7 Mayıs 2015 Perşembe

ŞİİR DÜNYAMIZ





NAZIM HİKMET'in  TANYA  ŞİİRİ



zoe’ydi adı
ismim tanya dedi onlara
(tanya;
bursa cezaevinde karşımda resmin
bursa cezaevinde,
belki duymamışsındır bile bursa’nın ismini
bursa’m yeşil ve yumuşak bir memlekettir.
bursa cezaevinde karşımda resmin

sene 1941 değil artık, sene 1945
moskova kapılarında değil artık
berlin kapılarında dövüşüyor artık seninkiler
bizimkiler
bütün namuslu dünyanınkiler..
tanya;
senin memleketini sevdiğin kadar ben de seviyorum memleketimi
seni astılar memleketini sevdiğin için
ben memleketimi sevdiğim için hapisteyim
ama ben yaşıyorum
ama sen öldün
sen çoktan dünyada yoksun
zaten ne kadar az kaldın orada
on sekiz senecik…
doyamadın güneşin sıcaklığına bile…
tanya;
sen asılan partizan, ben hapiste şair
sen kızım, sen yoldaşım
resmin üstüne eğiliyor başım
kaşların incecik, gözlerin badem gibi
renklerini fotoğraftan anlamam mümkün değil
fakat yazıldığına göre koyu kestaneymişler.
bu renk gözler çok çıkar benim memleketimde de…
tanya;
saçların ne kadar kısa kesilmiş
oğlum memet’inkinden farkı yok
alnın ne kadar geniş, ay ışığı gibi
rahatlık ve rüya veriyor insanın içine.
yüzün ince uzun, kulakladır büyücek biraz,
henüz çocuk boynu boynun
henüz hiçbir erkek kolu sarılmamış anlıyor insan.
ve püsküllü bir şey sarkıyor yakandan
süsünü sevsinler mini mini kadın.
arkadaşları çağırdım bakıyorlar resmine;
_tanya
senin yaşında bir kızım var.
_tanya
kız kardeşim senin yaşında
_tanya
senin yaşında sevdiğim kız
bizim memleket sıcaktır
bizde kıslar tez kadınlaşır..
_tanya
senin yaşında kızlarla
okulda, fabrikada, tarlada arkadaşız
tanya;
sen öldün ne kadar namuslu insan öldü
ve öldürülmekte
ama ben,
söylemesi ayıpmış gibi geliyor bana
ama ben yedi yıldır kavgada
hayatımı tehlikeye koymadan
hapiste de olsa da yaşıyorum)
sabah oldu tanya’yı giydirdiler
ama çizmeleri, şapkası, gocuğu yoktu
iç etmişlerdi onları
torbasını giydirdiler
torbada benzin şişelesi, kibrit,
kurşun, tuz, şeker….
şişeleri boynuna astılar
torbasını verdiler sırtına
göğsüne bir de yazı yazdılar
“partizan”

köyün meydanına kuruldu darağacı
atlılar çekmiş kılıcı
halka olmuş piyade askeri
zorla seyre getirdiler köylüleri
iki sandık üst üste
iki makarna sandığı
sandıkların üstüne yağlı urgan sallanır
urganın ucunda ilmik
partizan kaldırılıp çıkarıldı tahtına
partizan
kolları bağlı arkadan
durdu urganın altında dimdik..
nazlı boynuna ilmiği geçirdiler
bir subay fotoğrafa meraklı
bir subay elinde makine; kodak
bir subay resim alacak
tanya seslendi kolhozlulara ilmiğin içinden
“ _ kardeşler üzülmeyin gün yiğitlik günüdür.
soluk aldırmayın faşistlere
yakın, yıkın, öldürün….”
bir alman vurdu ağzına partizanın
genç kızın beyaz, yumuk çenesine aktı kan
fakat askerlere dönüp devam etti partizan:
“_ biz iki yüz milyonuz
iki yüz milyon asılır mı?
gidebilirim ben
ama bizimkiler gelecekler
teslim olun vakit varken…”
kolhozlular kan ağlıyorlardı,
cellat çekti ipi
boğuluyor nazlı boynu kuğu kuşunun
fakat dikildi ayaklarının ucunda partizan
ve hayata seslendi insan
“_ kardeşler
hoşça kalın
kardeşler
kavga sonuna kadar
duyuyorum nal seslerini geliyor bizimkiler…”
cellat bir tekme attı makarna sandıklarına
sandıklar yuvarlandılar
ve tanya sallandı ipin ucunda…



23 Nisan 2015 Perşembe

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ




OSMANLI İMPARATORLUĞU YIKILDI MI?

Burhan  Bursalıoğlu 


Büyük  Millet Meclisi ve  Hükümetinin kuruluşunun 95. Yılını bu gün anıyoruz.
Bir çok tarihçi, yazar, Osmanlı İmparatorluğunun yıkıldığını ve yerine  Türkiye  Cumhuriyeti’nin kurulduğunu yazar ve söyler. Doğru mu acaba?
Bir devlet nasıl yıkılır?

 Bir başka devletin istilasına uğrar, bir savaş sonunda yenilir, işgal edilir, topraklar galip devletin sınırları içine alınır, yok edilir, insanlara kötü muamele edilir  ve  bir kısım insanlar memleketlerini terk eder. Kısaca devlet, galip devletin bir eyaleti olur, tarihten silinir. Dünya'da pek çok bunun örnekleri var.
Osmanlı İmparatorluğu bunlardan herhangi birine maruz kaldı mı?     Hayır. 
Gerçi  birinci Dünya Savaşına Almanların yanında  ve Balkan savaşına   katıldı. Bazı  cephelerde yenildi, bazı cephelerde de kazandı.  Bu  savaşların sonucunda,  Sevr anlaşması nedeniyle , Osmanlı yönetiminin rızası ile, bazı bölgeler galip devletler tarafından işgal   edildi.

Bu durum, bir devletin yıkılması  ve ortadan kalkması  anlamına gelmez. Çünkü, yaşanan  olumsuz olaylara  sebebiyet verenler, Padişah  ve Hükümet ‘ti. Onlar da iş başında idiler. Hatta, İstanbul ‘da bulunan milli meclis, kamu ve özel sektörler, ordunun bir kısmı  tasfiye  edilmiş olsalar da, diğer bir kısmı görevde idiler.
19 Mayıs 1919  tarihinde, Osmanlı Padişahı   ve Hükümetinin  görevlendirdiği Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçişiyle başlayan olaylar  ve Yurdun bazı bölgelerinin işgal edilmiş olmalarının yarattığı infial  ve işgalcilerin yurt dışına sürülmesi için başlatılan mücadelenin  başarılı olması için, Ankara’da  yeni bir hükümetin şart olduğuna  inanan Mustafa Kemal ve arkadaşları, ikinci bir hükümeti  23 Nisan 1920 de  kuruyorlar. 

İkinci  hükümet diyorum, çünkü Osmanlı yönetimi Anadolu'daki olayları kabullenmiyor, hatta Mustafa Kemal’in öldürülmesi için de emir veriyor. M.Kemal, İstiklal Mücadelesini kazandı, tüm işgal edilen yerler geri alındı.
Mustafa Kemal, in bu hareketi,  Padişahı ve İstanbul Hükümeti’ne karşı bİr baş kaldırı olarak düşünülebilir.  Ama,  Mustafa Kemal’in asıl amacı  Osmanlı rejimini değiştirmek,  daha özgür, demokratik, modern ve adil bir sistem getirmektir.
Bütün zorluklara karşı başarılı oldu.  Padişah ve Ailesi yurt dışına kaçtı. 

Osmanlı İmparatorluğu adı, Türkiye Cumhuriyeti olarak değiştirildi. 
Kültürde bir değişiklik olmadı. Aynı dil, din, ırk bayrak aynı.  Yurt, halk, ordu aynı.  Değişen bir şey yok. Değişen sadece, hanedan yönetimi . Yerine, İnsana değer veren, halka her konuda özgürce hareket etme  yetkisi veren, adaleti getiren, modern  bir devlet anlayışı olan Cumhuriyet yönetimidir.
İşte bu nedenle,” Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı, yerine Türkiye Cumhuriyeti kuruldu” saptamasını  doğru bulmuyorum.
Oligarşi bir  yönetimin yerine getirilen Cumhuriyet’in  temeli 23 Nisan 1920 de kurulan  Büyük Millet Meclisi  Hükümetidir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün çocuklara armağan ettiği 23 Nisan’larda coşkulu  bayramlar yaparak, hem  hafızamızı  canlı tutmakta, hem de, çocuklarımızın yetenek ve başarılarının sergilenmesine şahit oluyoruz.
Umarım  kesintisiz olarak 23 Nisanlar ebediyen kutlanmaya devam eder.

Ulusal Egemenlik ve Çocuk  Bayramımız tüm çocuklarımıza kutlu olsun. 

17 Nisan 2015 Cuma

KÖY ENSTİTÜLERİ









KÖY ENSTİTÜLERİ  75  YAŞINDA

Burhan Bursalıoğlu

Bu gün Köy Enstitülerin  75. Kuruluş yıldönümüdür.Her yıl olduğu gibi, Ülkemiz için çok faydalı olduğuna inandığımız bu okulların cinayet gibi kaldırılması nedeniyle, kuruluş yarihi olan her 17 Nisan’da anıyoruz. Daha doğrusu belleklerimizin  köşelerinde unutulmaya bırakılmışların kurcalanması, yüzeye çıkarılarak bilgilerin tazelenmesidir. Bu nedenle,   Köy Enstitüsünün açılmasını mecbur kılan, zamanın Türkiye’sinin sosyal yapısına göz atmak gerek..

1935 verilerine göre  16 milyon nüfusumuzun 12 milyonu köylerde yaşıyor. Bu kütle, ilkel bir şekilde tarımla uğraşıyor. Köy ve toprak ağaların emrinde,onlara bağımlı şekilde yaşamlarını sürdürüyorlar.
 40 bin köyün 35 000 inde okul ve öğretmen yok. 1 700 000 çocuktan sadece 300 000 i okula gidebiliyordu. Bunlardan sadece binde biri bir üst kademedeki okullara devam edebiliyordu.  Geri kalan çocuklar ise ailelerine yardımcı oluyor, zamanla da 

okuduklarını unutuyorlardı. Yüzdeye vurduğumuzda, erkeklerin % 76.7 si, kadınların % 91.8 zi okur yazar değildi. Mevcut öğretmenlerin %78 zi kentlerde çalışıyor. % 22 si de okulu olan 4-5 bin köyde çalışmaktadır. Şehirlere alışkın olan öğretmenler, uyum sağlayamama nedeniyle köylere gitmeyi düşünmezlerdi.
İlkel de olsa, üretim araçları ağaların elindeydi.. 

Köye,çiftliğe,mezraya herhangi bir doktor ,hemşire, ebe gitmezdi. Hastalar, üfürükçülerin, nuskacıların, ermişler gözü ile bakılan kişilerin eline bırakılırlardı. 
        Neredeyse tüm Anadolu’nun okulsuz ve öğretmensiz olduğu gerçeği göz önüne alınarak, dönemin başbakanı İsmet İnönü’nün himayesinde, Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından İsmail Hakkı Tonguç’un çabalarıyla köylerden ilkokul mezunu zeki çocukların bu okullarda yetiştirildikten sonra yeniden köylere giderek öğretmen olarak çalışmaları düşüncesiyle kuruldular.

1940-1946 arasında köy enstitülerinde 15,000 dönüm tarla tarıma elverişli hale getirilmiş ve üretim yapılmıştı. Aynı dönemde 750,000 yeni fidan dikilmişti. Oluşturulan bağların miktarı ise 1,200 dönümdü. Ayrıca 150 büyük inşaat, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 20 uygulama okulu, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık, 12 elektrik santralı, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 3 balıkhane, 100 km. Yol yapılmıştı. 
Sulama kanalları oluşturularak enstitü öğrencilerinin uygulamalı eğitim gördüğü çiftliklere sulama suyu öğrenciler tarafından getirilmişti.

. Enstitüye atanan öğretmen gittiği köyde köylülerin yardımıyla  okul binası  yapabilecek kadar inşaat bilgisi  olanlardı. Köy enstitüsünü bitiren bir öğretmen sadece bir ilkokul öğretmeni olmuyor aynı zamanda zirattçılık, sağlıkçılık, duvarcılık, demircilik, terzilik, balıkçılık, arıcılık, bağcılık ve marangozluk konularını da uygulamalı olarak öğreniyordu. Enstitülerin hepsinin kendisine ait tarım arazileri, atölyeleri vardı.

Bu sayede öğretmenler kendi okullarını gittiği köyde köylülerin işbirliği ile inşa ediyor ve devletin okul yapmasına gerek kalmıyordu. Köy enstitülerinden mezun olan öğretmenlere yetiştirildikleri branşa ve gönderilecekleri köye göre 150 parçaya varan alet ve edevat veriliyordu. Öğretmenler bu alet ve edevat ile köylülerin de yardımıyla köy okulunu inşa ediyor ve köylülere hem modern tarım tekniklerini hem de okuma yazmayı ve hatta müzik aletleri çalmayı öğretiyordu.

Kapatıldığı 1954 yılına kadar Köy enstitülerinde 1308 bayan ve 15,943 erkek toplam 17,341 köy öğretmeni yetişmişti. Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Pakize Türkoğlu, Hatun Birsen Başaran, Ali Dündar, Mehmet Uslu ve Dursun Akçam gibi önde gelen yazarlar ve düşünürler bu okullarda yetişmişlerdir.


        Çocuk yaştaki Köy Enstitüleri  öğrencileri, çıkarlarına dokunulacak diye bazı  kodamanlar tarafından boy hedefihaline getirildi.
  Büyük toprak ağası, Eskişehir Milletvekili Abidin Fotuoğlu, bir konuşmasında , henüz mezun dahi vermeyen Köy Enstitüler için 1943 de, “Bunlar yetiştiklerinde bizim kafamızı keserler” söylemiştir. Yetiştiler ama kafa da kesmediler.

        CHP  “Çiftçiyi Topraklandırma” adlı yasa taslağını TBMM ne getirdiğinde, birçok Milletvekili istifa etti. Bunlar Demokrat Partiyi kurdular. Bilindiği gibi bunların çoğu, toprak ağası, köy ağası, şeyhler, dedeler olup söz sahibiydiler. Tabiatıyla Köy  Enstitüsüne karşı olacaklardı.   

                                                                                                    Yetişen gençler, babalarına benzemiyor. Ağalık ve aşiret düzenine karşı baş kaldırıyorlar. Şeyh ve şıhların eteklerini öpmüyorlar. Ağaların önünde baş eğmiyorlar. Bilime önem veriyorlar. Ağalık sistemini ve köylünün fakirliğini sorguluyorlar. Hak hukuk aramaya başlıyorlar. Atatürk İlke ve İnkilaplarını, düşüncelerini en üst seviyede tutmaya çalışıyorlar. Bu gençlerin çoğalması, Birçok insanın menfaatlarına dokunacağı kaçınılmaz. Hatta CHP sinde kalanlar içinde de, Köy  Enstitüsüne karşı homurdananlar gün geçtikçe çoğalmaya başladı. . Güçlerinin çok azalmasını, istifaların durdurulması lazımdı. .

 Bir gün,  Kepirtepe Köy Enstitüsüne ziyarete giden Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, bir kız öğrenciye, çantasında neyin olduğunu sorar. Kız çantayı açar,göstererek, “ Bir  parça ekmek, bir parça köfte ve  birde Dünya Klasiklerinden bir kitap “der. İnönü mutlu olur. Etrafındakilere dönerek,  “ Ne zaman Türkiye’de, erinden generaline,  sade vatandaşından Cumhurbaşkanına kadar, herkes, ekmekle kitabı bir araya getirebilirse, gerçek kalkınma başlamıştır demektir “ diyen İnönü, yandaşlarının baskılarına dayanamayarak, Hasan Ali Yücel ve İsmail Tonguc’u görevden alarak, MEB na Reşat Şemsettin Sirer’i getirdi. Tonguç, önce Talim Terbiye kuruluna, sonra da bir okula öğretmen olarak atanır. Sirer, 

1947 de, “tüm Köy Enstitülerinin kuruluş özelliklerinin ortadan kaldırıldığını, bu okulların sıradan bir köy okulu olduğunu “ söyleyerek, müfredat programını değiştirdiler. Böylece, erimekten korkan İnönü’nün sırtından da yük kalkmış oldu. İşte bu dönem,  sağcılara yaranmak, CHP yi toparlamak için okullarda din dersleri ve İmam Hatip Okullarının  açılması  dönemidir.
        1950 seçimlerinde iktidara gelen Demokrat Parti, 27 Ocak 1954 de 6234 nolu yasa ,ile uygulamaya tamamen son verdi.

        KÖY ENSTİTÜLERİ KAPANMASAYDI NELER OLMAZDI?

Köyden kente göçler olmazdı
Yoksulluk, hırsızlık, gasp olmazdı.
Okumayan çocuk kalmazdı.
Çorak toprak kalmazdı.
Boşa akan, kullanılmayan,değerlendirilmeyen su kalmazdı.
Dışardan sanayi ürünü almazdık.
Dışardan tarım ürünleri almazdık.
İhracatımız ithalatımızdan az olmazdı.
Heykeller yıkmazdık, resimler yırtmazdık.
Üretim yapmayan fabrikalar açmazdık.
Üretim yapan fabrikaları yıkmazdık.
Özelleştirme olmazdı.
Terör olmazdı.
301 ri tartışmazdık
Terör cinayetleri olmazdı.
Paralı eğitim olmazdı.
Dershaneler  olmazdı.
81 ile öğretmensiz, araç gereçsiz üniversite açmazdık.
Siyasi cinayetler olmazdı. Hapishanelerimiz dolup taşmazdı.
İMF nin oyuncağı olmaz ona yalvarmazdık.
AB ye yalvarmaz, küçük düşmezdik.
İhtilaller olmazdı.
Kimse bir karış toprak istiyemezdi.
…………
…………
İşte olmayanların bir kısmı
Neler kaybetmişiz neler.




KÖY ENSTİTÜLERİNİN BAŞARDIKLARI

Yüz yıllardır biriken feodal toplumun üretim ve yaşam biçimini ortadan kaldırmaya başlamıştı.
Bilimsel ve felsefi anlamda laik eğitimin başlamasına öncülük etmişlerdir.
Sanayi için eğitilmiş nitelikli iş gücü oluşmaya başlamıştır.
Sanat, edebiyat, bilim ve teknoloji de olumlu beklentiler oluşmuştur.
Atatürk’ün özlediği dem okratik toplum ve kültür için kurumsal alt yapı oluşmaya başlamıştı.
Ataerkil toplumdan, çekirdek , aile toplumuna dönüş belirtileri vermeye başlanmıştı.
Ezberci değil, analitik düşünen, sorgulayan birey yetiştiren demokratik ve üretici eğitim başlamıştı.
Yaşamını yitirmiş, Köy Enstitüsü mezunlarına, Köy Enstitülerinin kurulmasında emeği geçen tüm görevlilerinden , aramızdan ayrılanlara Allahtan  rahmet diliyor, aramızda olanlara uzun ömürler diliyor, saygılarımı sunuyorum.



12 Nisan 2015 Pazar

ATATÜRK' TEN ANILAR



ATATÜRK' ten  ANILAR  - 4 -



ATATÜRKÜN YAVERİNDEN BİR ANI !....


Gazi, çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir 


kadına rastladı.

Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu.

- Merhaba nine.

Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;


- Merhaba dedi.

- Nereden gelip nereye gidiyorsun?

Kadın şöyle bir duralayıp;

- Neden sordun ki, dedi. Buraların saabisi misin? Yoksa 

bekçisi mi?

Paşa gülümsedi.

- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk 

milletinin malıdır.. Buranın bekçisi de Türk milletinin 

kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini 

söyleyecek misin?

Kadın başını salladı.


- Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, 

otun güç bittiği, atın geç yetişdiği, kavruk köylerinden 

birindeyim. Bizim muhtar bana bilet aldı trene bindirdi, 

kodum Angara'ya geldim.

- Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?

- Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım 

da...Benim iki oğlum gâvur harbinde şehit düştü. 

Memleketi gâvurdan gurtaran kişiyi bir kez görmeden 

ölmeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi 

Gazi Paşa. Bende gün demeyip mihtara anlatinca, o da 

bana bilet aliverip saldi Angaraya. Giceleyin geldimdi. 

Yolu neyi de bilemediğimden işte agsamdan belli böyle 

kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.

- Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı? Kadının 

birden yüzü sertleşti.


- Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki.. O biz 

im vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden gurtardı. 

Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne 

isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz 

gibi yaşiyoz. Sunun bunun gâvur dölünün köpeği 

olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir 

defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! Demek için 

düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. 

Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver 

de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver.

Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı 

her halinden belliydi. Bana dönerek;

- Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... 

Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu.

Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum anacığım dedim, 

sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, 

seni buralara kadar koşturan Gazi Pasa yani Atatürk işte 

karsında duruyor.

Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki 

değneği yere fırlatıp Atatürk'ün ellerine sarıldı. 

Görülecek bir manzaraydı bu. 

İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri 

kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı 

kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun 

ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. 

Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu 

Atatürk'e uzattı;

- Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi 

Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp 

getiririm.

Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok 

beğendiğini söyledi. Sonra birlikte köşke kadar gittik. 

Oradakilere şu emri verdi;

-'Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin.Sonra 

köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek 

verin benim armağanım olsun.'


ATATÜRK VE BABA KAVRAMI
Diyarbakır’da paşa kumandandı. Ben de emir subayı idim. Babam, Paşa’nın içtiğini duymuştu. İzinden dönerken bana:
- “Bir damla bile içersen hakkımı helal etmem” dedi. Döndüm. Karargaha vardığım akşam Mustafa Kemal Paşa yakın subaylarıyla sofrada oturmuş içiyordu. Bana da bir kadeh koydular. Ben içer gibi yapıp vakit geçiriyordum. O vakit başyaveri olan Cevat Abbas, usulca Paşa’ya eğildi:

- “Paşam, Nesip içmiyor, atlatıyor.” dedi.
O vakit Mustafa Kemal bana döndü kadehini kaldırdı:
- “Nesip şerefine” dedi.
Ben kıpkırmızı olmuştum. Paşa sordu:
- Ne o bir mazeretin mi var?
- “Paşam” diye cevap verdim. “Sizin için canımı feda ederim, yalnız buraya gelmeden babam bana içki içmemem için yemin ettirdi de tereddüdüm odur.”
Mustafa Kemal o vakit:
- “Bırak kadehi öyleyse” dedi. “Babanın emri, benim emrimden üstündür. Seni taktir ettim. Babasına hayrı olmayanın, kimseye hayrı olmaz.”


24 Mart 2015 Salı

ATATÜRK'ten ANILAR







ATATÜRK'' ten  ANILAR - 3 -

Burhan  Bursalıoğlu

Birçok kimsenin düşündüklerinin aksine Atatürk’e ve istediklerine muhalif fikir söylemek kabildi. Hatta samimi olmak şartıyla makbuldü. Onun her dediğine kavuk sallayan ekseriye kendi samimiyetlerinden şüphe edenlerdir.
 Şu hikaye buna ne güzel bir misaldir.
Atatürk bir Balıkesir seyahatinde, kendisine Milli Mücadele’de yakın hizmetler etmiş bir kimsenin müracaatı ile karşılaştı. Bir mevzuda haksız olarak mahkum olduğunu söyleyerek şikayet etti. Atatürk:
- “Haklısın, meseleyi ben de biliyorum” dedikten sonra refakatinde bulunan genç bir adliye müfettişini çağırdı. Mevzuu anlattı ve kararın düzeltilmesini istedi. Müfettiş hikayeyi dinledikten sonra:

- Efendimiz, karar bütün adli sıralardan geçtikten sonra tekemmül etmiş (yetkinleşmiş). Hükmün infazından başka yapılacak kanuni çare yoktur.
Atatürk:
- “Ama ben söylüyorum; bu iş haksızdır. Çünkü ben işin usulünü biliyorum” dedi.
Genç adliye müfettişi ısrar etti:
- Efendimizin bu beyanı kanun nazarında bir değişiklik yapamaz. Adliye Vekaleti’nin de bir şey yapmasına imkan yoktur.
Ortada soğuk bir hava esti. Şimdi bir fırtına kopacağına hüküm veriliyordu. Fakat, Atatürk şayanı hayret bir sükunla sordu :
- Peki, bir adli hata olursa kanun bunun tashihini öngörmez mi?
Müfettiş:
- Yeni delille mahkemenin tekrarı istenebilir.
O vakit, Atatürk, müracaat eden zata döndü:
- Beni şahit olarak göster. Onda yeni deliller olduğunu haber aldım diye iddia et. Ben mahkemeye gider ve şahitlik ederim.
Sonra adliye müfettişine döndü:
- “Size teşekkür ederim” dedi ve müracaatçıya da.

- Neden bana vaktiyle müracaat etmedin? Zamanında gelir şahitlik ederdim. Beyhude mahkemeleri de kanunu da işgal etmezdin. Her vatandaş, hatta reisicumhur dahi olsa adalete hürmetle mükelleftir. 

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ