18 Ocak 2010 Pazartesi

T R A F İ K










İNSAN YIĞINI
Burhan Bursalıoğlu

Toplu taşıma araçlarının, toplu taşımasının amaçları, insanları” tıkabasa “ doldurması değildir.
Ama bizde, insanlar, toplu taşıma yapan araçlarda, üst üste, tıka basa seyahat etmektedirler.
Şehir içi otobüsler, minibüsler ve raylı taşıma araçları.
Bildiğm kadarıyla bu araçlarda seyahat etmek bazı kuralları gerektirmektedir. Bunlardan biri de aracın aldığı yolcu sayısıdır. Her aracın bir toltuk sayısı vardır. Bazı otobüslerde de tutunmak için askılı kayışlar vardır. Onların sayısı kadar ayakta yolcu almak mümkün olabilir. Ama minibüslerde bu gereçler olmamasına rağmen tıkış tıkış insanlar alınıyor.

Bütün taşıma araçları birer mikrop yuvasıdırlar. Bulaşıcı hastalıkların en çok yayılma ortamıdırlar. Buna engel olmak imkansız ama, azaltmak mümkündür.

Bu araçların kaza yapmaması gibi bir kural da yok. Bunların yaptıkları kazalarda, zarar gören veya kaybedilen insan sayısı, araçların aldıkları yolcu sayısı ile doğru orantılıdır. Bazılarının kazancı artacak diye,kapasitesinin üstünde alınan yolculara göz yummak cinayete alet olmak değil midir?

Birkaç yıl önce minibüslere kısıtlama getirmişlerdi. “Ayakta yolcu “ alınmıyordu. Ne oldu da, o kural kaldırıldı? En azından insanlar birbirini sürtünmüyor, birbirinin nefesini hissetmiyor, öksürüğüyle başkasını rahatsız etmiyor, en önemlisi de önündekini taciz etmiyordu. Şimdi bunların hepsi oluyor.
Kurallar konurken, insan sağlığı neden düşünülmez, aklım ermiyor. Çok mu zor, izdihamı azaltmak. Bir hatta 5 otobüs gidiyorsa 7 yapılsın. Bir hatta 30 minibüs varsa, ya 40 yapılsın veya rink usulu beklemeden gidiş geliş yaptırılsın. Raylı sistemle çalışanlara birer vagon daha eklesinler. Çözüm çok ama uygulatan, denetleyen, kurallara uyan nerde? Ver caydırıcı cezayı, bakalım bir daha yapacak mı. Yaptı m ı? Al arabasını hattan, bağla.

Bazı insanların kazançları azalacak, bazı araçlar trafikten men edilecek ama, bir çok insanımıza mikrop bulaşmıyacak, olası kazalarda az insanımız zarar görecek,
İstanbul’un Avrupa Kültür ve Sanat Başkenti olması nı sağlayan yöneticilerin bu kentin trafiğini ve kurallarını , kente yakışır duruma getirmelerini bekliyorum.



RTÜK NE İŞE YARIYOR?

“TEHLİKELİ YAYINLAR “ yazımda “ RTÜK“ ne işe yarıyor ? “ diye sormuştum. Hemen cevap geldi.
Bakın FOX tv. de, komedyen Levent Kırca Habur kapısından girip, serbest bırakılan PKK lılar için sahneye koyduğu “öpüşün- barışın “ skeçi nedeniyle RTÜK, “ YAYIN İLKELERİNE TERS” gerekçesi nedeniyle, FOK sa uyarı cezası veriyor.

Levent Kırca, skecinde kendisi hakim rolünde, tecavüz ve saldırı suçu işleyen suçluları yargılıyor ama, suçlu ve şikayetçiyi “ Bunlar ufak şeyler, hadi bakayım öpüşün barışın “ diyerek serbest bırakıyor. Arkadan da nedenini anlatıyor. “ On binlerce bebeği, kadını, genci katledenler, zafer kazanmış kahramanlar gibi karşılanıyor, Fak-Fun-Fon dan yararlanıyor. Onlar suçsuz ise, o zaman bunlarınki hiç suç değil “

FOX sa gelen ceza galiba “ Açılım “ nedeniyle olsa gerek.

15 Ocak 2010 Cuma

K Ü L T Ü R

TEHLİKELİ YAYINLAR

Burhan Bursalıoğlu


Ben, öyle televizyonkolik insanlar gibi TV karşısına geçip, erlinden düşmeyen kumandayla, kanal kanal dolaşan insanlardan değilim. Haber, spor ve ilginç roportajlarla belgesellere takılırım.
Şu son 10 günlük hastalığım nedeniyle, mecburen evde kaldım. Zaman zaman kumandayı alarak kanallarla ve programlarıyla tanıştım.
Neler var neler. Ne saçma programlar, ne beyin yıkamalar, ne hakaretler, ne çelişkiler, ne isyan ettirecek kadar insanın yaşantısıyla, beslenmesiyle işiyle, gücüyle alay eden programlar. Neler, neler, nelerrr.


Hiçbir kanal, Vatandaşın çektiği, ekonomik, yerleşim, iş- güç yaşamından bahsetmiyor. Her şey süt liman. Kaygı, tasa yok. Problem yok. Herkes işine gücüne gidiyor, hafta sonu çoluk çocuğunu alıyor, lüks arabasına veya uçağına biniyor, şöyle yakın ülkelerde tatilini geçiriyor, gezip gezip geliyor. Veya ormanlık alandaki villasına gidip , şöminenin karşısında içkisini yudumluyor. Kısaca, Halkımız çok mutlu, refah ve saadet içinde. TV ler söz birliği yapmışlar gibi, tüm programları hemen hemen birbirinin aynı. Bekar, dul, genç-yaşlı kadınlara koca, bekar karısından ayrılmış veya ayrılmakta olan erkeklere kadın bulan programlar, malzemesi çok ama, yemek çeşitleri bilmeyenler için, ağzı sulandıracak, ancak ac insanları isyana götürecek kadar , alay eder gibi yapılan çeşitli yemek ve bunları beğenmeyen ac gözlü yarışmacıların gülünç iddiaları.


Sanki Halkımız, bu şaşaalı yaşamından, mutluluğundan, kurtulmak istiyor. Heyecan arıyor. Sokaklara, meydanlara dökülüyor. Buz gibi havada soyunup havuzlara girip hak aramıyor, mutluluğumuzu, gelirimizi azaltın, bize iş vermeyin, çoluk çocuğumuz savaş görmedi, macera arıyoruz, birileriyle savaşalım diyorlar. Halk ağıt yakmiyor, intihar etmiyor, bir kısım aydınımız Ergenekon davaları nedeniyle tutuklu değiller, diğerleri rahat ve tedirgin değiller, Ulusumuzun bekçisi, Atatürk İlke ve İnkilaplarımızın koruyucusu Ordumuzun içine ve komuta kademesine çomak sokmuyor, bir kısım insanlarca,” asker olmak istemiyoruz” denmiyor, memur, emekli, dul, yetim zam istemiyor, çiftçi tohum ve mazotun ucuzlatılmasını, ürettiği sebzenın pahalı alınmasını istemiyor, vergi sorunu yok, kredi kartı borcu olan yok, trafik sorunu yok, keşmekeşlik yok, herkes kardeş kardeş , en yüksek düzeyde geçinip gidiyor (!)

Görsel medyamızda bu zenginliklere (!) karşı,” halkın heyecanını artırayım, monoton zengin, problemsiz, mutlu yaşamdan biraz uzaklaştırayım,” diyerek, her kanala vurdulu-kırdılı, cinayetli, oyunlu, entrikalı, intiharlı, toplu-tüfekli, mayınlı-tabancalı, yaralanmalı- ölümlü diziler koymaya ve devam ettirmeye karar veriyor.

Yukarda olmasını arzuladığımız bir yaşamın tamamen tersini yaşadığımız bu Ülkede , medya yayınladığı dizilerle, halkın moralinin düzelmesine yardımcı olacağına aksini yapmıyor mu? Üstelik, geleceğimizi de karartmıyor mu? Türkiye sanki Teksas. Her gece ve saatte, büyük-küçük demeden, zararlımı - faydalımı demeden, bu tür diziler her kanalda yayınlanmaktadır.
Aklımda kalanları sayayım:

HESAPLAŞMA, VALİ, KAHRAMANLAR, EZEL, BU KALP SENİ UNUTURMU, KURTLAR VADİSİ, SAKARYA FIRAT, ARKA SOKAKLAR, PARMAKLIKLAR ARDINDA, KASABA, KAPALI ÇARŞI, ADANALI, ASİ, MASKELİ BALO, GENÇ SAVAŞÇILAR.
Bunlar sadece bir kısmı. İnsanlarımız bu yükü taşıyamaz. Nitekim, eline bıçağı silahı, maskeyi alanlar, ben Polat’ım, ben polısim, ben Ezel’im, ben şuyum, ben buyum diye, gasp, tecavüz, soygun ve cinayet işliyorlar.
Neden? Kahraman olmak.Dizilerdeki yöntemleri uygulamak, meşhur olmak için. Çocuklarımızda, yarın aynı yolu izleyeceklerdir. Sakın haaaa, dizi öncesi ekrana gelen kısıtlamayı herkes uyguluyor zannedilmesin. O olay bir gösteridir.

Bu olumsuzlıkları medya patronları bilmiyor mu? Bilirlerde, çok para kazanmak, bol reytink almak için bunu yapıyor ve yapmaya da devam ediyorlar.
Bu dizileri yazan senaristler, Karaiplerden mi, yoksa Teksas’tan mı geldiler. Hep aynı konular, aynı sahneler.

Peki, Türkiye’yi savaş alanı gibi gösteren bu dizileri izleyen bir kuruluş yok mu? Sakıncalıdır diyebilen, yasaklayabilen, men eden bir kuruluş yok mu. Var tabi RTÜK. Burdaki görevliler, bu dizileri seyretmiyormu? Yoksa onların hoşuna mı gidiyor? Sıcak odada, rahat koltuğuna uzanıp, elinde kahve fincanı veya içki kadehi ile bu pembe (!) dizileri izlemek için mi varlar? Yoksa, Ulusa, Vatan’a, çocuklara, geleceğimizi karanlıklara gömecek zararlı yayınlari tespit etmek, engel olmak, yasaklamak için mi göreve getirilmişlerdir?
Bunlar ne yapıyor bimiyorum.

Bu yayınları göremiyorlar sa, yerlerini dalga geçen değil, görev yapacak, o işin erbabına bırakmalılar. ( Bir idare kursunda, hocamız,” yanınıza alacağınız kişilerin , o işin manyakları olmalıdır ki, başarılı olasınız “ demişti) İşe göre adam atamak lazım.

TOPLUMU VE GELECEĞİMİZİ, KARARTAN, ÇOCUKLARIMIZA ZARAR VEREN DİZİLERİN SENARİSTLERİNİ, BUNLARI YAYINLAYAN, YAYINLAMAKTA ISRAR EDEN, BUNLARI GÖRMEYEN VE GÖRMEMEKTE DİRENEN, GÖREVLİLERİ, YÖNETİCİLERİ, MEDYA PATRONLARINI PROTESTO EDİYOR, VE BU YAYINLARIN HALKIMIZ TARAFINDAN DA BOYKOT EDİLMESİNİ ÖNERİYORUM.

13 Ocak 2010 Çarşamba

A T A T Ü R K


Sevgili dostlarım, hala yataktayım. Yazı yazamadım. Ama NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE Blogu sahibi sayın Mehmet Bilgehan'ın kendi blogunda yayınladığı ATA'ya MEKTUP imdadıma yetişti ve kendinden izin alarak hemen blogumda yayınlıyorum. Bilgehan Bey'in de ifade ettiği gibi "her sabah" değil her gün iki kez okunmasıni diliyorum.


ATA'ya MEKTUP


Satır aralarında ve gazete köşelerinde kalamayacak bir mektup. Herkese ulaşması ve her sabah yeniden okunması dileğiyle;

Değerli Büyüğümüz, Liderimiz, Sevgili Atamız,

Bugün sen doğalı 128, Cumhuriyet kurulalı 86, seni kaybedeli 71 sene oldu.
Geçen senelerde çok çalıştık, hiç durmadık.Vatanımız güllük gülistanlık.Her köşesini demir ağlarla ördük.Çevremizdeki komşularımızla oluşturduğumuz barış çemberi devam ediyor.
Emperyalist güçler hala bize diş geçiremediler.Madenlerimizin hepsini bulduk, ekonomimize kazandırdık.Osmanlı bankasından aldığımız dersle milli bankalarımızı koruyoruz.Türk sermaye birikimi zorlukla oluştu, fabrikalar kurdu, onların yüzyıllık fırsatçı uluslararası sermaye önünde ezilmemesine dikkat ediyoruz.
Bilim adamlarımızın geliştirdiği yeni ürünlerle dünyanın her yerinde aranan mamulleri üretiyoruz. Bu yüzden işçilerimiz refah içinde ve mutlu.
O çok önem verdiğin eğitim sistemimiz süper, bırak okuma-yazma bilmeyen kalmamasını herkese fırsat eşitliği, kaliteli eğitim, uzmanlaşma en üst düzeyde.Toplumun eğitim düzeyi yüksek, boş zamanlarında herkesin elinde bir kitap!
Güzel sanatlar ve spor hayatımızın içinde, herkesin ilgilendiği bir uğraşısı var.Her şehirde tiyatrolarımız, sanat gruplarımız hem halkımızı devamlı eğitiyor, hem de sosyal ortamlar sağlıyorlar.
Hele kütüphanelerimizi görmeni isterdik.Çiftçimiz her zamanki gibi baş tacımız, köyde olmak eğitimsiz olmak anlamına gelmiyor. Kendi tarlalarımızda kendimize yeterli olmak için çok çalışıyoruz.
Milletimizin birliği, ortak dilimiz sayesinde pekişti. Devletin parası hepimizin ortak varlığı, yokluk günlerini unutmadık, çok titiz bir şekilde harcanıyor.Borçlarımızın hepsinden kurtulduk, hatta bazı ülkelere boyunduruk altına girmesin özgür kalabilsin diye borç bile verebiliyoruz.
Halkımızın maneviyatı sağlam, istediği gibi ibadetini yapıyor, kimsenin kulu değil, çünkü dininin kurallarını Türkçe öğreniyor, ibadetini Türkçe yapıyor. Bu konuda fırsat olmayınca, onları kandıracak ruhban sınıfı da kalmadı.
Kurduğun tarih kurumları sayesinde, kendi tarihimizi hem materyalist çıkarcı batı bakışından, hem islamik arap emperyalizminden, hem tek yanlı kindar Çin söylemlerinden kurtardık.

Değerli Atam,

Lütfen kızma, seninle eğlendiğimizi düşünme. Senin zaten gerçekleri bildiğini biliyoruz.Bütün bunları; 71 yıldır atılan o gösterişli, ağlak nutuklardan, samimiyetsiz törenlerden sıkılmışsındır, mektubun girişinde seni birazcık gülümsetebilirmiyiz diye yazdık. Çünkü senden hatıra kalan resimlerdeki o içten tebessüm sana çok yakışıyor.
Doğrusunu istersen, senin gibi liderler artık bu günlerde pek muteber sayılmıyor. Seni bekarlık partilerindeki dansözler gibi pastadan çıkarıyorlar.
Açık konuşmak, düşünmek, yorulmadan çalışmak değer kaybetti.Artık fikir tartışmaları bile farklılaştı, halkın kimin ne demek istediğini anlamasına imkan yok. Toplum mühendisliği öyle gelişti ki, artık tutarlılığa bile gerek kalmadı. Öyleki fikrin başlığı, sloganı ve içeriği tamamen farklı olabiliyor. Barış isteyerek savaş, birlik isteyerek ayrılık, eşitlik isteyerek sömürü, demokrasi isteyerek baskı kolayca yapılandırılabiliyor. Ama sen bunların olacağını zaten biliyordun.Bize nelerle karşılabileceğimizi açıkça söylemiştin.“Ey Türk Gençliği” diyen sesin hala kulaklarımızda.Gençken bu hitabeyi her okuyuşumuzda hepimiz içimizden “üzerimize düşeni yaparız elbet” demiştik.Şu anda kaçımızın hala aynı fikirde olduğunu tahmin etmek biraz zor.Neyse! Senin ideallerine inanan, seni putlaştırmamış, her olayı bilimin penceresinden değerlendiren bizler buradayız.Eskisi kadar çok değiliz. Senin gösterdiğin yolun değil de, senin yarattığın gücün etrafında toplananların hepsi yolda döküldü. Kimisi paranın gücüne, kimisi iktidar nimetlerine dayanamadı.Kimisi dünyada popüler olmayı, ülkesinde onuruyla yaşamaya yeğ tuttu.Kimisi korktu. Anlık rüşvetleri, çocuklarının geleceğine tercih etti.Kimisi hümanist kesildi. Tarihin neden tekerrür ettiğini unutup , ülkesine başkasının gözlükleriyle bakmaya başladı.Kimisi sivil toplum örgütçüsü oldu. Parayla fikir ithalatçılığı yaptı. Kimisi kendine iktidar alanı açmak için, bugüne kadar bu ülkeyi yüzlerce kere dolandırmış kişilerle işbirliği yapıp, onları idare edebileceğini sandı.Ama hepsinin vicdanı, 128 yıl önce doğan senin görüşlerinin, günümüzde de hala geçerli olmasını kaldıramadığından, bütün yapılanların senin görüşlerine uygun olduğunu anlatmak için neler uyduruyorlar neler, yaratıcılıkta sınır yok, keşke görebilseydin.
Artık yolumuza onlarsız devam ediyoruz. Bu anlattıklarımı sakın bir şikayet, veya bir çaresizlik ifadesi olarak düşünme.Sadece bize gerçekleri görmeyi, ona göre politikalar üretmeyi, kendine ve milletine güvenerek onurlu davranmayı sen öğrettin.Sen aramızdan ayrıldıktan sonra ulusal hedeflerimize konsantrasyonumuzu kaybettik, birbirimizle uğraştık, küçük kurnazlıklarla vakit kaybettik, düşmanlarımızın ülkemizin planlarına müdahil olmasına izin verdik. Kişisel çıkarlarını siyaset diye yutturanlarla, milleti için fedakarca çalışanları birbirinden iyi ayıramadık. Ağaları, şeyhleri, savaş zenginlerini, saltanat meraklılarını, din bezirganlarını yeniden hortlattık. Senin yönetimine diktatörlük diyenlerin, demokrasi diye diye nasıl kendi krallıklarını kurduklarını zamanında farkedemedik.
Ama artık daha tecrübeliyiz. Kolay kolay, gazete haberlerinin, kimin çektiği belli olmayan filmlerin, yalancı kahramanların tuzaklarına düşmüyoruz. Bütün hatalarımıza rağmen uğraşıyoruz, didiniyoruz, anlatıyoruz, uyandırmaya çalışıyoruz. Bizimle dalga geçiyorlar: Emperyalizm çağının bittiğini, dünyada bütün ülkelerin barış içinde, uygarlık yolunda yürüdüğünü artık bizi millet yapan, bu vatanda birarada tutan bu fikirleri bırakmamız gerektiğini söylüyorlar.
Üzülmüyoruz, yılmıyoruz, tekrar uğraşıyoruz, tekrar anlatıyoruz. Biz, daima burada olacağız.
Ama, seni özledik.Senin ufkunu özledik.Yol göstericiliğini, milletine her zaman güvenmeni, senin onurunu özledik. Senin sarı saçını, mavi gözünü, dostluğunu özledik.
Vatanın için verdiğin emeği, yaptığın fedakarlığı,bizleri hep biraraya getirmeye çalışmanı özledik. Her kelimeni dikkatle seçişini, kim olursa olsun karşındakine gösterdiğin saygıyı, sözlere yüklediğin anlamın derinliğini özledik.
Bağımsız karakterini, barışa hasretini, gerektiğinde çizmelerini çekip savaşa hazır olma kararlılığını özledik.Kendi kendini eğitmeni, okumadan, bilenlerle tartışmadan karar vermeyişini özledik.
“En hakiki mürşit ilimdir” diyen sesini,bilim adamlarına verdiğin desteği özledik.
Davet edilmeden hiçbir uluslararası kuruluşa yüz vermeyişini,dış seyahatlere gitmeden bütün kralların seni ziyarete gelişini, milletine uşak dedirtmeyen özgüvenini özledik.
Uzak görüşlülüğünü, çocuklara olan sevgini,gençliğe güvenini, geleceğe olan inancını özledik.
“Ne mutlu Türküm diyene” deyişini özledik.
Seni Özledik!
Senin inançlarını, yaptıklarını, her şeye rağmen, üniversitemizde yaşatıyoruz.Hedeflerimizi hiç değiştirmedik,Halkımızın refahı, Vatanımızın bütünlüğü, Vicdanımızın özgürlüğü, Birey olmanın özgüveni, Bilimin ışığı.Atam, hepimiz, öğrettiklerini, seni, unutmadık.

Sen rahat uyu!

En derin saygılarımızla ve en içten sevgilerimizle!10 Kasım 2009.

Pamukkale Üniversitesi Öğretim Üyeleri, Elemanları, Öğrencileri ve Memurları adınaProf.Dr.Fazıl Necdet ArdıçRektör

11 Ocak 2010 Pazartesi

S A Ğ L I K

BEKLENMEDİK HASTALIK

Burhan Bursalıoğlu

8 Ocak 2010 Cuma günü sabahleyin, arabamı peryodik bakım için servise götürdüm. Öğleye yakın çıktım ve eve geldim. Herşey normaldi.
Saat 14 sıralarında boğazımda bir yanma, arkasından da öksürük başladı. Gündemde domuz gribi var ya, endişelendim, hemen doktora gittim.
Durumu anlattım, boğazıma baktı, oturdu, reçete yazmaya baqşladı. Bir taraftan da konuşuyor.
_ Önemli birşey değil. Bir antibiyotiğin var, sabah akşam 5 gün içeceksin. Bir gargaran, günde üç defa gargara yapacaksın.Bir öksürük şurubun var, onu da üç kez alacaksın. Bir de hapın var, onu da üç kere 8 saatte bir alacaksın.

Reçeteyi elime sıkıştırdı. Doğru eczaneye gittim, ilaçları yaptırdım. Akşam olmuştu. Şöyle bir ilaç tanıtımlarına bakayım dedim. 1000 lik antibiyotik AMOKLAVİN, Soğuk algınlığı ve gripte BENİCAL, öksürük için LEVOPRONT, gargara için de OROHEKS PLUS.
Aslında antibiyotiği kullanmak istemiyordum. Çünkü onun bir arkadaşıma verdiği zararı bildiğimden tereddüt ediyordum.

Tereddütümü gidermek için kalp doktorum, Kardiyoloğ Prof. Dr. Serap Erdine'yi ( Öğretmen okulundan fizik öğretmenim Fazıl Berki Erdine'nin kızı ) aradım, durumu anlattım ,ilaçların adlarını söyledim, yorumunu rica ettim.Bana Benikal i hiç almamamı, tansiyonun çıkar ve kalp çarpıntısı yapar, diğerlerine hemen başlamamı, bol su ve sulu şeyler almamı, ateşin çıkarsa MİNOSET almamı söyledi.,teşekkür ederek ilaçlara başladım.
Eşim Candan'a ," benim odamı değiştirin. .Kuşların odasına g,itmek istiyorum." dedim. İtiraz etmedi. Odadaki, indir yat, koltuğunu (çekyat değil) hazırladılar , o günden itibaren kuşlarımla birlikteyim.

Gece yarısında, boğaz ağrım fazlalaştı, boğazıma sanki bir şey tıkanmıştı. Öksürük te çoğalmış, sanki boğazımı yırtacak gibi sertleşmişti. Kuru bir öksürüktü. Tesellim ateşim olmamasıydı. Domuz gribinde ateşin baş rol oynadığını bildiğim için endişelenmekte haklıydım. Gerçi ölümden korkmuyordum ama, bir domuz uğruna da ... Niyazi olmak istyemiyordum.

Hani derler ya, "Her erkeğin yaşamında 3 kutsal kadın vardır" Bü teşhise şapka çıkarılır. Anne, Kızı ve Eşi. Bu üç kutsal kadınlardan olan eşimden bahsedeceğim.
2009 12 Ağustos' ta , evliliğimizin 50. yılını kutladık. Dile kolay , yarım asır. İyi ve kötü günlerimiz oldu. Önemli olan birbirimize ihtiyacımız olduğu zamanki davranışlardır. Mutluluk ve sıkıntılarımızda tek paylaşıcımız, destekcimiz, hayatımızın, olmazsa olmazı. 50 yıllık deneyimimizde, Candan'ın bana karşı olan titizliğini ben ona , onun kadar gösteremediğimi belirtmek istiyorum. Bu da galiba, erkekliğin sertliği mi desem, gruru mu desem, erkeklik rolümü desem, ne derseniz deyin.

Yattığımdan beri, bugün üçüncü gün, her dakika, "ilaçlarını aldın mı, saatli ilaçların hangisi, karnın acıkmıştır, çorba getireyim mi,komposto getirdim,portokal suyu getirdim, ıhlamur getirdim bunu iç, göğsüne sıcak yaşmak koyayım, viks süreyim, sırtın açılmış, ayakların üşür, yorganın altına çek, mandalina ye, muz getirdim ye, ateşine bakalım... böyle ilgisi devam edip gidiyor. Soru sorması bahane, Bir şeyi sordu mu emrivaki uyguluyor. Binlerce lira maaş verip bir hemşire tutsak, Candan kadar iyi bakamaz. Bazı kaprislerime Candan tahammül eder ama hemşire bırakır gider
.
Tanrı kadınlara büyük bir dayanma gücü vermiş. Biz erkekler onlar kadar dayanıklı değiliz. Gelen telefonlara neşe ile, moral bozmadan cevap vermesi, çarşıya, pazara alışverişe koşması da caba.

Bu kadınlar halikaten birer melekler. Tabi aralarında, kocasını evden kovan, döğen, yaralayan hatta öldüren canavar kadınları istisna olarak kabul ediyorum. Onlar denizde bir bardak su gibi.

Benim erkek va kadınlara tavsiyem olacak.

Her iki taraf da eşlerinizi el üstünde tutun, olanlarla iktifa edin, münakaşalarınızı saygı çerçevesi içinde yapın. Sesinizi yükseltmeyin. Sorunlarınızı birlikte çözün. Çocuklarınız sorunlarınızdan uzak tutun. Birbirinize sevginizi zaman zaman söyleyin. Diliniz yamulmaz, Bir çiçekle batmazsınız. Fikirlerinizi zorla kabul ettirmeyin. Muhakkak bir orta yolu vardır. Hele ,hele ayrılmayı hiç aklınıza getirmeyiniz. Bu günkü ortamda evlili yapmak cambazlık demektir.

Bu gün yatakta oluşumun, Cuma'yı saymazsak 3. günü. Yavaşta seyretse, öksürük ve boğazlarım iyiye doğru gitmektedir. Umarım, 2 gün sonra tamamen iyileşirim.

Hastalığımın mikrobik olduğu kesin. Adına bronşit diyelim. Bronşit tedavi edilmezse,Fananjite çevirir. Ailemizde hasta olmadığına göre bu mikrobu, toplu taşıma yapan araçlardaki sıkışıklıklardan almışımdır. Bu konuya ileride değineceğim.
Hoşca kalın, sağlıkla kalın.

5 Ocak 2010 Salı

B A Ğ L I L I K








GALATASARAY'IN EFSANE TARAFTARI

Burhan BURSALIOĞLU


Türkiye fuıtbol liglerinin tatilde olduğu , statlarda karmaşanın yaşanmadığı, küfürlerin olmadığı, başkan ve yöneticilerin birbirlerini kırıcı laflar etmediği, basının kışkırtıcı haberlerinin olmadığı şu günlerde, siyasetten uzakta, ülkemizin karabulutlarından uzak bir gün yaşamak amacıyla, geçmişin çok uzaklarına gitmek istiyorum.

Gençliğimizin, tam bir fanatik taraftarından söz etmek istiyorum. Tüm takımların taraftarlarının sevdiği, alkışladığı bir Galatasaraylı Karıncaezmez Şevki'den.
Şevki'nin statlarda boy gösterdiği dönemlerde, maç yapan takımların taraftarları yan yana oturur, attıkları sloganları saygı ile karşılar, güzel hareketleri birlikte alkışlar, tek bir küfür duyulmazdı. Son yıllarda, küfürü bir tarafa bıraktık, ölüm olayları, tutuklanmalar, statlardan uzaklaştırmalar, bu nedenle de, saha kapatma, para cezaları, yöneticilere hak mahrumiyeti ve seyircisiz oynama cezaları verilmektedir. Günümüzdeki olumsuzlukları hepimiz biliyoruz. Fazla kurcalamaya gerek yok.
Karıncaezmez Şevkiden söz edeceğim.
Şevki Hasta denecek kadar bir Galatasaray taraftarıydı. Kendini, ilk İstanbul'a geldiğim tarih olan 1955 de tanıdım. O tarihe kadar gazetelerden ve radyo haberlerinde adına rastlardım. Çünkü o, Galatasaray'ın sembol simalarından ve Türkiye'nin de en tanınmış futbol taraftarıydı.

Şevki Güney, 1919 da doğdu. Mesleği şoförlüktü. 15 yıl da İETT otobüslerinde şoförlük yaptı. Otobüsün şoförmahallini çiçeklerle süsler, sarı kırmızı renklerle donatır, yakasına çiçekler takardı. 15 yıl sonra görev alan amirlerinden biri, Şevketin bu kıyafet ve davranışlarının, yönetmeliklere aykırı diyerek, Şevketin işine son verdi.
48 model bir opel kaptıkaçtı arabası vardı. Taksim-Karaköy, Taksim-Dolapdere hattında çalışıyordu. Galatasaray'ın maç günlerinde, şimdiki İnönü stadının , o zamanki adı Mithatpaşa stadına ücretsiz taraftar taşırdı.
Kullandığı arabanın her tarafı sarı-kırmızı renklerle ve futbolcuların resimleriyle doluydu. Taksiyi sarı-kırmızıya boyamıştı. Jantlardan biri sarı diğeri kırmızı, çamurluklar, farlar,ön arka kaput, dikiz aynaları, kapılar sarı-kırmızıydı. Taksinin içi de tavana ve yan duvarlara yapıştırılmış gazete küpürleriyle doluydu. Metin Oktay'ın volesi, Turgay Şeren'in plonjonu, Candemir'in, Mustafa'nın, Coşkun'un, Kadri'nin, Suat'ın,Yılmaz'ın, Turan'ın, Ayhanı'ın Ergün'ün İsfendiyar'ın, Uğur'un ve birçok futbolcunun değişik pozdaki resimlerinin yanında, oryantal danslı kızların resimleri arabayı süslerdi.
Galatasarayın galibiyetlerinde, arabasının dışını da süsler, çiçeklerle donatırdı. Sair zamanlarda " Ayıptır, Galatasaraylılardan başka taraftarlar da var. Arabanın dışıyla kimseyi rahatsız etmem. Arabamın içi benim dışı vatandaşındır" derdi. Kendi kıyafeti de tamamen sarı-kırmızıydı. Çoraplarının biri sarı diğeri kırmızı. Ayakkabıları da aynı. Gömlek yerine forma giyerdi. Yakasında sarı-kırmızı gül eksik olmazdı. Bere veya şapkası sarı-kırmızıydı.
Karıncaezmez Şevki, sarı-kırmızı renklere olan aşkını bir tesadüf olduğunu söyler. Birgün Yeşilköyde, bir köşkün bahçesinde sarı-kırmızılı bir avrupa gülü görmüş. Rengi öyle çekiciymiş ki, yaklaşıp koklamış. Kokusu da çok hoşuna gitmiş. İşte o günden sonra şevki'de çiçek sevgisi, koku sevgisi ve sarı-kırmızı sevgisi başlamış. Koku nedeniyle arabasında her zaman bir şişe esans kokusu bulundururdu.
Bir fenerbahçeli olan gazeteci Tevfik Yener bir yazısında Şevki'yi şöyle ifade eder " Karıncaezmez sarı-kırmızı forması ve bayrağı ile yuhalanmaz, alkışlanırdı. Bizle el şıkışırdı. Onu herkes severdi. İster fenerli, ister Beşiktaşlı olsun. Çünkü o efendi adamdı. Futbolun bir oyun bir eğlence olduğunu biliyordu. En önemlisi, sportmenliğin barış, kardeşlik ve de centilmenlik olduğunu hissediyordu."
Karıncaezmez Şevki şoförlüğü süresince hiçbir kaza yapmadı. Kimseyi incitmedi. Zaman zaman da İstanbulun en "Kibar şoförü" seçilmiştir.Bu nedenledir ki, ona "Karıncaezmez" lakabını zamanın İstanbul Emniyet Amiri, ve sonradan İç işleri Bakanı olan Orhan Eyüboğlu vermiştir.
Karıncaezmez Şevki, bugün bildiğimiz amigolara benzemezdi. Kendinden büyük bayrağını, maç başlayana kadar trübün korkuluklarına çıkarak arkası seyırciye dönük vaziyette, slogan atmadan, sallar ve seyirciyi selamlardı. Seyirci de ona " yaşa varol " diye bağırır, o da bu tezahürata karşı çok mutlu olurdu. Takım sahaya çıkınca, Karınca ezmez yerinde duramaz, korkuluklardan oyuncuları selamlardı. Maç bittiğinde elindeki bayrakla, kalabalığın önünde, Beyoğlu, Hasnun galip sokağındaki Galatasaray kulüp binasına kadar yürürdü.
1965 yılında, Şevki'in, 18 yıllık eşi Mediha Güney boşanma davası açtı. Kızı Sıdıka ve oğlu Nuri ile hakim karşısına çıkan Mediha," kocasının ev ve çocuklarıyla ilgilenmediğini" söyledi. Karıncaezmez " Maddi durumumun kötü olduğu doğrudur. Beni bu hale düşüren Galatasaray'a olan aşkımdır. Bu aşk beni maddeten yıkıyor, fakat manen ben bir milyonerim" diyerek boşanma talebinin reddini istediyse de, tepeden tırnağa, sarı-kırmızı donanmış Şevki'yi gören hakim ikisini de boşadı.
Karıncaezmez'in, 1968-69 sezonunda kazanılan şampiyonluk, onun belleğinde çok büyük bir değer kazanmıştı. O sezon Karıncaezmez'in tribünde yaşadığı son şampiyonluk ile, Metin Oktay'ın, gol kralı olduğu ve futbola nokta koyduğu sezondu.

Karıncaezmez ölene kadar,o şampiyon takımı bir çırpıda sayardı.
Kalede Nihat, Ali, Ergün, Muzaffer, Talat, Turhan Mehmet, Ayhan, Gökmen, Metin Uğur.
Karıncaezmez'in hiç yorulmadan selam verişleri vardı. Beyoğlunda, Galatasaray Lisesi önündeki ambleme döner saatlarca selam dururdu. Trafik kilitlenirdi. Kimsede ses çıkarmaz, beklerlerdi.
Kapalı çarşıdaki Şark kraathanesine uğradığında, duvarda asılı duran, İran Şahı, Pehlevi'nin babası Rıza Pehlevinin resminin karşısına geçer, sandalyenin üzerine çıkarak yarım saate yakın bir süre selam dururdu. Ayrıca, resmi elbiseliye, her gördüğü heykele, meyhanelere, ve sarı-kırmızı gördüğü her nesneye selam verirdi.

Artık işler tersine gitmeye başlamıştı. Galatasarayın, Fenerbahçe'ye 3-2 yenildiği bir maç sonrasında, G alatasaraya uğursuzluk getiriyor diye, Karıncaezmez'i tribünden aşağıya attılar. Sağ kolu kırıldı. Maçlara almadılar. O da kırık kolla, şimdiki kaçak denen gökdelenin bulunduğu yamaca çıkar, sağ konunu havaya kaldırarak seyirci ve oyuncuları 90 dakka , yapmur, kar, soğuk, sıcak demeden selamlardı.
Kolu kaynamadı. Aylarca alçı içinde kaldı. Birkaç kez daha aynı yerden kırıldı. İltihap ve kangrene dönüştü. Paşabahçe SSK Hastanesinde, Dr. Ergün Dizdaroğlu ve Dr. Ali Uras tarafından kolu kesilerek kurtarıldı.
Tekrar maçlara gitmeye baişladı ama o eski heyecanı kalmamıştı.

Bir müddet sonra hastalandı. Merterde, kızkardeşi Nuriye Haskatar'ın 10 nüfuslu evinde çile doldurmaya başladı.
23 Mart 2000 de, Galatasaray'ın Mallorca yı elediği tarihte, Samatya SSK Hastanesinde vefat etti. Ne yazık ki , o büyük Avrupa kupasının alınışını göredi.

Karıncaezmez Şevki, kendini , kendi yazdığı şiiriyle şöyle tarif ederdi.
Çiçek server, Esans sürer, Karıncaezmez, Gönül kırmaz, Acele iş sevmez, 30 km. den fazla gitmez, Galatasaraydan dönmez, Yakasında çiçek görmezse yaşıyamaz, Şoför Şevki Güney.

Karıncaezmez Şevgi Güney'e Allah'tan rahmet diliyorum. Nur içinde yatsın.















2 Ocak 2010 Cumartesi

S A Ğ L I K











İŞPORTADA İLAÇ




Burhan Bursalıoğlu



Sayın Başbakan Tayip Erdoğan,” bundan böyle ilaçların bakkal ve marketlerde satışının yapılması için çalışmalarımız devam ediyor “ diyerek, sanki yeni yıl mesajı veriyordu.. Ne imiş, ABD de bu böyle imiş. Ne kadar kopyacı bir millet olmuşuz. Birisi bir şey yapmasın, hemen onu kopyalayıp kendimize adapte etmeye çalışıyoruz. Bu işi de, onların bitirdikleri bir zamana denk getiriyoruz. Sanki nöbet değişimi yapıyoruz. Bir ara, Eğitimde de kopyalama yapılıyordu. Örneğin, İlkokul matematik konuları içine giren Kümeler gibi.. Bu konunun kime faydası oldu? Yaşamda , karşımıza mı çıktı? Hayır.


Bir diğer dikkati çeken, hep ABD den örnekler almamız ve onların uygulamalarını kendimize yakıştırmamız.


İstiklal Savaşından önce, Osmanlı İmparatorluğunun çöküş döneminde, bazı aydınlarımız, Ulusun kurtuluşu için ABD mandalığını benimseyip, onların emrine girmeyi öneriyorlardı. Bugünkü durum, bana o geçmişi hatırlatıyor.


Gelelim ilaç meselesine. İlaçlardan anlayan, hastaya, doktordan sonra yardımcı olan, ilacın ne işe yaradığını, nasıl kullanıldığını, nelere dikkat edileceğini, ufak tefek yaralanmalarda ilk müdahaleyi yapan, Eczacılık tan diploma alan eczacıların işi değil mi? Elbette onların işi. Peki, market tezgahında bulunan kişiler pansuman yapabilecekler mi, ilk müdahaleyi yapabilecekler mi, iğne yapabilecekler, reçeteyi doğru okuyabilecekler mi, tüm ilaçların hangi hastalıklarda nasıl kullanılacağını bilebilecekler mi? Tabii ki hayır. Diyeceksiniz ki, marketler, ilaç reyonuna eczacılığı bitirenleri alır. Alır da acaba yıllarca dirsek çürütmüş, eczacılık yapar diploması alan 3 kuruş karşılığı tezgahtarlık yapar mı? Gerçi bugün üniversite mezunları, manav, çöpçü, branşlarıyla ilgisi olmayan, ekmek parasına çalışanlar var, var ama bu iş toplumun sağlığı ile ilgilidir. Onun için, büyük mesuliyet alan kişiler, üç kuruşa çalışmazlar. Bu günkü uygulamaya göre, diplomasını satar. Doğru bir şey mi ? Hayır.Yanlış. Eczacılığın E sinden anlamayan , satın aldığı diplomayı yürürlüğe koyarak eczane açıyor. Öte yanda, parası olmadığı için, eczane açamayan dürüst insanlar mağdur oluyor.


Şimdi ise daha kötü olacak,. Bir çok eczane kapanacak. Birçok insan işsiz kalacak. Yeni zenginler türeyecek. İlaç pazarlayan birkaç zengin sektör türeyecek. Market zincirleri gibi, eczane, veya market ilaç reyonları zinciri oluşacak.


Peki bunlara gerek var mı?


Başkalarının düşüncelerini bilemem ama, şu bir gerçek ki, bir ülkede ekonomi aşağı doğru yuvarlanmaya başlayınca, önünü kesmek için ufak tefek takozlar konmaya başlar. Eczacıların devletten alacaklarını alamıyorsa, ilaç yüzdeleri düşüyorsa, birçok kırtasiyecilik yaptırılıyorsa, bunların düzeltilmesini istemek de eczacıların hakkı olsa gerek. Bu girişimler bazılarını rahatsız etmiş olamaz mı? Gözdağı verilerek, ilaçların bakkal ve marketlerde satılması tehdidi yapılamaz mı? Olabilir. Akla yatkın.


Ama ne olursa olsun, ne düşünülürse düşünülsün, halkın sağlığı ile dalga geçilmez. Halkımız zaten yeteri kadar hasta. Tüm hastanelerde adım atacak yer bulunmuyor. Tedavi için her gün sabah saat 05 de kuyruğa giren insanlarımız doğru dürüst tedavi de olamıyorlar. Birçok hastane özelleştirildi ve özel hastaneler açıldı. Orta ve düşük gelirli hastalar bu özel hastanelere gidememektedir. Gitseler de muayene ücretinin % 70 ini ödeme durumundadır. 300 liralık muayene ücretinin 210 lirasını hasta ödeyecektir. Tabii bunlar sağlık sigortalarından birine dahil ise. Oralardan ancak durumu iyi olan tuzu kuru olan istifade edebilmektedir.


Devlet hastanelerinde çalışan bir doktor en az günde 50 hastaya baktığını düşünürsek, onların kullanacağı ilaçlar da o nispette artacaktır. Marketlerdeki ilaç reyonları bunlara cevap verebilecek midir?


Eczanelerin kapatılmasını sağlayan bu tehdit vari nutuklardan olumsuz olarak etkilenen halkın sağlığı ile oynanmasını kafam almıyor. Bana kalırsa e n iyisi, çarşıda pazarda ne kadar esnaf var ise , fırıncısı,manavı,terzisi, ayakkabıcısı, tüccarı,yemişçisi, kasabı, işportacısı bu ilaçları satmalı. Evlere de yakın olur, eczane eczane aranmamış olur.


Dolayısı ile, eczaneleri kapatınca, ilaçlar market ve bakkallarda satışı başlayınca, yeni, yeni zenginler türeyince, cenaze levazımcıların da çoğalması, cenaze levazımı zincirleri oluşur. Buna paralel olarak da yeni mezarlıkların açılması lazım.” Yer yok” deyip dikine gömülme veya yakıp küllerin savrulması durumuna düşmeyelim.

29 Aralık 2009 Salı

Y E N İ Y I L


Ömür Bankasının Hayat Şubesindeki 2010 Nolu


Hesabınıza:


Her Günü Mutluluk, Neşe, Saadet, Bol Şans ve


Sağlık Dolu,


Gıcır Gıcır 365 Gün Yatırılmıştır.

Bu Yeni Kredinizi,

Aileniz, Eş Dost ve Arkadaşlarınızla Birlikte,

İhtimamla Harcamanızı Dilerim.

Burhan BURSALIOĞLU




























MİLLİ BAYRAMLARIMIZ