23 Aralık 2010 Perşembe

SAĞLIK


  SANIRIM  SONUNA KADAR OKUMANIZDA FAYDA VAR .
 
ŞEKER & KOLESTROL & TRİGLİSERİT...
ALINTI

Prof. Demirkol ile Cuma günü Topkapı Suriçi’nde Fatih Belediyesi’nin tesislerinde buluştuk.  Sağlık gibi bir konuda uzun zamandır bu kadar bilgilendirici bir sohbet yapmamıştım, bir o kadar da keyifli...


***

 Gelirken bir arkadaşıma rastladım, kilolarından şikayetçidir hep. Ona “Canının istediğini ye ama çok hareket et” dedim. Yanlış mı yaptım acaba
?
Sağlıklı kilo vermede spor asla yeterli olmaz. Bugün şişmanlık, kaloriye dayandırılıyor. Oysa kalori hesabı fiziksel bir özellik. Gıdaların kimyasal özellikleri de var. Siz sadece kaloriye baktığınız zaman o kimyasal özellikleri tümden yok sayıyorsunuz. Mesela bizim bugünkü konumuz da olan şeker kendi başına eklem kıkırdağını eriterek dizde kireçlenmeye yol açıyor ve o kadar yaygın ki bu hastalık! Diz protezi, kalça protezi yapılmasının başlıca nedeni şeker. Damarları tıkayan da sanılanın aksine kolesterol değil, şeker.

*Yani şeker sadece kalorisi ve şişmanlatıcı etkisiyle zarar vermiyor, doğrudan kimyasal yapısıyla da tehlikeli. “Şeker yiyeyim oradan aldığım kaloriyi başka yerden kısarım” demek çok yanlış...

Kesinlikle.

*Peki ne kadar şeker kullanabiliriz?

Günde 8 kesme şeker hakkınız var. Başka hiçbir meyve ya da bal, reçel yememişseniz tabii.

* Ben sabahları bir tatlı kaşığı bal yiyorum...

O zaman 6’ya iniyor şeker hakkınız. Bal ağırlıklı olarak fruktoz içerdiği için, yiyeceğiniz meyveyi de üçte bir oranında düşürmeniz gerekir.

* Peki hangisi daha zararlı? Tuz mu, şeker mi?

Kesinlikle şeker.


* Tuz için de “Günde en fazla 6 gram alın” deniyor...

Tuz konusunda yeni çalışmalar var, bugüne kadar yapılan kısıtlamaların çok da doğru olmadığını gösteren... Mesela siz tuzu terle vücuttan atabiliyorsunuz ama şekeri atamıyorsunuz. Şeker direkt olarak size popo ve karın yağı olarak geri dönüyor. Oralarda depolanan yağın ise getirdiği bir sürü olumsuzluk var. Kalp hastalığı, damar sertliği gibi...

ÇOK MEYVE YİYEN MÜTHİŞ BİR ERKEK GÖRDÜNÜZ MÜ?

* İyi ama bazı dönemlerde tatlı yeme ihtiyacı artıyor insanın. O zaman ne yapacağız?

Vücudun şeker talebi yoktur
. Ama biz sürekli şekerle beslendiğimiz zaman, vücudumuz zararlı olduğunu bildiği için şekeri metabolize edecek olan insülini hazır bekletir. Dolayısıyla sürekli fazla şeker ya da nişastayla beslenen kişinin açlık kan insülin düzeyi yükselir. Açlık kan insülin düzeyi yükseldiği zaman kan şekeri düşer. Kan şekeri düştüğü zaman, “Eyvah kan şekeri düşüyor” sinyalini vücut size nasıl yansıtır? Mide özsuyunu salgılatarak, size açlık hissettirerek... O yüzden de siz aşerirsiniz. “Reçel kavanozu nerede?” diye aranmaya başlarsınız. Halbuki 100 yaşını aşan insanların ortak özelliği nedir diye bakıldığında açlık insülin düzeylerinin düşük olduğu görüldü.

* Yani uzun yaşamanın temelinde şeker yememek yatıyor...

Evet. Açlık insülin düzeyini düşük tuttuğunuz oranda sağlıklı ve uzun yaşarsınız. 1700 yılından kalma İngiltere’ye ait istatistikler var elimizde. Kişi başına yıllık bildiğimiz şeker tüketimi ne kadar biliyor musunuz? 5 gram! Yani yaklaşık 1 kesme şekeri kadar. Kesme şekeri 4 gram gerçi ama... Demek ki, şeker bir ihtiyaç değil. Tam tersi, sonradan tamamen alışkanlık olarak soframıza girmiş. 1801 yılında şeker pancarından da şeker üretilmeye başlanmış ve Almanya’da ilk pancardan şeker üreten fabrika kurulmuş. Sonra bütün Avrupa’da ard arda şeker fabrikaları açılmış. 1815 yılına gelindiğinde İngiltere’de kişi başına şeker tüketimi, 115 yıllık süre içinde tam bin 200 kat artmış ve 6 kiloya çıkmış. Bugün Orta Avrupa’da yıllık kişi başına şeker tüketimi bir kişinin kendi beden ağırlığından fazla; tam 70 kilo! Ve 1815’ten günümüze kadar şeker tüketim artış eğrisiyle, kanser, kalp hastalığı, inme, diyabet ve obezite gibi kronik hastalıklarda artış eğrisi bire bir örtüşüyor.

*Merak ettim, siz şeker kullanıyor musunuz?

Hiç. 38 senedir ne çayıma ne kahveme şeker koyuyorum. Onun dışında tatlı hiç yemiyorum.

*Ama hep denir ki şeker, yani glikoz beyin hücrelerini çalıştırır...

Doğru, çok iyi hatırlattınız. Eritrositin, omurilik ve beyin hücrelerinin enerji kaynağı glikozdur. Ama şeker yiyerek daha akıllı olmuş bir insan gördünüz mü siz? Çünkü vücut gereksinim duyduğu o glikozu yağdan da, proteinden de kendisi üretmeyi becerebiliyor. Mesela spermin enerji kaynağı fruktozdur. Peki siz hiç çok meyve yiyen müthiş bir erkek gördünüz mü? Göremezsiniz, çünkü testis hücresi spermin ihtiyaç duyduğu fruktozu kendisi üretir. Fruktoz çok dikkatli alınmalıdır. Çünkü, şeker pancarından veya şeker kamışından elde ettiğimiz şeker, yani bilimsel adıyla ‘sakaroz’ (bir yapay tatlandırıcı olan sakarinle karıştırılmamalı) iki ayrı molekülden oluşan bir birleşik moleküldür. Sakarozu biz yer yemez vücudumuzda glikoz ve fruktoza ayrışır. Glikoz kan şekerimizin de adıdır. Hemen kana karışır ve kan şekerini yükseltir. Vücudumuz şekerin zararlı olduğunu bildiği için korkudan hemen insülin salgılar.

* Nasıl?

Eğer çok fazla miktarda şeker yemişsek, gereğinden fazla insülin salgılanır. İnsülin o şekeri hemen alır vücudun bir enerji açığı varsa kısmen enerjiye dönüştürür. Ama insan vücudu çok tasarruflu bir biyolojik bünye. Çok az enerjiyle çok işler yapabilir. Mutlaka yediğiniz şekerde bir fazlalık olacaktır. Bu fazla şeker, insülin aracılığıyla ya kas ve karaciğerdeki şeker depolarına götürülecek, ki vücudumuzun şeker deposu 120 gram kadardır ve orası da sürekli doludur, hiç boş kalmıyoruz çünkü, ya da insülin bu şekeri alacak ve yağa dönüştürecektir. Dolayısıyla sizin yediğiniz şeker vücudun değişik bölgelerinde yağlanmalara sebep olacaktır. Ama insülin salgılanırken bir de leptin denilen tokluk hormonu salgılanır. Dolayısıyla belli bir miktar glikoz yedikten sonra vücut “Pes” diyor, “Artık yeme!” Doyuruyor sizi. Yani hiç olmazsa şekerin glikoz bölümü bir derecede tokluk yarattığı için daha fazla şeker yemenizin de önüne geçmiş oluyor. Şekerin ikinci bölümü olan fruktoz ise; insülin salgılatmadığı için tokluk hissi de yaratmaz. Dolayısıyla sınırsızca yiyebiliriz. İşte bu çok tehlikeli. Fruktozun günde 15 gram kadarı vücudumuzda değişik kimyasal süreçlerde kullanılabiliyor. Eğer bundan fazla fruktoz alınırsa karaciğerde trigliserite dönüşür. Trigliserit kan yağıdır. Hem karaciğer yağlanmasına, hem damar sertliğine, hem de vücudumuzun yağlanmasına yol açar. Amerika’da son 30-35 yıldır ortaya çıkan obezite salgını, meşrubatların, bisküvilerin, dondurmanın ya da diğer tatlıların mısır şurubuyla, yani fruktoz ağırlıklı üretilmiş olmasına bağlanıyor. Çok şükür biz de Amerikanlaştık! Çünkü bizde de mısırdan tatlandırıcı üreten 5 fabrika var. Baklava şerbeti bile artık mısır şurubundan üretiliyor... Böylece eskiden baklavayla şişmanlamamızdan daha fazla şişmanlamamız sağlanmış oldu.

* Ama meyvedeki fruktoz doğal?
Doğal sözcüğüne bayılıyorum. Akrep zehiri de doğal, bir porsiyon ister misiniz
? İster dondurmadan ister elmadan alın, fruktoz fruktozdur. 15 gramdan fazlası alındığında yağa dönüşür, kolesterolü oksitleyerek damar sertliğine yol açar. Ama yine de meyvenin meyve suyuna üstünlüğü var. Meyve suyunda hiç posa bulunmadığından, fruktoz tümüyle emilirken, meyvedeki posa fruktozun hiç değilse bir bölümünün emilmesini engellemektedir. Ama posa da meyveyi tümüyle masumlaştırmamaktadır. Yani siz fazla meyve yiyerek kendinize iyilik ettiğinizi düşünüyorsunuz. Ama bir avuç trigliserit elde ediyorsunuz.

SİZİ KADIN, BENİ ERKEK YAPAN KOLESTEROLDÜR

* Bu trigliseritin önemi ne peki?

Kolesterol masum bir maddedir. Ve bütün hormonlarımızın hammaddesidir. Sizi kadın, beni erkek yapan kolesteroldür. Kolesterol olmazsa hormonlarımız olmaz
. Nitekim sıfır beden mankenlerimizin kolesterol almadıkları için hormonları çok azalır ve adetten kesilirler. Ve maalesef tamamen sağlıklarını kaybederler. Anne sütü o yüzden kolesterolden zengindir. Doğa kendi kendine zarar vermez. Çocuğun kolesterole ihtiyacı var ki, anne sütünde de kolesterol var. Ama eğer siz kolesterolün oksitlenmesine yol açarsanız o zaman damar sertliği olur. Dolayısıyla kolesterolün kendisi zararlı değil, oksitlenmiş kolesterol zararlı. Kolesterolü oksitleyen dört madde var. Bunlardan biri de fruktoz. Dediğim gibi sihirli sınır da 15 gram fruktoz. Diyelim ki biz bir restorana gittik ve Sayın Başbakan’ın önerdiği gibi bonfilenin yanında bir bardak şarap içmedik, sağlıklı olalım dedik, o yüzden bir bardak taze sıkılmış portakal suyu içtik. Bir bardak portakal suyunda yaklaşık olarak 60 gram şeker, 30 gram fruktoz vardır. Bu miktar ise 15 gram sınırını aşıyor. Dolayısıyla yemekte bonfileden aldığımız kolesterol meyve suyundan veya meyveden aldığımız fruktozun fazlasının karaciğerde trigliserite dönüşmesi sonucu oksitlenerek damar sertliğine yol açıyor. Yani ne olur şarapta kalalım! Çünkü şarap antioksidandır. Özellikle kırmızı şarap. Beyaz şarap beyaz üzümden, kırmızı şarap kırmızı üzümden yapılır diye bir ayrım yoktur. Kırmızı şarabın önemi, üzümün kabuklarıyla birlikte ezilip mayalanmasından gelir. O yüzden beyaz şaraptan daha değerlidir. Çünkü üzümün kabuğunda antioksidan bir sürü madde vardır ve bu antioksidanlar da damar sertliğine ve kansere karşı koruyucudur.

YEMENİZ GEREKEN EN SON ŞEY BEYAZ PEYNİRLE KARPUZ


* Çoğu beslenme uzmanı meyve ve sebze serbest diyor...

Bir kere meyve ve sebze aynı satıra yazılmayı hak etmiyor. Meyveden almak istediğimiz tüm antioksidanlar, vitaminler ve mineraller sebzede de var
. Halbuki meyvede, sebzeden farklı olarak oksitleyici şeker mevcut. Burada Taş Devri Diyeti önerenlere bir hatırlatmamız olmalı. O dönemki meyvelerin şeker içeriği bugünkü meyvelerden üç kat daha azdı. Kültür bahçeciliği ile biz meyveleri giderek şekerlendirdik. Yani 10 bin sene önce elmanın şeker içeriği bugünkü domatesin şeker içeriği kadardı. Biz aslında meyveleri sağlığımıza zarar verecek hale getirdik. O yüzden Taş Devri Diyeti’nde “İstediğiniz kadar meyve yiyin” deniyor. Ama hayır. Meyve sakıncalı. İçindeki fruktoz oranı yüzünden sakıncalı. Şimdi gelelim yine Başbakan’a... Başbakan, alkol içeceğinize meyve yiyin diye bilime son derece aykırı bir ifade kullandı.

* Vallahi ben yıllardır Başbakan’ın söylediği gibi yapıyorum. Hiç içki içmiyorum ve çok meyve yiyorum. Özellikle de üzüm...

Ve kendinize zarar veriyorsunuz. Çünkü bütün meyveler hem glikoz hem fruktoz hem de o ikisinin birlikteliğinden oluşan sakaroz içerir. Unutmayın, bugün Amerika’da alkole bağlı sirozdan daha çok, karaciğer yağlanmasına dayalı sirozdan karaciğer nakli gereksinimi duyuluyor.

* Öyleyse ne kadar meyve yiyebiliriz?

Meyveleri, az, çok ve orta şekerli diye, tabii ki geçişler var ama kabaca üçe bölmemiz mümkün. İlkbahar meyveleri, kiraz, vişne, erik, kayısı bir dereceye kadar az şekerli meyveler arasına giriyor ve başka hiçbir şeker tüketmediyseniz, yani hiç pasta kek yemediyseniz, çayınıza, kahvenize şeker katmadıysanız, günde 400 gram bu meyvelerden yiyebilirsiniz. Elma, armut, şeftali, portakal mandalina orta şekerli meyveler sınıfına giriyor. Bunlardan da 300 gram yiyebilirsiniz. Ama yine çayınıza, kahvenize hiç şeker koymamış , sabah kahvaltıda bal ve reçel yememiş olmak koşuluyla. Eğer yediyseniz onları da bu miktardan düşmek gerekir. İncir, muz ve üzüm gibi çok şekerli meyvelerden ise günde en fazla 200 gram yiyebilirsiniz. Yani yaklaşık olarak 3-4 incir, bir muz gibi...

* Peki ya karpuz ve kavun?

Karpuz az şekerli meyve sınıfına giriyor. Kavun da az şekerli ile orta şekerli arasında... Ama ben biliyorum ki mesela “Yazın ne yemeli?” diye bir diyetisyene sorduğunuz zaman, “Hafif yemeli. Mesela beyaz peynir ve karpuzla öğlen yemeğini geçiştirmeli” der. Tebrik ederim, yapmanız gereken en son şey bu. Çünkü beyaz peynirden aldığınız kolesterolü karpuzdan aldığınız fruktozla oksitleyerek damar sertliğine yol açmış oluyorsunuz. Ama buna karşın yağsız bir kuzu şiş yeseniz, yanında da bir bardak şarap içseniz hiçbir damar sertliği olmaz... Bu arada, sorunuza gelecek olursam, karpuz bir dilim yenir, ama bir dilim karpuz yiyen insan görmedim şimdiye kadar. Halbuki en fazla 400 gram, yani bir dilim yenmelidir. Fazlası sağlığa zararlıdır.

* Yani içki meyveden daha mı ehven-i şer?

Alkol sınırını Dünya Sağlık Örgütü belirledi. Alkol karaciğer için bir toksik maddedir. Bu kesin. Bu toksik madde karaciğerde detoksifiye ediliyor, yani zararlı etkisi ortadan kaldırılıyor. Ama karaciğerin de bir sınırı var. Erkekte bu sınır, günde 20 gram alkoldür. Kadında ise yarısıdır; 10 gram.

* Peki neye tekabül ediyor 20 gram alkol?

Bir duble rakıya tekabül ediyor günde. Veya 300 ml. biraya (bir şişe), veya 100 ml. şaraba (küçük bir kadeh
). Bu arada kadınlara bu oranların yarısını, mesela yarım kadeh şarap öneriyoruz. Özellikle şarap az içildiği takdirde hem damar genişletici etkisinden dolayı dolaşımı rahatlatır, hem de antioksidan içeriği açısından kansere, kalp hastalığına ve damar sertliğine karşı koruyucu etki gösterir. Bir küçük kadeh şarap içmek, her gün de içilse sağlığa katkı sağlar, zarar vermez. Ha, dini açıdan buna yaklaşırsanız, ben din bilimcisi değilim. Ama sarhoş olmanın yasak olduğunu biliyorum. Eğer din alkolü kesin bir şekilde yasaklıyor olsaydı, yediğimiz her meyvede çok az miktarda alkol var, meyveyi de yasaklardı.

* Ama bilim de alkole bir sınır, dolayısıyla bir yasak getiriyor...

Elbette.

* Peki neden kadın-erkek ayrımı var?

Kadının metabolizması farklı. Bunun yüzde 100 şu nedenle olduğu söylenemiyor. Ama kadınlarda daha düşük orandaki alkolün karaciğerde hasara sebebiyet verdiği saptanmış durumda. O yüzden Dünya Sağlık Örgütü, üst sınır olarak erkeğe günde 20 gram alkol önerirken, kadına 10 gram alkol öneriyor. Yani yarısı kadar...

* Peki haftanın üç günü birer kadeh içilse?

Bu soru çok sık soruluyor bana. “Ben 6 gün içmeyeyim ama 7’nci gün dört duble içeyim” diye... Hayır. Önerilen dozun her aşıldığı durum ciddi bir darbe vuruyor karaciğere. O yüzden her gün için ama bu sınırı dikkate alın.

HER GÜN YARIM KADEH KIRMIZI ŞARAP FAYDALI

*Ben hiç içmiyorum...

Bence her gün yarım kadeh kırmızı şarap sağlığınıza olumlu etki sağlar. Rahatlatır, sonra antioksidan kaynağı olarak çok önemlidir. Alkolün sınırlarını bilip o sınırlara özen gösterirseniz, şaraptan veya rakıdan korkmanız gerekmiyor. Ama sınırınızı bileceksiniz.

* Peki içkinin fazlası ne yapıyor vücuda?

Bir kere kalorisi yüksek olduğu için kilo fazlalığı yapar. Yani bütün o şişmanlığın getirdiği olumsuzlukları yanında taşır ama her şeyden önce karaciğeri zehirler ve karaciğer yetersizliğine neden olur. Tıpta, matematik gibi eşittir işareti hiç yoktur. Yani “Sen şunu yaparsan şu olursun!” Siz doğada bir ağacın üzerinde tıpkı iki yaprak gördünüz mü? Hep bir biyolojik değişim vardır. Ama çok ender olarak eşittir işareti vardır tıpta da. O da alkolü fazla tüketirsen karaciğer yetersizliği gelişir. İki artı iki eşittir dört gibi... .
 

20 Aralık 2010 Pazartesi

MİZAH


GÜLMEK  YAKIŞIYOR.  İHTİYACIMIZ VAR


Erkek , 38 , İstanbul

...Karımla alışveriş merkezinde dolaşırken birden önümüzden inanılmaz güzel bir kadın geçti. Nasıl oldu ben de anlamadım ama ilk defa bir kadına bu derece kilitlendim. Bu durumun farkında olan karımın şu sözleri ile kendime geldim. "Bakma faslın bittiyse kavgaya geçeceğim!                                                            
Kadın , 40 , Çanakkale

Romantik bir akşam yemeği sonunda omuzunda yatarken soruyorum "Beni seviyor musun?" diye. Magmalara gelesice kocamdan cevap geliyor. "Sevdik ya!"       
Kadın , 21 , İstanbul

Ablam evlenmeden önce saatlerce odamıza kapanır, sigara ve kahve ikilisi
eşliğinde sırlarımızı dökerdik. Böyle anlardan birinde, kısık sesle
"Müzik açalım mı? Babam yan odada, bizi dinliyor olabilir." dedim. Yan
odadan gelen ve hala hatırladığımızda bizi kahkaha lara boğan ses: "Ne
dinleyecem sizi beee!"
Erkek , 25 , İstanbul

Ülkemizde kişi başı milli gelir 10.000$'a yaklaşmış. Benim cebimde 10
YTL var. Kim hakkımı yiyorsa haram olsun!
Kadın , 21 , Bursa

Annemle babam tartışıyor. Tartışma esnasında annemin kafası o kadar çok karışıyor ki, kendisini aldatmakla suçladığı babama "O çocuklar benden mi??" diyor! Zaten tartışma o anda bitiyor, gülmekten tabii.
Kadın , 25 , İzmir

İşyerinde küpe takan erkek arkadaşımıza babasından yorum: "Bir zamanlar nur topu gibi oğlum vardı; nuru gitti, topu kaldı!"
Erkek , 25 , Trabzon

Eğer bir sokakta yürüyorsanız ve camında ''Bu ev kiralıktır'' yazılı bir
evin yanından geçip birkaç adım sonra önüne geldiğiniz bir başka evin
camında ''Bu da'' yazısını görürseniz bilin ki Trabzon'dasınız.
Kadın , 34 , İstanbul

"Seviyor musun?" dedim, "Seviyorum." dedi. "Ne kadar?" dedim, "Çok."
dedi. "Ne kadar çok?" dedim. "Her akşam eve gelip dırdırını çekecek
kadar çok..." dedi. Sustum...
Erkek , 35 , Eskişehir

Tatile giden, hayat dolu yaşlı teyzemiz güya helalleşiyor. "Hadi
çocuğum, hakkınızı helal edin, hayat bu; siz ölürsünüz ben göremem, veya siz kör olursunuz beni göremezsiniz..."
Erkek , 28 , ABD

8 yaşımdaki yeğenim "Dayı nasıl oluyor da renkli sabundan beyaz köpük
çıkıyor?" diye sordu. "Dur bir düşüneyim." dedim, hala düşünüyorum...
Erkek , 36 , İstanbul

Kırmızı ışıkta durduğum anda yanımdan iki motosikletli ışık hızında ve
tek tekerlek üzerinde geçti. Ben ağzım açık olayı izlerken yanıma
yanaşan 112 ambulansından doktor camı açtı ve bana: ''Gördün mü bizim
müşterileri... Hey maşallah!'' dedi.

Kadın , 31 , İstanbul

Nişantaşı-Kadıköy dolmuşu için bekliyoruz. Bir taksi geliyor dolmuş
yerine. Ön koltuğa oturan kadın her normal insan gibi emniyet kemerini
takıyor. Ancak şoför amcamız emniyet kemerinin iyice ortaya çıkardığı
dekolteye bakmaktan yola bakamadığı için bir müddet düşünüyor ve içini
çekerek kadına sesleniyor. "Abla, çıkar emniyet kemerini, böylesi daha
emniyetli hepimiz için."
Kadın , 22 , İstanbul

Arkadaşımla kafede otururken yan masadan kalkan hiç tanımadığım çocuk bizim masaya yöneliyor. Bir koluyla sandalyeme, diğer koluyla masaya abanıp kulağıma eğiliyor ve şöyle diyor: "Parmakların uzun; en az bir enstrüman çalıyorsun. Dişlerin temiz; sigara içmiyorsun. Yüzün güleç; öyle her şeyi dert etmiyorsun. Ve kalbin dolu, iki saattir yüzüme bile bakmıyorsun."
Kadın , 26 , Sinop

Duştayım. Birden elektrikler kesiliyor. Hemen kapıyı açıp anneme
bağırıyorum. "Anneee, konuş benimle; korkuyorum!" Annem başlıyor
konuşmaya. "Bu gece de rüyamda dedeni gördüm. Mezarının başına gitmişim, 'Baba ben geldim; kalk!' diyorum; o da mezardan çıkıyor; başlıyoruz konuşmaya..." Ben korkudan ağlamaya başlıyorum; annem gülmekten çatlıyor.
Kadın , 24 , İstanbul

Lacivert ceketi, gri pantolonu, kahverengi ayakkabısı ve siyah kemerini
bir arada giyen babama annemin yorumu: "Toplama bilgisayar gibi
olmuşsun!"
Kadın , 25 , İstanbul

Otobüse bindim, her yer dolu, arkaya doğru ilerledim, bir koltuktan
tutundum, ayakta duruyorum. Hemen önümde oturan, 20'li yaşlara
yaklaşmakta olduğunu tahmin ettiğim genç "Oturmaz mısınız?" dedi, hani
kalkayım da oturun anlamında, "Gerek yok, teşekkür ederim, böyle iyi."
dedim. Kalktı ve "Buyrun, oturun." dedi, "Teşekkürler, iyi böyle."
dedim, "Huysuzluk etme, otur dedik, otur işte!" dedi, ne yapayım,
oturdum ben de.
Kadın , 28 , İzmir

Hamile olan sevgili sarışın kuzenim, gebelikle ilgili okuduğun;
"Bebekler zekalarının %80'ini anneden alıyorlar." makalesinden sonra
panikle bana dönüp; "Ay inanmıyorum. Bana ne kalacak o zaman?" diye
sorduğunda sana; "Üzülme öyle bile olsa senin kaybedeceğin bir şey yok!" diyemedim ya! Lanet olsun içimdeki insan sevgisine!

Kadın , 31 , İstanbul
Haftasonu babasıyla gezmek için süslenmeyi abartan oğluma "Oğlum
çapkınlık mı yapacaksınız?" diye sordum. Oğlum tüm sempatikliğiyle cevap verdi; "Evet anne, babam da bakıyor kızlara ben de. Ama senin kadar güzelini görmedik!"
--
ALINTI

16 Aralık 2010 Perşembe

G E Z İ

RUMELİFENERİ

Burhan Bursalıoğlu

Garipçe ‘den  ayrıldıktan  sonra   Rumelifeneri’ne  geldik. 
Rumelifeneri   Garipçe ile mukayese edimeyecek şekilde daha gelişmiş bir yer. Karadeniz ile  boğazın birleştiği en uc noktada kurulmuş bir  köydür    Rumelifeneri.


Balıkçılıkla geçinen  halk, tekne imalatı, tamiri, kızak bakım ve onarımları da yapmaktadırlar. Limana indik.  Balık tekneleri bağlanmış, çalışanlar ağ tamirleri ile meşgul oluyorlardı. Kimi çalışan türkü söylüyor, kimileri  radyolarını açmış etrafa şarkılar dinletiyorlar, kimileri de işi bitmiş  tavla partisi düzenlemişlerdi.
 Boydan boya gezip dolaştıktan sonra kaleye çıktık. Manzara enfes. Soluna bakıyorsun Karadeniz, sağına bakıyorsun boğaz.  Bol bol fotoğraflar çektik. Kalenin avlusunu, burçlarına çıkıp surlarını dolaştık. Kimi yerleri yıkılmış ama hiç bir onarım görmemiş.
 Rumeli feneri’in tarihçesini araştırdık.
Köy antik çağda ki ismi, Panium kayalıkları üzerine kurulmuş olduğundan, ismide  Panium olarak söylenirmiş.   Bizans döneminde ki  ismi ile, Fanaraki veya Fanarayan, Avrupa feneri yada küçük fener demektir. Köy Rumeli yakasında kurulduğu için de Rumelifeneri adını almıştır. Köyün ismi bir süre de Türkeli olarak anılmıştır
Rumelifeneri tarihi zenginliklerle doludur. Günümüzde bile kullanılabilir durumda bulunan Ve Cenevizliler tarafından yapılan Rumelifeneri kalesi tarihi zenginliği gözler önüne sermektedir. Bu kale günümüzde zaman zaman film seti olarak da kullanılmaktadır. Papazburnu mevkii Osmanlı döneminde askeri yerleşim bölgesiydi. Burada padişah IV.Murat(1623-1640) tarafından bir hisar yapılmıştı. Hisarın evinde 60 adet asker evi, Sultan Murat adına yapılmış bir cami, buğday ambarları, cephanelik 100 adet büyük ve küçük top, kale muhafızı ve 300 asker bulunuyordu. Kıble yönüne bakan bir demir kapısı vardı. Şimdi bu tarihi  yerleşim bölgesinden geriye kalan, yıkık dökük bir duvardan başka bir şey değildir. Köy içersinde bulunan Osmanlı dönemi hamamı, İkinci Dünya savaşı sonuna kadar askeri birlikler tarafından kullanıldı. Sonraları ise kaderine terk edilmiştir.
Tarihi fener

Fransızlar tarafından 1856 da yapılan fener, deniz seviyesinden 58 metre yükseklikte bulunuyor. Kule yapısı üç kademeli olup 30 metre uzunlukta. İlk yıllarında gaz yağı ile çalışan fener, sonraları asetilen gazına çevrilmiş şimdi de otomatik olarak elektrikle çalışırken ışığın görünüş mesafesi 18 mile ulaşmış. Fenerin ilginç bir de hikâyesi var…
 İlk inşası sırasında kulenin birkaç kez yıkılması üzerine köyün yaşlıları kule sahası içinde bir yatır olduğunu, kulenin bu yüzden yıkıldığını Fransız yapım şirketine söyleyince önce türbe yapılıp etrafı çevrilmiş, sonra da bugünkü fener kulesi yapılıp, bitirilmiş. Kule binası içinde bulunan Saltuk Baba Türbesi ziyaret edilebiliyor.
.


8 Aralık 2010 Çarşamba

ÇEVRE GEZİSİ

GARİPÇE
 Burhan Bursalıoğlu

Kurban Bayramı’nın son Cumartesi  günü  Ailece,  güzel  havanın zevkini,  bayram yorgunluğunu, bir nebze  olsun  çıkarmak ve kahvaltı yapmak için Garipçe Köyü ne gittik.

Sarıyer’e 11, Taksim’e  31, Eminönü’ne de 34 kilometre  mesafede,   Rumeli  kavağı ile Rumeli feneri arasında  kalmış, taşlı, kayalıklı vadiye sıkışmış, 450 nüfuslu bir köy.

Köy meydanı park yeri olmuş. Kahvaltıya gelenler arabalarını oraya  koyarak,  kısa, dar sahildeki lokantalara   doluşmuş,  kahvaltılarını yapıyorlardı.
Önü deniz , karşı sahilde Poyraz köy görünüyor.  Çardaklı küçük bir lokantaya  girerek  9 kişilik grubumuza masa hazırlatıp, açık  büfeden yiyebileceğimiz  kahvaltılıklarıımızı  alarak,  neşe ve temiz deniz havasını soluyarak , sabah görevimizi yeri ne  getirdik.
Kahvaltımı  bitirip,  Şevval’i de yanıma  alarak, köyü dolaşmaya,  köy hakkında bilgi edinmeye çıktık. 

Dışardan gelen insanların  çok  yoğun  olduğu  Garipçe köyünden görülenler gerçekten çok garip. Yıkık dökük  ahşaptan yapılmış bina enkazları, etrafta yığın halinde olan çöpler, sahilin kirliliği. Topu topu 3 lokanta, muhtarın  odasına bitişik bir bakkal  dükkanı   ilk  göze  çarpanlar. Gazete sorduk, “yok” dediler. Neden ? dedik, “ burada satılmaz  gazete okuyanlar Sarıyer, Kavak veya Fener den alırlar” dediler. Anladım ki bu köy okumuyor. Zaten okul da yokmuş, Nüfusun azlığı, çocukların  az oluşundan okul  kapanmış, bina da bakımsızlıktan viraneye dönmüş, yer yer duvarlar çökmüş, tam bir enkaz.

Üzülerek seyrettiğimiz bu gariplikleri yadırgarken,  bir taraftan da fotoğraflar çekiyoruz. Rastladığımız yaşlı insanlardan da bilgiler almaya  devam  ediyoruz.

Mitolojide lanetlenmiş  kral  Phineas bu köyde yaşamış. Halkın anlattıkları hikayede “Buraya bir garip insan gelmiş” diyerek ifade ettikleri galiba bu lanetli kral olmalı.
Köy adının zaman içinde değişikliklere uğradığı  söylenmekte. Etrafın taşlı, kayalıklı sarp doğal yapıya sahip olmasından dolayı, kartal ve akbabalar  yuva yaparlarmış. Bu nedenla buraya  “Akbaba şehri” derlermiş.
Diğer bir adı da, Osmanlıcada, “yakın, yakında olan, yer  ve zaman yakın “ anlamına gelen  “Karib” sözcüğünün  değişerek önce “ karibce” sonra da “garipçe “ olmuş.

Garipçe köyünün halkı çoğunlukla Rize'li ve Trabzon'lu. Şaşırdım. Çünkü bu yörelerin insanları etraflarını düzenli ve temiz tutar. Ama Garipçe bunlara yakışmıyor.
 Halk balıkçılıkla geçiniyor. Başka hiçbir sanatsal gelirleri yok. Balık avlama yasağının başlamasıyla, yasağın bitimine kadar, Garipçede  av malzemelerinin temini,  bozuk ağ ve motorların tamiri ile uğraşılır, av  yasağının kalktığı Eylül ayında tüm sağlıklı, güçlü erkekler balığa çıkar.  Balığa çıkanlar  yasağın başladığı Haziran ayına kadar  denizde avlanarak yakın oldukları kent ve kasabalara uğrayıp satış yaparlar.  Köy yaşlı ve kadınlara emanet ediliyor.  Gençlerin  çoğu, okumak ve iş aramak için köyden uzaklaşır. Nüfusun azalmasının başlıca sebebi de bu imiş.

Yüzümüzü denize döndürdüğümüzde,  sol  tarafta kalan merdivenlerden  çıkıp 6-7 dakika yürüdüğümüzde  1450 yıllarında Cenevizliler   tarafından  yapılmış bir kale ve kule ile karşılaştık. İki tarafı  taş duvarlarla örülmüş  geçit ten sonra   sağlam demir kapılardan geçtik. Sonra karanlık bir dehlize girdik. Dehlizden çıkınca, kemerli,  tuğla örmeli  iki taraflı duvarların bitiminde merdivenlerden oluşan geçitler, koğuşlar, demir kapılar, çeşitli büyüklükte pencereler,  tabyalar ilk göze çarpan, bakımsız, pislik içinde, çöplük  yuvası.  

Köy muhtarı, kale ve kuleyi   onarıp  restore edilmesi,  işletilmesi , halka açmayı, köye gelir temin etmeyi  planlıyarak,  1994 de müracaat etmiş. Milli Savunma Bakanlığı kale ve yöreyi   ikinci derecede güvenlik bölgesi olarak kabul edip, muhtarın projesinin uygulanmasında bir mahsur olmadığına karar vermiş. Bu iyi ve faydalı kararın uygulanmaya geçirilmesi için, brokratik engellerin kaldırılması mümkün olmamış. 15 yıl,   bu engelleri  kaldırmaya yetmemiş.  

Ne yazık ki, işlevlerde karşımıza çıkan brokratik engelleri  hiçbir iktidar, “söz vermelerine rağmen”  en aza indiremedi.  Bu  sebepledir ki,  birçok tarihi değerlerimiz çürümekte,  enkaz olmakta,  heba olup yok olmaktadır.
Garipçe  Köyünden öğle vakti  Rumeli Fenerine doğru hareket ettik.  Bir başka yazımda da Rümeli Feneri  gezimizi anlatacağım.

5 Aralık 2010 Pazar

ÖNEMLİ HAFTALAR

Dünya RAKICILAR gününüz kutlu olsun.


        RAKI haftası başlıyor
            

Balığı çok, mevsimi soğuk, geceleri uzun ve harflerinden rakı yazılabilen tek ay olan "Aralık" ayının ilk haftasında kutlanmaya başlanan, "Dünya Rakı Haftası"  başlıyor.
Bu nedenle, yerli, yabancı, tüm rakıseverler kadehlerini aynı anda kaldırmak için bir araya geliyorlar.
"Dünya Rakı Günü" 2006 yılında ilk kez kutlanmaya başladı.


Birbirine karafını, bardağını, 70'liğini hediye etmeyen, böyle bir gecede içmeyen, muhabbet etmeyen, en çok da bilmeyen o an itibariyle ayıplanmaya başladı. Bu özel gün hem tarihi hem de manası itibariyle hep bir "yeni yıl"ın şenlikli bir provasını yapmak gibiydi.
Rivayete göre, rakıcıların piri Bekri Mustafa'da Aralık ayının ilk cumartesi günü doğmuştu.

               
Dediler ki, Meksika'nın "Tekila", Brezilya'nın "Kakaça" ve İspanya'nın "Sangria" festivalleri varken, bizimki nasıl olmaz?
Kutlasın tüm dünya, sakilere iş çıkaralım zevk-ü sefa ile...

Rakıname


İçmesini bilene zevk-u sefadır.
İçme'yi bilmeyene cevr-ü cefadır rakı
.


Bir münasip mikdarı, muhabbet anahtarı
Kaçırırsan ayarı, can'a ezadır rakı.


Ne dert kalır, ne keder, içeni mes'ut eder.
İçebilirsen eğer, ruha ciladır rakı


Ham ervahsan yanaşma, arif'sen ondan şaşma,
İç ama, haddi aşma ferahfezadır rakı.


Yarattığı ahengi, ne saz verir ne çengi,
Terbiyenin mihengi, dense sezadır rakı.


Beyaz peynir, domates, yanına bir kavun kes,
Çiğ köfteyle ne enfes bir iptiladır rakı.


Biraz tuzlu leblebi, kadehin billur leb'i,
Dudakları öpmeli, yoksa hebadır rakı
.


Ehli kemal olana zevkle hem'hal olana,
Sohbette tad bulana, yar'ı vefadır rakı
.

Dost bezminde sohbette, neşe-i muhabbette
Her manevi lezzete, bir vasıtadır rakı.


Nükte, cinas anlayan, ahengi-i bezm'e uyan,
İçip zırvalamayan, işte o'nadır rakı.


Eşek içince zırlar, köpek içerse hırlar
Kedi içse tırmalar, insanlar'adır rakı.

1 Aralık 2010 Çarşamba

ÖNEMLİ GÜNLER

 24  ve  28  KASIM’  IN   DEĞERLENDİRİLMESİ
Burhan  Bursalıoğlu

24  KASIM  ÖĞRETMENLER  GÜNÜ


24  Kasım Öğretmenler gününü buruk bir heyecanla beklerim.  Senede  bir  gün  kutlanan bu günde, yazarlardan, Milli Eğitimin her kademesinden,  Bakanlıklardan, Hükümetten  öyle güzel altın  sözcükler  gelir ki, bunları duyan yabancı bir vatandaş “Türk öğretmenleri  ne kadar şanslılar. Helal olsun “ der.
Asalında bizde öğretmenlik mesleği, meslekler  içinde hor görülen, en tehlikeli, en sahipsiz, en garip, görev başında en çok özen ve dikkat gösterilen, en çok emek gösterilen, en çok konuşulan, en çok yerden yere vurulan,  buna karşı en çok kıskanılan, istenen, sevilince tam sevilen, garip bir meslektir.
Milli Eğitim öğretmen yetiştirir,  atamak için kurada adı çıkmazsa yıllarca bekletilir. Çıkarsa, bir dağ köyüne gönderirler, ne arayanın, ne de soranın olur. Senede, belki de iki senede bir gelen müfettiş te, bir an önce  gitmek  için kısa bir gözlem yapar ve uzaklaşır. Bunun adı da “teftiş olur.”

Eğer gidilen okul ve çevre  problemli ise kendini olayların içinde bulur, başının derde girmesi  yanında, hayatından da olabilir.
Bekarsa evlenemez, evli ise geçinemez, Hata yapar veya üstleriyle ters düşerse yanmıştır. Dama taşı gibi köyden köye kentten kente, okuldan okula dolaştırırlar. Zayıf iradeli ise, bir sağdan bir soldan çekiştirilir. Emekli olana kadar, sabit bir mekan hasreti çeker. Aileler parçalanır, birleştirilmesi büyük sorun olur.

Öğretmenin  aldığı  maaş  onu  başkalarına boyun eğdirtir.  Şeref ve haysiyetini on paralık ettirir. Boş zamanı değerlendirip, eve maddi katkıda bulunmak amacıyla eğri boyunla, iş verenlerin ayagına gidip iş ister, çoğu kez de  mesleğini gizler. İşe alındığında sevinir mi üzülür mü bilinmez ama karışık duygular içinde olduğu muhakkaktır.  Kafasındaki sorunlardan biri de öğrencilerine   yakalanmamak. Bunun için de  saklanır, kaçar ve görünmez olur.
İşte öğretmenlik böyle garip bir meslek. Bu mesleği böyle garip duruma getiren güçlü odaklar, düşüncelerinden, planlarından, tasarımlarından vaz geçene kadar bu iş böyle devam edecektir.    Çünkü ,  bu,  öğretmenleri ve bu mesleği yücelten Büyük Önderimiz Atatürk’ün sözleri karşısında, kıskançlık krizine girenlerin  intikamı dır. Bunun için, öğretmenlik ve öğretmen perişan durumdadır.
24 Kasım’ları, buruk içinde beklememin nedeni, büyük güç sahiplarinin, siyasi odakların, hacıyatmazların , mangalda kül bırakmıyacak şekilde  öğretmenleri göklere çıkarır gibi nutuk atmalarını  merakla   beklememdir. Söylenenleri de  garip şekilde gülümseyerek geçiştiriyor ve  bu insanların,  görmediği,  tanımadığı,  nasıl yaşadıklarını bilmeyenlerin  ahkam kesmelerine de şaşırıyorum.

Öğretmenin kaderi de böyle sürüp gidecek.
24 Kasım ‘ dan önce, yıllarca müdürlük yapıp, emekli olduğum Emirgan İlköğretim Okulu idareci ve öğretmenleri  tarafından, öğretmenler günü kutlamalarına davet edildim.  Emekli olmuş öğretmen arkadaşlarımında davet edildiğini gittiğimde gördüm. İşte, öğretmeni  gururlandıran,  göz yaşı döktürten bır uygulama. Aradan 20 yıl geçmesine rağmen aranmak çok onur verici bir olay.
24 Kasım’da okula gittim. Öğle saatlerinde  tören başlatıldı. Okul Müdiresi  Emine Hanım, Sarıyer’de yapılan kutlamaya katıldığı için yoktu.
İlk konuşmayı bana verdiler. Günün anlamı hakkında düşündüklerimi  kısaca ifade edip , okul idareci ve öğretmenlerine, bir buket çiçek veren, öğrenci temsilcisine teşekkür  ettikten sonra, öğretmen ve öğrencilerin,  güne uygun konuşma ve şiirler okundu.  Tören sonuna doğru gelen Müdüre  Hanım da kısa bir konuşmayla öğretmenlerin ve bizlerin günümüzü kutlayarak töreni sonlandırdılar. Tören sonunda, Okulun hazırladığı  ikram için odaya geçtik. Orada da sohpete devam ettik. Müdüre Hanımın herkes için hazırladığı  küçük hediyelerini  alarak ,  28 Kasım günü,  okulda  buluşulması düşünülen Emirgan İlkokulu mezunları  için izin isteyip , izini de alıp teşekkür  ettikten sonra  ayrıldık.

28  KASIM  PAZAR


Emirgan İlkokulu mezunları  ve  öğretmenlerinin 5 yıldır sürdürdükleri   birlikte olma  geleneksel  toplantısı  28  Kasım Pazar  günü Emirgan İlköğretm Okulunda  yapıldı.

Okul Müdüresi, zamanımdaki öğretmenler ve mezun ettiğimiz öğrencilerimiz le  50 nin üzerinde bir kalabalık oluşturmuştuk. Bu sene yeni gelenlerin ve bir yıllık hasretlerini giderenlerin sarmaş dolaşları görülecek sahnelerdi.
Bu arada, daha önce çalıştığım Cihangir İlkokulundan öğrencim olup tiyatro oyuncusu olan Konuralp Sunal’ın da gelmiş olması beni çok mutlu etti.

Kısa konuşmam sonunda, okul çalışanlarına, Müdüre Hanıma,  gelenlere teşekkür ettim.
Benden  sonra,  birlikte çalıştığımız öğretmenlerden Ayten Fezikoğlu, Cafer Hergünsel, Müzyel Fazla, Nihal Özcam Hüseyin Bilgin, Yasemin Eroğuz Aysel ve Sunay öğretmenler kısa anılar anlattılar. Daha sonra okul Müdüresi Emine hanım söz alarak, “Bu  tür toplantıların sık sık yapılmasını, arada geziler düzenlenmesi, ziyartetler yapılmasını  arzuladığını  ve okulun tüm mezunlara açık olduğunu, toplantıyı düzenleyenlere de teşekkür  etti.


Müdüre Hanımdan sonra, 35 yıl önce ezberlediği, mezun gençlerden  Tuncay Birdal’ı alkışlarla sahneye davet ederek gür sesiyle şiirini dinledik.
Sohpet ve eğlencemiz ikram odasında da devam etti.


Bu sene tüm gençlerde hissettiğim bir burukluk sezdim. Sebebini de hemen farkettim. Bu yaz aramızdan ayrılan, genç yaşta kaybettiğimiz Tomris Elmaslar’ın üzüntüsü idi. Öğretmen ve öğrencilerin Tomris hakkındaki  düşünceleri dile getirilerek sohpetler  geç saatlere kadar  devam etti.
2011 yılının  20   Kasım’ında tekrar bir araya gelme umuduyla  ayrıldık.
  

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ