3 Temmuz 2013 Çarşamba

ŞİİR DÜNYAMIZIN DEĞERLERİ





FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL
Burhan Bursalıoğlu
İşte Sizlere unutulmayan şairlerimizden birisi daha. Faruk Nafiz ÇAMLIBEL
Bu sayıda O nun  unutulmaz şiirlerinden en değerlisi olan HAN DUVARLARI şiirini yayınlıyorum. Gelecek sayıda  ÇAMLIBEL'in ÇOBAN ÇEŞMESİ şiirini yayınlayacağım.

18 Mayıs.1898 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Babası, Orman ve Maadin Nezareti memurlarından Süleyman Nazif Bey, annesi Fatma Ruhiye Hanım’dır.

İlk ve orta öğretimini Bakırköy Rüştiyesi ile Hadika-i Meşveret İdadisi’de tamamladı. Şiire çocuk yaşlarda başladı. Yazarın ifadesine göre ilk şiiri “Saat”, "Çocuk Dünyası" adlı bir dergide yayınlandı (1914).

Bir süre tıp öğrenimi gördükten sonra okuldan mezun olmadan ayrıldı ve gazeteciliğe başladı. 1917-1918’de Ati Gazetesi’nin yazı işlerinde çalıştı. 1922’de gazetenin temsilcisi olarak Ankara’ya gitti.

1922’de Kayseri Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atandı. Kayseri’ye yolculuğunu, “Han Duvarları” adlı uzun şiirinde anlattı. Şiiri, Osmanzade Hamdi Bey’e ithaf etti. Kayseri’de kaldığı iki yıllık dönemde Milli Mücadele’nin havasını çok yakından yaşadı. Geleceğin ünlü şairi Behçet Kemal (Çağlar) onun Kayseri Lisesi’nde öğrencisi oldu. Şair, Kayseri Lisesi’nin marşını da kaleme aldı.

1924’te Ankara Erkek Muallim Mektebi edebiyat öğretmenliğine geçti; ardından Ankara Kız Lisesi'de öğretmenlik yaptı. Ankara Kız Lisesi Marşı'nın güftesini yazdı. 1932’ye kadar yaşadığı Ankara’da cumhuriyetin kuruluşuna tanıklık etti. 1924’te “Çoban Çeşmesi”, 1928’de “Suda Halkalar” isimli kitapları yayınladı.

1928’de Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati'nin başkanlığındaki “Şark Vilâyetlerini Tedkik Heyeti”'nde bulunarak Sivas, Erzincan, Gümüşhane, Trabzon, Erzurum illerini ve dönüşte Kastamonu'yu gördü. Bu yolculuk, onun edebi yaşamında bir dönüm noktası oldu. Memleket şiirleri yazmaya yöneldi.

1931’de Ankara Kız Lisesi’nde coğrafya öğretmenliği yapan Azize Hanım ile evlendi. Bu evlilikten İsmet ve Yeliz adında iki çocuğu dünyaya geldi.

1932-1946 arasında İstanbul’da edebiyat öğretmenliği yaptı. Vefa, Kabataş Lisesi ve Amerikan Kız Koleji edebiyat öğretmenliklerinde bulundu. 1933’de Onuncu Yıl Marşı’nın sözlerini Behçet Kemal Çağlar ile birlikte yazım yaptı.

Ankara ve İstanbul’daki öğretmenlik yıllarında çeşitli dergi ve gazetelerde şiirler fıkralar yayınladı. Mizah dergilerinde “Deli Ozan” ve “Çamdeviren” takma adlarıyla mizahi manzumeler yazdı. 1946’da siyasete atıldı ve 1946'dan 27 Mayıs 1960'a kadar Demokrat Parti İstanbul milletvekili olarak TBMM’de görev yaptı.

27 Mayıs 1960 ihtilalinin ardından tüm milletvekilleri ile birlikte kısa bir süre Yassıada'da, daha sonra da Celâl Bayar ve diğer DP milletvekilleri ile birlikte Kayseri Kapalı Cezaevi'nde tutuklu kaldı. 16 ay sonra aklanarak serbest kaldı.

Serbest kaldıktan sonra siyasete dönmek istemedi. Son yıllarını Arnavutköy’deki evinde geçirdi. Yassıada’da arkadaşlarıyla birlikte yaşadığı baskıyı “Zindan Duvarları” adlı bir şiir ile anlattı ve şiiri kitap olarak yayınladı. Eşinin ani ölümünün ardından çıktığı Akdeniz gezisi sırasında Samsun vapurunda Kaş - Fethiye arasında seyrederken 8 Kasım 1973 günü bir gezi sırasında hayatını kaybetti. Cenazesi, 11 kasım 1973’te Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedilmiştir.

Öğretmenlik yaptığı Kabataş Lisesi’nde 2005 yılında Faruk Nafiz Çamlıbel adına bir müze açlmıştır.


HAN DUVARLARI

Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...
Gidiyorum, gurbeti gönlümle duya duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı...
Arkada zincirlenen yüksek Toros dağları,
Önde uzun bir kışın söldürdüğü etekler,
Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler...
Ellerim takılırken rüzgarların saçına
Asıldı arabamız bir dağın yamacına,
Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,
Yalnız arabacının dudağında bir ıslık
Bu ıslakla uzayan, dönen kıvrılan yollar.
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.
Gökler bulutlanıyor, rüzgar serinliyordu.
Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince,
Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince
Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi
Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi
Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine
Yol, hep yol, daima yol... bitmiyor düzlük yine.
Ne civarda bir koy var, ne bir evin hayali
Sonunda ademdir diyor insana yolun hali,
Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan
Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan
Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,
Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor...
Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine
Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine,
Bir sarsıntı... uyandım uzun suren uykudan;
Geçiyordu araba yola benzer bir sudan
Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu,
Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu;
Ağır ağır önümden geçti deve kervanı,
Bir kenarda göründü beldenin viran hanı.
Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri
Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri
Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya
Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.
Bir noktada birleşmis vatanın dört bucağı
Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı,
Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,
Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor,
Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı
Heryüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı,
Gitgide birer ayet gibi derinleştiler
Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki çizgiler...
Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,
Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;
Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,
Aygın baygın maniler, açık saçık resimler...
Uykuya varmak için bu hazin günde, erken,
Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken
Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;
Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı
Ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa
Raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa;
*On yıldır ayrıyım Kınadağı'ndan
Baba ocağından yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben*
Altında da bir tarih. Sekiz mart otuz yedi..
Gözüm imza yerinde başka ad görmedi.
Artık bahtın açıktır, uzun etme arkadaş
Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;
Araya gitti diye içlenme baharına,
Huduttan götürdüğün şan yetişir yarına
Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk
Soğuk bir mart sabahı...Buz tutuyor her soluk
Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri
Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri
Bulutların ardında gün yanmadan sönuyor,
Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor...
Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,
Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar
Biz bu sonsuz yollarda varıyoz, gitgide,
İki dağ ortasında boğulan bir geçide
Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden
Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden
Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla
Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla
Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu
Burada son fırtına son dalı kırıyordu
Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla
Savrulmaya başladı karlar etrafımızda
Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;
Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü...
Gönlümde can verirken köye varmak emeli
Arabacı haykırdı *İste Araplıbeli*
Tanrı yardımcı olsun gayri yolda kalana
Biz menzile vararak atları çektik hana.
Bizden evvel buraya inen uç dört arkadaş
Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş
Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor
Kimi haydut kimi kurt masalı anlatıyor
Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri
Çicekliyor duvarı ocağın akisleri
Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor
Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor
*Gönlümü çekse de yarin hayali
Aşmaya kudretim yetmez cibali
Yolcuyum bir kuru yaprak misali
Rüzgarın önüne katılmışım ben*
Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı
Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı
Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde
Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde
Uzun bir yolculuktan sonra İncesu'daydık
Bir han yorgun argın tatlı bir uykudaydık
Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım.
Başucumda gördüğüm su satırlarla yandım
*Garibim namıma Kerem diyorlar
Aslı'mı el almış haram diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Şatılmış'ım ben*
Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında
Korkarım yaya kaldın bu gurbet çıkmazında
Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı
Bahtına lanet olsun aşmadıysan bu dağı
Az değildir, varmadan senin gibi yurduna
Post verenler yabanın hayduduna kurduna
Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu
Hancı dedim bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu?
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
Dedi
Hana sağ indi ölü çıktı geçende
Yaşaran gözlerimde her sey artık değişti
Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti...
Gönlümü Maraşlı'nın yaktı kara haberi.
Aradan yıllar geçti işte o günden beri
Ne zaman yolda bir han raslasam irkilirim,
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim
Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar
Dönmeyen yolculara ağlayan yaşlı yollar
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları...
 

30 Haziran 2013 Pazar

ŞİİR DÜNYAMIZIN DEĞERLERİ




UNUTULMAYAN  DEĞERLER - 2 -


Burhan Bursalıoğlu

"Unutulmayan değerler"  başlığı altında başlattığım şiir bahçesine, yine Behçet Kemal ÇAĞLAR'ın iki şiiriyle devam ediyorum. B.K.ÇAĞLARın  yaşam öyküsü önceki sayımızdadır.

BEHÇET  KEMAL  ÇAĞLAR




AĞIT
Yok gayri bizlere uyku dünek vay
Kime bel bağlayak kime dönek vay
Vay amansız ecel alçak felek vay
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Ağla gözüm ağla yaşlar dil olsun
Kurumuş dereler baştan sel olsun
Çiçek kara açsın çayır kül olsun
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
En büyük en güzel en yiğit kayıp
Dereler denizler çağlar ağlayıp
Rabbim de gözyaşı dökmezse ayıp
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Her gittiği yerde o şan verirdi
Aslan bakışını görse erirdi
Kaşları yeleden nişan verirdi
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Bakışları şimşek gibi çakardı
Yarını görürdü düne bakardı
Kürsüye çıktı mı, arşa çıkardı
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Her belâyı önler arda atardı
Dermandı her dalda hemen yeterdi
Babamızdı elimizden tutardı
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Kaybını yıldızlar bile bileler
Kırıla kanatlar sola yeleler
Kurt kuş duyup cenazene geleler
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Millet Atan gitti başın sağ olsun
Ölümü devr açsın yeni çağ olsun
Dağlar birer birer yanar dağ olsun
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Gitti her ocağın söndü alevi
Yeryüzü dediğin bir ölü evi
Cihan türbe olsa almaz o devi
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Dönmüş denizler gözyaşı taşına
Dünya ortak çıkmış Türk’ün yasına
Her evden bir ölü çıkmışcasına
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Gökler ağıtlardan titriyor kat kat
Düştü üstümüze gerilen kanat
Onsuz dünya yarım, insanlık sakat
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
O hep dolu tuttu boş atmadıydı
Söz verince yaptı aldatmadıydı
On beş yıl tek burun kanatmadıydı
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Bizdendi sevinci bizdendi derdi
Biz uyurduk o bizleri beklerdi
Uyudu nöbeti bizlere verdi
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Kuru yapraklara benzedik bu güz
Her göz kan içinde sapsarı her yüz
Milyonlarız bir babadan öksüzüz
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Gök düşsün toprağa toza belensin
Mezarına gece yıldız elensin
Şehitler doğrulsun nöbet dolansın
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Dünya hem kahr olur hem onu gömer
Yıldızlar kandildir semalar kemer
Sus boğulayazdın sus Aşık Ömer
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı

ATATÜRK'Ü DİNLERKEN

Yay yine gerilmede, fırlayacak yine ok;
Yine vatanımızın yeryüzünde eşi yok;
Bozkurt, Ergenekon'u yeni delmiş gibidir:
Herkes ihtiraını seyre gelmiş gibidir.
Kalpler ellerde çarpar gibi alkış kopuyor;
Her ruh bir tutam ışık ve her göz bir damla kor:
En büyük, en sevgili, en genç, en mert geliyor;
Dünya imtihanını veren tek fert geliyor;
Kürsüye her çıkışta, Türk daha yükselecek...
Dinle: Her cümlesinde doğuyor bir "gelecek";
Aslan, insan ve Tanrı bir arada bu başta...
Kıvılcımlar doğuyor bastığımız her taşta,
Önümüzde mesafe ve zaman çökmekte diz;
Bir İnönü azmiyle ardındayız hepimiz...
Yerine getirmeye yeni dileklerini,
Koymuş on yedi milyon, yola yüreklerini,
"Marş! Marş!" Öz yurdu fethe!" Şimdi manen, yeniden

Deliyor dağı taşı öncümüz gibi tren,
Fabrikalar kalemiz, kanallar siperimiz
Ve bu fetih olacak bizim şaheserimiz...



26 Haziran 2013 Çarşamba

ŞİİR DÜNYAMIZIN DEĞERLERİ




UNUTULMAYAN  DEĞERLER

Burhan Bursalıoğlu

Sevgili Dostlar;

Öyle bir ortamda yaşıyoruz ki, geçmiş değerlerimizi hatırlama, yadetme fırsatı, daha doğrusu ortamı bulamıyoruz.
 Bir zamanlar  dilimizden düşmeyen, saatlarca ezberlemek için gayret sarfettiğimiz, ezberlenenlerle iftihar ettiğimiz, başkalarına, özellikle de öğrencilerimize, öğrenmeleri ve ezberlemeleri için  şart koştuığumuz, yazarlarının yaşamlarını öğrenmelerini istediğimiz şiirlerin bir çoğunu unuttuk. Adlarını dahi hatırlamaz olduk. Bazı yerlerde aniden aklımıza gelen bir beyit, ağzımızdan bir anda çıkıp şaşkınlık yaratmaktan öteye gidemiyor.
Uzun zaman düşündüm. Biz blokcular, siyaset yapmaktan uzağız. Arada  bir eleştiri ve önerilerimiz olmaktadaır, o da istenilen kulaklara girmemektedir. O halde "nasıl faydalı olabilirim?" "Neleri öne çıkarabilirim"  diye listeler yaptım. Verdiğim karardan umarım sizlerde memnun olacaksınız.
Unutulmuşları ön plana çıkarıp hatırlatmak, bugünkü sıkıntılı günlerimizi  bir köşeye itip, bir nebze olsa da gerilere gitmeyi uygun gördüm.
Zevkle, heyecanla, şevkle, gür seslerimizle, bağırarak, ellerin parçalanıncaya kadar alkışlanan şiirlerimizi ve onları yazan üstün insanların yaşamlarını yayınlamaya karar verdim.
Bu gün okullara giden öğrencilerimizin  okudukları kitaplarda  maalesef bu şiirler bulunmamaktadır. Tatilin başladığı  yaz aylarında , ister tatilde ister evde olsunlar, Sizler  çocuklarınıza ve torunlarınıza bu şiirleri tavsiye etmeniz, geçmişinizi hatırlamanız bakımından da huzurlu, mutlu, neşeli, hatta heyecanlı günler geçireceğinizi uımmaktayım. Bu gün ilk olarak BEHÇET KEMAL ÇAĞLAR' ın şiirleriyle başlıyorum.





23 Temmuz 1908'de Erzincan'da doğdu, 24 Ekim 1969'da İstanbul'da yaşamını yitirdi.
 İlk ve orta öğrenimini Kayseri'de tamamladı. 1929'da Zonguldak Maden Mühendis Mektebi'ni bitirerek maden mühendisi oldu. Maden Tetkik Arama Enstitüsü'nde mühendisi olarak çalıştı; mesleğiyle ilgili incelemeler için Fransa'ya gönderildi. Dönüşünde İktisat Bakanlığı'nda görevlendirildi. İktisat Bakanlığı'nda çalışırken İngiltere'ye gönderildi. 1935'te Halkevleri Müfettişi olarak görevlendirildi, bu görevi dolayısıyla yurdun her yöresini dolaştı. Halk şiirleri ve halk sanatı ile yakından ilgilenmek fırsatını buldu. 1941-1947 yılları arasında Erzincan milletvekilliği yaptı. Milletvekilliğinden ayrılınca Robert Kolej'de öğretmenlik,
İstanbul Radyosu'nda edebî müşavir, TRT Yönetim Kurulu Başkanlığı, Akbank Neşriyat Müdürlüğü, TRT Program Uzmanlığı görevlerinde bulundu. 27 Mayıs'tan sonra Kurucu Meclis üyeliğine seçildi. 1949'da haftalık sanat dergisi Şadırvan'ı çıkardı. İstanbul Radyosu'nda, uzun yıllar ancak aralıklı olarak "Edebiyat Dünyamız" ve "Bitmez Tükenmez Anadolu" programlarını hazırladı, yönetti, sundu. İlk şiiri Hep Gençlik dergisinde yayınlandı, bazı şiirlerinde Ankaralı Âşık Ömer mahlasını kullandı. Şiirleri Hayat, İnkılapçı Gençlik, İstanbul, Muhit, Şadırvan, Türk Dili, Türk Yurdu, Ulus, Ülkü, Varlık, Yedi gün, Yücel dergi ve gazetelerinde yayımlandı. Şiirlerinde Atatürk devrimleri, Atatürk sevgisi, ulusal duygular, yurt ve vatan sevgisi ve güzellikleri konularını işledi, hece ölçüsünü kullandı. Faruk Nafiz Çamlıbel ile birlikte Onuncu Yıl Marşı'nı yazdı.

 KİMLİK KAĞIDIM:
Yalınayak basardım yaz kış toprağa,
Odun toplamaya giderdim dağa,
Ata üzengisiz binmekti derdim,
Bazlamaya çaman sürer de yerdim,
Beziryağı idi yanan lambamda,
Yıldız saya saya uyurdum damda,
Yufka pişirmeye firez yolardım,
Yazları üst daldan kiraz yolardım,
Yonca otlatırdım sarı tosuna,
Bayılırdım yanık un kokusuna,
Güzün değirmende nöbet beklerken,
Büyük anam "Yasin", babam "Türküm ben"
ezberlettirirlerdi kışın her gece,
Anam baş ucuma gelir gizlice,
"Keloğlan" masalı söyler giderdi,
Nutuk söyletmekti hocamın derdi,
Amcamın yanında askerdim dimdik,
Yazın köylü kışın şehirli idik,
Mektepte leyliydim bir uzun kıştı,
Kitaplar okudum, aklım karıştı,
Dünya güzelini düşümde gördüm,
Denizi onaltı yaşımda gördüm,
Maden mektebine zorla giderken,
Sonra Avrupa'yı dolaştım da ben,
Çeşit çeşit süsler, keyifler gördüm,
Yine de gözümde tüterdi yurdum,
Gurbette vatanı yaman özledim,
Yine acıkınca caman özledim,
Yine yıkanmaya aradım dere,
Bildim, çabalamam benim boş yere,
Ben ki hep bu dağın taşın çocuğu,
Yüz yıl geçse onbeş yaşın çocuğu.


İŞTE BEN ;

Yunus'lardan daha yaşlıyken başım,
Çırpınır göğsümde yirmibeş yaşım,
Her gece kendimden çıkar giderim,
Orhon Beyi Yulug Tikin yoldaşım,
Yerde beni boğadursun kederim,
Çoban olur yıldızları güderim,
Mikelanj'ın ellerini öpmeye,
Atilla'nin terkisinde giderim,
İmbiğimden geçen her haram helal,
En yakın sırdaşım Mevlana Celal,
Gönlüm beste yapar Karacoğlan'a,
Başımda konuşur Mustafa Kemal.



ONUNCU  YIL MARŞI

Çıktık açık alınla on yılda her şavaştan;

On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan.

Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan;

Demir ağlarla ördük Ana yurdu dört baştan.

Türk'üz Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,

Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.

Bir hızla kötülüğü geriliği boğarız,

Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız.

Türk'üz bütün başlardan üstün olan başlarız;

Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız.

Türk'üz Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,

Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.

Çizerek kanımızla öz yurdun haritasını,

Dindirdik memleketin yıllar süren yasını.

Bütünledik her yönden istiklâl kavgasını.

Bütün dünya öğrendi, Türklüğü saymasını.

Türk'üz Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,

Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.

Örnektir milletlere açtığımız yeni iz;

İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kütleyiz;

Uyduk görüşte bilgiye, gidişte ülkeye biz;

Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz.

Türk'üz Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi,

Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk ileri.

DEVAM EDECEK









19 Haziran 2013 Çarşamba

KAVİMLER



KALAŞ KABİLESİ

Burhan Bursalıoğlu


Ey  gözlerim, göremedin! Ey ayaklarım, gidemedin yanlarına! Ama kulaklarım, sen işittin!

Ey gezgin, dünyanın en yüksek dağlarının eteğindeki daha alçak dağlarda, adına Kâfiristan denilen, evet Kâfiristan denilen o topraklarda, çok küçük, çok gizemli; gözlerinden saçlarına, giysilerinden Tanrılarına, aşkları ve bayramlarına kadar rengârenk bir halk yaşar. O dağların eteklerine kadar gittin, Hunza Nehri'nin daha alçak yamaçlarında, su gibi akan mutlu saatler geçirdin.

 Lakin, Müslümanlar ile Müslümanların, birbirlerini Müslüman olmadıkları için yok etmeye çalıştıkları bir zamandı. Hindukuş Dağları'nın her iki ülkeye uzanan derin vadileri, Afganistan ve Pakistan'a uzanan sarp geçitlerinin adlarının hepsi silinmiş, hepsine birden ölüm vadileri denilir olmuştu. Oradan döndün. Şunun şurasında daha gün bile olmadı. Bu renkli gözlü, sarı saçlı halkın adı Kalaş'tır.. Kalaşlar der ki, başlangıçta Tanrı yeryüzünde toprakları yarattı, ama tarlalar öyle çok sarsılıyordu ki, onları korusun diye dağları yarattı ve bu sarsıntı durdu. Söyledikleri dağlar Himalayalar'dır. Onların da yakınındaki Karakurum Dağları'dır. Onların da yakınındaki Hindukuşlar'dır.

 Bu dağların, insanın ulaşabildiği yamaçlarındaki kayalıklara, bütün Orta Asya'nın pek çok yüksek ve kutsal dağlarında olduğu gibi kadim resimler kazılmıştır. Kalaşlar, 'Dizila vat' yani Yaratıcının Taşları dedikleri bu kayalıkların başlangıcı anlattığını düşünür.
 

 Zamanın başlangıcında Tanrılar, ruhlar, insanlar, hayvanlar ve bitkiler hep birlikte yaşarlardı. Birbirlerinin dillerini anlarlardı. Sonra bir şey oldu, ayrı düştüler. Etraflarında yaşayan Müslüman halkın Adem ve Bibi Havva öyküsüne çok benzer birkaç cennetten kovulma öyküsü vardır bu konuda. Kalaşlar, Yaratıcının kendilerinden ayrılan hayvan bitkileri taşa dönüştürdüğü bu yerde, başlangıcı anma ayinleri yaparlar.
 

 Ahşap evlerinin duvarlarına bu resimlerin aynılarını çizerler. Sonra onların hamurdan tıpkılarını yaparlar, ateşte pişirirler ve gece yarısı, ellerinde meşalelerle dışarı çıkıp buzlarla kaplı bir dağ yamacını tırmanır ve Tanrı Mahandeo sunağına heykel ekmeklerini koparıp koparıp fırlatırlar. Bir yandan da uzun sopalarla karanlığı döver, heykelciklerin ruhlarını güttükleri keçiler gibi cennete doğru kovalarlar. Hadi hadi hadi hadi! Heh heh heh heh he! Bunu yaparken de şafak sökene kadar şu şarkıyı söylerler: 'Dezau'nun topraklarında bir düşün içindeydik, orada bizi terk ettiler, bir solukta uzaklaşıp gittiler;


Kalaş halkı; Pakistan’ın kuzeyinde, Afganistan sınırına yakın Hindukuş dağlarında yerlişik bir halktır. Kalaş’ların inancı çoktanrılıdır. Bundan dolayı da çevresindeki Müslümünlar tarafından Kalaş halkına ”Kafir” ve yurtlarına da ”Kafiristan” deniyor. 1895 yılında emiri Afganistan Abdurrahman; Kafiristan topraklarının ismini `Nuristan ` yani `Işık Ülkesi` olarak değiştirmesiyle burada yaşayan binlerce insanın bu isimle anılmasına son vermek istemişti.
Pakistan'da yaşayan Kalaş kabileleri birbirinden kadınlarının giysi rengiyle ayrılıyor. Öyle ki Müslümanların gözünde siyah giyen Kalaşlar ''Kara Kâfir'', kırmızı giyenlerse ''Kızıl Kâfir''...



   
 
 
 
 
 
 

Afganistan'ın başkenti Kabil'in kuzeydoğusu'nda, kafiristan'da yaşayan yaklaşık 70 bin kalaş, dünyanın bu en dindar bölgesinde, çevrelerini kuşatanların aşağılayan bakışlarına rağmen, dünyanın tavanında yaşıyorlar. büyük iskender'in hindikuşlar'da bıraktığı makedon askerlerin soyundan geldiklerine inanan kalaşlar, iskender'in soyunu yaşatıyorlar.
Kalaşlar, (kalash) bulundukları bölgeye nazaran fiziksel, dinsel, kültürel, ekonomik yönleriyle şaşırtıcı boyutta farklılıkları olan bir halk.
Afganistan’da, başkent Kabil’in kuzeydoğusunda, eski adıyla Kafiristan bölgesinde (yeni adıyla Nuristan bölgesinde), Hindikuş dağlarında bulunan Çitral’in üç vadisinde, denizden yaklaşık 3000 metre yükseklikte yaşıyorlar.



Kalaşların bir kısmı Müslümanlığa geçmiştir, bir kısmı da kendi kimliklerini, dinlerini, mitolojik ve kültürel ritüellerini yaşamaya devam etmektedirler.
Kalaşların nüfusunun gerçek bir rakamla ifade edilmesi mümkün değildir.



Kendilerine ait dili kullanırlar. Kalaşların dili (Burruşeski), Hint- Avrupa ailesinde yer alır ve UNESCO’nun tehlike altında olan diller listesinde ilk sıradadır. Kalaşların dillerinde Yunan kelimelerine rastlamak mümkündür. Bu dili yaklaşık 5000 kişinin konuştuğu tahmin ediliyor.
Aminist inançlara sahip Kalaşlar’ın dini, Şamanizm kökenli bir din. Zamanla bu din, Hinduizm, Zerdüşt, İran dinleri ve eski mitolojilerin etkisiyle değişime uğramıştır. En önemli tanrıları Di, Zeus ve Zau (güneş)'dur. En uzun gün ve gecelerinde tanrılarıyla buluşur ve atalarına kurban keserler.
Kalaşlar, Hindikuş dağları eteklerinde yüksek vadilerde yaşıyor olmaları sebebiyle kendi kendilerine yetmeyi öğrenmiştir ve dışarıdan birilerinin varlığına tahammül edemez duruma gelmişlerdir.

Kendilerinin İskender’in çocukları olduklarına inanıyorlar. Bu inanış, başka halklarla karışmak istememelerinin bir sebebidir aslında.
En büyük hayali Doğuyla batıyı birleştirmek, Asya’yı fethetmek olan Büyük İskender, Persleri devre dışı bırakınca, Anadolu, Ortadoğu ve İran’ı fetheder. Hindistan’ı fethetmek için ordusunu Afganistan’a gönderir. İskender ve ordusu Afganistan’da iki yıla yakın süre kalır ve buradan Hindistan’a geçerler. işte Kalaşlar, MÖ. 330‘dan beri bu bölgede olduklarına ve İskender’in kabilesi olduklarına inanırlar. Ve taşıdıkları tüm özellikler bu inanışlarını doğrular.
Taliban da bu inanışa gönülden inanmış olmalı ki, Sih, Hindu ve Hristiyanları Afganistan’dan sürmüş olmasına rağmen Kalaşlar’ı bölgeden sürmeyi düşünmemiş, Müslüman olmaları yolunda baskı uygulamıştır. Ancak Kalaş halkına büyük destek veren Yunanlı Profösör Athanasion Larounis’i kaçırarak, hem fidye istemiş hem de ABD ve NATO’ya MÖ 4. yy’de Paştunlara yenilen Büyük İskender’in kaderinden ders almaları çağrısında bulunmuştur.
Yakın bölgedeki halklar (Pakistanlılar, Afganlar, Tacikistanlılar ve Çinliler) koyu renk derili olduğu halde Kalaşların tenleri beyaz ve elmacık kemikleri kırmızıdır.

Gözleri renkli (çoğunun mavi), saçları sarı ile kahverengi tonlarında olan Kalaşlar, uzun boylu ve sağlıklı olmaları sebebiyle uzun yaşayan (100 ila 140 yıl) bir halktır.
Suç oranı sıfır olan, içki, esrar ve sliği sınırsız yaşayan Kalaşlar, kendi aralarında siyah giyinenler ve beyaz giyinenler diye iki gruba ayrılırlar.

 
                   
 


Çiftçilik yaparak geçinirler. Arazileri dağlık olmasına rağmen sebze, meyve yetiştirilmesinde verimli olduğu için, yiyecek konusunda sıkıntı çekmeleri mümkün değildir.
Kalaşlar, sulama ve taraça sistemi yaratarak yiyecek seçeneklerini genişletmiştir. Kenevir ve üzüm ekerek içki ve uyuşturucuyu kültürlerinin ayrılmaz parçası haline getirmişlerdir.

 

Kalaşlar et yemez - kışın yedikleri az miktarda yabani keçi eti sayılmazsa. Zaten bölgede eti yenilebilecek başka hayvan bulmak da mümkün değildir.
Kullandıkları yağı, kayısının çekirdeğinden elde ederler. En çok yedikleri yiyecek kayısıdır.
Kalaşlarda bütün düğünler aralık ayında yapılır. Evli insanların boşanması mümkün değildir. Ancak kadınlar istediklerinde eşlerini değiştirebilirler. Bu değiştirme olayı bazı şartlara bağlıdır. Kadın yeni erkeğe mektup yazar ve yeni evliliğin gerçekleşmesi için kocaya başlık parası ödenir.
Ergen olan erkekler, ergen olmalarının kutlanması sebebiyle halkın oturduğu bölgeden uzak yaylalara götürür, orada beslenir ve köye döndüğünde seçtiği bir kadınla beraber olabilir.

 

Kalaş erkekleri günlük yaşamda (bayram ve düğünler haricinde) Pakistan erkeklerine benzer giyinirler. Kalaş kadınları ise giyimlerine çok özen gösterirler. Renkli, işlemeli, siyah veya beyaz kaftanlar giyerler. Çok fazla makyaj yaparlar, yüzlerine dövme yaptırırlar. Kalaş erkeği kadının giydiği kıyafetin rengine göre tanınır. Erkeğe çekici görünmek kadınların en büyük görevidir.
Doğan erkekler üç, kızlar ise iki yıl emziriliyor ve bu süreçte anne ve babanın yakınlaşması yasak.
Ocak 1998’de Haberci çekimleri için Kafiristan’a giden Coşkun Aral, Müjde Bilgütay’ın yapmış olduğu röportajda Kalaş kadınlarını şöyle anlatır: “Kalaş kadınlarını gördüm. İnanılmaz makyajlar yapıyorlar. Ege'deki ünlü bağbozumu şenliklerindeki kadınların benzerleri. Hem  dansları hem de fiziksel gösterişleriyle çok çekiciler. Olağanüstü bir çekicilik ama yanlarına yaklaşamıyorsun. Çok kötü kokuyorlar. Yağlıyorlar kendilerini. Çok soğuk olduğu için hayvan yağlarını karıştırıp vücutlarına sürüyorlar. Alışıyorsun bir süre sonra ama Allah kocalarına sabır versin.”

Gelişmiş dünya sağlıklı ve uzun yaşamanın sırrını, ilkel, dağda yaşayan, teknolojiden nasibini alamamış, çok tanrılı Kalaş halkından öğrenmeye çalışıyor. Öyle ki dünyada uzun ve sağlıklı yaşam vaadiyle Kalaşlar tarafından üretildiği iddia edilen binlerce ürün pazarlanıyor. Ya da pazarlama teknolojisi eşliğinde Kalaş halkının dinsel,  kültürel yaşayışları masaya yatırılıp içinden bir tılsım, bir öneri çıkarma çabasıyla irdeleniyor. Böylece güya yere göğe sığdırılamayan bu halk, bir yandan da Yunanlılar tarafından İskender'in torunları diye markalaştırılmaya çalışılırken, muhafazakar Müslümanlar tarafından kafir diye algılanıyor.
Kalaş halkı, her ne kadar kendi kendilerine yaşamaya devam etselerde, dünyanın kendilerini farklı farklı algılamalarından haberdar olmasalar da özgür ve huzurlu yaşamaya devam ediyorlar.
 
MÖ 330'da İskender'in askerleri o bölgede kalaş soyunu yaratır.Bu zamandan itibaren Siyah- Beyaz soyun yaratımıyla özdeşleşir.ilk aileler siyahı ve beyazı temsil eder.siyah ve beyaz giyinmek ailelerin soyadı gibidir.İlk dönemde ailelerin birbirine karışmamasını sağlar. daha sonra ki süreçlerde siyah ve beyaz temaları üzerine, kendi içlerinde dinsel, kültürel etiketler oluşturmuşlardır. örneğin beyaz giyenler için güneş tanrısı en öncelikli tanrıdır. ayinleri, adakları siyahlara nazaran farklılıklar gösterir.

.
Bugün, Afganistan'da ne İskender'den ne de onun Helenistik İmparatorluğu'ndan geriye fazla bir şey kalmadı. Ama İskender'in torunları ya da bir başka değişle İskender'in kayıp kabilesi halen Afganistan-Pakistan sınırında yaşıyor.
İskender'in ordusunda yer alan askerlerin soyundan geldiği düşünülen, sarı saçlı mavi gözlü bu insanlar, Asya'nın ortasında yaşayan diğer komşu halklardan kolayca ayrılabiliyor. Ancak Kalaşlar'ı farklı kılan sadece fiziksel özellikleri değil.
Sarı saçları ve renkli gözleriyle fark edilen Kalaş kabilesi içki, esrar ve sliği serbest yaşıyor

Çitral bölgesindeki Kalaş Vadisi'nin ücra yamaçlarında yaşadıkları için muhafazakar İslamcı kültürün baskısından kurtulan 5 bin nüfuslu halk, damıttıkları içkileri içip yetiştirdikleri kenevirleri tüttürüyor.


15 Haziran 2013 Cumartesi

TÜRKLER - GEÇMİŞİMİZ





B    İ    Z        K    İ    M    İ    Z  ?
 
 

Türk, Evrensel Uygarlıkların kökenini oluşturan kişidir!

Bu gerçeği görmeden önce Batının kaleme almış olduğu, tarihimizi -220 lerden başlatan ve İslamiyet öncesi var olmuş olan Ön-Türk Uygarlık ve tarihini yok sayan resmi tarihe bir göz atalım.

Bu tarih bizi doğrudan Sevr’e götüren üç öğe taşır Türkler uygarlıktan nasibini alamamış bir

1- Göçebe Sürüsüdür
2- Türkler Anadolu’ya göçmen olarak 1071’de gelmişlerdir.
3- İstanbul,1453’te fethedilmiştir ?


Bunların üçü de YANLIŞTIR !

Türkler,

1- GÖÇMEN ‘dirler, Göçebe veya Konar/Göçer değil.


Göçmen,yeni bir yurt, yeni bir vatan aramak için topraklarından ayrılıp göç eden kişilerdir.

Göçebe veya Göçebeler ise, öncelikle çobanlardır. Otlak arayışı peşinde yer değiştirirler, yazın yaylaklarda, kışın kışlaklarda yaşarlar; ayrıldıkları yerlerine dönerler. Konar/Göçerler ise iş aramak üzere yer değiştiren Göçebelerdir.

Tarihsel gerçek şudur ki, Türkler, Yerleşik Uygarlıktan gelirler, İlk kentleri kurmuşlardır.

İzginti Uquzun, Qazan, Ant Uruğ, Kuybişef, Ür-Apa, Orinburg , Oq-omığ, Buhara, Ata-oğ, Turfan, Ëb-Ïs bolıq, Miran, Qapığ-Qağan, Samarkent vb..

Ön atalarımız sırasıyla önce; buzul dönemi, sonra buzların erimesiyle oluşan tufanlardan, en sonra da kuraklıktan kaçarak kendilerine yeni yurt’lar, yeni vatan’lar aramak için yazı sahibi, ileri derecede bilgi sahibi, GÖÇMENLER olarak yola koyulmuşlar, gittikleri ve yerleştikleri yeni yurtlarında DİP KÜLTÜRÜ oluşturmuşlardır, yazı ve yazının içerdiği bilgilerle bu yöreleri IŞIKLANDIRMIŞLARDIR.


2- 1071, Doğu Anadolu’ya ilk geliş tarihi değil, son gelişlerinin tarihidir.


Gelenler TOKUZ OĞUZLAR’dır. İlk göçün tarihini Prof.Afif ERZEN ve ekibi 13 binler olarak vermişlerdir. (Prof.Afif Erzen, Urartular ve Doğu Anadolu 1983 TTK Ank.)

Bu tarih, mağara duvarları ve kaya üstü yazıtlarıyla da doğrulanmıştır. (Kazım Mirşan, Alfabetik yazı başlangıcı .MBB: 1994 )


3- 1453, İstanbul’un ilk alınışı değildir.


Bu tarih Anadolu’nun fethi değil “istirdadı” yani ”geri alınışı” dır. Moğolistan’da Mogoitsu ırmağı, ŞİNE-USU yöresinde Finliler tarafından 1909’da bulunmuş ve Ramstedt tarafından 1918 de yayılanmış olan ŞİNE-USU Bitig taşının 15’nci bölümünde Ön Atalarımızın İstanbul ’da ilk Ön-Türk devleti olan OY-URUM ATIN devletini kurmuş olduklarını okumaktayız. (K.Mirşan, Anadolu Proto-Türkleri MBb, 1985 Ank.)

Milattan sonra, siyasal gücünü kaybetmiş, 395’lerde Bizans olma yolu tutmuş, Hıristiyanlığın etkisiyle zayıflamıştır. Fakat Hıristiyan ayinleri yaklaşık 800’lere kadar Ön Türkçe yapılmıştır. İstanbul, Trabzon Ayasofya, İstanbul Kariye caminin Ön Türkçe okunan yazıtları bu gerçeği açığa çıkarırlar. (Kazım Mirşan, ProtoTürkçe Yazıtlar 1970,MBB, Ank. )

Bu bilimsel belgelere dayanan gerçekler aşağıdaki listede adı olan uluslararası değerdeki sayın profesörlerimize aynı zaman yanıttır:

1- Öğrenimi Almanya’da yapmış, Hititolog Ekrem Akurgal,
2- Öğrenimini Fransa’da yapmış, Osmanlı Tarhçisi İlber Ortaylı
3- Öğrenimini Amerika’da yapmış ve orada oturan Osmanlı tarihçisi Halil İnalcık.


Artık bu “üçayak”tan hareketle konumuza girebiliriz

TÜRK KİMDİR?

-Türk, Tarihi başlatan Kültürün sahibidir

-Türk, evrende İLK’leri vermiş kişidir

-Türk Uygarlığı , ÖGÜL-UQUS denen kafataslarının ölçüsü değil içinin değeri olan ileri seviyede düşünce sahibi Ön-Türk kişilerinin tarihi başlattıkları ilk uygarlıktır.

Ön-Atalarımız, Ön Türk Kişileri

Orta Asya’da tarih öncesi, Orta Asya kişisinin ( henüz Ön-Türk değil ) kayalara yaptıkları yüz binlerce resimlerden esinlenerek DÜŞÜNCEYİ TAŞA VURMAYI akıl edip,

- YAZIYI icat etmişler
- Evrende ilk kez OKULLAR açmışlar
- İB-İS BOLIQ’ları, yani tarihte ilk ÜNİVERSİTELERİ kurmuşlar
- Dilleri, imek/olmak fiiliyle, kökeni şimdiye kadar bulunamamış ve kuramsal seviyede kalmış olan HİNT-AVRUPA DİLLERİNİN BELKEMİĞİNİ oluşturarak onun terk edilmesi* gereğini ortaya yazılı belgelerle çıkarmış ve de İLK DİL olma şerefine sahip olmuş,
- ISIZ OYIBIZ QUL’lar,rahipler , BUĞUN TUR’larda, rahipler meclislerinde,TANRI’dan geliş, O’na dönüş konuları ve Varlık-yokluk tartışmaları ile FELSEFE’nin Çekirdeğini oluşturmuşlar,
- ASTRO-FİZİĞİN yolunu açmışlar,
- Her şeyin üstünde TEK TANRI kavramını KURAMSALLAŞTIRMIŞLAR,
- GÖK KÜLTÜ – ATEŞ KÜLTÜ onlara ÖLÜMDEN SONRA VÜCUDUN ATEŞE VERİLMESİ ( Incinération )
-ÖLÜMDEN SONRA YAŞAM ( réincarnation ) kavram ve uygulamasını vermiş,
- Kişiler arasında RENK-CİNS ayırımını düşünmemişler, bu yolla SEÇİM – DEMOKRASİ kavramlarına sahip olmuşlar,
- Ateş Kültü gereği, TİYATRO ve MÜZİĞE ilk adımlarını atmışlar,
- KAYALARA, MAĞARALARA yaptıkları resimler ve yontu sanatının ilk örneklerini olan DİKİLİ TAŞLARLA evrensel sanat tarihine en büyük adımları atmışlar,
- Tarihte İLK kez ORDU teşkilatını kurmuşlar,
- Komutanlar arasından İLK TARİHÇİLERİNİ vermişler,
- YERLEŞİK UYGARLIK sahibi olarak, İlk KENTLERİ kurmuşlar, ilk coğrafi adları kullanmışlar,
- İleri seviyede düşünce sahibi olmanın verdiği imkanlarla daha, aşiret döneminde DEVLET OTORİTESİ seviyesine erişmişler(**)
- Tarihteki İLK SİYASAL KURULUŞLARI gerçekleştirmişlerdir,
- Buzul dönemi, Su baskınları ve en son Kuraklık nedenleriyle, 5 kıtaya yayılmışlar,
- Yazı sahibi GÖÇMENLER ( göçebe değil ) olarak gittikleri yerlerin DİP KÜLTÜRÜNÜ teşkil etmişler onları yazılarının içerikleriyle IŞIKLANDIRMIŞLAR,
- EVRENSEL UYGALIKLARIN KÖKENİNİ OLUŞTURMUŞLARDIR.


İşte, ZAMAN VE MEKANDA, BİLİNMEYEN, YA DA BİLİNMEK İSTENMEYEN, TARİH VE KÜLTÜRÜNÜ İNKAR ETMESİ BEKLENEN, İNSANLIK DIŞINA İTİLMESİ İÇİN ULUSLARASI ÇABA SARFEDİLEN TÜRK, BUDUR.

Halûk Tarcan

Not :Hepsi belgelidir örnek.
* (CNRS,eylül 2000 bülten.no.386-s.8)
**(D.Riba, grav.rup.v.Camonica,Fr.Empier,1984 – V.Correo, Doss.Archeologie, 198 /1994


 Alıntıdır

 

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ