15 Ekim 2010 Cuma

Y A Ş A M

ÇOCUKLUĞUMUZU ARAMAMAK MÜMKÜN MÜ?
Burhan Bursalıoğlu

Benim çocukluğumda annelerimiz çalışmazdı. Babamın geliri bize yeterdi. Çünkü o memurdu.
Okuldan eve geldiğimde kapıyı her zaman annem açardı. Anahtarın yerini bir tek annem bilirdi. Babamda da anahtar olmazdı.

Annemin dışarıda hiç işi yokmuş, komşuya gitmezmiş gibi, her eve gelişimizde onu evde bulurduk.
Okuldan geldiğimde çantayı bir tarafa atar doğru tuvalete giderdim. Nedense dışarıda asla ihtiyaç gidermezdim. Şimdi de öyleyim ya.
Çocukluğumuzun en  büyük eğlencesi sokaklarda oynamaktı. Sokaklarda oynamak, okula gitmek gibi sanki bir mecburiyetti. Yemek yemeden sokağa fırlar, akşama kadar, babamızın geleceği saate kadar oynardık. Hem de ne oyunlar.
Çocukluğumda sigara paketlerinin kapakları biriktirilir, 2-3 kişi birlikte oynarken,  sigara paketlerinin kapaklarını  bir, birbuçuk metre yukardan duvara vurur bırakırdık. Bunu sıra ile yapardık. Kimin resimli kapağı yerdekilerden her hangi birinin üstüne düşerse, yerdekilerin hepsini alırdı.
O dönemde, kalın ve çeşitli resimli sigara kapakları vardı. Bizler için onlar çok değerliydi. Çünkü oyun araçlarımızdı.
Küçük baş hayvanların eklemlerinden çıkan aşık kemiğiyle de çok oynardık.Uzağa atılan aşık kemiğini vurmak oyunun kuralıydı. Misketin de çeşitli oyunlarını oynardık.“Mendil kapmaca, ebem sende” gibi koşma gerektiren oyunlarda yorulmazdık. Oynadığımız alanlar çok genişti. Yakalanmamak için bazen mendil elimizde koşar kovalayanla saatlerce koşardık.
Lastik top bulamadığımız zaman çaputtan top yapar oynardık. Bir diğer eğlencemiz de uçurtma uçurtmaktı. Amaç uçurtmanın çok uzaklara gitmesini sağlamaktı.
Okula giderken, gelirken arkadaşlarla birlikte olurduk. Servis diye bir kavram yoktu. Yaya ,sohbet ederek, okul sonrası plan yaparak gider gelirdik.
Başka yerlere uğramazdık. Okul dönüşünde eve uğramadan da oyuna daldığımız olurdu. Bunu bilen annemiz, kardeşimiz veya komşu çocuğuyla, ekmek diliminin üzerine sürdüğü tereyağı, onun üzerine de serpiştirdiği tulum peynirini  bize gönderirdi.
Gerçi mahallemizdeki abla ve teyzelerin annemizden bir farkı yoktu. İstediğimizde ekmek arası yapar verirdi. Kapıyı çalar su isterdik. Hepimiz bir bardaktan içerdik. Çi
şi gelen eve giderdi. Dönüşte annesi oğluna veya kızına verdiği yiyecekten  diğer çocuklara da gönderirdi.
Oyun oynarken önlüğümüzü çıkarır bir köşeye korduk. Bazen ceketimiz, önlüğümüz çalınırdı. Çalıntı işini yapanlarda diğer mahallenin çocukları olurdu. Sanki şaka yapıyor olurlardı. Çünkü ertesi günü çalınan eşyalar aynı yere bırakılırdı.  Demek ki babaları anneleri  müsaade etmiyorlardı. Mahallelerimiz ve sokağımız çok güvenliydi. Muhtaç olanlara yardım yapılırdı. Ama asla kendi malı olmayan eşyaya el sürmezlerdi.
Ayakkabılarımız çabuk delinirdi. Biraz azar işitir ama yenisi hemen alınırdı.
Oyun oynarken , takılır düşer, bir tarafımız kanarsa , komşular hemen gelir, kaldırır, kan varsa siler, az da olsa ilk yardımı yaparlardı.
Kavga da etsek gelir barıştırırlardı. Kimse kimseyi şikayet etmezdi. Polis gelip tutanak tutmazdı. Anne babanız kapılara gitmezdi. Haklı da olsak  velilerimiz bize “haksızsın “ derdi. Sonra kavgalarımız da öyle ustura, bıçak,falçata, muşta  ile olmaz, onlar nedir bilmezdik bile, asla kanla falan da bitmezdi, en fazla saçlarımızdan çeker, hayvan adları sayar, tekme atar, bir şey olmamış gibi yine oyuna dalardık.
Azar işitip, acillere taşınmazdık. Düşerdik, yaralı yerlere ekmek çiğner basarlardı, oyuna devam ederdik. Röntgenlere, ultrasonlara girmezdik.
9 yaşındaydım, Bahçenin  korkuluğuna yaslanmıştım. Korkuluk koptu ve 3 metreden aşağıya düştüm. Haftalarca koyun derisine sararak yatırmışlardı. Yattığım sürece de hiçbir arkadaşım sokakta oynamadı. Hep yanımdaydılar.
Çocukluğumuzda , hiçbir baba,anne okula gidip öğretmeni, müdürü veya bir çocuğu şikayet etmezdi. Babam beni  Okula kaydettirirken, baş öğretmen Hikmet Beye “Eti senin , kemiği benim” diyerek davranışını belli etmişti.
Ben bizim çocukluğumuzu çok özlüyorum. Aşık bile olmuştum. 2. sınıftaydık. Yıl sonu müsameresine hazırlanıyorduk.  Perihan öğretmenimiz dans gösterisi için, sınıfımızda bulunan Milli eğitim müdürünün kızı Okan’ la beni eşleştirmişti. Uzun müddet birlikte çalışmıştık. Çok iyi anlaşıyorduk. Okan güzel kızdı, konuşkandı, hareketliydi. Onu hep koruyordum. Yahut öyle görünüyordum.
Ne oduysa öğretmen bizi ayırdı. Başkalarıyla eşleştirdi. Bu duruma çok üzülmüştüm. Okula gitmez oldum. Hastayım diyerek evden dışarı çıkmıyordum. Annemin sıkıştırması sonucu gerçeği anlattım. Bana çok gülmüştü. Annem okula giderek Perihan öğretmenle konuşmuş. O günü akşama doğru Öğretmen evimize geldi. Bana sarıldı öptü “Yarın provalarımız var Okula gel.” Dedi. Ben gelmeyeceğimi söyleyince,bana “Burhan müsamereye az kaldı. Son çalışmaları yapacağız. Sen Okan’la gösteri yapacaksın. Siz iyi dans ediyorsunuz.  İyi yapamayanları öğretin diye sizi ayırmıştım” deyince çok sevindim. Bir sene sonra babası başka yere  atandığı için Okan’da gitti. Çocukluk aşkımızda bitti. Ama o günleri ve çocukluğumu arıyorum.
Şimdiki insanlarda, çocukluğumun insanlarının samimi dostlukları, komşulukları yok. Herkes ruhsuzlaşmış. Aynı binanın  dairelerinde oturanlar birbirleriyle tanışmiyorlar. Evimin camından, baktığımda karşı komşuyu tanıyamıyoruz. Kapının önünde  tahta iskemlelerimizde oturan yaşlılarımız, onlara dede, nene diye
hatırını soran çocuklarımız yok artık.
Evlerimiz var, içinde yaşayan yok. Parklarımız var, içinde oynayan çocuk yok. Sokaklarımız var, oynayan çocuklar yok. Sokaklar arabaların park yeri olmuş. Aşınmadan, eskimeden her yıl sökülüp yenisi yapılan kaldırımlar, gökdelenler, pırıl pırıl, ışıl ışıl parlayan vitrinler. Son model lüks arabalar. Kaldırımlarda yürüyen, asansörlerle, etrafında birçok koruyucularla lüks konutlarına çıkan, vitrinleri bulanık gözlerle seyreden, direksiyon başında, kulakları sağır edercesine açtığı teypteki müziğe eşlik eden buz gibi, ruhsuz insanlar olduk.
Bizim insanımız bu değildi. Ne oldu bize?

Kışın kuzinelerde, külde pişirdiğimiz patates, sobada patlattığımız mısırlar, kestaneler, loş ışıkların altında dikkatle dinlediğimiz büyüklerimizin hoş  sohpetleri, okunan hikaye kitaplarını özlüyorum. TV lerin karşısında konuşmayı da unuttuk. Sohbetin ne olduğunu çocuklarımıza izah edemez olduk.
Reklamlarla desteklenen beyni, ruhu ele geçirilmiş insanlar olduk.


Birbirimize yabancı olduk. Kalabalıkta yalnızlığa mahküm olduk.
Birbirimize yabancı olduk.
Acıyorum bugünkü çocuklara. Çocukluğunu yaşamadan robot gibi büyüyenlere acıyorum. Acıyorum geleceklere,endişeliyim gelecekten.
Bu durumu biz mi istedik?
Hayır hayır. Biz istemedik.
Birileri bunu istemiştir.
İnanın ben istemedim. Çocukluğumu özlüyorum.
Galiba bu durumu hak ediyoruz.  Ettiğimizi de buluyoruz. Ne demişler “Her toplum hak ettiği gibi yönetil
ir.”

11 Ekim 2010 Pazartesi

H İ K A Y E


 KIZ KULESİNİN BAŞROL OYNADIĞI YAKIN  GEÇMİŞİN HİKAYESİ
 
Burhan Bursalıoğlu

1827 yılında Almanya'nın Brandenburg kentinde Karl adında bir çocuk dünyaya gelir. Babası müzik öğretmeni olan Karl, aile içinde baş gösteren huzursuzluklardan dolayı bir Fransız yetimhanesine gönderilir.

Karl yetimhanede büyür ve gelişir.  
Bir müddet sonra Karl gemilerde miço olarak iş bulur. Karl Almanya'nın Hamburg  kentinden  kalkan bir gemiyle İstanbul'a giderken henüz 12 yaşındadır.
 
  Karl'lin içinde olduğu gemi İstanbula giriş yaparke, gemideki çalışmayı  beğenmediğinden, denizin de onu tutma nedenlerinden Kız Kulesi önlerinde gemiden atlayarak  yüzmeye başlar.
  Kız Kulesi'nin bekçisi  kendine doğru gelen çocuğu görünce denize atlar ve Karl'li kuleye getirir.

Karl bekçiye," gemiye geri dönmek
istemediğini, burada kalmak istediğini" söyler. Bekçi durumu üst makamlara anlatır. Gemi kaptanı ve daha sonra Alman hükümeti Karl'ı isterler. Ancak Karl küçük yaşına rağmen direnir, gitmek istemez. Bu durum iki ülke arasını da açar. Sadrazam Ali Paşa çocuğu himayesine aldığını Alman elçisine söyleyerek meseleye noktayı kor.Karl'a Mehmet Ali adını verirler.

Mehmet Ali  Paşanın himayesinde sarayda büyümeye başlar. Yetişkin duruma gelince de Kırım, Bosna ve Karadağ savaşlarına katılır. Mehmet Ali 2. Abdülhamit'in Padişahlık döneminde paşa ünvanını alır. Artık sözü geçen, bildiği Almanca,Fransızca, Yunanca,Arapca ve Farsça lisanları nedeniyle de, 1878 yılında imzalanan Berlin Antlaşması'nda Osmanlı'yı temsil eden üç kişiden biri olur.

Edebiyata da düşkün olan, şiir yazan Mehmet Ali Paşa'nın dört kızı olur.. Bu kızlardan  Leyla'nın da bir kızı olur; Adı Celile'dir. 

 Celile evlenir ve bir erkek çocuğu olur.Bu çocuk Türk  Şairi Nazım Hikmet Ran'dır.

Kız Kulesinin birkaç hikayesi vardır. Genelde bir rüya nedeniyle  yılan sokmasın diye   kızını kulede yaşamaya mahküm eden kralın kadere karşı koyması düşüncesi ve eylemi sonunda,ters tepen olaylarda,  üzüm sepeti içine saklanan bir yılanın Kız Kulesine gelip kızı sokması hikayesinin yanında, Karl yüzerek gemiden kaçmasa , Kız kulesine sığınmasa Nazım Hikmet'de olmazdı herhalde.

Her insanın geçmişinde tesadüflerle dolu bir hikayesi vardır. Hiç önemsemesek de gerçekleri inkar edemeyiz. Annemizle babamız bir şekilde karşılaşmasalardı biz olur muyduk? 

7 Ekim 2010 Perşembe

FANTAZİ



OĞULLARIMA
 
Köyümüz şehirden yüksek mi yüksek,
Baban ihtiyarlıyor oğul, bilmem netsek
Söz dinlemiyor artık ahırdaki eşek,
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul !

Sizi 9 ay 10 gün karnımda taşıdım
Beş oğul bir kızım için yaşadım
Şimdi halim kalmadı, gençliğimi boşadım
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul !





Köyde bacalar eskisi gibi tütmüyor,
Çorba dahi boğazımızdan geçmiyor
Takatimiz kalmadı işler bitmiyor
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Geçenlerde kasabadan köye doktor geldi
Sağlam kimse kalmadı herkese ilaç verdi
Bana da kendini yorma ansızın gidersin deyiverdi
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!


 
Eskiden köyümüzde yağız delikanlılar vardı
Al duvak içinde gelinler, giderken ağlardı
Gençler köyü terk etti, şimdi ihtiyarlar kaldı
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Hani yalnız yaşayan komşumuz Ali amca vardı
O da rahmetli oldu cenazesi üç gün kaldı
Mezarını kazacak delikanlı bulunamadı
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Öğrenci yokluğundan artık okul kapalı
İhtiyarlayınca, babanın döküldü saçı sakalı
Benimde dizlerim tutmaz, ağır işlere bakalı
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

İmam usandı, tayin yaptırıp gitti
Bir ezan sesi duyuyorduk o da bitti
Hastalıklar çoğaldı artık canımıza yetti
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Analarda ciğer, evlatlarda merhamet olur
Gezen görür, yaşayan ölür, eden elbet bulur
Hayır duamızı alın biz ölmeden ne olur
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Sizin huzurunuzu kaçırmak istemem
Gelinlerimi severim asla kin beslemem
Şimdi gelmezseniz cenazeme de istemem
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!


’ OĞULLARIN ANA MEKTUBUNA CEVABI ’’


(1. oğul)

Ana, şimdi Akdeniz sahillerindeyiz,
Buralar çok güzel herkese tavsiye ederiz.
Çocuklar diyor, ölürüz de asla köye gitmeyiz
Kusura bakma, çocuklar istemeden biz gelemeyiz!


(2. oğul)

Ana, mektup yazmışsın bize boşu boşuna,
Çünkü daha açarken gitmedi hanımın hoşuna,
Sen idare et artık, bu sene de yalnız başına,
Kusura bakma, ben hanımı gönderemem ana !



(3. oğul)

Ana, gönderdiğin mektubu şimdi okudum hanıma,
Dedi bu devirde hizmet eden var mı?, Allah aşkına,
Ne olur soğuk su katma bu yaştan sonra, pişmiş aşıma,
Kusura bakma ana, gönderemem hanımı ben sana asla!


(4. oğul)

Ana darılma, vakit bulup ta mektubunu okuyamadım,
Şimdi okuyunca ne demek istediğini çok iyi anladım.
Benim hanımdan başka çağıracak gelin mi bulamadın?
Kusura bakma gönderemem, hanım oralara alışamaz ana !


(5. oğul)

Ana abim söyledi, hizmete bizim hanımı çağırmışın,
Olur mu öyle şey, doğalgazdan sobalı eve nasıl alışsın.
Birde önceden başlamış günleri var, onlar yarım mı kalsın?
Kusura bakma ana gönderemem, bu sene bizimki kalsın! 


 
(ortak çözüm)

Ana, ana dört kardeş hanımlarıyla bize geldiler.
Anamızın isteği yerinde, acil çözüm bulalım dediler.
Bizler ne yapacağız diye düşünürken, akılı gelinler verdiler.
Kusura bakma ana, sana hizmete ancak bacımızı uygun gördüler!


6 Ekim 2010 Çarşamba

KURTULUŞ SAVAŞI


İSTANBUL’un  İŞGALDEN  KURTULUŞU      6 – EKİM - 1923

Burhan  Bursalıoğlu

Tarih sahnesinde var olduğundan beri bağımsız yaşamış Türk Milleti, 1. Dünya Savaşı'nda müttefikleri yenilgiyi kabul edip savaştan çekilince yenilmiş sayıldı... İtilaf Devletleri donanmaları 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması'na dayanarak 13 Kasım 1918'de Haydarpaşa önlerine demirleyip İstanbul'a girdiler. Fiilen gerçekleşmiş olan işgal, 16 Mart 1920 günü resmi işgale dönüştü.

Gazi Mustafa Kemal Paşa, Adana treninden inip Haydarpaşa rıhtımına ayak bastığında düşman gemilerinin zafer bayrakları açmış şekilde toplarını sağa sola çevirerek İstanbul limanına girdiklerini, Türk azınlıkların da sevinç çığlıklarıyla karşı sahilleri çınlattığını görünce, "Geldikleri gibi giderler" demişti.

Kurtuluş Savaşı'nın zaferle bitmesinden sonra Refet  Paşa (Bele) komutasındaki bir Türk birliği İstanbul'a girdiyse de, işgali resmi olarak kaldıramadı.

18 Eylül 1923'de Batı Anadolu tamamen düşmanlardan temizlendi. Mudanya Ateşkes Antlaşması'yla İstanbul, Boğazlar Bölgesi ve Doğu Trakya kurtarıldı.

İmzalanan Lozan Barış Antlaşması gereğince de düşman askerleri altı hafta sonra İstanbul'dan ayrılacaklardı. 4 Ekim 1923 günü düzenlenen bir törenle Türk Bayrağı'nı selamlayarak şehirden ayrıldılar.

5 Ekim 1923'te şehrin Anadolu yakasına gelen, Şükrü Naili Paşa kumandasındaki Türk Ordusu, 6 Ekim 1923 günü coşkun bir bayram havası içinde, sevinç gözyaşları arasında ve çiçek yağmuru altında İstanbul'a girdi. Böylece 5 yıl kan ağlayan güzel İstanbul kurtulmuş oldu.



İstanbul’ giren Türk birliğinin kumandanı olan  Şükrü Naili  Paşa (Gökberk, ) 1876 da  Selanik ‘te   Mustafa Bey ile Hasibe Hanım'ın oğlu olarak dünyaya geldi.
Edirne Lisesi'nden mezun olduktan sonra 1899'da Harp Okulu'nu 1902'de Harp Akademisi'ni Kurmay Yüzbaşı olarak bitirerek kurmay stajı için Selanik'te bulunan 3.Ordu'nun emrindeki Görice ve Avlonya 2. Sınıf Redif Taburu'na atandı.
1904'de Priştine Redif Fırkası'nda kurmay, 1905'te Rumeli'de eşkıyaları ortadan kaldırmak için Kuvve-i Takibiye Tugayı'nın Selanik Alayı 2. Avcı Tabur Komutanlığına, 1908'de 3. Ordu Nizamiye  22.Alay Komutanlığına atandı. 1910'da 3. Ordu 10. Köprülü Redif Fırkası Kurmay başkanı, 1911'de 5. Kolordu Nizamiye 14. Fırka Kurmay Başkanı oldu. Bu görevdeyken Balkan Savaşı’na katıldı. 1913'te 8. Fırka Kurmay Başkanlığına, ardından Redif Fatih Fırkası Kurmay Başkanlığına getirildi. 1914'te 7. Fırka Kurmay Başkanıyken I. Dünya Savaşı'na katıldı ve 1915'de 50. Fırka Komutanı oldu. 1918'de 49. Fırka Komutanı ve Temmuz 1920'de aynı fırkayla Kırklareli'de Yunan Ordusu'na karşı savaştıysa da birliğiyle Bulgaristan'a sığınmak zorunda kaldı.


Aralık 1920'de Bulgaristan'dan memleketine dönerek 25 Nisan 1921'de Kurtuluş Savaşı’na katılmak üzere Anadolu'ya geçti. 15. Fırka Komutanı olarak Kütahya ve Sakarya savaşlarına katıldı. Eylül 1921'de Ankara Komutanlığına, Kasım 1921'de Adana Bölgesi İşgal ve Tesellüm Heyeti Başkanlığına, Ocak 1922'de Mersin Bölgesi Komutanlığına getirildi. Temmuz 1922'de 3. Kolordu Komutanlığına atanarak Ağustos 1922'de bu kolorduyla Başkomutanlık Meydan Muharebesine katıldıktan sonra Mirliva (Tümgeneral) lığa yükseltildi. Eskişehir ve Bursa'yı düşmandan temizledikten sonra Bandırma'yı da geri alan Naili Paşa, Lozan Barış Antlaşması'nın yürürlüğe girmesinden sonra 6 Ekim 1923'te Kolordusuyla birlikte İstanbul'a girdi.

1923'da T.B.M.M. 2. Döneminde Kırklareli'den milletvekili seçildi.  Ancak, Kasım 1924'te askerliğini tercih ederek milletvekilliğini bıraktı. 
1926'da Ferik (Korgeneral)liğe yükseltildi. 1934'te 3. Kolordu Komutanıyken emekliye ayrıldı.
Gökberk, 1935'te İstanbul'dan milletvekili seçilerek tekrar T.B.M.M.'ye girdi. 23 Kasım 1936'da Edirne'nin kurtuluş bayramına katıldığı sırada hayatını kaybetti. Kabri İstanbul'a getirilerek şehitliğine defnedildi ve 1988'de Ankara'daki Devlet Mezarlığı'na nakledildi.
Şükrü Naili Bey’in Nazire Hanım ile evliliğinden Turgut, Macit (d.1908), Saadet (d.:1909) adlı üç çocuğu olmuştur.

İstanbul'un Kurtuluşu'nun 87. yıldönümü  coşkulu kutlamalarla törenler yapılacak, tüm okullar tatil edilecek.
Türk Milleti'ne kutlu olsun.

4 Ekim 2010 Pazartesi

DEVRİMLER




MEDENİ KANUN: 
TÜRK HUKUK DEVRİMİNİN SİMGESİ...

Burhan Bursalıoğlu

4 Ekim 1926 tarihinde, yanı 84 yıl önce, Türk Medeni Kanunu yürürlüğe girdi
Türk Medeni Kanunu, Atatürk devrimlerinin temeli, dinsel hukuk düzeninden laik hukuk düzenine geçişin belgesi, bir hukuk ve uygarlık anıtı olarak kabul edilmektedir.

 
Türk Medeni Kanunu, kısaca Medeni Kanun'un geçmişi 1923 yılına dayanmaktadır.
Atatürk, 1923 yılında Bursa'da halka yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu:
"Yeni Türkiye, ne zamana ne de ihtiyaca uymayan mecellenin hükümlerine bağlı kalamaz. En uygar uluslar derecesinde hukuk kurallarımızı da iyileştireceğiz. Yüz sene, beşyüz sene, bin sene evvel yaşayan bir toplum için yapılan yasalarla bugünkü toplumu yönetmeye kalkışmak gaflettir, cehalettir."
 
Cumhuriyet'in kuruluşu ile yeni bir devlet yapısı oluşturulurken varolan hukuk düzeninin iyileştirilmesi, çağdaşlaştırılması amaçlanmıştı. 1923'de Adalet Bakanlığı bünyesinde, başta Mecelle olmak üzere temel bazı yasaları yeniden düzenlemek üzere iki komisyon oluşturuldu.
KOMİSYONLARIN ÇALIŞMALARI...
Adalet Bakanlığı bünyesinde oluşturulan bu komisyonların çalışma yöntemlerini belirleyen yönetmelikte, komisyonların yeni düzenlemeler için önce Osmanlı döneminde, İslam hukukunda din ve dünya işleri ile ilgili  ana kaynaklardan yararlanarak konulmuş olan kuralların bütününün  yeterli  olmadığı konularda başka ulusların kabul ettiği çözümlerden yararlanmaları öngörülüyordu. Ama ,Komisyon üyelerinin şeriat kurallarından ayrılmaz gözükmeleri, bu arada yeni düzenlemelerde batı hukukunun örnek alınmasına ilişkin görüşlerin yoğunlaşması sonucu, bu komisyonlar dağıtıldı.
19 Mayıs 1924'de yeniden oluşturulan komisyonların çalışmalarına ilişkin yönetmelikte, bu kez, gerekirse "batı milletlerinin kanun ve eserlerinden icap eden esasların alınması" ibaresi yer aldı. Ancak bu komisyonların hazırladığı yasalar da, yetersiz ve çağdaş olmaktan uzak bulundu; bunlarla ülkenin ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde bir hukuk sisteminin yaratılamayacağı anlaşıldı.


Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, batıdaki örneklerinden yararlanarak hukuk sisteminin yenilenmesi kararını, "Türk ihtilalinin kararı, batı uygarlığını kayıtsız şartsız kendisine mal etmek, benimsemektir. Bu karar, o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki, önüne çıkacaklar, demirle, ateşle yok edilmeye mahkumdurlar. Bu prensip bakımından yasalarımızı olduğu gibi batıdan almak zorundayız  " sözleriyle açıkladı.
Batılı ülkelerin medeni kanunları incelendikten sonra Medeni Kanun'un hazırlanmasında, İsviçre Medeni Kanun'u esas alındı. 1912'de yürürlüğe giren İsviçre Medeni Kanunu, dilinin basitliği, kadın-erkek eşitliğine dayalı bir aile düzeni içermesi ve hakime takdir yetkisi vermesi nedeniyle benimsendi.
Avrupa'daki en eski yurttaşlık yasalarından Fransız Medeni Yasası, eskimiş kabul edildi, Avusturya Medeni Yasası, Habsburg Hanedanının "mutlakiyetçi" anlayışını yansıtır nitelikte bulundu. Alman Medeni Yasası ise, çok teknik bir metin olarak görüldü.
Türk Medeni Kanunu Tasarısının hazırlanması için hukukçu milletvekillerinden, öğretim üyeleri, yargıç ve avukatlardan oluşan 26 kişilik bir komisyon kuruldu. Bu komisyon, İsviçre Medeni Kanunu'nu Türkçe'ye çevirdi ve yeni bir metin oluşturdu.
GEREKÇEDEN...
Komisyonun hazırladığı taslak, 20 Aralık 1925'de Bakanlar Kurulu'nda (3. İnönü Hükümeti) görüşülerek kabul edildi.
Tasarının genel gerekçesi, Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt tarafından kaleme alındı. Bozkurt, gerekçede, "Türkiye halkı, adaletin uygulanmasında kuralsızlık ve sürekli kargaşa karşısındadır. Halkın kaderi belli ve yerleşmiş bir adalet esasına değil, raslantı ve talihe bağlı, birbiriyle çelişkili ortaçağ dinsel hukukun kurallarına bağlı bulunmaktadır. Cumhuriyet, Türk adaletinin bu karışıklıktan, yokluktan ve pek ilkel durumdan kurtarılmasını devrimin ve yüzyılımız uygarlığının gereklerine uyan yeni bir Türk Medenî Kanunu'nun hızla vücuda getirilmesini ve uygulamaya konulmasını zorunlu kılmıştır" dedi.
Tasarı, Meclis Adalet Komisyonu'nda hiçbir değişikliğe uğramadan kabul edildi. Komisyon raporunda, İsviçre Medeni Yasası'nın uygar ülkelerin en başarılı yasalarından biri olduğu, içerdiği hükümlerin toplumsal ve ekonomik yaşam bakımından çağın gereksinimlerini karşılayacak nitelikte olduğu belirtildi.
Genel Kurul görüşmelerinde tasarının madde madde ele alınması önerildi. Ancak Adalet Bakanı Bozkurt, yasanın bir bütün olduğunu, bu nedenle tümüyle görüşülmesi gerektiğini belirterek, bu öneriye karşı çıktı. Tasarı, kısa bir görüşmeden sonra, 17 Şubat 1926'da kabul edildi. 4 Nisan 1926 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan yasa, 6 ay sonra, 4 Ekim 1926'de yürürlüğe girdi.
Türk medeni Kanunu,Türkiye Cumhuriyeti'nin Batılı ve çağdaş anlayışa yönelmesini sağlaması açısından önem taşır.Medeni Kanun'un getirdiği yenilikler şunlar oldu:


a-   Ailede kadın-erkek eşitliği sağlandı.
b-   Evlilikte resmi nikah zorunluluğu getirildi.
c-   Kadınlara, istedikleri mesleğe girebilme hakkı tanındı
d-   Mahkemelerde tanıklık yapma, miras ve boşanma konularında kadın-erkek eşit hale    getirildi
e-   Patrikhanelerin, din işleri dışındaki yetkileri kaldırıldı
f-   Hukuk birliği sağlandı.
g-  Vatandaşlar arasında din,mezhep ayrılıkları gözetmeksizin, hak ve ödevler bakımından  eşitlik sağlandı.
h- Tek  eşle evlilik esası getirildi.
i-  Mirasta, kadın-erkek ayrılığı kaldırıldı.
k-  Toplumsal hayatta kadın-erkek eşitliği getirildi.
l-  Evlenme ve boşanmada belirli şartlar getirmiş, özellikle erkeğin tek taraflı boşamasını kaldırarak boşanmayı hakimin takdirine bırakmıştır.
m-  Kadınlar yönetim alanında da 1930 yılında belediye seçimlerine katılma, 1934 yılında da milletvekili seçilebilme haklarını elde etmişlerdir.

Zaman zaman Türk Medeni Kanununun değişik maddeleri  değiştirilmiş,  toplumun  yararına uygun hale getirilmiştir.
2001 de çok geniş  değişiklikler yapılmış olup,  en son olarak da 2010 da bazı maddeler değiştirilmiştir.


1 Ekim 2010 Cuma

KADINLAR


Kadınların Mükemmel Gücü

Çocuk taşırlar, zorlukları taşırlar, ağır yükleri taşırlar ama mutluluk, sevgi ve neşe verirler.
Bağırmak istediklerinde gülümserler. Ağlamak istediklerinde şarkı söylerler. Mutlu olduklarında ağlarlar.

Bir kadın tanırım, çok güçlü esprileri ile sevdiklerine kendilerini iyi hissettirir. Öyle kadınlar bilirim karlı bir günde telefon başında bekler arkadaşının " eve güvenle geldim! " telefonunu kaçırmamak için.

Bir dost bilirim yıllar önce söylediğim sırrı özenle tutup asla bir daha ortaya getirmeyen.
Kadınların özel bir tarafı var. Gönüllü çalışır, hasta bakıcılık yapar çaresizlere yiyecek taşırlar. Öğretmen, memur. doktor, hemşire yönetici, avukat, evhanımı, komşudurlar. Takım kıyafet giyer, kot ve üniforma. İnandıkları uğruna savaşır, haksızlığa karşı dururlar. Barış için, sevgi için, doğruluk için konuşur, yürür, başvurur, çırpınırlar Aynı anda göz yaşlarını silebilir, yaraya pamuk koyar ve sırtını sıvazlayabilirler. Ailesi daha çok yesin diye az yiyebilir, çocukları kitap alabilsin diye yeni bir ayakkabı almadan bir kış daha geçirirler.
 Okul aile toplantılarına gider, hasta çocuğu için okula koşarlar. Dostlarını destekler, korkmuş arkadaşı ile doktora giderler. Gerektiğinde para verir, koşulsuzca severler bilginin güç olduğunu bilir ama gene de yumuşaklıkla işlerini hallederler. Çocukları ödül aldığında, başarılı olduğunda ya da sadece mutlu olduğunda ağlarlar. Kimi zaman omuz, kimi zaman bir çift kulak, kimi zamanda yardım eden bir ses olurlar. Hiç güçleri kalmadığında bile, dimdik ayakta dururlar. Zor durumları kontrol eder, yorgunken bile enerji verirler.
 İhtiyacı olan bir dost için uykusuz kalır yalnızken yanına koşarlar.
 Bir kadının dokunuşu her yarayı iyileştirir. Bir kucaklama, bir öpücük kalpleri tamir eder.
 Romantik bir geceyi unutulmaz yapabilir. Kocasının, çocuklarının ve arkadaşlarının en iyi özelliklerini ortaya çıkarabilir.
 Gölgede kalmaktan şikayet etmez. Zorlamak yerine nazikçe cesaretlendirir. Şefkatli sözler fısıldayabilir, çığlık çığlığa taraftar olabilir, ve korkuları gülerek uzaklaştırabilir. Moralini düzeltip, kendine güven getirebilir bir kayıp ya da kavga sonrası aileyi bir araya getirebilir.
Kadın her çeşitte, her ölçüde, her renkte ve şekilde olur. Evlerde, apartmanlarda, gecekondularda yaşar. Yürür, araba kullanır, uçar yada koşar.
Dostuna basit bir e-mail göndererek ne kadar değer verdiğini anlatır. Haksızlıkları affetmek ve unutmak için yürekleri vardır. İyiliği unutmayan, her zaman hatırlayan, Sevgi ve sadakat ile çarpan bir kalpleri vardır.
İşte dünyayı döndüren, kadının kalbidir. Bir kadın aynı anda hem ağlayabilir hem gülebilir. hem üzgün hem umutlu olabilir. hem affedebilir hem cesaretlendirebilir.
 Kadın sadece doğum yapmaktan çok daha fazlasını yapar. Neşe ve umut getirir. Hayal kurmayı ve hedeflere ulaşmayı öğretir. İhtiras ve idealleri verir.
Bir insanın hayatına girer ve yaşamı değiştirir. Geriye bütün isteği bir sıcak kucaklama bir sıcak gülümseme Ve bir sıcak öpücüktür.

26 Eylül 2010 Pazar

TÜRK DİLİ



26 EYLÜL  DİL  BAYRAMI

Burhan  Bursalıoğlu

26 Eylül Türk Dil Bayramıdır.
.Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli kültür kurumlarından biri olan Türk Dil Kurumu 78 yıl önce, 12 Temmuz 1932’de kurulmuştu Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde dil ve tarih, Atatürk’ün en çok önem verdiği konulardandı.
Önce 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti kuruldu. Uluslaşmanın en önemli temellerinden bir diğeri de dil idi. Bunun bilincinde olan Ulu Önder Atatürk, 11 Temmuz 1932 gecesi sofrasında bulunanlara “Dil işlerini düşünmek zamanı gelmiştir. Ne dersiniz?” diye sorar. Oradakilerin bu düşünceye katılması üzerine “Öyle ise Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti gibi bir de ona kardeş bir dil cemiyeti kuralım. Adı Türk Dili Tetkik Cemiyeti olsun.” diyerek Türk Dil Kurumunun temellerini atar.
 Cemiyetin kurucuları, hepsi de milletvekili ve dönemin tanınmış edebiyatçıları olan Sâmih Rif'at, Ruşen Eşref, Celâl Sahir ve Yakup Kadri'dir. Kurumun ilk başkanı Sâmih Rif'at'tır.



 Türk Dili Tetkik Cemiyetinin amacı, "Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek" olarak tespit edilmiştir.
 Atatürk'ün sağlığında, 1932, 1934 ve 1936 yıllarında yapılan üç kurultayda hem Kurumun yönetim organları seçilmiş, hem dil politikası belirlenmiş, hem de bilimsel bildiriler sunulup tartışılmıştır. 26 Eylül- 1934'te yapılan kurultayda Cemiyetin adı, Türk Dili Araştırma Kurumu  olmuştur.   ATATÜRK'ÜN 26 Eylül 1932'de "1. Türk Dil Kurultayı"nı toplamasını her yıl "Dil Bayramı" olarak kutluyoruz  1936'daki kurultayda ise , Türk Dili Araştırma  Kurumu, Türk Dil Kurumu adını  almıştır.
         Türk Dil Kurumu başlangıçtan beri çalışmalarını iki ana eksen üzerinde yürütmüştür:
         1. Türk dili üzerinde araştırmalar yapmak, yaptırmak;
         2. Türk dilinin güncel sorunlarıyla ilgilenerek çözüm yolları bulmak.
         Atatürk'ün kendisi de Türk dili üzerindeki yerli ve yabancı araştırmaları bizzat inceleyerek, dönemindeki bilginleri Türk dili üzerinde araştırmalar yapmaya yönlendirmiştir. Nitekim Türk dilinin en eski anıtları olan Göktürk (Runik) yazılı metinlerin ilk iki cildi onun sağlığında yayımlanmış; 1940'larda yayın hayatına çıkabilen Divanü Lügati't-Türk, Kutadgu Bilig gibi eserler üzerinde de yine onun sağlığında çalışılmaya başlanmıştır.. 

         Türk Dil Kurumunun kuruluşuyla birlikte çağdaş Türkçede çok hızlı bir arılaştırma akımı da başlamıştır. Bizzat Atatürk'ün öncülük ettiği, Türk dilinin yabancı kökenli sözlerden temizlenmesi akımı 1935 güzüne kadar sürmüş; halkın diline girip yerleşmiş kelimelerin dilden atılması işleminden bu tarihte vazgeçilmiştir. Atatürk'ün ölümünden sonra öz Türkçe akımı Türk aydınları arasında sürekli tartışılan bir konu olmuş ve özellikle 1960'tan sonra Türk Dil Kurumu bu akımın öncülüğünü yapmaya devam etmiştir. 1980'den sonra tartışmalar durulmuş, bilimsel çalışmalar hız kazanmıştır.
         Atatürk, ölümünden kısa bir süre önce yazdığı vasiyetname ile mal varlığını Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumuna bırakmıştır.
         Türk Dil Kurumunun yapısıyla ilgili ilk önemli değişiklik 1951 yılındaki olağanüstü kurultayda yapılmıştır. Atatürk'ün sağlığında Millî Eğitim Bakanının Kurum başkanı olmasını sağlayan tüzük maddesi 1951'de değiştirilmiş; böylece Kurumun devletle bağlantısı koparılmıştır.
 İkinci önemli yapı değişikliği 1982-1983 yıllarında gerçekleştirilmiştir. 1982'de kabul edilen ve şu anda da yürürlükte olan Anayasa ile Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu, bir Anayasa kuruluşu olan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu çatısı altına alınmış; böylece devletle olan bağlar yeniden kurulmuştur.  
         Bugün Türk Dil Kurumu, 20'si Yüksek Öğretim Kurumu; 20'si Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yüksek Kurulu tarafından seçilen 40 asıl üyeye sahiptir. Üyelerin büyük çoğunluğu Türk üniversitelerinde çalışan Türkologlardır. Başbakanın önerisiyle Cumhurbaşkanınca tayin edilen Kurum Başkanı ve 40 asıl üye Bilim Kurulunu oluşturur
         Türkiye Türkçesinin çağdaş sözlüğünü sürekli geliştirerek yayımlayan ve Genel Ağ ortamında sürekli güncelleyen Türk Dil Kurumu, İmlâ Kılavuzu'nu 2000 yılında yayımlamıştır.. 1998 yılı içinde 9. baskısı çıkmış olan Türkçe Sözlük'te 75.000 civarında kelime yer almıştır.        
         Türk Dil Kurumu 800'e ulaşan yayını, 40 Bilim Kurulu üyesi, 17 uzmanı, 56 çalışanı ve zengin bir araştırma kütüphanesiyle Türkiye'nin saygın bilim kuruluşlarından biri olarak çalışmalarını sürdürmektedir.
Türk Dil Kurumu’nun  esas amacının Büyük Atatürk’ün arzuları doğrultusunda, Türk Dilindeki  yabancı sözcükleri  ayıklamak  ve yabancı kelimeleri de uzak tutmaktır.  Teknolojinin hızla gelişmesi nedeniyledir ki bugün dilimizin içine girip, Türkçemizi yabancılaştıran, gençler arasında revaçta olan birçok , özellikle, İngiliz ve Fransızca sözcükler  vardır. Halbuki bu kelimelerin Türkçe karşılıkları vardır. Bilgisayarların yaygın olduğu bu ortamda, aygıtın içinde bulunan tüm yabancı sözcüklerin Türkçe leştirılmesi gerektir. Ama bu yapılmıyor. Sadece yüzeysel Türkçe leşme yapılıp, esas sözcükler olduğu gibi dilimize yapışıyor.ü

Aşağıda   dilimize yapışan yabancı sözcüklerin, pekala Türkçe karşılıklarının olduğunu göreceksiniz.
Tüm arzum, mümkün olduğu kadar Türkçe karşılıklarını kullanmak ve Türk Dil Kurumunun da bunu hızlandıracak çalışmaları yapmasıdır.
26 Eylül Dil Bayramı Ulusumuza kutlu olsun.

ABSÜRT   -   Saçma
ADAPTE OLMAK   -   Uyum sağlamak
ADİSYON   -   Hesap fişi
AMBİYANS   -   Hava , ortam
ANALİZ   -   Çözümleme
ANONS ETMEK   -   Duyurmak
ANTİPATİK   -   Sevimsiz, itici
BODYGUARD   -   Koruma
BYE BYE   -   Hoşcakal
CENTER   -   Merkez
CHECK ETMEK   -   Denetim, kontrol etmek
DATA   -   Veri
DEKLARE ETMEK   -   Bildirmek
DEPARTMAN   -   Bölüm
DİZAYN   -   Tasarım
DOKÜMAN   -   Belge
DOWNLOAD   ETMEK   -   İndirmek
DRİNER   -   Sürücü
EKSTRA   -   Fazladan
ELİMİNE ETMEK   -   Elemek
E-MAİL   -   E-Posta
EMERGENCY   -   Acil
EMPOZE ETMEK   -   Dayatmak
ENTEGRE  OLMAK   -   Bütünleşmek
EXİT   -   Çıkış
FEEDBACK   -   Geribildirim
FİNISH   -   Bitiş, varış
FULL   -   Tam , dolu
FULL-TİME   -   Tam gün
GLOBAL   -   Küresel
İLLEGAL   -   Yasa dışı
İMİTASYON   -   Taklit, öykünme
İZOLASYON   -   Yalıtım
JENERASYON   -   Nesil,  kuşak
KOMÜNİKASYON   -   İletişim
KONSENSÜS   -   Uzlaşma
KOORDİNASYON   -   Eşgüdüm
KRİTER   -   Ölçüt
LAP TOP   -   Dizüstü bilgisayar
LEGAL   -   Yasal
LİNK   -   Bağlantı
MANTALİTE   -   Anlayış, zihniyet
MONOTON   -   Tekdüze
NİCK NAME   -   Takma ad
OBJEKTİF   -   Nesnel,  tarafsız
OKEY   -   Tamam
OKEYLEMEK   -   Onaylamak
ONLINE   -   Çevrim içi
OPTİMİST   -   İyimser
PARTNER   -  
PART-TİME   -   Yarı zamanlı
PERSPEKTİF   -   Bakış açısı
PREZANTASYON   -   Sunum
PRINT OUT   -   Çıktı
PRINTER   -   Yazıcı
PROVOKE ETMEK   -   Kışkırtmak
REFÜZE ETMEK   -   Utandırmak, bozmak
RELAX ETMEK   -   Rahatlamak
REVİZE ETMEK   -   Yenilemek
SAVE ETMEK   -   Kaydetmek
SECURITY   -   Güvenlik
SEMPATİK   -   Cana yakın, sevimli
SLAYT   -   Yansı
SPONTANE   -   Kendiliğinden
STAR   -   Yıldız
START ALMK   -   Başlamak
TİMİNG   -   Zamanlama
TREND   -   Eğilim
TUVALET   -   Ayak yolu
USKUR   -   Pervane
VALF   -   Vana
VANTUZ ÇEKMEK   -   Şişe çekmek
VERSİYON   -   Değişik biçim


MİLLİ BAYRAMLARIMIZ