17 Temmuz 2009 Cuma

ATATÜRK SERİSİ -8 -







ATATÜRK’ÜN TABUTUNUN AÇILDIĞI GÜN -- 2 --


9 KASIM 1953


Burhan BURSALIOĞLU

10 Kasım 1953 de Atatürk’ün naaşının Anıtkabre nakli töreninden hemen önce yaşananlar, tarihçilerin pek ilgisini çekmemiştir.

Bilindiği gibi Anıtkabir yapılana dek, Atatürk’ün naşının korunabilmesi için “Tahnit “ denilen bir işlem yapılmıştı.

Gülhane Pedalojik Anatomi Prof. Dr. Lütfi Aksu tarafından gerçekleştirilen bu işlem sırasında naaşa, şiringayla bir formül enjekte edilmiş ve üzerine formüllerin yapıştırıldığı iki küçük ilaç şişesi, Ata’nın koltuk altlarına yerleştirilmişti.

Bu işlem sayesinde Ata’nın naaşı da öldüğü günkü haliyle korunabildi.

Ancak, İslam dini, ölünün defnini şart koştuğundan, geçici tahnitin bozulması şarttı. Nakilden önce, bu işlem için bir komite kuruldu. O komite, törenden bir gün önce, Başbakan Adnan Menderes’in huzurunda Atatürk’ün tabutunun açılmasını kararlaştırıldı. Tabut açılınca tahnit bozulacak ve ceset çürümeye başlayacaktı.

Bir başka deyişle, Atatürk’ün (mumyalanmış gibi ) korunmuş naaşını son görenler, o törene katılanlar olacaktı.

Atatürk’le ilgili belgesel çalışmalar sırasında, o törene katılanların bir kısmı ile konuşuldu…

Etnografya müzesinde asistan olarak çalışan Osman Ersoy ve Halide İntepe, Atatürk’ün naşını son görenlerden.dirler.

OSMAN ERSOY: “ Sağlığında görmemiştim Atatürk’ü. Korkunç heyecanlıydım. Biz çalışanlar, asistanlar memurlar sıra ile katafalka çıktık. Oldukça sararmış ve küçülmüş bir çehre… 1-2 günlük sakalı vardı. Kaşları fevkalade iyi şekilde fark ediliyordu.. Gözleri aralıktı.”

HALİDE İNTEPE: Tabut kapanmadan en son gittim baktım. Başı yana doğru eğikti. Azıcık sakalları çıkmıştı. Hani, insan hasret gidecek olursa, gözleri aralık kalırmış ya öyle aralıktı gözleri. Ama bir ölü yüzü yoktu …Uyuyor gibiydi.

Tarih 10 Kasım 1953 Mermer lahit sökülmüş, betonlar kırılmış, tabutu kaldıracak zincirli makaralarla, lahit salonun tavanına yerleştirilmişti.

Tabut görünmeye başladı. Tabutun arkasında da, Türkiye’de ki tüm dini liderler ve cemaatlarının temsilcileri yürüyorlardı. Ermeni, Yahudi, Katolik, ve Rum temsilcilerle beraber, zamanın Diyanet İşleri Başkanı da yürüyerek tabutu takip edenlerin arasında. idi. Daha arkada yüz binlerce insan

Anıtkabre getirilen tabut salonun zeminine yerleştiriliyor. Adnan Menderes, Makbule Atadan’ın yanına giderek, “Hanımefendi buyurunuz “ diyerek tabutun yanına götürüyor.

Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Meclis Başkanı Refik Koraltan, Başbakan Adnan Menderes ve Devletin en üst düzey görevlileri tabutun çevresindeler…

Kız kardeşi Makbule Atadan gözyaşları ile başını tabuta dayayarak dakikalarca hıçkırıyor. Kim bilir, belki çok uzaklara, Selanik’te kalan günleri hatırlıyor, belki de ağabeyinin ruhuna dualar ediyordur.

Son saygı duruşu.

Üniversite gençliği son saygı duruşunu yapıyor

Ve Ulu Önder Atatürk’ümüz ebedi istirahatgahında sonsuza dek uyumaya bırakıldı...



ATATÜRK SERİSİ - 7 -



ATATÜRK’ÜN TABUTUNUN AÇILDIĞI GÜN -- 1 --

9 KASIM 1953


Burhan BURSALIOĞLU



8 Kasım 1953 Pazar gece saat: 23.00 de Prof. Dr. Kamile Şevki Mutlu’nun ev telefonu çaldı. Prof. Mutlu Ankara Tıp Fakültesi Histoloji ve Ambriyoloji Kürsüsü Başkanı’ydı. Patalogdu. Arayan ise, Ankara Valisi Kemal Aygün’dü.

Aygün, Mutluya: “Hocam, 10 Kasım günü Atamızın naşını Anıtkabire taşıyacağız. Bunun için bir komite kurduk. Naaşı geleneklere uygun olarak toprağa defnedeceğiz Ancak bozulmadan korunduğunu belgelemek için muayene etmenizi rica ediyoruz.”

Mutlu önce reddetti. 40 derece ateşle yatan Mutlu, hastalığını gerekçe göstererek, görevi bir başkasına verilmesini istedi. Ama Aygün israr etti. “Ben sizi sarar sarmalar götürürüm, bu tarihi bir görev” diyerek Mutlu’yu ikna etti.

9 Kasım sabahı Etnografya Müzesine gitti. Başbakan Adnan Menderes, Meclis Başkanı Refik Koraltan ve eski meclis başkanı Abdulhalik Renda orada idiler.

Ata’nın gül ağacından tabutu , 4 Kasım da , geçici kabrinden çıkarılıp müzenin holündeki mermer katafalka konulmuştu. Bir hafta boyunca, sırayla öğrenciler, subaylar ve generaller katafalk başında nöbet tutmuşlardı.

Nihayet tabutun açılma günü gelip çatmıştı.. Komite üyeleri de gelmişti. Mutlu “Başlayalım “ talimatını verdi. Bunun üzerine tabutun vidaları söküldü. Tahta tabutun içinde madeni bir sanduka bulunuyordu. Bu sandukada gaz birikmiş olma ihtimali düşünülerek önce bir burgu ile delik açıldı. Gaz ya da koku çıkmadı. Sandukanın içi, muhafaza solusyonu ile ıslatılmış tahta talaşı doluydu. Bu talaş, naaşın ayak yönüne doğru toplandı. Talaşın arasında, ağzı kapalı ve içi sıvı dolu bir şişe bulundu. Bu cesedi muhafaza için kullanılan solusyondan bir numuneydi. Üzerinde terkibi yazılıydı. Ata’nın naaşı beyaz kefene sarılmış, sonra kahverengi bir muşambayla kaplanmıştı.

Sargıları açmaya başladılar. Herkes nefesini tutmuştu. Çünkü Naaş çürüyüp, bozulmuş, çıkan gazlar tabutu patlatmış, nöbetci er kokudan bayılmış”. Diye bir sürü söylenti geziniyordu.. 15 yıl sonra Ata’nın yüzünü göreceklerdi. Kefenin sargıları aralanınca Prof. Kamile Şevki Mutlu, orada bulunanların yardımıyla katafalka çıktı ve Atatürk’ün yüzüne baktı. Ata’nın derisi kahverengi bir hal almış, ama yüz hatları bozulmamıştı.

Menderes sapsarı olmuştu. Mutlu gördüğü tabloyu daha sonra şöyle anlatacaktı. “Yüzünü örten ıslak pamuk kütlesi kaldırılınca Ata’nin heykel gibi duran yüzü ile karşılaştım. Uzun sarı saçlarından ince bir tutam, sol göz kapağının üzerine düşmüştü. Atatürk, Dolmabahçe sarayında uyuyor gibiydi”.

Prof. Mutlu, kenarda bekleyen komite üyelerini tabutun başına çağırdı. Onlar da tek tek tabutun içine baktılar. En başta Başbakan Adnan Menderes vardı Koyu renk takım elbisesi içindeki Menderes’de yanındakilerin yardımıyla katafalka çıktı, ürkek bir şekilde aşağı, tabuta doğru baktı. O an ne olduğunu Prof. Kamile mutlu’dan dinleyelim.

“ Menderes çok heyecanlıydı. Rengi sap sarı oldu. Bir de baktım ki, müzenin kapısına doğru gidiyor. Atatürk’ün yüzüne bakmadı tahmin ediyorum. Kendisinde o kuvveti bulamadı.

En son Abdulhalik Renda kalmıştı. O da Ata’yla karşı karşıya gelir gelmez tabutun yanına yığılıverdi.

Salondaki herkes Atatürk’ü tek tek gördükten sonra naaş, tekrar solusyonla ıslatıldı. Naaş pamuklarla örtüldü ve vücudu beyaz kefenle sarıldı. Bu sırada bir komiser, orada görevli adli tıp doçenti Dr. Cahit Özen’in yanına yaklaşıp avucunda taşıdığı bir kağıt gösterdi ve şöyle dedi. “Bu kağıdı Atatürk’ün hemşiresi Makbule Hanım gönderdi. Kefenin içine, Atatürk’ün göğsü üstüne konmasını istiyor.” Doc. Dr. Kağıda bir göz attı. Eski Türkçe bir şeyler yazılıydı. “Böyle bir kağıdı Atatürk kabul etmez. Bize kızar, darılır “ dedi. Komiser kağıdı katlayıp cebine koydu ve uzaklaştı.

Bütün işlemler bittikten sonra, salonda bulunanlar naaşın iki yanından geçip hep bir ağızdan besmele çektiler ve cesedi yeni tabuta yerleştirdiler. Bu tabut da 15 yıl içinde yattığı büyük gül ağacı tabutun içine konuldu. Üzeri bayrakla örtüldükten sonra kapatıldı.

Ve 10 Kasım 1953 sabahı, Ata’nın naaşı, 15 yıl önce, onu Dolmabahçe’den Ankara’ya taşıyan top arabasına yerleştirilip son durağı olacak olan Anıtkabir’e taşındı. Artık Ebediyen orada kalacaktı.

Atatürk’ün tabutu, Menderes’in huzurunda açılmış, Ata’nın 15 yıl Etnografya müzesinde bekletilen naaşı 12 askerin omuzları üzerinde, taşınarak, 136 asteğmenin çektiği top arabasına nakledildi. Matem marşı eşliğinde Anıtkabir’e götürüldü. Radyodan da naklen yayınlanan o görkemli tören, en az 15 yıl önceki kadar hüzünlüydü.

DEVAMI VAR


14 Temmuz 2009 Salı

TARİHİ ESERLER



BLOK TAŞLAR

Burhan Bursalıoğlu

Birkaç yıl önceydi. Anadoludan gelen öğretmen arkadaşlarıma ev sahipliği yapma görevi bana yakışırdı. Birçok yerleri dolaştık. Son bir gün de,Mısır, kapalı çarşı ve Beyazıt çevresini gezme kararı aldık.
Eminönü, Mısır çarşısı, Mahmutpaşa, Kapalı çarşı, Beyazıt, Sultanahmet, ve Eminönü güzergahı ile bir daire çizerek, akşama doğru da mekanımıza varırız dedik.

Gün ve saatimizi kararlaştırarak,otobüsle Eminönüne vardık. Hemen Mısır çarşısına daldık. Daha önce de güvercinlere yem atmayıo ihmal etmedik.
Çarşıda yürümek ne mümkün. Çok kalabalık. Zar zor yürüyor, yürürken de vitrinlerdeki yiyecekleri, hediyelik eşyaları ve elektonik araçları seyirden de geri kalmıyorduk. Bir müddet sonra kendimizi çarşının dışında bulduk. Ara sokaklara daldık. Buralarda kalabalık,
insanlar birbirlerine değmeden yürümek imkansız. Sokaklar işportacılarla dolu. Değişik seslerin oluşturduğu gürültünün her çeşidi var. Yeni gelmiş turistler gibi etrafımıza baka baka Mahmutpaşa yokuşuna tırmandık. Geniş bir kapıdan girdiğimizde, kuyumcuların, rengarenk ışıkları ile karşılaştık. Her taraf gün gibi aydınlık fakat çok kalabalık. Burada turist daha çok.. Satıcıların her dilden turistleri çağırmaları, kültürümüzün ifadelerimi, çoluk çocuk yaşındaki bu çığırtkanların, her dili telaffuz etmeleri, işlerinin icabı mı, yoksa, Okullarda yabancı dilin öğretilmesi mi kolaylaştı diye düşünmeye başladım. Görevleri icabı olduğunu, biraz daha yürüyerek bir çığırtkana tahsilini sorduğumda öğrendim. Beyazıt meydanına çıkıp sarraflara bir göz attık ve yürümeye başladık. İstanbul Üniversitesinin kapısına kadar giderek , o ihtişamlı kapının resmini çekerek geri döndük ve Sultanahmete doğru yöneldik.
Sağlı sollu vitrinleri seyrediyor, tarihi eserlerin yazılarını okuya okuya Sultanahmete doğru giderken blok taşlar, dikili ve çemberli taşların geçmişini öğrenmek amacıyla, hemen yol üstündeki bir turizm bürosuna girdik. Taşlar hakkında b
ilgi rica ettik. Elimize bi
rer broşür verdiler. Erdoğan adındaki bir bey de bizimle birlikte ilk taşın yanına yaklaştık. Etrafı mermer, mezar taşlarını andıran sütunlar ve demir parmaklıklarla çevrili, bir kaidenin üzerine oturmuş yekpare taş, Amerikelılerın uzay füzelerine benziyordu.
Erdoğan bey anlatmaya başladı:" "Dikili taşlar, büyük zaferlerin veya çok önemli olayların anısına dikilen, tek parça, yüksek ve sivri anıtlardır. Dikili taşların an vatanı eski Mısırdır. MÖ. 1580 İle 1085 yılları arasında bunlardan Mısırda çok vardı. Hemen hemen tüm tapınakların önünde bir iki tane bulunurdu. Altın kaplamalı olan böyle bir taş "taşlanmış bir güneş ışığını " anımsatıyordu. Özellikle, MISIR'da MENFİS, HELİOPOLİS, TONİS, KARNAK VE LUKSOR gibi kentlerdeki tapınakların önlerinde, en az ikişer adet dikili taş bulunur. Burada gördüğünüz iki dik
ili taştan büyüğü 18 ,74 m. dir. Kaidesi 2 metredir. Bu taşın 7 m. kırılmıştır. Üzerinde gördüğünüz hiyeroglif yazılarından anlaşıldığına göre, MÖ. 1500 e doğru Önce Mısır'da Heliopolis kentinde Fravun 3. Tutmesis tarafından diktirilmiş, Julianus Apostatos döneminde, MS. 361 - 363 yuıllarında Mısır'dan İstanbul'a getirilerek, Bizans İmparatoru 1. Theodosius 'un emriyle MS. 390 yılında dikilmiştir. Yani bu taş yaklaşık olarak 1612 yıldır buradadır."
Bu ilginç geçmişi merakla ve can kulağı ile dinliyorduk. Kaide üzerindeki yazıların neyi ifade ettiğini sorduk. Erdoğan bey cevapladı: " Bu kabartmalarda, İmparator 1. Theodosius' veArcadius la ailelerini anlatıyor. Ayrıca burada, oyun sahneleri bulunmaktadır. Alt taraftaki oymalarda ise, dikili taşın yerine nasıl yerleştirildiğini anlatıyor."

İkinci taşa doğru gittik. Erdoğan beyin anlattığına göre, bu taş, 7.Kostantinos Porphyrogetos tarafından, MS. 909 - 911 yılları arasında dikilmiş. Bu taşın diğerinden farkı, yontma taşlarla örülmüş olmasıymış. Yüksekliği 20,68 m. Kaidesi 1,60 m.
Bu taşın üzerine, Mekodonyalı 1. Basileios un zaferleri ile ilgili tunç kaplamalar varmış. Sonradan Latinler, tunçları, para basmak için sökmüşler. 8. Kostantin döneminde onarılan taşa, bu onarılarla ilgili birde yazıt yerleştirilmiş.

Erdoğan Bey'e teşekkür ederek yanından ayrıldık. Ama ikide bir geriye dönerek bu heyula, bir bütün taşın nasıl getirildiğini, nasıl yerleştirildiğini düşüne düşüne yolumuza devam ettik.
Hakikaten, düşündürücü bir olay. En az 350 ton ağırlığındaki bu taş Mısır'dan nasıl getirilmiştir. Tarihlere bakarsak 2 yılda gelmiş görünen dikilitaş , 1. Theodosius tarafından 390 yılında dikilmiş. Arada 27 yıl var. Bu sürede mi dikilmiş, yoksa 27 yıl bekletilmiş mi? Kimse cevap veremiyor.
Akla şunlar takılıyor: O dönemde, 350 ton taşı taşıyacak gemi yoktu, uçak yoktu, makine,tren tır gibi araçlar yoktu. Nasıl taşınmış? Diyelim ki , gemiyle getirildi, karadan nasıl taşındı? Nasıl dikildi? Ne yazık ki bu soruların cevaplarını kimse
veremiyor. Sadece dikilmesini sağlayan yöntem ise, anlattıklarına göre: Dikileceği yerde iki büyük toprak yığını hazırlanır. Bu iki yığının ortasına temeli granitten oluşan bir kuyu yapılır ve içi kumla doldurulur. Sonra dikilitaş, sol kıyıdan yukarıya doğru, altında tekerlekler bulunan tahta bir kızağın üzerinde kaydırılır. Alt kısmı kuyunun üzerine geldiğinde, kuyunun altında bulunan odacık vasıtasıyla kum çıkarılır ve dikilitaş yavaş yavaş aşağıya doğru batarak en sonunda dikey bir pozisyona ulaşır. Bütün kumlar çekildiği zaman, dikilitaş tam olarak sağlam temele oturmuş olur. Yine de, insan diyor ki, acaba,o zamanın insanları daha mı güçlü, yoksa daha mı uygardılar?.

9 Temmuz 2009 Perşembe

E Ğ İ T İ M












“ ESSAH ÖĞRETMEN “

Çağdaş Eğitim Dergisinden alıntı.

YAZAN: Hüseyin Hüsnü TEKIŞIK

Saadettin Çavuş’la konuşa, konuşa geldik okula. Okul iki pencereli, 70 – 80 metrekarelik,iki odalı bir toprak damdı. İçeri girdik. Genç bir hizmetli karşıladı bizi. Ona, yeni atanan öğretmen olduğumu söyledim. İki oda sınıf olarak kullanılıyormuş. Odalardan biri hem sınıf, hem de İlçe Milli Eğitim Memurunun (Müdürünün) odasıymış. Odalara baktık. Sıraların çoğu kırık, parçalar bir köşeye atılmış. Kırık olmayanlar da eğilmiş bükülmüş. Öğretmen odası da öyle.

Dolapların kapıları sökülmüş. Yazı tahtaları yine öyle. Türkiye haritaları yırtılmış, çıtaları sallanıyordu. Atatürk resimleri solmuş, sararmıştı.

Saadettin Çavuş, “ Başarılar dilerim “ dedi ve ayrıldı.

Okula bir bayan geldi. Yeni atanan öğretmen olduğumu söyleyip kendimi tanıttım.

Bayan, “ Ben de öğretmen vekiliyim. “ dedi.

Hizmetli zili çaldı. Öğrenciler sıra oldu… Okulun mevcudu 25 kişiymiş. Kısacık kısacık 5 sıra oldular. Birinci sınıfta 6, ikinci sınıfta 4, üçüncü sınıfta 4, dördüncü sınıfta 6 ve beşinci sınıfta 5 öğrenci varmış.

Öğrencilere yeni gelen öğretmen olduğumu söyleyip, kendimi tanıttım.

“Andımızı “ birlikte söyledik. Ben söyledim, öğrenciler tekrar ettiler. Sonra onlara yapacağımız işi anlattım.

“Sıralar oturulmayacak durumda. Bugün iki dersimiz, sıraları, dolapları tamir etmek, okulu, çevresini ve sınıfları temizlemek ve düzenlemektir. Büyük öğrenciler sıraları ve sıra kırıklarını dışarı çıkarsın. Evlerinde çivi, keser , testere, çalı süpürgesi olan 5-6 öğrenci çivi, keser, testere ve süpürge getirsin. Dördüncü ve beşinci sınıflardaki erkek öğrencilerle sıraları tamir edeceğiz. Kız öğrenciler, sınıfları temizliyecek. Diğer öğrenciler de okulumuzun çevresini temizleyip düzenleyecek “ dedim.

Dışarı çıkarılan kırık dökük sıralar pek hurdaydı. Vekil öğretmene ve hizmetliye, “ Buralarda marangoz bulunmaz mı “ diye sordum. “ Bulunmaz hocam “ dediler.

Eli keser, testere tutan, çivi çakan birisini beklemişler yıllarca. O da gelmeyince, sıralar, dolaplar, masalar eskimiş, kırılmış, dökülmüş ve parça parça olmuş

Biz bunları konuşup düşünürken, öğrenciler evlerine koşup çivi, testere, keser ve süpürge getirmişlerdi. Çantamdan çıkarıp giydim önlüğümü. Hizmetli ve büyük öğrencilerle birlikte başladık sıraları tamir etmeye. Ben çalışırken dikkatle beni izliyorlar ve işlerini gösterdiğim şekilde yapmaya çalışıyorlardı. Bu sırada, kıyafetlerinden memur oldukları anlaşılan iki kişi yanıma yaklaştı. “ Kolay gelsin usta “ . Bizim evde de tamir edilecek eşyalar var. Bu işi bitirince onları da tamir eder misin?. “ diye sordular.

“ Ben bu okula yeni atanan öğretmenim. Sıralar kırılıp dökülmüş. Onları tamir ediyoruz “ dedim.

Yanıldıklarını anlayınca özür dilediler. “ Af edersiniz hocam! Bu manzarayı görünce biz, sizi marangoz sandık. Tekrar af edersiniz” dediler ve bize başarılar dileyerek yürüdüler.

Sıraların, öğretmen masası, yazı tahtalarının ve dolapların tamir işi kısa zamanda bitti.

Yazı tahtaları boyandı. Haritalar ve çıtaları onarıldı. Bavulumda getirdiğim Atatürk resimleri çevrelerine kondu.

Vekil öğretmen, “Hocam, marangoz yanında çalıştınız mı? Marangozluk yaptınız mı? “ diye sordu. “Hayır” dedim. “ Bir marangoz gibi beceriklisiniz “ deyince, “Ben marangoz değilim ama öğretmenim! Bir öğretmen gerekince marangoz kadar beceri sahibi olmalı ve bunu öğrencilere de öğretmeli” diye cevap verdim.

Sıraları tamir ederken bizi seyreden ve bu konuşmamızı dinleyen yaşlı bir köylü “ Sen essah öğretmensin Bey “ dedi ve kalkıp gitti.

Vekil öğretmen ,“ Hocam, önemli bir noksanımız daha var. Bayrağımız da eskidi, rüzgarda yırtıldı “ dedi. “ O da var “ dedim ve bavulumu açtım. Yanımda getirdiğim bayrağı çıkarıp hizmetliye, “Al bu sana teslim, iyi sakla. Bayrak töreninde direğe çekeceksin “ dedim.

İlk atandığım zaman sıralarını, dolaplarını ve yazı tahtalarını tamir ettiğim Karlıova Merkez İlkokulunun yerine, 2001 yılında tek kişilik sıraları vebilhisayar laboratuarları olan modern “ Öğretmen Hüseyin Hüsnü Tekışık İlköğretim Okulu “ nu yaptırdım.

Tamir, temizlik ve düzenleme işleri bitmişti. Derslere başlayabilirdik artık…

İkinci ve üçüncü sınıfları vekil öğretmene verdim. Bir sorunu olursa bana gelmesini, kendine yardımcı olacağımı söyledim. Birinci, dördüncü ve beşinci sınıfların eğitimi çok önemli olduğu için bu sınıfları kendim aldım. Birinci sınıf öğrencilerine iyi bir okuma yazma öğretmem, okulu ve okumayı sevdirmem, okuma zevkini ve alışkanlığını, tertipli, temiz ve düzenli çalışma becerisini kazandırmam ve yeteneklerini geliştirmem gerekiyordu

Dördüncü ve beşinci sınıf öğrencilerine hayatta gerekli olan bilgi, beceri, alışkanlık ve davranışları kazandırmam ve onları yeteneklerine uygun bir mesleğe yönlendirmem gerekiyor ve onları;

· Ailesini, Vatanını, Milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan,

· Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluğunu bilen ve bunları davranış yaline getiren,

* Türk Milletinin milli, ahlaki, manevi ve kültürel değerlerini, Atatürk ilke ve inkilaplarını benimseyen, koruyan ve geliştiren, yaratıcı, üretici iyi bir insan ve iyi bir vatandaş olarak yetiştirmem gerekiyor.

Öğrencilerimi iyi yetiştirebilmek için, onların derslerde şimdiye kadar neler öğrendiğini bilmem gerekiyordu. Bu amaçla öğrencilerin defterlerini inceledim. Öğrencilerle konuştuk. Birinci sınıftakilere adlarını, soyadlarını yazdırdım, okuttum. Dördüncü ve beşinci sınıftakiler, kitaptan birer parça okuttum.. Yaz tatilini nasıl geçirdiklerini yazmalarını istedim. Matematikten dört işlemle ilgili problemler yaptırdım. Matematik bilgilerini yokladım.

Öğrencilerin bilgi düzeyi zayıftı. Çok çalışmam, onlara önce doğru ve düzgün konuşma, okuma, yazma ve matematik becerilerini kazandırmam gerekiyordu. Yıllık ve günlük planlarımı buna göre hazırladım.

Dersler bittikten sonra Hükümet Konağına gittim. Kaymakam Muhtar Körükçü Bey le görüştüm. Merkez okuluna atanan öğretmen olduğumu söyledim.

Kaymakam Bey, Karlıona’nın şartları hakkında bilgi verdi.Okulun Baş öğretmenliğine, İlçe Maarif memurluğuna da vekaleten bakacağımı söyledi. “ Göreve başlama yazısını yazıp getirin Vilayete gönderelim”. Dedi.

Göreve başlama yazısının nasıl yazılacağını bilmiyordum. Böyle resmi yazıların nasıl yazılacağını Öğretmen okulunda öğrenmemiştik: Çünkü resmi yazışma ve yöneticilik konusunda bir dersimiz yoktu.

Göreve başlama yazısını nasıl yazacağımı düşüne düşüne okula gittim. Maarif Memurluğuna ait defterlere baktım. Göreve başlama yazısı örneği buldum. Milli eğitimin yazı makinesi yoktu.

Göreve başlama yazısını, bulduğum örnekten yararlanarak el yazısıyla iki kopya yazdım. Kaymakam Bey’ye imza ettirdim. Giden yazılar defterine kayıt ettikten sonra, posta ile Vilayete gönderdim. Yazının bir kopyasını da dosyaya koydum.

Öğretmen Okulu Müdürüne aşağıdaki mektubu yazdım.

Sayın Müdürüm,

Bingöl’ün Karlıova ilçesi Merkez İlkokulunda öğretmen olarak göreve başladım. Merkezde benden başka öğretmen olmadığı için okulun başöğretmenliğine ve maarif memurluğuna da vekaleten ben bakıyorum.

Öğretmen Okulunda, yönetim ve resmi yazışmalarla ilgili bir dersimiz olmadığı için yazışmalar ve yönetim konusunda sıkıntı çekiliyor

Dairedeki gelen- giden yazılarını, dosyalarını ve defterlerini inceleyip bir örnek bularak bu sorunumu halletmeye çalışıyorum.

Okulda yönetim işleri, resmi yazışmalar, baş öğretmen ve maarif memurlarının (İlçe Milli Eğitim Müdürlüklerinin) görevleri konularıyla ilgili bir dersin öğretmen okullarında okutulması gerektiğini düşünüyorum.

Saygılarımı sunar, ellerinizden öperim.

Hüseyin Hüsnü Tekışık

124 lira maaşla başladım öğretmenliğe.

Öğrenciler beni çok seviyordu. Ben de onları çok seviyordum. Hepsinin gözlerinden sevgi ve zeka fışkırıyordu. Onlarda kendi çocukluğumu görür gibi oldum. Seve seve geliyorlardı okula. Çevremde toplanıp “ Öğretmenim, bugün ne öğreneceğiz?” diyorlardı Yapılacak iş, onları iyi yönlendirmek, cesaretlendirmek ve çalıştırmaktı.

İlk derslerimizde nasıl çalışacağımızı, bu öğretim yılında neler öğreneceğimizi konuştuk. Harflerin ve rakamların doğru ve güzel yazılması üzerinde çalıştık.

Öğretmenliğe başladıktan 15 gün sonra, İlçe Askerlik Şubesinden çağırdılar. Gittim. Şube Başkanı genç bir teğmendi.” Şubemize telgraf geldi Yedek Subaylığınızı yapmak üzere Ankara Yedek Subay Okuluna gitmeniz gerekiyor “ dedi.

Yedek Subay Okuluna gidebilmem için, önce 2 aylık Hazırlık Kıtası eğitimi görmem gerektiğini, bu eğitimi görmediğimi şube başkanına anlattım.

Başkan olan teğmen , bu konuda bilgisi olmadığı için Yedek Subay Okuluna gitmemde israr etti. Aksi halde asker kaçağı olacağımı söyledi. Ve sevk yazısını verdi elime.

Benim için çok değerli olan iki odalı bir toprak damdan oluşan okulumu, tamir ettiğim sıraları, Türkiye haritalarını, bavulumdan çıkarıp sınıflara astığım Atatürk resimlerini, göndere çektiğim bayrağı ve “ Bizi bırakıp gitme öğretmenim “ diye ağlayan öğrencilerimle bütün dünyamı geride bırakıp ayrıldım Karlıova’ dan.



5 Temmuz 2009 Pazar

G Ü N C E L
















HERKESE MERHABA

Burhan BURSALIOĞLU


3 Günlük ayrılıktan sonra hepinize merhaba deme şansına sahip olduğum için mutluyum.

Biliyorsunuz, Emirgan İlkokulu öğretmeni Hanife Ersoy'un kızı , aynı zamanda, Emirgan İlkokuılundan mezun, Sevil Ersoy, kendi gibi Taner adlı ve Uşak'lı öğretmenle evlenme merasimini Uşak'ta yapmaya karar verdikleri için, malüm, kız tarafı olarak ben, eşim ve torunum Şevval'le 3 Temmuz'da Uşak'a gittik.

Uşak, 904 metre rakımı olan, gördüğüm kadarıyla eski ve yeni Uşak olarak ayrılabilir. İzmir caddesi adı verilen bölgedeki tüm binalar yeni. Daha merkezi yerlerdeki binalar ise eski. Tüm caddelerin etrafı çeşitli yüksekliklerde binalarla kaplı. Dikkatimi çeken diğer bir görüntü ise, kuaförlerin çokluğu. Okadar ki , bir caddenin 200 metrelik bölümünde en az 50 kuaför tabelası var. Sorduğumda, Uşak hanımları saç yaptırmakta çok meraklıymışlar. Hatta küçük kızlar bile saçlarını yaptırırmışlar. Gezdiğim bölgede ise kahvehaneye hiç rastlamadım. Büyük bir bina, öğretmen evi olarak görev yapıyor.
Yine, çok geniş bir alana yapılmış olan , kağnı ile mermi taşıyan Türk kadını, Türk askeri, ön cephede, kültürü temsil eden, ortada Atatürk, sağında , solunda kız ve erkek öğrenciler, Önlerinde atlılardan oluşan heykel grubu var.
Uşak, diğer illere göre su yönünden çok şanslı. Çünkü bol. Ama elektrik konusunda bukadar şanslı değil. Sık sık kesintiye uğramakta. Esnaf ise genellikle sabak saat 9 dan önce kepenklerini açmıyor. Gece ise cadde ve sokaklar sakin.

Sevil ve Taner çiftinin nikah ve düğünleri oldukca geniş bir arazide, zevkle yapılmış,döşenmiş, süslenmiş açık hava düğün yerinde yapıldı. Şehir merkezinden , araba ile 15-20 dakika dışında.
Reklam olmasın diye teferruata girmiyorum. Herkes eğlendi. Güzel bir düğün oldu. Bol bol yörenin oyunu, tabi Sevil'in Ordu'lu oluşu nedeniyle de o yörenin de havaları çalındı folkloru oynandı.
Çok az miktarda çektiğim resimler, yarından sonra sunu olarak tüm adreslere göndereceğim gibi, Facabook da da yayınlayacağım.

Okuyucularım olan sizler adına da, Sevil ve Eşine mutluluklar dileklerimi ilettim. Darısının da bekarlara olbasını da ekledim.

Yukarıda, size merhaba deme şansına eriştiğimi belirtmiştim. Uşak'a Pamukkale firmasına ait otobüsüyle gidip geldik. Dönüşte Bodrum'a 20 km. kala, Güvercinlik bölgesini bitirdik, araba süratlandı, tam bu anda, ortadaki refüjden bir genç kız yola atladı. O anda kaptan, direksiyonu refüjlere doğru kırıp kızı otobüsün altına almaktan kurtardı, ama tüm yolcular tehlike yaşadı. Lastikler refüjdeki kaldırım taşlarına çarparak sağ tarafa doğru savrulduk. Şayet, kaptan uyanık olmasa, olayın önceden olabileceğini kestirmese idi, denize uçmamız an meselesiydi. Bu arada arkamızda başka bir araba olmuş olsaydı, kızı çığneyecekti. Ne var ki bu kaza zararsız atlatıldı. Kaptana , teşekkür ettim, şimdi de ediyorum.
Başka yazılarda buluşmak üzere selam ve sevgiler.

2 Temmuz 2009 Perşembe

ATATÜRK SERİSİ

NUTUK'un GİZLİ ŞİFRESİ

Gönderen: EBRU BIYIK

Beyin cerrahi Dr. Muammer Yüksel ile biyofizik uzmanı Dr.
Erhan Kızıltan, bir bilimsel araştırma için bir araya gelip
çalışmaya başlar.
Bu araştırma için gerekli olan bilgisayar programını
Dr. Erhan Kızıltan yazar.
Programın çalışıp çalışmadığını denemek için o
sırada bilgisayarda tam metni hazır olarak bulunan
Atatürk'ün 15–20 Ekim 1927 tarihleri
arasında CHP kongresinde okuduğu Büyük Nutuk'unu
programa koyarlar. Bir süre sonra, program Nutuk'un içinde
her kelimenin kaçar kez
tekrarlandığını ortaya çıkarır. İki bilim adamı,
ilk olarak Nutuk'ta 19'ar kez tekrarlanan kelimeleri ilk kullanım
sıralarına göre bir araya getirerek bir metin ortaya çıkarırlar.

19 rakamı Atatürk'ün hayatında önemli bir yer
tutmaktadır. ÇÜNKÜ :
*Atatürk,19.yüzyılın bitmesine 19 yıl kala 1881 de
doğdu. (1881, 1 9'un 99 katıdır.)

*1881,Rumi takvime göre 1297'ye denk gelir.
(1+2+9+7=19)
*Selanik'te doğdu. Selanik sözcüğünün
''ebced'' hesabıyla (Arapçada
her harfin sayısal bir değeri olduğunu belirten hesap)
değeri 171'dır. (171, 19'un 19 katıdır.)

*Nüfus kütüğünde sıra numarası 19'dur.
*Nüfus Cüzdan numarası 999814'tü. (Bu sayı
19'un 52'306 katıdır.)

*İstanbul Harp Okulu'na 1900'de kayıt oldu.
(1900, 19'un 100 katıdır)

Bu sırada yaşı 19'du.

*Harp Akademi'sine 57.inci devre olarak girmiştir.
(57, 19'un 3 katıdır.)

*Atatürk Harp Okulunu 20'nci olarak bitirdi.
Subaylardan birisi yabancıydı.
Bu nedenle mezun olan 19'uncu subay oldu.
*Yüzbaşı olarak orduya katılış sırası 38'di.
(19'un iki katıdır.)
*Çanakkale Savaşları'nın zaferle sonuçlanmasında
büyük rol oynayan
*19.uncu tümeni kurdu.
*19 Mayıs 1915' de albay oldu.
*Komutanı olduğu alayın numarası da 38' di.
(19'un 2 katıdır.)
*Kom utanı olduğu bir başka alayın numarası
57'ydi. (19'un 3 katıdır.)
*19 Mart 1916'da tuğgeneral oldu.
*19 Aralık 1904'de Yıldız Sarayı'na
çağrıldı.

*19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkarak Kurtuluş
Savaşı'nı başlattı. O zaman
38 yaşındaydı. (Yani 19'un 2 katı)
*Atatürk'ü Samsun'a götüren Bandırma vapurunun
19 yolcusu vardı.
*Samsun'da 19 gün kaldı.
*4 Temmuz 1919'da Erzurum'a gitti.19 gün sonra 23
Temmuz'da Erzurum Kongresi'ni topladı.
*4 Eylül 1919 Sivas Kongresi'nden 114 gün sonra 27
Aralık 1919'da Ankara'ya gitti. (114, 19'un 6 katıdır.)

*Mili Mücadele'ye başlanması için komutanlarıyla
yaptığı konuşmanın tarihi 19 Kasım 1919'du.
*TBMM'nin kurulmasına 19 Mart 1920'de karar verdi.
*19 Eylül 1921'de mareşallik ve gazilik unvanı
aldı.
*Gençliğe Hitabe'de 19 cümle vardır.
*Mustafa Kemal Atatürk adında 19 harf var.
*Atatürk'ün Latife Hanım ile olan evliliği 912 gün
sürdü. (912, 19'un 48 katıdır)
*10 Kasım 1938'de öldü. (1938, 19'un 102
katıdır.)
*57 yıl yaşadı. (19'un 3 katıdır.)

*Yaşamının ilk 19 yılında askerliğe hazırlandı.
İkinci 19 yılında
*asker olarak hizmet verdi. Üçüncü 19 yılında ise
ülkenin kurtarıcısı ve devlet başkanı olarak görev yaptı.

*Öldüğünde yatağının altında bulunan otomatik
silahta 19 mermi vardı.
*Cenaze namazı 19 Kasım 1938'de Dolmabahçe
Camii'nde kılındı.
*Atatürk'ün ölümü üzerine silah arkadaşı İsmet
İnönü'nün Türk
milletine yazdığı beyanname 19 cümledir.
*Cenazesinde çalınan Chopin'in cenaze marşının
numarası 19' dur. Bu marşta 19 nota vardır.

*Miras olarak 19.000 lira bırakmıştır. (Yani 19'un
1000 katı)
*''Ne mutlu Türküm Diyene'' cümlesi 19
harftir.

*''İstikbal Göklerdedir'' cümlesi de 19
harfti r.
*İstanbul Akaretler 'de kaldığı evin numarası
19'dur.

İşte bu nedenle, NUTUK'da 19'ar kez tekrarlanan
kelimelerden bir metin
oluşturan Dr. Muammer Yüksel ile Dr. Erhan Kızıltan,
Osmanlıca
sözcükleri günümüz Türkçesine çevirir bazı eksik
cümleleri, anlamını bozmayacak şekilde tamamlar.
Sonuçta ortaya şu şaşırtıcı metin çıkar.
''TÜM SEÇKİN TEMSİLCİLER; MİLLETE HİZMET
ETMEK YERİNE, GÖREVLERİNİ YERİNE GETİRMEMEKTEDİRLER.
BUNLARIN KANUNLARA BİLFİİL UYMALARI GEREKTİĞİNİ BELİRTİNİZ.

ŞUNU SÖYLEYİNİZ:
YAKIN ZAMANA KADAR MEVCUT FAALIYETLERİ BAŞKA GÖZLE
GÖRMEYE ÇABALAYANLAR ARTIK DURUMUN FARKINA VARMIŞLARDIR.
KUMANDANLARIN (ASKERLER VE YÖNETİCİLER) HİZMET ETMELERİNE
SİZ ENGEL OLUYORSUNUZ.

OLAYLARI TAM OLARAK DÜŞÜNEN HER KİŞİ BUNUN
NEDENİNİN, HÜKÜMET OLDUĞUNU GÖRÜR.''

''TÜM BAŞKANLIK SİSTEMİ BİZCE SUİSTİMAL
EDİLMEKTEDİR. TOPLANACAK TARAFLAR SAYICA A Z OLSA BİLE
AZAMİ SAYIDAKİ DÜŞMANIN KARŞISINDA DURMALIDIR.
BU ÇAĞRIYI YAPMASI GEREKEN YÜZBAŞILARDIR. BÜYÜK ŞEREFLİ
CEPHE DÜŞÜNÜLMELİDİR.''

Bu metin 2 bilim adamını çok şaşırtır. Çünkü
günümüz Türkiye'si ile ilgili ipuçları vermektedir. Bir başka deyişle
Atatürk,100 yıl önceden Türkiye'de olup bitecekleri görmüş gibidir.
Dr. Muammer Yüksel ve Dr. Erhan Kızıltan
araştırmaları sırasında 19'ar kez tekrarlanan (Türkçe) sözcükler de bulur. Bu
sözcüklerle oluşturdukları metin ise, Türkiye'deki bölücülük
hareketinin ne aşamaya geleceğini 100 yıl önceden gösterir gibidir.

''MAKSADIN ANLAŞILIYORDU. TARİHİ VİLAYETİN
AHALİSİNİ BÖLÜP DİYARBAKIR KÜRT DEVLETİNİN
KURULMASINA YOL AÇMAK. MEMLEKETİN İÇİNDE BULUNDUĞU
DURUM KESİNLİKLE BİRİSİNİN DURUMA MÜDAHALE ETMESİNİ
GEREKTİRECEKTİR.

İÇİNDE BULUNULAN SOMUTSUZ KOŞULLAR GEREĞİNCE
BAĞIMSIZ GRUPLAR HAREKETE

GEÇECEKTİR. YİRMİ VAKİT SONRASINDA BU
DEĞERLENDİRMEYİ KİM YAPACAK VE
EYLEME GEÇECEKTİR.''

Bu metinde yer alan ''YİRMİ VAKİT''
ifadesini ilgi çekici bulan iki
bilim adamı bir araştırma yapar. Vardıkları sonuç
şaşırtıcıdır.

Güneydoğu 'da bir Kürt devleti kurmak için yola
çıkan Abdullah Öcalan
PKK'yı 1978'de kurmuştur. Öcalan 1999'da
yakalanmıştır. Bir başka
deyişle eylemlere başladığı yıl ile yakalandığı
yıl arasında 21 sene vardır. Bu da Atatürk'ün ''YİRMİ
VAKİT'' deyimine uygun bir zamandır.

İki bilim adamının yorumuna göre, bu 20 vakit dolmuştur. Ve ülkenin
bölünmesini engellemek için eyleme geçilmesi zamanı gelmiştir.

Nutuk'u iki bölüm halinde kitaplaştırıldığını
göze alan Dr. Muammer Yüksel ile Dr. Erhan Kızıltan, kitabın
'belgeler' bölümünde de 19'ar kez geçen sözcükleri arayıp bulur ve yeni bir metin
ortaya çıkarır.

''DÜŞÜNDÜKLERİNİ AÇIKÇA SÖYLEYEN PEK ÇOK
KİŞİNİN ORTAK FİKRİ;
HÜKÜMETİN BUGÜN DÜNYAYA YAKIN DURMASININ ASIL
NEDENİNİN, SEÇİMLE KENDİLERİNE VERİLEN GÜCÜ
KULLANARAK, SİSTEME RESMEN AYKIRI FİKİRLERİ
UYGULAMAYA ÇALIŞMASIDIR. GERÇEK YÜZÜ BELLİ OLMAYAN
AZINLIKTA OLAN YÖNETİM MERKEZİ, GERÇEK YÖNETİMİN,
ANKARA'NIN DİKKATİNİ ÇEKMEK ZORUNDADIR. RÜŞVETÇİ
VALİLERİN (YÖNETİCİLER) CUMHURİYET İLKELERİ YERİNE,
KENDİ ÇIKARLARINA YÖNELMELERİ MÜDAHALEYİ
GEREKTİRİR.''
Dr. Muammer Yüksel ile Dr. Erhan Kızıltan bu son metnin
günümüz Türkiye'sini anlattığını düşünüyor. İki bilim
adamı bu çalışmayı kitap haline getirdi.
Kitap'tan çıkan ve ''NUTUK'DAKİ GİZLİ
HİTABE'' adını taşıyan kitabın önümüzdeki günlerde epey tartışma yaratacağı
ortada. Çünkü kitapta Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi'nin hangi anlama
geldiği ve hitabedeki uyarıların hangi zaman diliminde geçerli olacağı da
yine 19 formülü ile a çıklanıyor.
Sonuç olarak;
ZAMANININ İLERİSİNDEKİ ADAM OLARAK NİTELENEN ULU
ÖNDER MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ÜN 100 YIL ÖNCE YAZDIĞI NUTUK,

GÜNÜMÜZ TÜRKİYE'SİNİN İÇİNDE BULUNDUĞU DURUMU ÇOK NET OLARAK ORTAYA KOYUYOR.

G Ü N C E L

K A N S E R E D A V E T

Hopkins Universitesinden kanser raporu


Bu dokuman Walter Reed Army Medical Center tarafindan da dagitilmaktadir.

Arabanizda bulunduracaginiz plastik su sisesindeki su cok tehlikelidir.

Plastik su siseleri Sheryl Crow'un gogus kanseri olmasinin en buyuk nedenidir. Plastik siseler ozellikle Avustralia da yuksek sayida gorulen gogus kanseri vakalarinin en buyuk nedenidir.

Annesi cok yakinda gogus kanseri teshisi konulan bir arkadasimiza doktor sunu soyledi. "Kadinlar arabalarda birakilmis plastik su siselerinden su icmemelidir"

Doktor yuksek sicaklik ve sise plastiklerindeki belli kimyasallar gogus kanserine neden olabilir. Lutfen dikkatli olun ve arabada birakilmis plastik siselerden su icmeyin.
Lutfen bu bilgiyi etrafinizdaki butun bayanlara iletiniz.

!
Bu bilgi kesinlikle iyi bilmemiz gereken ve sakinmamiz gereken bir tehlike ile ilgilidir. Bu bilgi yasam kurtarabilir.

Yuksek sicaklik plastigin icindeki toksinleri suya ve yiyeceklerimize geciriyor ve doktorlar bu toxinleri kanserli hucrelerimizin etrafinda kolaylikla gozleyebiliyorlar.

MUMKUNSE, PASLANMAZ CELIKTEN BIR TERMOS YA DA CAMDAN YAPILMIS SISELER, KAPLAR KULLANALIM !
Mikrodalga firinlarina plastik tabak ve kutulari koymayiniz.

Plastik su siselerini buzluga koymayiniz.

Plastik tabak ortulerini (SARAN WRAP) mikrodalga firinina koymayiniz.

Dioxin isimli kimyasal madde kansere neden olur, ozellikle gogus kanseri.

Dioxin maddesi vucudumuzdaki hucreler icin bir zehirdir.
Plastik siseleri icinde su varken dondurmayiniz. Bu durumda plastik icindeki Dioxin'i aciga cikartmaktadir.

Gecen gunlerde. Edward Fujimoto, Wellness Program Manager (Castle Hospital) bir TV programinda bu saglik tehdidini acikladi. Dioxinlerin bizler icin ne kadar tehlikeli oldugu gercegini anlatti.

Yiyeceklerimizi mikrodalga da plastik kutular icinde isitmamamizi istedi.

Bu ozellikle icinde yag olan yiyecekler icin daha onemlidir.

Yag, yuksek sicaklik ve plastiklerin bir araya geldiklerinde Dioxin aciga cikarttiklarini ve bunun vucudumuzdaki hucrelere gectigini acikladi.

Plastikler yerine Cam, Pyrex, Corning Ware yada seramik den yapilmis kaplarin kullanilmasini tavsiye etti.

Microwave icin hazir uretilmis cabuk isitilabilen yiyecek paketlerini baska bir kaba aktararak isitiniz. Kagit cok kotu bir malzeme degil ama icinde ne olabilecegini hic bir zaman bilemeyiz. Pyrex, ISIcam, Corning Ware gibi kaplari kullanmak cok daha guvenlidir.

Bazi zincir (fast food) restoranlari yakin gecmiste plastik kutulardan kagida gectiler. Bunun en buyuk nedeni dioxin problemidir.

Ayrica, Saran wrap ismi altinda satilan tabak ve kutularin uzerine orttugumuz ince plastik film de mikro dalga firinina girdiginde diger plastikler kadar tehlikelidir.

Mikrodalgada yiyecek isinlanirken yuksek sicakliklar ince plastigi eritebilir ve erimis plastk yiyeceginize karisabilir. Mikrodalga kullanirken yiyecek kaplarinizi plastik yerine kagit havlu ile ortunuz.

Bu yaziyi tum tanidiklariniz gonderiniz.


NOT:
Anadolu’nun hemen hemen her yerinde plastik kaplar içine turşu kuruluyor. Bu turşu keskinleştikçe, plastik bidon ile yukarıda bahsedilenlerden çok daha fazla reaksiyona giriyor. Ve bir zaman sonra plastik, kağıt helva gibi kırılgan hale geliyor. Plastiğin zararlı tüm bileşenleri ise turşuya geçiyor. Bugün Anadolu’nun birçok yerinde, “nedeni anlaşılamıyor” dedikleri kanser vakalarının nedeni bu plastik kaplar.

Çevre Bakanlığı plastik ile ilgili, şirketlere bazı yaptırımlar getirmelidir. Halkı bilinçlendirmelidir.

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ