10 Kasım 2009 Salı

ATATÜRK SERİSİ - 10


10 KASIM ‘ LAR
Burhan BURSALIOĞLU


10 Kasım, Ulu önder Atatürk’ümüzün aramızdan ayrılışının 71. yıl dönümü.
Her yıl merasimler yapılır. Bayraklar iner, sirenler çalar, saygı duruşu yapılır, konuşmacılar, yaptıklarını, yapacaklarını anlatırlar, toz pembe bir Türkiye’de yaşadıklarımızı söylerler. Ziyaret defterlerine, “muasır medeniyet seviyesine çıktığımızı “yazarlar. Yazarlar ve söylerler de hiç bir zaman gerçekleri ve etrafımızı saran dış , ve içimizdeki tehlikelerden söz etmezler.
Atatürk’ün bize emanet ettiği, binlerce şehidimizin kanlarıyla sınırları çizilmiş Vatanımızın kimler tarafından tehdit edildiğini, kimler tarafından yok edilmeye çalışıldığını, Demokratik, laik, sosyal bir hukuk Devleti olan Cumhuriyetin bu özelliklerini tersine çevirmeye çalışanları söylemezler. Çünkü, o mihraklardan korkuyoruz. Onlara karşı gelecek cesaretimiz yok.İçe dönmüşüz. İçimizdeki bölücülerle, kem düşünenlerle, Atatürk Türkiye’sini yok etmeye çalışanlarla uğraşıyoruz.
Nerden nereye nasıl, hangi badirelerden geçtik ve geçiyoruz? Şöyle bir gerilere doğru gidelim.

Atatürk 1938 de öldü. 1939 da 2. Dünya savaşı çıktı. 6 yıl sürdü. Biz Atatürk’ün “ Yurtta sulh, Cihanda sulh “özlü sözüne sadık kalarak savaşa katılmadık, tarafsız kaldık. Ama bizi saflarına çekmek isteyen, çeşitli imkanlar bağışlama sözü vererek beynimize giren taraflara boyun eğmedik. Aksi olsaydı, 1920 lerde başaramadıklarını 1946 da başaracaklardı. Türkiye Cumhuriyeti’ni, mirası bölüşür gibi bölüşeceklerdi.

Savaş bitti 1950 lere gelindi. Birleşmiş milletler ve Nato örgütleri kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin iktidarı değişmiş, Yeni yöneticiler, bu örgütlere Türkiye’yi sokarak, bir yerde bağımlı duruma düştük. 1951 de ABD saldırgan ve işgalci alışkanlığı nedeniyle, Kuzey Kore’nin Güney Kore ile olan anlaşmazlığı nedenini bahane ederek, Güney Kore’nin yanında Kuzey Kore’ye saldırdı. ABD yanına Nato askeri birliklerini de çağırdı. Bizde , mecburen birlik gönderdik ve 3-4 sene süren bu savaşta, binlerce şehidi Kore’de bıraktık.

1950-1960 yılları arasında ,iktidarda bulunanlar, dış güçlerin oyununa gelerek içte bölücülük başladı. Kargaşa çıkarıldı. 6-7 Eylül olayları oldu. Halkı ikiye bölme oyunları oluşturuldu. Üniversite öğrencileri ile polis, halk ile asker karşı karşıya getirildi. Bütün bunlar dış güçlerin Türkiye’yi yok etme planlarıydı. Ama Ordumuz tehlikeyi sezince, 27 Mayıs 1960 da idareyi ele aldı. Böylece, olası bir iç savaş ve oyuna son verdi.

Askeri idareden sonra oluşan sivil hükümetler, boş durmayan , yeni, yeni planlar peşinde koşan Avrupa’lıların oyunlarına gelerek, her isteklerine boyun eğmeye başladılar. AB yaygarasına tav olarak, her istenilen yerine getirildi. Antlaşmalar yapıldı, imzalar atıldı. Bilindiği gibi, AB nin koyduğu kriterler nedeniyle birçok yasalarımız değişti, gelenek ve göreneklerimizden tavizler vermeye başladık. Tekliflerini harfiyen yerine getirdikçe azdılar ve o kadar ileri gidildi ki, Türk Ulusunun biricik Atasının , resmi dairelerde ve okullardaki resimlerinin kaldırılması, ve yine, Atatürk’ün, “ Ne mutlu Türküm diyene “ sözünün bölücülüğü ifade ettiğini, bunu okullarda söyletilmemesi gerektiğini, ordu gücünün azaltılmasını istediler. Bunlar yetmiyormuş gibi, bölücü odakları, bu sefer, bizi içten yıkmak amacıyla, Türk ve Kürt uluslarını karşı karşıya getirmeyi planlayarak, Kürtleri kışkırtıp silahlandırdı ve 30 seneyi aşkın bir süredir iç savaşı körükleyerek her iki taraftan binlerce zayiat verilmesine neden oldular ve olmaya da devam ediyorlar.
Avrupa’ lıların, 1920 ler deki mağlubiyetlerinin intikamını sürdürme planlarını, ne yazık ki bizim yöneticilerimiz anlamıyor ve ya anlamak istemedikleri sürece, bu gerilla iç savaşın daha ne kadar süreceği bilinmemektedir.

Tabii bu işin uzaması ABD ve AB ni de sabırsız ettiği için , şimdi de bir “Açılım “ çıkardılar, ve bunun sonunda Türkiye’yi iki ye bölme umutları başladı.

Şunu açıkça söyleyeyim. Sokaktaki vatandaş dış odakların bu oyunlarını anlıyor, ama maalesef iktidardaki yöneticiler uyumaktalar. Zaman içinde sağ, sol, ilerici, gerici, dinci, laik, Atatürkçü , yobaz, komünist, kapitalist, Ermeni, soykırım ve şimdi de Kürt, Türk gibi bölücülük kavramlarıyla halkımızı bölmeye çalışıyorlar. Ülkemiz bu kavramlar nedeniyle çok zarar gördü. Ama yıkamadılar. Dimdik ayaktayız Onlar vazgeçecekler mı? Hayır kim bilir amaçlarına ulaşmak için daha neler yapacaklardır.?

Atatürk temelleri sağlam o kadar güçlü bir devlet kurdu ki, bütün dünya birleşip yıkmaya çalıştığı halde yıkılmıyoruz, tıkılmayacağız da.
Tüm dileğim, içerde, Atamızın ifadesiyle “iktidara sahip olanlar, gaflet, delalet ve hatta hiyanet içinde “ olmazlar.

Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm kurumlarıyla, Atatürk ilke ve inkilaplarının korunması, yaşatılması ve muasır medeniyetler seviyesine çıkartılması, bunları yaparken de asla boyun eğmemesi, Türk gençlerinin görevidir. Bu görevi de, hayatı pahasına yapacağı umudunu asla kaybetmedim.

Sevgili Ata’mız rahat uyusun.

Cumhuriyet’i emanet ettiği Türk Gençliği, O’ nu asla mahçup etmiyecektir..

,

2 Kasım 2009 Pazartesi

GÜNCEL









Konu: Mezarına bir tas suyu Dökenin de, anasını, avradını…(alıntı)

Bu memleket için göğüslerini siper eden gazilere, 65 yaş üstü maaş alan yaşlılara, ve şehit eşlerinin aldığı maaşlara zam yapıldı.
Yapılan son zamlarla birlikte 65 yaş maaşına 2, Şehit Ailelerine 6, gazi maaşlarına ise sadece 8 lira zam geldi.

Gaziler ile vatani hizmet tertibinden aylık alanlar ve muhtaç, güçsüz ve kimsesiz vatandaşlara ödenen 65 yaş aylığında maaş göstergeleri yeni yılda da değişmeyecek. Buna göre, gaziler, vatani hizmet tertibi ve 65 yaş aylığı alanların maaşları, maaş katsayılarına paralel 1 Ocak'ta yüzde 2,5 oranında artacak.

Aşağıda Hükümetin çoook büyük ve yüksek olarak ödediği maaş listesi görülmektedir...

MAAŞ GRUPLARI MEVCUT MAAŞ OCAK 2010 MAAŞI
Gaziler 327,8 TL 336,0 TL
Dul eşleri 245,9 TL 252,0 TL
Vatani hizmet-tertibi kendileri 327,8 TL 336,0 TL
Vatani hizmet-dul eşler 262,3 TL 268,8 TL
Vatani hizmet-diğer yakınlar 182,4 TL 187,0 TL
65 yaş aylığı alanlar 90,3 TL 92,6 TL

Bu çerçevede, İstiklal Savaşı, Kore ve Kıbrıs Gazilerinin halen 327,8 lira olan aylık maaşı, 1 Ocak'ta 336 liraya çıkacak. Vatan için şehit olan Mehmetçiklerin dul eşlerine de yeni yılda 252 lira aylık ödenecek.

Vergi iadesi yerine getirilen ek ödeme ile birlikte gazi maaşı 352,8 liraya, dul eşin maaşı ise 264,6 liraya yükselecek.

Eveeeet…. Şimdi gelelim bu zamları uygun gören milletin vekilleri olması gerekir iken kendilerinin vekilleri olan ve milletin menfaatlerini ön plana almaları lazım ilen kendi şahsı ve çıkarlarını ön plana alan vekillerin maaş durumuna bir göz atalım.(Aşağıdaki maaşlar bugünün para birimi üzerindendir.)

2002 seçimlerinden önce milletvekillerinin maaşları 2.250.-TL idi. Seçimlerden sonra bir hokus fokus, maaşlar birden bire 4.600.-TL oluverdi.(Yani bir gece de).

Peki bu bir gecelik artış memurlara yansıdı mı? Yansıdı. Ne kadar yansıdı? 550.-TL olan maaşlar 613.-TL’ye yükseldi.

Gelelim günümüze;
Önce memur maaşlarına göz atalım isterseniz. 2009 yılı memur maaşları ortalama olarak 1.118.-TL’dir.

Peki, milletin menfaatlerini ön plana almaları gereken vekillerin 2009 yılı maaşları ne kadar biliyor musunuz? Özlük hakları hariç 9.895.-TL…

Aldıkları maaşın bu kadar olduğunu sanıyorsanız yanıldınız. Yasa gereği 3,5 yılı milletvekili olarak tamamlayan her milletvekili emekli sayılmaktadır.(Bizler emekli olmak için 65 yaşına kadar çalışalım..)
M
illetin menfaatlerini ön plana almaları lazım ilen kendi şahsı ve çıkarlarını ön plana alarak 3,5 yılını dolduran her milletvekili her ay 4.656.-TL emekli maaşı almaktadır.

Benim işçi ve memurum 65 yaşına kadar 30- 40 yıl çalışacak ve emekli olacak, her ay emekli maaşı olarak 600-700 .-TL alacak…..(İçinizden hükümete ettiğiniz dualara..!! aynen katılıyorum.)

Neyse konumuza dönelim.

Milletin diyemiyorum kendilerinin vekilleri olan bu vekiller her ay 9.895.-TL + 4.656.-TL olmak üzere toplam http://www.facebook.com/l/9b901;14.531.-TL maaş almaktadırlar. (Normal maaşlarındaki özlük hakları hariç)..

Evet, ne diyorduk;
" Bu memleket için göğüslerini siper eden gazilere, 65 yaş üstü maaş alan yaşlılara, ve şehit eşlerinin aldığı maaşlara zam yapıldı.

Yapılan son zamlarla birlikte 65 yaş maaşına 2, Şehit Ailelerine 6, gazi maaşlarına ise sadece 8 lira zam geldi……"

Bu yazıyı yazarken Rahmetli Cem Karaca’dan bir şarkı dinliyordum…
“Münkir münafığın soyu,
Yıktı harap etti köyü,
Mezarına bir tas suyu,
Dökenin de, anasını, avradını……”

GÜNCEL


...Sonbahar yada Son(bir)bahar...


Daha yeni alışmaya başlamıştık. Derken yaz günleri de alıp başını gitti, başka diyarlara… Hiç beklemediğimiz bir anda geliverdi sonbahar. Hazırlıksız yakaladı bizi.

Şimdilerde tatlı bir telaş var tabiatta. Ufka doğru uzanan dağların beti benzi solmakta. Rüzgârlar keskin ve sert. Deniz kokuları getirmekte boğazdan.

Gözlerimiz o rengârenk çiçekleri aramaya başladı bile.

Her gün eskittiğimiz sokaklarda erguvanlara hasretimiz arttı.

O ruhumuzu okşayan, bize hüznü fısıldayan erguvanlara…

Bir ömrün baharında işte sonbahar.

Gördüğümüz her şey kızıl renklere bürünmüş bir tabloyu andırıyor.

Yahya Kemal’in dediği gibi
‘Mevsim boyunca kendini hissettirir vedâ’.

Yurdundan yuvasından ayrılmış gibi ana kucağı dallardan düşen yapraklar.

Biraz dikkat kesilsek sessiz çığlıklarını duyar gibi oluruz yaprakların.

Kimsesiz çocuklar gibi kalakalmışlardır sokak ortasında…

Ateş düşmüş gibidir titreyen yüreğimize.

Her bir yaprak ilk ve son defa sonbaharını yaşıyor. Bir bozkır yalnızlığı vardır bu demde. Hüzünlüdür sonbahar…

Dışarıda sonbahar ve içimizde son (bir)baharı düşleyen yüreğimiz

Bu hazan şöleninde ruhumuz sükûtu örerken şöyle denize nazır bir yerden tefekküre dalmak isteriz. Bir eylül seherinde ya da akşamın alacakaranlığında gözlerimize takılan ne varsa alır götürür bizi uzaklara… Ömür sonsuza akıp duran bir nehir..

Çoğu kez hicran çoğu kez hasrettir hazana teslim günler.

Yüreğimizi sarsar ansızın gelen yalnızlıklar.

Avare düşlerimiz ışığını arar.

Biraz da ihtiyarlığı hatırlatır bizlere sonbahar.

Bazen hafif hafif çiseleyen yağmurlara eşlik eder gözlerimiz.

İnkisara uğrayan hayallerimizi düşünürüz. Düşünür de visal iklimine yol almaya çalışırız.

Bugünler de geçecek. Bunca hazırlık son (bir) baharda açacak çiçeklerin resmigeçidi için. Der demez ücretini peşin almışçasına kalbimizde üns esintileri esmeye başlar.

Sükûn ah evet sükûn… Serviliklerde, yolda, evde, sükûn her yerde.

Tıpkı mevsimler gibi bir gün ömrün de sonbaharı geliverir.

İnsan kuruyan ağaçları gördükçe bir bir hatırlar geçmiş zamanlardaki sonbaharlarını.

Bir defne dalı olur yeşil renkli ve canlı kalmak ister ruhumuz.

Gençlik yıllarında esen meltemler yerini çoktan poyrazlara bırakmıştır.

Hazanla düşen yapraklara daha yakın hissederiz kendimizi.

Tıpkı ağaçlar gibi yalnızlığı yaşarız en derin biçimde.

Işık huzmeleri ruhumuza hiç uğramamışsa ecel terleri döktürür bizlere

Nedense gönül hep son(bir) baharı yaşamak ister. Huzurlu bir hayat, rengarenk güzellikler, kuş cıvıltıları, ırmak çağıltıları.. Fakat yoktur artık taze bir bahardaki koyun-kuzu meleyişleri, o temaşasına doyulmayan manzaralar.. Artık her ses inleyen bir nağme. Her manzara bir hüzün bestesi..

Bir an için şair gibi ‘Artık çocuk değiliz, susarak da bir şeyler diyebiliriz / Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç’ akıldan geçse de yüreği şahlananlar sonbahar mı dinler?

Hem bize de ne oluyor ki sonbahardan şikayet edelim?...

Kışta gelip zemini hazır edenlerin ahdine vefasızlık olmaz mı?

Öyle diyordu “asrın beyin yapıcısı” soylu bir katran ağacının üzerinden Cennet-asa bir baharı müjdelerken.

Mevsim sonbahar; şimdi terhis zamanı..

Hangi daldaki hangi yaprak daha önce düşecek toprağın kucağına kimse bilemez.

Belki de hep beklemekteler toprağa vuslat anını.

Bir gün bizler de gideceğiz sonsuz vuslat için son(bir) baharda.

Gecelerin ardından gündüzlerin gelmesi gibi..

Hafif bir rüzgar bizi de ayıracak bedenimizden. Umurunda mı olacak sanki dünyanın.

Olsun varsın.

Ümit yıldızları sönmedikçe kurur mu yapraklarımız. Çekilir yol verirler son(bir) bahara..

Şimdilerde her sonbaharda yepyeni ve ter ü taze son( bir) bahara ne çok ihtiyacımız olduğunu bir kez daha hatırlarız. Ne çok muhtacız ömrün son demlerinde zülüflerini taradığımız gecelere.. ümitle tüllenen ufuklara.. ve yepyeni son(bir) bahara..

31 Ekim 2009 Cumartesi

GÜNCEL
















BU YIL DA BÖYLE GEÇTİ…


Burhan BURSALIOĞLU


Çok şiddetli olmayan, iyi ile kötünün, neşe ile üzüntünün oluşturduğu bir kış sezonunun sonunda, yine yazlık mekanımızda soluğu aldığımızı yazmıştım.

Hasretle kavuşan komşular, dostlar, tanıdıklar. Bırakılan köpek, kedi, ağaçlar, çiçekler, bahçeler, deniz ve güneş. Sadece bunlar mı? Plajlarda, ,açık havada, kapalı kapılar ardında, uzun süren söyleşiler, dedikodular, siyasi düşünceler, edebi fıkralar (!) günlük yaşamın, vazgeçilmez eğlence konuları. Hele bir tanesi var ki, her toplulukta baş konuyu teşkil etmektedir. Sağlık.

Buradaki insanlarımızın genellikle yaşlı olmaları, hastalıklar konusu başı çekmektedir. Gündemdeki, domuz gribi midir, Hint gribi midir, her ne ise, her toplulukta, her sohpette, her kafadan değişik seslerin çıkmasını sağlıyor. Tedbirler, aşı… Aşı olalım mı, olmayalım mı, zararı var mı, yok mu, yan etkisi için kimse bir şey söyleyemiyor, acaba öldürücü mü, faydası zararından fazlaymış, zararı neymiş? gibi saatleri alan sohbetler. Birçok insan da, kendi hastalığını unutup, karşısındakinin şikayet ettiği hastalığı için tavsiyelerde bulunma, ilginç söyleşilerden olmaktadır.

Her toplulukta, zaman, zaman, insanın yaradılışında olan, kavgacılık, asabilik de ortaya çıkmaktadır. İncir çekirdeğini doldurmayan bahanelerle, kısa süre çıkan çatışmalar da plajlardaki eğlencelerdendir.

Yazların iyi taraflarından biri de misafir beklemektir. Bizler emekli, işi olmayan kişiler olduğumuz için, belirli kalma bir süremiz yok. Ama çalışanlar için bu süre kısıtlıdır. Kısıtlı sürelerini değerlendirmek için birkaç gün de olsa bizim gibi tanıdıklarının yanına gitmeyi uygun bulurlar.Haber gelince evde sevinç çığlıkları duyulur. Yataklar hazırlanır. Eksik yiyeceklerin takviyesi yapılır. Günler sayılmaya başlar. Bu işi de Torunum Şevval çok iyi becerir. . Kim gelecekse, geliş günlerini, matematiksel rakamları her geçen gün azaltarak sayması, sıfırlanınca duyduğu heyecan nedeniyle akşam erken yatıp sabah erken kalkma taktiği, geceyi kısaltarak yolcuların daha çabuk geleceklerine olan inancını her zaman muhafaza etmektedir.. O gün, çok sevdiği denizden dahi feragat edebiliyor.

Tatil, yazlık, sadece bunlardan ibaret değil tabi. Neşenin yanında hüzünde olmaktadır. İşin kötü tarafı bu. Kötü sürprizler. Ani bir hastalık, bir felaket, bir kaza, bütün neşenizi kaçırmaya yetiyor.29 Temmuz’da kaybettiğimiz, çok sevdiğimiz, sakin, kibar, haza bir beyefendi, Ali Ülgür’ün beklenmedik , Allahın rahmetine kavuşması, başta bizler, site ve Ataköy sakinlerini büyük yasa boğdu. Umarım gelecek yaz böyle sürprizlerle karşılaşmayız.

Burada grup, grup eğlenme babında oyunlar da oynanmaktadır. Yüz yıllık ağaçların tabii gölgelik yaptığı, adeta park havası yaratılan Ilgın plajında tavla partileri, Bağla plajında genelde okey ve briç oyunları düzenlenmekte, hanımlar arasında 51, okey oyunları da vakit geçirmek amacıyla oynanmaktadır. Ilgın plajından denize giren, Şevval’in arkadaşı nedeniyle, arada bir Şevval’i oraya götürdüğümde tavla partilerine de katılıyorum. Oradaki düzenlemeyi de, Öğretmen arkadaşımız Ahmet Karslı yapmaktadır. Burada, beziği iki kişi oynamakta. Biri ben, biri de Metin Güvenç. İyi de arkadaşız. Birlikte olduğumuz her zaman, bezik takımları yanımızda olur. Sık, sık beraber olur, oyun ihtiyacımızı gideririz. TV den maç seyrederken dahi , devre arasını değerlendirir, kaldığımız yerden beziğe devam ederiz.

Sitemizin üçüncü plajı olan Kargı plajı müdavimlerinin başında yılların eskitemediği Nigar Uluerer bulunmaktadır.

Yaz da, tatilde, dinlenme de geride kaldı.

Okullar açıldı. İzinliler işlerinin başına döndü. Yaşlılar torunlarının yanına gitti. Herkes, kışı geçirecekleri mekanlarına gittiler. Buralar boşaldı. Ama bu insanlar yanlış yaptılar. Buranın sarı yazı başladı. Deniz harika ve sıcak, hava temiz, gökyüzü parlak, yıldızlar parlak, bulut yok, oldu mu da bembeyaz bulutlar, etraf yemyeşil, yağan sıcak yağmurdan sonra da mis gibi toprak kokusu ve birazdan da topraktan fışkıracak katır tırnakları, papatyalar, anemonlar, gelincikler buraları gelin gibi süsleyecektir. Yazın sıcağı, gürültüsünden uzak, bam başka bir Bodrum oluşmakta.

Ama ne yazık ki, bizim de gitme zamanımız geldi. Buradan iki nedenle ayrılacağım. Biri, saatlerin geri alınması ve günlerin kısalması nedeniyle Şevval’in anne ve babasının gelene kadar geçen süre içinde tedirgin olması.. Dünkü görüşmemizde, “ Dedeciğim, sizi çok özledim. Saatler geri alındı, karanlık erken oluyor, korkmaya başladım, gelmeniz yakınlaşmıştır herhalde, Yolunuzu bekliyorum. “ dedi. Dedeler hiç torunlarını kırar mı?

İkincisi de, 22 Kasımda, Emirgan İlkokulu Mezunlarının yapacağı toplantıya katılmak.

Önümüzdeki hafta içinde İstanbul’a dönüyorum.

Burada kalanlara sağlıklı , sıcak bir kış geçirmelerini diliyorum.



28 Ekim 2009 Çarşamba










CUMHURİYET BAYRAMIMIZIN 86. YILDÖNÜMÜ

TÜM TÜRK ULUSUNA KUTLU VE
MUTLU OLSUN.

13 Ekim 2009 Salı

E Ğ İ T İ M




Z E Y T İ N İ N T E R İ

Dr. Mehmet Uhri


Arabamız su kaynatmasa durmayacaktık, o sıcak yaz günü Balıkesir'in
Savaştepe ilçesinde. Yola çıkmadan önce arabaya bakım yaptırmış,
hararet sorunu olduğunu söylememe rağmen arıza bulamamışlardı. Dağda
su kaynattıktan sonra motorun soğumasını bekleyip ancak Savaştepe'ye
kadar gidebilmiştik.

Birlikte yolculuk ettiğim eşim ve kızımın da canı sıkkındı. Günlerden
pazardı ve her yer tatildi. Sanayi sitesinde arabaya baktıracak
birilerini aradık, bulamadık. Can sıkıntısı ve çaresizlik içinde
söylenirken tamirci aradığımızı duyan birileri aracılığıyla tanıştık
Hüseyin amcayla.

Elinde küçük bir alet çantası vardı. Yardımcı olmak istediğini söyledi.

Motora yaklaştı, sesini dinledi. Kontağı kapatıp tekrar açtı. Hiçbir
yere dokunmadan uzun uzun motoru ve çalışmasını izledi. "motorun
soğutma sisteminde sorun görmediğinden" söz etti. Bir süre daha
bakındı. Sonra "buldum galiba" dedi.
"Herşey normal görünüyor ve su kaynatıyor ise araba su eksiltiyor
demektir. Muhtemelen kalorifer peteği delinmiş, su kaçırıyordur. O
ta kdirde döşemelerin ıslak olmalı" dedi. Gerçekten de onca uzmanın
çalıştığı tamirhanenin bulamadığı sorunu kısa sürede görmüştü. Arabanın
ısıtma sistemi su kaçırıyor, eksilen soğutma suyu yüzünden araba
hararet yapıyordu. Isıtma sistemini devre dışı bırakıp geçici bile
olsa su kaçağını önleyip sorunu çözdü, Hüseyin amca.

Teşekkür edip borcumu sordum. Arabanın camındaki tıp armasını gösterdi;
- Doktor musun?
- Evet.
- Bizim hanımın yıllardır geçmeyen ağrıları var. Gelip bakarsan
ödeşiriz. Ben de hanıma doktor götürmüş, gönlünü almış olurum. Hem de
çayımızı içer soluklanırsınız.

Hep beraber, Hüseyin amcanın evine gittik. Tek katlı bahçeli şirin bir evdi.
Hanımının şikayetlerini dinleyip, muayene ettim. Çoğu yaşlılığa ve
yaş dönümüne bağlı yakınmaları için tavsiyelerde bulunup iki de ilaç
yazdım. Kadıncağızın yüzü güldü. Teşekkür etti. Çay hazırlamak için
izin istedi.

Bu arada ilkokul çağındaki kızım boş durmuyor odaları dolaşıyordu.
Bir şey kırıp dökmesin diye yanına gittiğimde evin bir odasının
duvarlarının kitapla dolu olduğunu gördüm. Şaşkınlığım daha da
artmıştı.

Muhabbet ilerleyince, tamirci sandığım Hüseyin amcanın gerçekte emekli
ilkokul öğretmeni olduğunu, 39 yıl devlet hizmetinde Ege'nin köylerinde
çalışıp emekli olduktan sonra Savaştepe'ye yerleştiğini öğrendik.
Çocuklarının okuyup büyük şehre gittiğin i burada hanımıyla baş başa
yaşadığından dem vurdu.
- Neden buraya yerleştiniz?
- Ben okumayı, yazmayı, hayatı burada öğrendim. Sizler bilmezsiniz,
unutuldu gitti. Ben Savaştepe Köy Enstitüsü'nün ilk mezunlarındanım.
Hasan Ali Yücel Maarif Vekili iken ilk köy enstitüsü burada açıldı.
Burada öğrendim ben hayatı, bir şeyler öğretmenin nasıl mutluluk
verdiğini. Ayrılamadım buralardan.

- Peki bu tamircilik işi nereden çıktı?

- Dedim ya, bilmezsiniz sizler, köy enstitüsü mezunu olmanı n ne demek
olduğunu? O zamanın okulları sanırsınız. Halbuki orada bu toprağın
çocuklarına okuma yazmanın yanı sıra çiftçiliği, hayvancılığı, inşaat
yapmayı, yemek yapmayı, bozulanları tamir etmeyi, örgü örmeyi hatta az
buçuk hekimlik yapmayı bile öğrettiler. Hayatı öğrendik ve öğretmen
olup hayatı öğrettik çocuklara.

- Yani elinizden çok iş geliyor.

- Köy enstitülerinde bilmeyi, öğrenmeyi, düşünmeyi soru sormayı,aklını
kullanmayı öğretiyorlardı. Zaten bu yüzden yaşatmadılar ya...

Bu arada çaylar geldi. Çayın yanında ekmek peynir ve zeytinden oluşan
kahvaltı da hazırlamıştı Hüseyin amcanın hanımı. Emekli olduktan sonra
zeytinciliğe başladıklarını sofradaki zeytinin de kendi ürünleri
olduğundan söz etti.

- Zeytinin hikmetini bilir misin? Meyveleri ile karnımızı doyurmuş,
yağını çıkarmışsız. Kandillerde yakıp aydınlanmışız, odunu ile
ısınmışız. Giderek ona benzemişiz.

- Nasıl yani?

- İnsan da doğanın meyvesi değil mi?

Sofradaki zeytin çanağından aldığı zeytini ışığa doğru tutup;

- Doğup büyüdüğünde zeytin tanesi gibi acı, yeşil bir meyve insan.

Çoğunu sıkıp yağını çıkarıp posasını da sabun yapıyoruz. Yani heba
olup gidiyor. Bir kısmını sofralık ayırıyor selede tuza yatırıp acı
suyunu atmasını buruşup bu hale gelmesini sağlıyoruz. Veya salamura
yapıp olduğundan daha şişkin gösterişli hale getiriyoruz. İnsanlara da
böyle yapmıyor muyuz? Okullarda okutup okutup hayata hazırladığımızı
sanıyoruz, ya şişiriyor ya da buruşturup atıyoruz insanları.

"Sizin köy enstitülerinde yaptığınız da böyle bir şey değil miydi"
diye soracak oldum. Hanımına baktı gülüştüler.
&n bsp;
- "Hurma Zeytini" bilir misiniz?

- Bilmem. Hiç duymadık.

- Egenin bazı yerlerinde olur. Ağaç aynı ağaçtır ama her yıl kasım ayı
sonu gibi denizden karaya esen rüzgar ile zeytin ağaçlar ına bir mantar
bulaşır. Bu mantar zeytinin terini giderir, acısını dalında iken alır.
Dalında olgunlaşır zeytinler. Toplandığında yemeğe hazırdır
anlayacağınız.

- Eeee.
- Köy enstitüleri de böyleydi. Dalında olgunlaşan zeytinler gibi
insanları oldukları yerde yetiştirmeye, onların bilgilerini de diğer
insanlara bulaştırmayı amaçlamıştı. Doğup büyüdüğü ortamda
olgunlaştırıyorlardı, insanı. Hayata hazırlıyorlardı.

Sustuğumu görünce. Hanımından boşalan bardakları doldurmasını rica etti.

"işte bu yüzden, öğrendiklerimin zekatını vermek, zeytinin terini
hatırlatmak için buradayım, doktorcuğum. Unutulsun istemiyorum" dedi.
Kitaplığından çıkardığı iki kitabı kızıma hediye etti. Vedalaştık.
Arkamızdan bir ta s su döküp, uğurladılar.



Not: Bu yazı, emekli öğretmen Hüseyin Kocakülah ve köy enstitülerine
emek verenlerin anısına ithaf olunur


S A N A T


GEÇMİŞİNİ HATIRLAMAYAN ULUSLAR YOK OLMAYA MAHKÜMDUR


Mustafa Kemal ATATÜRK



Didim’de, Sivas Öğretmen Okulu mezunları olarak birlikte iken, bir grup arkadaşla, Şirince,, Meryemana, Selçuk, Efes ve Kuşadası yörelerine gezmeye çıktık.

Selçuk – Kuşadası yolu üzerinde “Maket Köy” yazan levha ile karşılaştık. Merakımızı gidermek için, uğrayalım dedik. Gördüklerimizi hem hayranlıkla ve hem de şaşkınlıkla izlerken, yanımıza bir bey geldi. Kendini tanıttı:

Emekli Öğretmen Ayhan Çetin.

Dışarıda, avluda, kendi çabalarıyla yaptığı barakalarda, doğal boyutlarda, demirci, yağhane, kalaycı, ayakkabı tamircisi, nalbant, kapçı, ve sema gösterisi yapılan dükkanlarda, çalışanlar ve müşterileri seyretmemizi sessizce izledikten sonra, bir elektrik şalterini indirince, hayran ve şaşkınlığımız daha da arttı. Maketler harekete geçip, yaptıkları işleri uygulamaya başladılar. Demircinin ocağı yandı, maşa ile tuttuğu demir kızardı, örsün üzerine koyup elindeki çekiçle demire vuran insan boyundaki maketi seyrederken, Ayhan Çetin öğretmenin ne kadar yetenekli ve zanaatkar olduğunu düşünmemek eldemi? Nalbantın, eşeğin ayağına nalı çakması, ayakkabı tamircisinin, dikiş makinesiyle sayacı dikmesi, kalaycının yanan ocağında ısıttığı tencereyi kalaylaması, kapçının çamurdan güveç yapması, neyleri çalan maketlerin eşliğinde semazenin sema yapması, fazla seyretmiş olacağız ki, Ayhan hoca bizi hangar gibi uzun bir binaya davet etti. İçeri girdiğimizde şaşkınlığımız doruğa ulaştı.

Bunlar nedir, bunları neden yaptınız, geçmişinizi anlatır mısınız ? diye sorduk.


Anlattıklarını özet olarak açıklarsam, 1940 yılında Konya’nın Akviran ( Şimdiki adı Akören) köyünde doğmuş. 1953 de İvriz Köy Enstitüsüne girmiş. 1954 de Köy Enstitülerinin kaldırılması üzerine , öğretmen okuluna dönüşen İvriz Öğretmen Okulundan 1959 da mezun olmuş. 1961 de de Necati Bey Eğitim Enstitüsünü bitirmiş. 1988 de de emekli olmuş.

Ayhan öğretmen piyasada satılan mankenlerden ilham alarak ve Atatürk’ün GEÇMİŞİNİ HATIRLAMAYAN ULUSLAR YOK OLMAYA MAHKÜMDUR “ veciz sözünü düstur edinerek, eşi Nazmiye hanımla kolları sıvayıp, 1950 yıllarındaki köyünün yaşantısını, maketlerle, yaşama taşımaya başlamışlar..


Baştan başlayarak, galeriyi şaşkınlıkla seyre başladığımızda neler görmedik ki? 1950 nin Akviran köyünün yaşam , adetler ve gelenekleri 50-60 yıl sonra halkın huzuruna çıkıyordu.

Köyün iki katlı evleri. Alt kat ahır, üst kat oturma yeri; dışarıda, uzak köşede tuvalet; yazın Antalya yöresinden portakal , keçiboynuzu ve bal getirip buğday ve arpa ile değiştiren deve kervanları; yayla yaşamı; karasabandan pulluğa; harmanda düven sürme, savurma, taşıma; değirmende buğday öğütme; kızların bulgur hazırlamaları; çamaşır yıkayan kadınlar; sünnet düğünü; sarnıçlar ve hayvan sulamaları; erişte yapan kadınlar; kilim dokuyanlar; ekmek yapanlar; çeşitli çocuk oyunları ki şimdi bunların çok azı oynanmakta, aşık oyunu,çelik çomak, tütün okka bir lira, saklambaç, uzun eşek, birdir bir, üç taş, dokuz taş, beş taş, seksek, çıngırığa binmek, enek, topaç çevirme, uçurtma uçurma, mendil kapmaca, körebe, elim sende gibi oyunlar vardı. Ayı oynatıcı; asker uğurlama; çerçinin başında alışveriş yapmak için toplanan kadınlar;su taşıyan kadınlar, kız isteme ve kız evi, erkek evi; düğün adetleri; yemek ve kına geceleri; damat tıraşı; yardımlaşma gibi maket kompozisyonları mevcudun sadece bir kısmı.


Yanda , bunların bir kısmının çektiğim resimlerini de yayınlıyorum.


Ayhan hoca, bugüne dek 17 sergi açmış. Bazı eserlerini de müzelere vermiş. Alanya düğünleri maketlerini Alanya müzesine; köy odası kompozisyonunu ABD Utah Monroe Paxman Özel Bebek müzesine; el zanaatları çarşısını Antalya müzesine; Çanakkale ve İstiklal savaşını konu alan kompozisyonu, İstanbul Miniatürk’ müzesine vermişler.

İstiklal Savaşı şehitliği kompozisyonunu da Konya da açtığı müzede sergiledi. Son olarak da, kompozisyonlar taşınamayacak boyutlara gelince, eserlerini devamlı sergilenmesini sağlayacak galeri açmaya karar vermişler ve “maket köy” galerisini açtılar.

Ayhan Hoca’nın bir ideali daha var:

- Maketleri hareketlendirdim. Şimdi sıra seslendirmekte. En son amacım ve idealim bu”

diyor .


Galeriyi 2000 yılında açmiş. Üst düzey görevlilerinden, marketi gezip, ziyaretçi defterini imzalayanlar var. Aşağıya bunlardan birkaçının düşüncelerini alıyorum.


“Çocukluk günlerim tazelendi .” Atilla Koç. Kültür Bakanı


“ Çetin Kültür Köyünün her şeyi güzel “ Yaşar Kemal


Sayın Çetin ailesi, geçmiş yazılır, resmedilir, siz bunu çok aşmışsınız.Yaptığınız gelecek nesillere büyük armağan” Hilmi Özkök. Orgeneral, Kara Kuvvetleri Komutanı.


Görmeyenin, tahayyül bile edemeyeceği güzellikde ve anlamda yapmış ve yaratmış olduğunuz bu güzide eserler.” Cahit Sarsılmaz. Tüm General Ege Ordu Kurmay Başkanı.


Geçmiş ile gelecek arasında köprü kurmanın en güzel örnekleri.” Alaattin Yüksel İzmir Valisi.


“ Yaratıcılığınız ve sanatçı kişiliğiniz önünde saygıyla eğiliyoruz.” Ali ve Aysun Kocatepe.


Emeğine, yüreğine, geçmişi unutmadan geleceğe dair sunduğun “ufuk” için teşekkürler “ Tayfun Talipoğlu - Bam Teli


Bir gün yolunuz o taraflara düşerse, mutlaka MAKET KÖY” e uğrayın. Pişman olmazsınız.


Burhan Bursalıoğlu


MİLLİ BAYRAMLARIMIZ