedi devir
düşüyor gibi.
Arkadaşlar ileri geçtiler.
Ay battı.
Manzara yıldızlardan ve dağlardan ibaret.
Sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet,
çınar dibinde iki mars bir oyunla yenip Bücür'ü,
kalk,
sıra servilerin önünden yürü,
çeşmeyi geç,
mektep bahçesi, medreseler,
orda, Harbiye Nezareti'nin arka duvarında
siyah çarşaflı bir kadın
çömelip yere
darı serper güvercinlere
ve papelciler
şemsiye üstünde papaz açarlar.
Motor mızıkçılık ediyor,
bizi dağ başlarında bırakacak meret.
Ne diyorduk oğlum Ahmet?
Dökmeciler sağda kalır,
derken, Uzunçarşı'ya saparken,
köşede, sol kolda seyyar kitapçı :
«Hikâyei Billûr Köşk»,
altı cilt «Tarihi Cevdet»
ve «Fenni Tabâhat».
Tabâhat, mutfaktan gelirmiş,
yani yemek pişirmek.
Hani, uskumru dolmasına da bayılırım pek.
Yaldızlı kuyruğundan tutup
bir salkım üzüm gibi yersin.
İlerde bir süvari kolu gidiyor,
saptılar sola.
Uzunçarşı'yı dikine inersin.
Sandalyacılar, tavla pulcuları, tesbihçiler.
Ve sen İstanbullu,
sen kendi ellerinin hünerine alışmış olduğundan
şaşarsın İstanbullulara :
ne kadar ince, ne çeşitli hünerleri var, dersin.
Rüstem Paşa Camii.
Urgancılar.
Urgancılarda yüz parça yelkenli gemiyi
ve hesapsız katır kervanlarını donatacak kadar
urgan, halat ve dökme tunçtan çıngıraklar satılır.
Zindankapı, Babacafer.
Uzakta Balıkpazarı.
Kuruyemişçiler.
Yemiş iskelesindeyiz :
sandalları, mavnaları,
güneşli karpuz kabuklarıyla
yüzüne hasret kaldığım deniz.
Sol arka lastik hava mı kaçırıyor ne?
İnip
baksam...
Yemiş iskelesinden dilenci vapuruna binip
Eyüp'te Niyet Kuyusu'na gittikti.
Elleri yumuk yumuk,
bacakları biraz çarpıktı ama,
yeşil zeytin tanesi gibi gözler.
Kaşları da hilâl gibi çekikti.
Tam Kasımpaşa'ya yaklaştık, beyaz başörtüsü...
Lastik hava kaçırıyor.
Derdine deva bulmazsak eğer...
Dur bakalım Babacafer...
Üç numrolu kamyonet durdu.
Karanlık.
Kriko.
Pompa.
Eller.
Küfreden ve küfrettiğine kızan elleri
lastikte ve ihtiyar tekerlekte dolaşırken
Ahmet hatırladı :
bir gece nüzüllü babaannesini
sedirden sedire taşırken
kadıncağız...
İç lastik boydan boya patladı.
Yedek?
Yok.
Dağlarda avaz avaz
imdat istemek?
Sen Süleymaniyelisin oğlum Ahmet,
sana tek başına verilmiştir üç numrolu kanyonet.
Hem, hani bir koyun varmış,
kendi bacağından asılan bir koyun.
Süleymaniyeli şoför Ahmet
soyun...
Soyundu.
Ceket, külot, pantol, don, gömlek ve kalpak
ve kırmızı kuşak,
Ahmet'i postallarının üstünde çırılçıplak
bırakarak
dış lastiğin içine girdiler,
şişirdiler.
Bu şarkı nihaventtir.
Deniz kıyısında bir şehir...
Beyaz başörtüsü...
Saatta elli yapıyoruz...
Dayan ömrümün törpüsü,
dayan da dağlar anadan doğma görsün şoför Ahmet'i,
dayan arslan...
Hiçbir zaman
böyle merhametli bir ümitle sevmedi
hiçbir insan
hiçbir âleti...
21 Mayıs 2014 Çarşamba
GÜZEL ÜLKEMİZ
ÖĞÜNMEYİ HAK EDEN KENTİMİZ - 2
Burhan Bursalıoğlu
Eskişehir gezimizin üçüncü günü :
7 MAYIS 2014
ÇARŞAMBA
KENTİMİZ
Gezimizin üçüncü ve son günü, şehir turlarımız vardı. Saat: 9.15 de otobüslerimize binerek, Anadolu Üniversitesi Yunus Emre Kampüsüne gittik.
Gördüğüm üniversiteler içinde gerçekten hayran kaldığım bir okul. Tıbbın
dışında bütün fakülteleri bünyesinde
toplayan ve eğitim kadrosu da tam olan okul geniş bir araziye dağılmış. Her taraf
ağaçlık yeşillik ve çiçeklerle donanmış, tertemiz, sakin, öğrencilerin her
türlü ihtiyaçlarını karşılayacak oluşuma
sahip.
Fırınından sinemasına, sağlık kuruluşundan itfaiyeye, oyun salonlarından yatakhanelere, atölyelerden
spor alanlarına, müzik salonlarından
toplantı salonlarına kadar gelişmiş, her ülkenin örnek alacağı bir üniversite. Ne tekim,Uzak Doğunun bütün
devletlerinden temsilciler geliyormuş.
Ulaşım tramvay
ve otobüslerle sağlanıyor.
Her lise öğrencisinin, gözünü
kapayarak tercih edeceği bu okulu ben de tavsiye ediyorum.
Anadolu Üniversitesi Yunus Emre
Kampüsünden ayrılarak, Tarihi Odun
Pazarı bünyesinde Çağdaş Cam Sanatları müzesini gezdik. Resimlerde de
görülebileceği gibi çok çeşitli ve emek isteyen bu sanat eserleri görülmeye
değer. Eserlerin tanıtımını yapan
sunucu, her eserin yapımcısı, değeri ve yapılış tarzından bahsedince, gerçekten
dışarıdan görüldüğü gibi kolay olmayan bir sanat olduğuna karar verdik.
CAM SANATI ESERİ |
Cam sanatları müzesinin altında ,
bizzat Eskişehir Belediye Başkanı Yılmaz
Büyükerşen’in yaptığı Balmumu Heykeller Müzesine indik.
Her Eskişehir’e gidenin, muhakkak
görmesi gereken bir müze. 167 tanınmış insanımızın, vücut ölçülerine göre,
bire bir ölçümlerle yapılan balmumu heykelleri bölüm,bölüm ayrılmış. Gerçeklerine tıpa tıp benzeyen
heykeller , mesleklerine, değerlerine ve
sınıflarına göre kısım , kısım konmuş.
ATATÜRK VE ÜLKÜNÜN BAL MUMU HEYKELLERİ |
Filaşsız resim çekmek serbest. Sadece en son bölüme konan Atatürk ve birkaç
büyüğümüzün heykellerini çekmek
yasak. O bölümü, oranın
fotoğrafçısına poz vererek resim
çektirilebiliyor
VEYSELE EŞLİK ETTİM |
Müzelerden sonra, şehir merkezindeki
Köprübaşına gidiyoruz. Porsuk çayının etrafını düzelterek,
orayı modern kanal haline getiren Sayın
Büyükerşen’e teşekkür etmemek mümkün değil. Kanalın üstüne yapılan köprülerin her birinin rengi değişik.
Gençlerin veya başka insanların buluşma
yeri olarak bundan daha güzel adres olamaz.
Örneğin, “mavi köprüde veya sarı
köprüde buluşalım” gibi.
PORSUK ÇAYI VE MAVİ KÖPRÜ |
20 dakika süren tur için botlara bindik. Etraftaki
yapıları ve güzellikleri seyrederek adalar gezimizi de bitirmiş olduk.
PORSUK ÇAYI VE YEŞİL KÖPRÜ |
Eskişehir’in M.Ö. ilk kuruluş bölgesi olan ve halen görülebilen en büyük höyüklerden
Şarhöyük ün panoramik görülmesi ve tarihi hakkında bilgi edinilmesinin ardından, 350 m.lik yapay
plajın da yer aldığı Kent Parkına gidiyoruz.
ARTEZYEN SUYLA OLUŞAN SUNİ PLAJ |
Burada dikkat çeken plajlar ve geniş
bir sahayı kaplayan yeşillik alanları.
Artezyen suların oluşturduğu yapay plaj, Eskişehirlilerin deniz
ihtiyaçlarını karşılayacak kadar modern
ve bakımlı.
ARTEZYEN SUYU İLE OLUŞTURULAN PLAJ GÖLÜ |
Kent parkı gezimiz sonrasında, Kırım
Tatarlarının özel yemeği ve Eskişehir’in de yöresel yemeği olarak bilinen ÇİBÖREK,
ayran ve salatadan oluşan öğle
yemeğimizi yiyerek Türkiye lokomotif Makine Fabrikasına gittik. Burada sergilenen
ilk Türk yapımı DEVRİM arabasını seyrettik.
DEVRİM ARABASI |
Tarih 16 Haziran 1961. Türkiye sıkıntılı
bir dönemin ardından yeniden yapılanmaya çalışıyor. İhtilal sonrası dönemde bir
söylenti ortalıkta dolaşıyor, “Türkler araba yapamaz”… Dönemin
iktidarı, 16 Haziran günü Devlet Demiryolları Fabrikaları ve Cer Dairelerinin
yönetici ve mühendislerinden 20 tanesini toplantıya çağırıyor. Amaç ise, “Türkler
araba yapamaz” kanısını ortadan kaldırmak. Ve ilk Türk yapımı Devrim
arabasının öyküsü burada başlıyor…
Türklerin, dünyaya bir meydan okuma hikayesidir Devrim arabasının serüveni... Dönemin iktidarı, 29 Ekim kutlamalarına yetişmesi için bir araba siparişi veriyor Eskişehir’e. Aracın adı Devrim. İmkansızı başarmanın nasıl olduğunu gösteriyor Devrim arabası. Çünkü arabanın yapımı için verilen süre çok kısıtlı ve bir kanı var ortada dolaşan: “Türkler araba yapamaz”…
Tüm ülkede üniversiteden, basına; bir avuç sanayiciden politikacıya, sesi duyulabilen kimse ne otomobil ne de motor yapılabileceğine inanıyor, özel sohbetlerde, röportajlarda, film gösterili konferanslarda bu görüş vurgulanıyor.
Ancak inanılmaz bir şey gerçekleşiyor. Ve araba, 28 Ekim 1961 sabahı Türkiye’de yapılan bir otomobil, kaportası pürüzsüz olmasa da, kendi tekerlekleri üzerinde ve yine Türkiye’de yapılan kendi motorunun gücüyle Büyük Millet Meclisi Binası önüne götürülerek Devlet Başkanı Cemal Gürsel Paşa'ya sunulabiliyor…
Türklerin, dünyaya bir meydan okuma hikayesidir Devrim arabasının serüveni... Dönemin iktidarı, 29 Ekim kutlamalarına yetişmesi için bir araba siparişi veriyor Eskişehir’e. Aracın adı Devrim. İmkansızı başarmanın nasıl olduğunu gösteriyor Devrim arabası. Çünkü arabanın yapımı için verilen süre çok kısıtlı ve bir kanı var ortada dolaşan: “Türkler araba yapamaz”…
Tüm ülkede üniversiteden, basına; bir avuç sanayiciden politikacıya, sesi duyulabilen kimse ne otomobil ne de motor yapılabileceğine inanıyor, özel sohbetlerde, röportajlarda, film gösterili konferanslarda bu görüş vurgulanıyor.
Ancak inanılmaz bir şey gerçekleşiyor. Ve araba, 28 Ekim 1961 sabahı Türkiye’de yapılan bir otomobil, kaportası pürüzsüz olmasa da, kendi tekerlekleri üzerinde ve yine Türkiye’de yapılan kendi motorunun gücüyle Büyük Millet Meclisi Binası önüne götürülerek Devlet Başkanı Cemal Gürsel Paşa'ya sunulabiliyor…
DEVRİM ARABASI |
29 Ekim 1961 günü ise Devrim, Cumhuriyet kutlamalarına katılıyor. Dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel gelmeden tüm hazırlıkları tamamlanan Devrim’in bir tek benzini unutuluyor. Cumhurbaşkanı Gürsel, benzini konulmayan arabanın ön koltuğuna oturuyor. Araç meclisin bahçesinde tur atarken; herkes pek keyifleniyor. Ne de olsa bu kendini kanıtlama savaşı ve bu savaş yine kazanılıyor. Cemal Gürsel, bu arabayı Atatürk’ün de görmesini istiyor ve Devrim’i Anıtkabir’e götürülmesi için talimat veriyor. Ancak benzini unutulan araba henüz 100 metre ilerlemişken duruyor. Devrim'in kıymetli yolcusu, şaşkın bakışlarla süzüyor "devrimin itici gücünü"... Şoför "Benzin bitti" diye boynunu bükünce, Cemal Gürsel durumu şöyle özetliyor: "Batı kafasıyla otomobil yaparız, Doğu kafasıyla ikmali unuturuz."
Devrim bu talihsizlik
sonrasında müzeye konuyor ve böylece de
bu teşebbüs sonlanıyor.
AKVARYUMDA KÖPEK BALIĞI |
Arabanın yanından ayrılarak,
Eti Sualtı Dünyasını Çeşitli irili ufaklı balıkların bulunduğu
akvaryumu geziyoruz.
Üst katta bulunan
deniz ürünlerinden oluşan
hediyelik eşya reyonlarını da gezip, içinde
tramvay olan, gerçek ölçülerinde, Kristof Kolomb’un gemisi Santa Maria'nın, boyu 35 m. olan masal şatosunun, uzay araştırma
merkezinin, çocuklara yönelik oyun yerlerinin, kafelerin ve büyük bir
gölün bulunduğu SAZOVA Parkına gidiyoruz.
PARK İÇİNDEKİ TRANVAYI BEKLİYORUZ |
Parkı baştan başa turlayan tramvaya binerek, bir kısmımız Santa
Maria gemisinin, bir kısmımız da Masal Şatosunda iniyoruz. Üst bölümlere
çıkarak parkın kuş bakışı görünüşünü seyrediyoruz.
SAZOVA PARKININ ŞATODAN GÖRÜNTÜSÜ |
Parkın her tarafında
Belediye işçileri çalışıyor. Kimisi budama, kimisi çapa, kimisi temizlik,
kimisi sulama ve kimisi de ot biçme işi ile uğraşıyor.
MASAL ŞATOSU |
Kafede, turizm acentemizin ikramı olarak, çay,kahve ve meşrubat
içerek dinlenme saatimizi geçirdik. Mola sonrası, tekrar tramvaya binerek,
çıkış kapısında inip otobüslerimize bindik.
Saat 19 da otele vardık.
Saat 20 de akşam yemeği , özel gala
salonunda, set menü, limitsiz içecek eşliğinde yeniyor.
VEDA GECESİ YEMEĞİ |
Balıkesir Necati Bey Öğretmen Okulu ve Eğitim Enstitüsü
Mezunları toplantısını organize eden arkadaşın teşekkür konuşması ve 2015
yılında İstanbul’da toplanılması kararını açıklayarak 2014 yılı birliktelik
sona erdi.
8 MAYIS 2014 PERŞEMBE
Sabah yapılan kahvaltıdan sonra , herkes birbirleriyle
vedalaşarak ve 2015 buluşma ümidiyle memleketlerimize dağılıyoruz.
SONUÇ:
Başlıktan da anlaşılacağı gibi Eskişehir planlı yapılanma, temizlik, esnafın
yaya kaldırımlarını işgal etmemesi, yeşillik alanlarının çok bol olması, halkın her türlü doğadan
istifade etmesi için kaynakların oluşturulması, trafik sorununun kaldırılmış olması,
halkının, Türk, Tatar, Boşnak, Çerkez,
Abaza, Bulgar halklarından olmuş olmasına rağmen, aralarındaki uyum ve anlayış
bakımından gerçekten haklı olarak ne
kadar iftihar edilse azdır.
Bir
zamanlar, Kayseri Belediye başkanı “ Kayseriye deniz getireceğim” demişti. O
getiremedi, ama. Yılmaz Büyükerşen
Eskişehir'e getirdi. Halkın deniz ihtiyacı artezyen suyla oluşturulan
plajlarla giderildi.
Eskişehir’i ziyaretimizde en çok üzüldüğüm
olay, Çifteler ilçesindeki, Çifteler Köy
Enstitüsü binalarının, harabe vaziyette oluşuydu. Orada faaliyet gösteren öğretmen Lisesi bulunuyor.
Tüm binaların mülkiyeti Milli Eğitim Bakanlığına bağlı. El emeği göz nuru ile,
ufacık çocukların yaptığı, aradan 60 – 70
yıl geçmesine rağmen ayakta durabilen bu yapıtlar onarılarak istifade
edilebilir. Ama MEB buna yanaşmıyor.
KÖY ENSTITÜSÜ BİNALARINDAN |
Köy Enstitülerinin kaldırılışının Ülkemizin
gelişmesine zarar verdiğini her zaman söyler ve yazarım.
KÖY ENSTİTÜSÜ BİNALARINDAN |
Bir gazete yazarının dönemin Van milletvekili Kinyas KARTAL ile yaptığı bir röportaj:
“Köy Enstitüleri neden kapatıldı ?”
sorusuna, bakın KİNYAS KARTAL nasıl cevap veriyor.
"Ben kapattırdım köy enstitülerini. Ben toprak
ağasıyım. 200'e yakın köyüm var. Bu köylerdeki halk bana tapar. Ne işi varsa
bana sorar."
"-- Köy enstitüleri komünist yetiştirdiği için mi kapatıldı?
--Hayır. Beni babam Moskova Üniversitesi'nde okuttu komünizmin ne olduğunu ben
gayet iyi biliyorum. Köy enstitülerinde komünizmi bilen kimse yoktu.
SOLDAKİ KİNYAS KARTAL |
--Peki, karma eğitimden dolayı mı kapatıldı?
--Hayır. Bu da değil bütün dünyada okullar karma eğitim kız erkek
beraber okuyor.
--Peki ya neden?
--Ben kapattırdım köy enstitülerini. Ben toprak ağasıyım. 200'e yakın
köyüm var. Bu köylerdeki halk bana tapar. Ne işi varsa bana sorar. Evlenecek,
boşanacak, askere gidecek, mahkemesi nesi varsa gelir bana danışırdı. Ama köy
enstitüleri açıldıktan sonra 5 köyüme köy enstitüsü mezunu geldi ve bu
köylerden artık kimse bana gelip danışmamaya başladı. Ben düşündüm 200 köyümün
hepsine köy enstitüsü mezunu gelirse benim ağalığım ne olur, sıfıra düşer!
Böyleyse benim harekete geçmem gerekir dedim ve doğudaki bütün ağalara telefon
ettim onları topladım. Bir de batıdan buldum Eskişehir'den Emin Sazak.
Sonra Menderes'le pazarlığa gittik. (Yıl 1950 seçimlerin olacağı zaman)
Dedik ki köy enstitülerini kapatırsan şu gördüğün doğudaki tüm toprak ağaları
ve batıdan Emin Sazak'ın oyları sana. Kapatmazsan oy yok ve Menderes'te 1950'de
iktidara gelir gelmez köy enstitülerinin temelini sarsmaya başladı. Demokrat
Parti iktidara geldikten sonra 27 Ocak 1954'te çıkarılan kanunla Köy
Enstitüleri kapatılarak günümüze ve geleceğe ışık saçacak güneşimiz resmen
batırıldı. Köy Enstitüleri kapatılmasaydı, fırsat ve imkân eşitliği sağlanırdı.
Ezberleyen öğrenci değil de okuyan, üreten, düşünen öğrenciler başarılı olurdu.
Öğrenciler okullarına cep harçlıklarıyla değil emekleriyle "katkı"
yaparlardı. Demokrasi sadece kitaplardaki tanımlarda değil yaşamın ta içinde olurdu.
Daha nitelikli öğretmenler yetişirdi. Öğrenciler verilenle yetinmez, araştırır,
bulur ve tartışırlardı. Boş zamanlarını müzik dinleyerek değil enstrüman
çalarak; takım fanatikliği ile değil spor yaparak değerlendirirlerdi. Biz şu an
sadece matematik problemlerini hızlı çözen çocuklar yetiştiriyoruz. Hepsi bu.
Ötesi yok... "Köy Enstitülerinin bütün günahı omuzlarıma, sevabı
başkalarına olsun. O kurumların günahı bile bana yeter."
Köy Enstitülerin kapattıranın ağzından duyduğumuz yorumlar
bunlar. Ötesini siz düşünün.
NOT: Gezi ile ilgili tüm resimler Facebook sayfamda.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
-
Che'nin Çantasından Çıkan NUTUK Küba Devrimi’nin öncülerinden ve Fidel Castro’nun yoldaşı Arjantinli devrimci doktor Che Guevara, 196...
-
CUMHURİYET GECEMİZ Burhan BURSALIOĞLU 2013 yaz sezonumuz anlamlı ve coşkulu bir gece ile noktalandı. Cumhuriyet’...