18 Mart 2016 Cuma

TARİHE DAMGA VURAN ZAFERLERİMİZ.








ÇANAKKALE  ZAFERİ'nin  101. YILI


Burhan Bursalıoğlu

18 MART  1915 Çanakkale zaferimizin 101. yılını kutluyoruz. Bu nedenle, gençlerimizin bilgilerini tazelemeleri nedeniyle, bloğumun bu sayısında, Çanakkale  Savaşlarının başlama nedenleri  ve deniz savaşlarını ele alacağım.  

ÇANAKKALE GEÇİLMEZ ( SAVAŞ ÖNCESİ GENEL DURUM )

Yirminci yüzyılın başlarında Avrupa ekonomik rekabet, sömürgecilik ve milliyetçilik akımları Avrupa’yı ikiye bölmüştü. Almanya-Fransa ve Rusya-Avusturya arasındaki yeni pazarlar elde etme çekişmeleri bu devletlerarasında ki ilişkilerin kopma noktasına getirmişti. Aslında her an çıkması beklene savaş 28 Haziran 1914’te Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahdı Arşidük Ferdinand’ın bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi ile Avusturya’nın 28 Temmuz 1914’te Sırbistan’a seferberlik ilanının ardından 1. Dünya Savaşı başlamış oluyordu.
Çanakkale açıklarında düşman gemileri

 Bir yandan Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya’dan oluşan üçlü İttifak Devletleri, bir yanda da İngiltere, Fransa ve Rusya’dan oluşan Üçlü İtilaf Devletleri sonunda Avrupa’yı ikiye bölmüşlerdi. Savaş ilanlarının ardından İtalya tarafsızlığını ilan ettiyse de bir yıl sonra İtilaf Devletleri’ne katıldı. Osmanlı İmparatorluğu tarihin gördüğü en geniş sınırlara sahip olmuş, her çeşit milleti ve inanışı içinde barındırmış ve yaklaşık 600 yıl süren saltanatını 20. Yüzyılın başında kaybediyordu. Dışta ve içte yaşadığı mücadeleler Osmanlı Devleti’ni çökertiyor, topraklarını ve gücünü dağıtıyordu. Son olarak Trablusgarp ve Balkan Savaşları ile arka arkaya yenilgiler alan Osmanlı Devleti, Doğu Trakya dışında Avrupa’daki bütün topraklarını kaybetmiş, saygınlığını ve gücünü yitirmişti. Öyle ki Edirne bile Bulgar, Yunan ve diğer Balkan Devletlerinin kendi aralarındaki anlaşmazlık sonucu son anda kurtarılmıştı.
Artık Osmanlı Devleti’nin ölümü bekleniyor ve diğer ülkeler tarafından paylaşım planları hazırlanıyordu. Rusya boğazları ele geçirip sıcak denizlere inmeyi hedeflerken, İngiltere Süveyş Kanalı ve Hint yolunun güvenliği için Filistin’i ele geçirmeyi tasarlıyor, Fransa; Lübnan, Suriye ve Kilikya’nın kontrolünü düşlüyor; Almanlar milli birliklerini geç tamamlamalarından kaynaklanan gecikmeyle doğuda yeni Pazar ve maden kaynakları arıyordu. İtalyanlar yine birliklerini geç tamamlamış ve yeni sömürge toprakları için durumun elverişli olmasını bekliyorlardı.
 Birinci Dünya Savaşı’nın patlamasının ardından Osmanlı Devleti önce İtilaf Devletleri ile birlikte olmaya niyetlendiyse de, Rusya’nın bu duruma soğuk bakması Osmanlı’yı Almanya’ya doğru yönlendirdi ve 2 Ağustos 1914’te yapılan gizli bir antlaşma ile Alman-Türk ittifakı kesinleşti.
Bu tarihten sonra, güvenliği açısından seferberlik ve silahlı tarafsızlık ilan eden Osmanlı Devleti, 10 Ağustos 1914’te İngiliz donanmasından kaçan GOEBEN (YAVUZ) ve BRESLAU (MİDİLLİ) adlı Alman savaş gemilerinin boğazlardan geçmesine izin verir ve boğazları tüm yabancı gemilere kapatır. GOEBEN ve BRESLAU’ın boğazlardan geçmesi üzerine İtilaf Devletleri Osmanlı Devletine ültimatom (kesin uyarı) verir. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, bu iki gemiyi, daha önce İngilizlere sipariş ettikleri ve hatta parasını ödedikleri halde alamadıkları iki gemi yerine satın aldıklarını açıklar.

                                                          GOEBEN (YAVUZ)

Böylece, Yavuz ve Midilli adı verilen bu iki savaş gemisi Osmanlı Donanması’na katılmış olur. 
27 Eylül 1914’te Amiral Souchon “Alman Goeben savaş gemisinin Komutanı, gemilerin bandırası değiştirilmesine rağmen mürettebatın tamamı Alman Ordusundandır. Bu konuda Talat ve Cemal Paşalar gemilerin Hükümetin bilgisi haricinde Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın özel izniyle Boğazlardan geçtiklerini hatıralarında naklederler.” komutasındaki Yavuz, tatbikat amacıyla çıktığı Karadeniz’de Ruslar’a ait Sivastopol ve Novorosisk limanlarını bombalayınca 1 Kasım 1914’te Ruslar Kafkasya’da sınırı geçerek fiilen savaş başlatmış ve Osmanlı Devleti de sıcak savaşın içine çekilmiş olur.

                                                         BRESLAU (MİDİLLİ)

Osmanlı Devleti’nin elinde bulunan boğazlar, konumları nedeniyle özellikle Avrupa için çok büyük bir önem taşıyorlardı. Tarih boyunca uğurlarında nice savaşlar verilen boğazlar stratejik, ekonomik ve kültürel açıdan paha biçilmez değerdeydiler. Bugün bile bakıldığında değerlerini korumaya devam ettikleri açıktır. İtilaf Devletleri’nin Boğazları açma nedenlerinin başında, elbette ki boğazların sahip olduğu bu stratejik önem yatıyordu. Rusya’ya yardım edebilmek hedefiyle yapılanan bu düşünce; aynı zamanda Almanya’dan yeterli yardım alamayacağı ve fazla direnemeyeceği düşünülen Osmanlı’yı tek başına ve planlanmış bir barışa mahkûm etmeyi planlıyordu. Ayrıca boğazları kazanmak demek, İstanbul’u ele geçirip Osmanlı ve tüm Avrupa üzerinde manevi bir yıkıma sebep olmak demekti. Tarafsız kalan pek çok ülke bu başarıya kayıtsız kalamayacak ve İtilaf Devletleri’ne katıldıklarını açıklayacaklardı.

ÇANAKKALE DENİZ SAVAŞLARI (19-ŞUBAT 1915 18 MART 1915)

Doğu Cephesinde zor durumda olan Rusya’ya bir an önce yardım etmek, Osmanlı Devletini teslim alarak savaş dışına çıkarma ve Almanya’yı doğudan kuşatarak savaşı bir an önce  tamamlama düşüncesinde olan İtilaf Devletleri başta İngilizler olmak üzere, boğazları ele geçirmek için donanmanın yeterli olacağına inanıyorlardı.
                      

                                                    Bahriye Nazırı Churchill
Bahriye Nazırı Churchill’in planları Akdeniz filosu komutanı Amiral Carden tarafından da desteklenince, Lord Fisher’ın şüpheli gördüğü bu harekâtın donanma ile yapılmasına karar verildi.

                                Amiral Sackville Carden

Tarihinde hiçbir yenilgi almamış olan İngiliz donanmasının silah, teknoloji ve başarı açısından kendine güveni tamdır. Fakat unuttukları bir konu vardır o da Türkün vatan topraklarını korumak için canını seve seve verebileceği gerçeği ve göğsünde taşıdığı çelik imanıdır.                                                                                                 
                                      
                                       Lord  Fisher

Dünyanın yenilmez donanması, Fransa’nın da desteği ile dünyanın en büyük armadasını oluşturuyordu. Bu donanmaya karşı gelebilecek hiçbir güç bulunmamakla birlikte Balkan Savaşlarında kendisine tabii olan ufak Balkan devletleri karşısında bile tutunamamış ve batıda Edirne sınırlarına kadar gerilemiş olan Osmanlı Devletinin İtilaf Devletleri ile baş etmesi ise asla düşünülmüyordu. İtilaf Devletleri’nin deniz harekâtı 19 Şubat 1915te başladı. 13 Mart 1915’e kadar düşman gemileri tabyaları top ateşine tuttu, mayın tarama gemileri olabildiğince yol açtı. Boğazları zorlayarak geçebileceklerine inanan düşman kuvvetlerinin, kararlı ve dirençli bir karşılık almaları bu işin o kadar da kolay olmadığını gösteriyordu.


                                                               SEDDÜLBAHİR

Bir ay boyunca yapılan binlerce mermi atışının ardından çok da büyük bir gelişme elde edilememişti. 18 Mart’a kadar geçen bu dönemde boğazın girişinde bulunan Rumeli yakasındaki Seddülbahir ve Ertuğrul tabyaları ile Anadolu yakasındaki Kumkale ve Orhaniye tabyaları tahrip edilmişti. Boğaza giriş kapıları aralanmış ama hala ilerde olacaklar belirsizdi.
Ve 18 Mart 1915 sabahı geldiğinde kimse günün sonunda neyle karşılaşacağını bilmiyordu.
17 Mart 1915’te Amiral Carden’in yerine Amiral De Robeck’in atanmasıyla 18 Mart da gerçekleşecek plan uygulamaya konuluyordu.

                                        Amiral de Robeck

Plana göre; 18 Mart sabahı 3 deniz tümeninden oluşan düşman filosu boğazda belirdi. Filonun en güçlü gemilerinden oluşan 1. Tümen bizzat Amiral de Robeck tarafından kumanda ediliyordu.

Queen Elizabeth, Agamemnon, Lord Nelson muharebe gemileri ve Inflexible muharebe kruvazöründe oluşan 1. Tümen, saat 10.30’da boğazdan içeri girdi. Filonun önündeki Muhripler savaş alanını tanıyorlardı. Planlanan noktaya ulaşıldığında Queen Elizabeth’in hedefi Rumeli Mecidiye Tabyası, Lord Nelson’un hedefi Namazgâh Tabyası, İnflexible hedefi ise Rumeli Hamidiye Tabyası idi.A Savaş Hattı” olarak adlandırılan bu plan 11.30’da uygulanmaya başlandı ve 11.30’da merkez tabyalarına ateş başladı. Bu arada düşman gemileri Kumkale’den gelen tedirgin edici ateş hattına da girmişlerdi.


                                                              Lord Nelson  zırhlısı

Obüslerden üstlerine ateş yağıyordu. Yine de mesafe uzak olduğundan Türk bataryaları savaş gemilerine karşılık veremiyordu. Saat 12.00 sularında Çimenlik, Rumeli Hamidiye ve Anadolu Hamidiye ateş almıştı. B Hattı diye adlandırılan Amiral Guepratte komutasındaki 3. Tümen Suffren, Bouvet, Goulois, Charlemagne adlı dört Fransız gemisiyle Triumph ve Prince George adlı iki İngiliz muharebe gemisinden oluşuyordu. Plana göre bu tümen 1. Tümenin arkasından hareket geçti ve B hattı önündeki yerini aldı. Yavaş yavaş yaklaşan gemiler ilerleyişlerinde Türk bataryalarından düşen mermi ateşi altında B hattına vardılar. Şiddetli yapılan karşılıklı çatışmalarda aradaki bataryalar sustuysa da merkez bataryalar ateşe devam ediyorlardı. 800 metre kadar içeri sokulduklarından şiddetli ateş bu gemilerin üzerine yağıyordu. 3. Tümene ait olan iki İngiliz gemisi Triumph ve Prince George A hattının kıç omuzluklarında yerlerini almış Rumeli Mesudiye ve Yıldız Tabyalarını hedeflemişlerdi. Rumeli merkez bataryaları çok yoğun bir ateş altındaydı. Mermilerin çoğu tabyalar içine düşmüş, telefon hatlarını bozmuş, yangınlar Çıkarmıştı. Rumeli Mecidiye tabyası topçuların şehit olması ile devre dışı kalmıştı. Planın ikinci aşamasında Türk bataryaları üzerinde yeteri kadar üstünlük sağlanabilirse Albay Hayes Sadler komutasındaki 2. Tümen devreye girecekti. Ocean, İrresistible, Albion, Vengeance, Swiftsun ve Majestic’ten oluşan 2. Tümen, 3. Tümenin yerini alacak ve B Hattından son olarak yakın muharebe yapılarak Tabyalar içinde olmayıp mayın hatlarını savunan toplar tahrip edilerek bombardımandan hemen sonra mayın tarama işlemlerine başlanacaktı. Fakat 3. Tümenin yerini alacak 2. Tümen gelmeden önce beklenmedik bir şey oldu. Saat 14.00’e doğru Suffren büyük bir hızla boğazı terk etmekte ve Bouvet’de onu izlemekteydi. A hattını geçmek üzereyken Fransız gemisi Bouvet’de bir iki patlama oldu ve Anadolu Hamidiye tabyasınca ateş altındayken 3 dakikada suların altına gömüldü. Derin bir şaşkınlık yaşanıyordu. Queen Elzabeth ve Agamemnon dışındaki bütün gemiler ateşi kestiler. Muhripler ve istimbotlar personeli kurtarmaya gittiklerinde 20 kişi kurtarılabilmiş, 603 kişi sulara gömülmüştü. Bu arada 12.30 sularında Goulois isabet almış ve ağır yaralarla boğazı terk ediyordu. 15.30 sularında mayına çarpan Inflexible’ın durumu kötüydü ama yoğun çabayla Bozcaada’ya ulaştı.


İnflexible

2. Tümen İngiliz gemileri, 3. Tümenin yerini aldığında bu manzara ile karşılaşmıştı. Saat 14.30’da ateşe başlayarak 10 yardaya kadar yaklaştılar. Namazgâh tabyasını bombardıman ediyordu. Saat 15.00’te Rumeli Hamidiye daha sonra da Namazgâh aldığı isabetle savaş dışına kalmıştı.
Queen Elizabeth

Anadolu Hamidiye tabyası hasar görmemişti ve İrrisistible’a ateş ediyordu. Saat 15.14’de İrrisistible’ın yanında korkunç bir patlama duyuldu. Saat 16.15’te tabyalarda uzaklaşmak isterken bir mayına çarptı. Bu bölgede bir gece önce Nusrat’in döktüğü mayınlar hiç hesapta yokken can alıyordu. Bölgenin mayınlı olduğunu anlayan Amiral de Robeck 2. Tümenin geri çekilmesi için emir verdi. 18.05’te geri çekilirken Ocean da mayına çarpmıştı. Güçlü top ateşine rağmen Ocean’ın personeli muhripler tarafından boşaltıldı.

NUSRAT MAYIN GEMİSİ

18 Mart 1915 deniz zaferi, top ve mayın silahlarının müşterek çalışma mahsulü olup bunda mayın başrolü oynamıştır. Mayınların dâhice boğaza yerleştirilmesiyle, o tarihin en kuvvetli donanmasını Türk azmi ve cesareti, hayretlere bırakacak şekilde alt etmiş ve boğazı düşman gemilerine kapamıştı. Dönemin Fransa başbakanı; Çanakkale için "Türkler boğazı kapamakla savaşın iki yıl uzamasına ve müttefiklerin milyonlara varan insan gücü ve yüzlerce milyarlık maddi kayba uğramasına sebep olmuşlardır” demiştir.

NUSRAT MAYIN GEMİSİ

Nusrat Mayın Gemisi 3 Eylül 1914'te Çanakkale'ye gelmişti. Almanya'da özel şekilde mayın dökme gemisi olarak inşa edilmiş bu tekne dar alanlarda kolayca manevra yapabiliyor ve az su çektiğinden mayın alanları üzerinde güvenle dolaşabiliyordu. Ancak Osmanlı Devleti'nin mali sorunları ona boğazı mayınlayabilmesi için gerektiği miktarda mayın bulamıyordu. Çanakkale boğazında zaten önceden boğazı kesecek şekilde döşenmiş mayın hatları bulunmaktaydı. Ancak, düşman zırhlılarının devamlı şekilde hareketlerinin incelenmesiyle akıllara hayret verecek bir gerçekle karşılaşılmıştı. 6 Mart gecesi Cevat Bey, mayın grup komutanı Hafız Nazmi Bey'e "Oğlum, diyordu. Sana çok önemli bir görev veriyorum. Vatanın selameti bu görevin başarıyla yerine getirilmesine bağlıdır. Yarın akşam, Nusrat'le son 26 mayını şu gördüğün Erenköy Mevkii de kıyıya paralel olarak dökeceksin. Düşman hareketinizi seçer, size saldırıya kalkışırsa kıyı toplarımız önceden aldıkları talimata uygun olarak hareket edecek ve sizi himaye ateşiyle koruyacaklar. Kendinizi göstermemeye çaba harcayın. Allah yardımcınız olsun." 
Evet. Bu sefer mayınların boğazı kesecek şekilde değil de kıyıya paralel olarak Erenköy Mevkii'ne dökülmesi fikri, mayın uzmanlarının ince bir çalışmayla ortaya çıkardıkları mükemmel bir fikirdi. Çünkü düşman zırhlıları boğaza gurup gurup giriyor ve görevini tamamlayan grup ikmal yapmak için geriye dönerken arkadaki grupların yollarını kesmemek için boğazın en geniş yerlerinden biri olan Erenköy Mevkii 'da manevra yapıyordu. İşte mayınlar da bu manevra sahasına kıyıya paralel ancak manevra hattına dik olarak yerleştirilecekti. Fakat bu işin sonu her ne kadar büyük bir zaferi getirebilecek olsa da bir o kadar zordu. Nazmi Bey, ertesi gün Nusrat mayın gemisi komutanlığı yapacak olan Tophaneli Yüzbaşı Hakkı'yı buldu. Her iki subayda çok iyi arkadaştılar. İki gün önce kalp krizi geçiren Nusrat'ın genç komutanı Yüzbaşı Hakkı Bey, sağlığı için yerine bir başkasını görevlendirmeyi önceden Çanakkale müstahkem mevki komutanı Cevat Bey'in ısrarlarına rağmen, savaşın ve ülkenin sorumluluğunu omuzlarında duyarak görevi kabul etti. 7 Mart'ı 8'e bağlayan gece yarısı Nusrat demir alarak Çanakkale'den uzaklaştı. Bütün ışıklarını söndürüp kıvılcım atmasın diye ocaklarını bastırmış, maskeli ışıklar altında rota izleyerek hedefine doğru ilerliyordu. Gemi daha önce döşenen mayın hatlarından geçiyor ve Erenköy Mevkii 'a giriyordu.


Deniz sakin, hava simsiyah, zifiri karanlıktı. Uzaklarda dolaşan düşman devriye gemileri pırıl pırıl yanan projektörleri ile suyun yüzünü aydınlatmaktaydı. Bir an, suyun yüzüne değen ışık silindirler hemen ardından denizi yalayarak, havaya kalkıp yeniden denizin yüzeyinde başka bir noktayı aydınlatıp derinlere inmekte ardından yine uzaklara gitmekteydi. Daha yakınlarda devriyeye çıkmış düşman gemilerinin projektör ve ışıldakları zaman zaman Nusrat'ın olduğu kıyının karşısını noktalamaktaydı. Son kontroller bittikten sonra ilk mayın platforma alınmış ve atış anı beklenmeye başlamıştı. Heyecan son haddindeydi. Vatanın selameti için gerekli olan zafer kilidi, Nusrat'ın elindeydi. Onu mutlaka sessizce yerine bırakmalıydı. Sonunda Anadolu yakasındaki Akyarlara, yeni mayın hattını hazırlanacağı noktalara geldiler. Teker teker sessizce elinde kalan son 26 eski tip mayını suya bırakmaya başladı. Suya düşen her mayın belli bir sıra halinde kendisini asılı tutacak ağırlığın gerdiği teller üzerinde yer almaya başladılar. Birkaç dakika sonra tüm mayınlar belirlenen rota doğrultusunda dökülmüştü. Makinalar tekrar ulaşabilecekleri en yüksek devirde çok hızlı tempoda çalıştırılmıştı. Şimdi en az mayınlar dökülüşü kadar tehlikeli olan geri dönüş yolculuğu başlamıştı. Daha önceki dökülen mayınlar ve düşman devriye gemileri Nusrat'ın yolu üzerinde kol geziyordu. Bir an için Nusrat'ın çok yakınında bir karaltı ortaya çıktı. Düşman gemisi olmalıydı bu. Büyük olasılıkla düşman zırhlıları geri dönmüşlerdi ve devriye görevine devam etmekteydiler. Ara verdikleri projektörle taramaya yeniden başladıkları zaman Nusrat'ı görecekler ve her şey bitecekti. Bütün personelden buz gibi terler boşanıyordu. Nihayet korktukları başlarına geldi ve düşman gemisinin projektörleri yandı.


                                                                             Ocean


Karalığı yaran projektör ışığı az öteden, hızla, üzerlerine doğru, denizi tarayarak geliyordu. Işık dalgası kıyıları, dalgaları taraya taraya, arada bir durarak, arada bir gerileyerek ağır ağır üzerlerine geliyordu. Bu ışık silindiri ölüm kılıcına dönüşmüş, Nusrat'ın böğrüne saplanacaktı ki bir mucize gerçekleşti. Ölüm ve ışık dalgasını içine girmelerine saniye kala, Türk kıyılarında yanan projektör bir mucize yarattı. Bizim kıyıda birden bire yanan projektörümüz birkaç saniye içinde, düşman projektörünü deniz üstünde yakaladı. İki projektör şimdi göz gözeydiler. Ortalığı sise yakın yoğun bir beyazlık kapladı. Beklenmedik bu ışık kavgası Nusrat'a yaşam umudunu geri verdi. Şimdi karşılaşan iki projektör, iki düşman göz birbirinden kurtulmak için olağanüstü bir savaşa başladılar. Düşman projektör, kurtulmak için yoğun çaba harcıyor, bir türlü başaramıyordu. Nusrat, bu bazen üstünde, bazen yanında süren ışık çarpışmasının altından sessizce sıyrıldı. Olanca islim üstünde, Çanakkale yönünde yol almaya başladı. Tehlike geçmiş verilen görev büyük bir başarıyla yapılmıştı. Nazmi Bey büyük bir sevinçle kader arkadaşını tebrik etmek istedi. Ancak Hakkı Bey cevap veremedi. Nusrat mayın gemisinin başkomutanının hasta kalbi bu ışık savaşındaki heyecan dayanamamış, heyecan kasırgası içinde duruvermişti. Bu olaydan on gün sonra müttefik donanması saldırıya geçmişti. Savaş tam istediği şekilde, kontrollü olarak devam etmekteydi ki, birden ikmal için geri dönen gemilerde büyük patlamalar meydana gelmişti. Bunların nedeni, 7–8 Mart gecesinde dökülmüş ve bundan sonrada gerek düşman pilotlarının fark edemediği gerekse 17–18 Mart gecesi mayın gemilerinin yaptığı mayın kontrolünde bulunamayan Nusrat'ın mayınlarıydı. Düşmanın yüzen kaleleri birer birer batmaya başlamıştı.

                                                                            Bouvet

Önce Bouvet 639 kişilik mürettebatı ile denizin derinliklerine gömüldü. Bu andan itibaren her şey ters gitmeye başlamıştı. Bouvet'in battığı yerin yakınında manevra yapmakta olan Inflexible bir mayına çarpıştığını rapor etti ve çok tehlikeli bir şekilde yan yatmaya başladı ve üç dakika sonrada Irrestable'nda yana yatmakta olduğu ve sancak tarafından mayına çarpıştığını bildiren yeşil flamanın sancak seren cundasında dalgalandığı görüldü.


                                                                          Irrestable


Daha sonra da mürettebatı kurtarılan gemi boğazın sularına gömüldü. İtilaf Devletleri üç büyük savaş gemisini (Irrestable, Ocean, Bouvet) kaybetmiş, üç tanesi de (Inflexible, Golva, Suffen) ağır yaralanmış şekilde eldeki gücün üçte biri yitirilmişti. Nusrat'ın yapmış olduğu görev tarihi değiştirmişti. İtilaf donanması 18 Mart günündeki başarısızlıklarından çok şey öğrendiler. İngilizler bu yenilginin tüm faturasını son keşfini yapıp mayın yoktur raporunu veren pilota çıkardılar ve onu idam ettiler. Nusrat'ın 7–8 Mart gecesi bir şehit vermek uğruna yaptığı iş ve Türk topçusunun başarısı, bir vatanın selametini sağlamış ve düşman donanmasının Marmara'ya bayraklarını dalgalandırarak girmesine izin vermemişti.

ÇANAKKALE'DE YATANI İÇİN ŞEHİT OLAN TÜM ŞEHİTLERİMİZE ALLAHTAN RAHMET DİLİYORUM. TANRI BİR DAHA BÖYLE BİR  KIYAMET GÖSTERMESİN

18 Ocak 2016 Pazartesi

HAYVANLAR ÖLMESİN



HAYVAN  BARINAKLARINI  UNUTMAYALIM


Burhan Bursalıoğlu

17 Ocak 2016 Pazar günü, yağmurlu bir havada, yanımıza istenen ihtiyaçları alarak, oğlum, gelinim, ve torunumla birlikte Beykoz köpek barınaklarına gittik.

Orman bölgesine girdiğimiz de cadde boyu,  bırakılmış, kimi tasmalı, kimi tasmasız, her cins köpek kalabalığı ile karşılaştık. Sağlı sollu, onar, yirmişer   köpek kulübeleri  ve caddenin kenarlarına park etmiş  arabalar vardı.Bunlar, her Salı,  Perşembe  ve Pazar günleri barınaklar dışındaki 23 noktada toplanan köpeklere yiyecek getiren gruplarmış. Bir kaç grup köpek yığınlarından oluşan noktaları bölüşmüşler be onların bakımını üstlenmişler. O gruplara katılmak serbestmiş.

Biz Beykoz barınaklarının önünde park edip arabanın kapısını açtığımızda, etrafımızı saran barınak dışındaki büyük köpeklerden biri hemen içeri atladı. Zorla çıkarabildik. Bu köpek, sahibi tarafından araba ile gezmeyi alıştırıp, sonra da bırakılan köpeklerden biri olduğunu tahmin ettik.

Barınak görevlisine yiyecek ve battaniyeleri teslim ettik. Kimliklerimizi de alarak, bize barınakları gezmemize  izin verdi.
  Resim çekmenin yasak olduğunu söylemesine rağmen birkaç poz kaçak resim çekmeyi başardık. 200 ün üzerinde köpek bulunan barınaklarda , iki, üç  köpeğin rahat hareket edeceği ve iç kısımda da yatabileceği büyüklükte, yan yana telle çevrili  kulübelerden oluşan barınaklar çok geniş bir alana yapılmış. Her kulübede , köpeklerin cinslerine göre birer ikişer, bazılarında da üçer köpek bulunuyordu.

 Ziyaretçi bizden başka kimse yoktu.  Bizi gören köpeklerin tümü bağırarak tel örgülere tırmanıyor, adeta " Bizi buradan çıkarın, bize özgürlük verin" diyorlardı. 

Yağmurun altında  yarım saat bütün köpekleri dolaşıp,onlarla konuşup, parmaklıklar arasından  soktuğumuz elimizi, parmaklarımızı yalatıp vedalaştık.

Burada bakımı yapılan köpeklerin beslenmesi, korunması, halkın yaptığı yardımlarla iyi bir şekilde yürütülüyor. Buna rağmen hala ihtiyaç duyuluyor.  

Dışarı çıktığımızda bir sürü köpek etrafımızı sararak onlarla oynaştık. Hepsi de kendine göre sevimli hayvanlardı. Üstümüze atlıyor, çekiştiriyor, sarılıyor, bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı.
İnternetten gördüğüm kadarıyla tüm ilçelerimizde ve illerimizde  değişik hayvan barınakları bulunuyor. Genellikle bu konuya eğilen Belediye Başkanları ile hayır sevenlere teşekkürü bir borç biliyorum.


SONUÇ:

Evcil hayvan beslemek her yönüyle, insanlığımızın bir ihtiyacıdır. Geçici zevkimizi tatmin ermek için hayvanı beslemeye başlayıp, bir müddet   sonra sokağa bırakmak insanlık değildir.Ya almayacağız, alınca da ölünceye kadar ona bakacağız.

Bu sevimli hayvanları, esir edilmiş savaş askerlerine benzetiyorum.  Esirler sonunda ya öldürülür veya ölür, ya da bağlı bulunduğu ülke tarafından anlaşma ile geri alınır, yani özgür olur. Bu hayvanlar da öyledir. Ya barınaklarda ölürler, ya da hayvan sevenler tarafından alınıp, ikinci baharları yaşatılır. 

Onları bakacak yaşam imkanlarımız yoksa dahi, zaman zaman fırsat  buldukça onları ziyaret etmek insanlık borcumuz olmalıdır.
İmkanı ve yeri müsait olanların, barınaklardan o güzelim hayvanlardan almalarını  yaşam zorunluluğu nedeniyle tavsiye ediyorum. Unutmayın ki dertlerini söyleyemeyen her hayvanı beslemek en büyük hayır yapmaktır.
HAYVANLAR  ÖLMESİN














10 Kasım 2015 Salı

YAS LI GÜNLERİMİZ







Burhan  Bursalıoğlu

ATAM,  TÜM   DÜNYAYA   KARŞI,  BİR  

AVUÇ   CESUR   ARKADAŞ  VE  İNANMIŞ  

TÜRK  HALKI  İLE,  MADDİ   

İMKANSIZLIK  İÇİNDE  KURDUĞUN 

ÜLKEMİZDE,  SENİ 

VE  ARKADAŞLARINI  KÜÇÜK 

DÜŞÜRMEYE  ÇALIŞANLAR,  BİR  GÜN 

BÜYÜKLÜĞÜN  

 KARŞISINDA   EZİLECEKLERDİR.

CENNET  MEKANINIZDA  RAHAT 

UYUYUN.



31 Ekim 2015 Cumartesi

ŞİİRLER




MEMLEKETİM







 Nâzım Hikmet:


Memleketimi seviyorum

Çınarlarında kolan vurdum, hapishanelerinde yattım.

Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımı
memleketimin şarkıları ve tütünü gibi.

Memleketim.

Bedreddin, Sinan, Yunus Emre ve Sakarya, kurşun kubbeler ve fabrika bacaları benim o kendi kendinden bile gizleyerek sarkık bıyıkları altından gülen halkımın eseridir.

Memleketim.

Memleketim ne kadar geniş,
dolaşmakla bitmez, tükenmez gibi geliyor insana.

Edirne, İzmir, Ulukışla, Maraş, Trabzon, Erzurum.

Erzurum yaylasını yalnız türkülerinden tanıyorum ve güneye pamuk işleyenlere gitmek için Toroslardan bir kerre olsun geçemedim diye utanıyorum.

Memleketim.

Develer, tren, Ford arabaları ve hasta eşekler, kavak söğüt ve kırmızı toprak.
Memleketim.

Çam ormanlarını, en tatlı suları ve dağ başı göllerini seven alabalık ve onun yarım kiloluğu pulsuz, gümüş derisinde kızıltılarla Bolu’nun Abant Gölü’nde yüzer.

Memleketim.

Ankara Ovası’nda keçiler
kumral, ipekli, uzun kürklerin pırıldaması.
Yağlı, ağır fındığı Giresun’un.

Al yanakları mis gibi kokan Amasya elması, zeytin incir kavun ve renk renk salkım salkım üzümler ve sonra karasaban ve sonra kara sığır ve sonra ileri, güzel, iyi her şeyi hayran bir çocuk sevinciyle kabule hazır, çalışkan, namuslu, yiğit insanlarım yarı aç, yarı tok yarı esir...




28 Ekim 2015 Çarşamba

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ








CUMHURİYET  NEDİR?

Burhan Bursalıoğlu

CUMHURİYET;  egemenliğin bir kişi,  (MONARK)  ya da  bir gruba, topluluğa,aileye (ARİSTOKTAT)  değil, toplumun tümüne ait olduğu  devlet yönetimi modelidir.
 CUMHURİYET;    başta bir devlet başkanı olmak üzere, devlet organlarının yöneticilerinin seçimle değiştirilmesini sağlayan, seçim hakkının millette olduğunu gösteren  yönetim  biçimidir. 

CUMHURİYET;   yurttaşlarına  özgürlük ve eşitlik sağlayan  halk yönetimidir.
CUMHURİYET;    ulusun  egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu  belirli süreler için seçtiği millet vekilleri aracılığı ile kullandığı devlet yönetimi  biçimidir.

CUMHURİYET;  devlet idaresinin ve yönetiminin, kişilerin, ailelerin, grupların tekeline bırakılmamasını, vatandaşların yönetime etkin bir biçimde  katılmasını amaçlayan anlayıştır.
CUMHURİYET;  yöneticilerin  yönetim süreleri ni , halkın iradesi ile sınırlayan devlet biçimidir.

CUMHURİYET;  yönetime getirilen  yöneticilerin, devleti  himayeleri altına almalarını reddeder.
CUMHURİYET;  yöneticileri, siyasal bakımdan halka sorumlu duruma getiren  yönetim biçimidir.
CUMHURİYET;  halkı, yöneticilere karşı kul, tebaa, ve biat  durumuna getirmeye  izin vermeyen devlet şeklidir.

CUMHURİYET;    tarafsız, hiçbir gruba,  camiaya ve topluluğa  ayrıcalık tanımayan, özgür ve demokratik bir yönetim biçimidir.
CUMHURİYET;  halkının çıkarlarını gözeten halk  idaresidir.
CUMHURİYET;    yasama, yürütme ve yargının bulunduğu ve bunların her birinin  bağımsız denetleme esası  konulan yönetim biçimidir.

CUMHURİYET;    hukuk devleti ilkeleri ve hukuk üstünlüğü kavramlarını getiren, bireylere eşit davranan bir sistemdir.
CUMHURİYET;  halkı  keyfi biçimde değil, halkın isteklerini ve beğenilerini  göz önünde tutarak devleti yönetme  biçimidir.

Kısaca, CUMHURİYET;  Atatürk’ün, Cumhuriyet’ in  ilan edileceği gün,  millet meclisinde bir vekilin “ Cumhuriyet ne demektir” sorusuna karşı  “CUMHURİYET, ADAM OLMAKTIR ADAM”  dediğidir.

CUMHURİYET’İMİZİN  92  YIL DÖNÜMÜ  TÜM  ULUSUMUZA KUTLU OLSUN.



23 Temmuz 2015 Perşembe

RAMAZAN BAYRAMIİ





DİNİ BAYRAMLAR ‘  A  SAYGIMIZ MI AZALDI?

Burhan Bursalıoğlu

Ramazan Bayramı geldi geçti.  Yakında, kurban Bayramı da  aynen gelip geçecek. Bir farkla ki, bu sefer yollar, parklar, bahçeler kan gölü olacaktır. O bayram da ayrı bir yazı konusu.
Gelelim Ramazan Bayramı’na.
Ardında, 74 ölü,  bayram sever tatilcilerimizin   sayesinde,  tatil kentlerinde, denizlerimizde bir çok çöp ve pislik bırakarak gitti. Daha kötüsü, bayramdan hemen sonra, Suruç ilçesinde, canlı bombaya hedef olan 34 genç yurttaşımızın  katledilişi.
Son  40  yıldır, bayramların  gelmesini beklediğimiz kötü bir alışkanlığımız var. Bayram süresince tatile çıkmak.
BAYRAM  NEYİME

Bayramlar  tatil için bir sebep değildir. Tatilin özel bir  nedeni vardır. Çalışan insanların yıllık izinlerinde, imkanları nispetinde,  memleketlerine veya tatil kentlerine gitmeleri çok doğal bir harekettir. Haklarıdır da. Çünkü, çalışanların da dinlenmeye ihtiyaçları vardır. Bütçelerinin kapasitesi kadar tatil imkanını kullanırlar. Bu imkanı bulamayanlar, evinde ve çevresinde  dinlenmeyi tercih ederler.
Bayramları, tatil fırsatı olarak kullananların,  maalesef,  bir kısmı  bayramı görmeden, veya görüp te evine ulaşamadan, yollarda kalmaktadırlar. Bu hırs nedir? Normal zamanda tatil yapma imkanı varken, yılda iki kez gelen bayramlarda evinde oturup, eş dost, akrabalarla bayramlaşmak, sohbet etmek, bayramı doya doya yaşamak varken,  “Hayır 3 gün için de olsa tatil beldelerinde bayramı geçireceğim, denize gireceğim , bayramlaşmak sa orada bayramlaşırım “ demek bayramın kutsiyetine hem saygısızlık ve hem de onu  kişisel çıkarları için kullanma açısından “hakaret” sayılmaz mı?
Neden bu duruma geldik?
Teknolojinin gelişmesi mi, gelenek ve görenekleri kulak arkası etmek mi, yoksa, insanlarımızın yaşam biçimi anlayışının değişmesinden midir?  Bilemiyorum.
Çocukluğumun geçtiği , 2. DÜNYA SAVAŞI nda, top seslerinin geldiği Artvin’de, hatta orta yaşlarımın  yıllarında, bayramların bir değeri, haysiyeti ve saygınlığı vardı.
Bayramın yaklaşması, aileleri, kişileri, yani toplumu heyecanlandırırdı. Top sesleri arasında, aileler, haftalar öncesinden hazırlığa başlarlardı.  Evlerin yıkık dökük kısımları tamir edilir, badana yapılır, eşyaların kırık yerleri tamir edilip boyanır, eksikler temin edilir, giysilerin yırtık yerleri dikilir, yama yapılır, yıkanır, ütülenir, ayakkabıların delikleri tamir edilir,  lastik bez ayakkabılar üstübeç, tebeşir  veya kireçle boyanır, tüm bunlar bayram sabahına kadar giyilmez, özenle muhafaza edilirdi.  Özellikle, çocuklar için “Bayramlık” denen ayakkabı, gömlek, çok nadir pantolon, caket ve takım elbise alınır, bayrama kadar onlarla yatardık. Her  evde tatlılar hazırlanır, fırına verilirdi.. Aile büyükleri, bayramlaşmaya gelecek çocuklar için  bozuk para, şeker ( ÖZELLİKLE AKİDE VE KESM E  ŞEKER )  mendil  hazırlarlardı.

Hiç kimse “uzaklara gidip tatil yapmayı, bayram  hazırlığından kurtulayım” diye  düşünmezdi,.Sadece çok yakında kalan, anne,baba ve akrabalarda bayramı geçirmek normaldi.
Bayram sabahı erken kalkılırdı. Bayramlıklar giyilir, Büyükler sakal  tıraşı ve saç  bakımı yapar, bayram namazına giderlerdi. Namaz bitiminde herkes bayramlaşır ve eve dönerlerdi.  Küçükler büyüklerin  ellerini öper, büyükler de birbirleriyle bayramlaşır, yanaklardan öpülür ve kahvaltıya oturulurdu.
Çocuklar harçlıklarımızı ve keseye benzer torbamızı da alarak, akrabalarımızın sonra da komşularımızın  önce büyüklerinin, sonra diğerlerinin  ellerini öpmeye giderdik. Genelde çok para veren büyüklerimize  öncelik verirdik. Kimi para, kimi şeker kimi sadece mendil, bir kısmı da  mendille para verirdi.  Öpme işini bitirince, topladığımız paralardan hoşlandığımız  yemiş alırdık. Ben  hurmayı çok sevdiğim için, delikli sarı yüz para ile bir torba kağıdı hurma kurusu alır, bayram yerine giderdim.

Bayram yerinde, halkacılar, atıcılar, dönme dolaplar, atlı karınca cambazlar  vardı. Son zamanlarda, silindir ,üstü açık büyükçe bir yerde motosikletle  motosikletle duvarda dönmesini hayretle seyreder, "Bu adam neden düşmüyor" diye merak ederdik.
Paramızın tümünü harcayarak eve dönerdik.

Büyüklerimiz evde kalır, bayramlaşmaya gelen akraba, dost ve komşuları karşılarlardı. Onlara tatlı, şeker ikram eder  ve kolonya  dökerlerdi. 

İkici günü iadeyi ziyaret başlardı. Birlikte giderdik. Adet öyleydi. Bizim de işimize gelirdi.
Üçüncü gün ailece, gidilecek büyük kalmayınca, eğlenceli bir yere veya pikniğe gidilir, dinlenilirdi. Böylece, top sesleri arasında  herkes mutlu, adına laik bir bayram geçirmiş olurduk. Ne kaza haberi, ne trafik faciası ne de terörist katliamı haberi alacak bir endişemiz yoktu.Bayramları, araç olarak kullanmak, zehir olacakmış gibi bir endişemiz de yoktu.  O dönemde sadece savaşın sonucu  güncel konulardandı.
AŞIK  DENEN NESNE.

Bana sorsanız “Geçmişteki o günleri arıyor musunuz, o günleri tekrar yaşamak ister misiniz? “diye, hiç tereddütsüz “evet” derim.
Kendim için o günleri bir daha göremeyeceğime inanıyorum. Ama, o günlerin tekrar gelmesini, bu gün yaşayan ve yaşayacak olan çocuklar için istiyorum.
AŞIK OYUNU OYNAYAN ÇOCUKLAR

 Bu günkü çocuklar  çocukluklarını yaşayamıyorlarki. Dört duvar arasında, bilgisayar, atari ve son yılların hastalığı olan cep telefonuyla yaşam sürüyorlar.
 Bu yaşamak değil. Doğal ortamdan, yeşillikler den, meydanlar dan, koşmak tan, çelik çomak tan, mendil kapmaca dan, hayvanların eklemlerinden çıkan aşık tan, körebe den, seksek ten, uzun eşek ten, bilyeler den, çaput toptan elim sende den,çember çevirme den, uçurtma uçurtmak dan  vs. vs den uzak yaşayan çocuklar yaşadıklarını mı zannediyorlar?

 Ben yenilikçiyim. Bir taraftan da geleneklerimizin  korunması taraftarıyım. Teknoloji taraftarı olmama rağmen onu kötü amaçlar için kullanılmasına da karşıyım. En basitinden, cep telefonu haberleşmek için kullanılır. Otobüste, yolda , arabada, okulda ve evde , elden düşürmeyecek  kadar  kullanılmasına karşıyım. Bu nedenlerdendir ki yaşadığım o mutlu, huzurlu çocukluk çağımı unutmuyor, her zaman hatırlıyorum.
Bu düşüncelerimi benimsemeyenler çıkacaktır. O kişiler, aynı apartmanda , kapıları karşı karşıya olup birbirine selam vermeyenlerdir.  Bayramların güzelliğinden nasibini almamış olanlardır. Bayramları, kişisel çıkarlarına  alet edenlerdir.
Umurumda da  değil…





19 Mayıs 2015 Salı

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ






19 Mayıs

Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı

Burhan Bursalıoğlu

Her yıl 19 Mayıs tarihinde  Ülkemizde ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde  kutlanan  millî bayramlarımızdan biridir.
. 19 Mayıs,  İtilaf Devletleri'nin işgaline karşı Türk Kurtuluş Savaşı'nın başladığı gün olarak kabul edilmiştir.
Gençlik ve Spor Bayramı, ilk defa 24 Mayıs 1935’te "Atatürk Günü" adı altında kutlanmıştır. Beşiktaş'ın girişimleriyle Fenerbahçe Stadı'nda kutlanan bu ilk 19 Mayıs, Galatasaray ve Fenerbahçeli yüzlerce sporcunun da katılımıyla bir spor günü haline gelmiştir.

Bu organizasyondan bir süre sonra gerçekleşen Spor Kongresi'nde söz alan Beşiktaş Kurucu Üyesi Ahmet Fetgeri Aşeni kutlanan Atatürk Günü'nün tüm gençliğe mal edilebilmesi için "19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı" adı altında her yıl yapılmasını teklif etmiş ve  Kongrede oylanan bu öneri kabul edilmiştir. Bu kararı Atatürk' de onaylayarak  yasalaşmıştır.

 20 Haziran 1938 tarihli kanunla "Gençlik ve Spor Bayramı" olarak kutlanan bu ulusal bayramın adı 12 Eylül Darbesinden sonra "Atatürk'ü Anma , Gençlik ve Spor Bayramı" adını almıştır.

Son 10 yıla kadar, her yıl 19 Mayıs günü Atatürk'ü Anma , Gençlik ve Spor Bayramı   adı altında, Kuzey Kıbrıs dahil,Türkiye'nin dört bir yanında spor gösterileri ve törenlerle kutlanırdı.


 Kutlamalar, üzerinde "Gençlikten Atatürk Sevgisiyle Cumhurbaşkanına" yazan ve "Sevgi Bayrağı" olarak adlandırılan dev bir bayrak  Samsun'un Kurtuluş Yolu'ndaki Tütün İskelesi'nden karaya çıkarılarak Samsun valisine verilir. Daha sonra bayrak, Cumhurbaşkanına sunulmak üzere genç atletlere teslim edilir. 

Samsun'dan yola çıkarılarak Amasya, Tokat, Sivas, Erzincan, Erzurum, Kayseri, Nevşehir, Kırşehir ve Kırıkkale'den sonra, 19 Mayıs törenlerinde, Ankara'da Cumhurbaşkanına sunulurdu.
Cumhuriyet'le yaşıt olan bu kutlamalar sadece Cumhurbaşkanı'nın katılımıyla Ankara'da gerçekleşmekle sınırlı kalmaz, ülke genelinde stadyumlarda kutlanırdı.

 Ama 2012'de, Mayıs ayında havanın soğuk olacağı ve bu açıdan öğrencilere ve vatandaşlara yük olmaması gerekçesiyle başkent Ankara dışındaki illerde, stadyumlarda kutlanması Mili Eğitim Bakanlığı Orta Öğretim Genel Müdürlüğü'nce okullara gönderilen bir yazıyla engellenmiştir.

O tarihten itibaren orta öğretim öğrencilerin gösterileri okul bahçesinde yapılmaktadır.
Umarım ileriki yıllarda, eskisi gibi statlarda kutlamalar ve gösteriler yapılır.
19 Mayıs, Atatürk'ü Anma Gençlik Ve Spor Bayramı'nın 96. yılı tüm Gençlerimize ve Ulusumuza kutlu olsun.



MİLLİ BAYRAMLARIMIZ