29 Mart 2010 Pazartesi
EDEBİYAT ETKİNLİKLERİ
HİKAYE SEVENLER GECESİ
Burhan Bursalıoğlu
25 Mart 2010 Perşembe günü, Emirgan İlkokulunda birlikte çalıştığımız Cafer Hergünsel öğretmen, telefonla beni arıyarak, 26 Mart Cuma günü, saat 18 de, Sarıyer Kültür Merkezinde, “Hikaye gecesi “ düzenlediğini, katılırsam memnun olacağını söyledi.
Cafer Hergünsel, benim müdürlük yaptığım dönemde, birlikte 6 yıl çalıştığım öğretmen arkadaşlarımdan biridir.
Hikaye gecesinde de söylediğim gibi, Cafer öğrtetmen çok çalışkan, çalışmaktan yılmayan, dürüst, doğru, son söyleneceği, önce söyleyen, sanat sever, yardım sever, sevilen, samimi kişiliği olan bir arkadaşımız.
Okulda kendisine verilen ve kendisinin gönüllü olarak istediği her tür görevi seve seve kabul edip, şevkle yapardı. Bayram, önemli günler düzenleme, uygulama, programlama, müsamere hazırlama, sahneye koyma görevlerini yapan, kendi tatlı üslubuyla spikerlik görevini de yürüten, düşündüğünü uygulayan, özgür tavırlı, ihtiyacı olanlara, özellikle yardıma muhtaç öğrencilere yardım etmeyi esirgemeyen, yardım edebilecek kişileri bulan, doğru bildiğinden şaşmayan, adil, haksızlıklara tahammülü olmayan karakterde, kilolu vücuduyla, sağa sola koşan, atik, cabbar ve hareketli, tükenmeyen bir enerjisi vardı.
İçinde kitabı, defteri, kalemi ve ihtiyaç malzemeleri olan çantasını omuzuna atar, Emirgan, Çınaraltı ve sahile inerek, gördüklerini, duyduklarını hikayelendiririp, defterine geçirirdi. Emirgan halkı da, O’ nun bu samimi ve değişmez hareketlerini benimseyerek, bu güne dek Cafer öğretmeni bağırlarına basmışlardır. Bu nedenle dir ki, Emirgan’da kurulan, faaliyette olan bir çok derneklerde yönetime alınarak, onun bitmeyen enerji ve görüşlerinden istifade etmektedirler.
Sarıyer Belediye Başkanı konuşuyor
Cafer öğretmen eğitimde de başarılı bir öğretmendi. Sınıfının seviyesini, diğer şubelerden üstün tutmak için çaba harcar, mesai saatları dışında gelir, geri kalmış öğrencilerini çağırarak onları yetiştirmeye çalışırdı.
Hikaye gecesinde, bir öğrencisinin,” Cafer öğretmen edebiyata çok düşkün olmasına rağmen, bize hep matematik çalıştırırdı. Beden eğitimi gibi beceri derslerin çoğunda matematik çalışırdık” şeklinde dile getirdiği tespiti gibi, matematik seviyesini, diğer şubelerin üzerine çıkarmak için, tüm fırsatları değerlendirirdi.
Cafer öğretmenin bu tempolu ve yoğun çalışması az geliyormuş gibi, birde üniversiteye kayıt olarak, İşletmeyi ve Edebiyat Faküldesini bitirdi. Yani birkaç karpuzu bir koltuğuna sığdıran, nadir, “ çalışkankolik” lerden birisidir
Cafer öğretmen.
Cafer öğretmen’ın yazıp , bastırdığı hikaye kitapları, girişimciliği, insanlarla olan samimi ilişkileri, Edebiyata verdiği değer nedeniyle, basılı, işitsel ve görsel medyanın da dikkatini çekip farkedilerek, ünü, “Otobüse bindiğimde, bende Emirgan Hasreti başlar “ diyecek kadar sevdiği Emirgan dışına taştı. Edebiyat sevenler ve hikaye yazarları arasında yerini almaya başlandı. Kısa zaman da da kendini kabul ettirdi.
26 Mart Cuma günü Saat 18 de Sarıyer Kültür Merkezinde düzenlediği hikaye gecesinde, 3 öğrencisi, ile birlikte çalıştığı öğretmen arkadaşlarından , ben, Hüseyin Bilgin ve Sevgi Vural ile, çeşitli yörelerden gelen, Edebiyat ve Cafer öğretmeni seven 100 civarında misafir vardı.
Saat 18 de başlayan gecede, Cafaer öğretmen kitaplarını imzalarken, misafirlere de kokteyl ikram ediliyordu. Saat: 19,15 de salona geçildi.
Görevli bir hanım açıştan sonra, Cafer öğretmeni sahneye çağırdı. Alışık olduğu mikrofonu ele alan Cafer Hergünsel, yaptıklarını, yapılmasını istediği ve yapılacakları bir bir , samimi üslubuyla anlatıp, kendine yardımcı olan kişilere teşekkür ederek, Sarıyer Belediye Başkanı Sayın Şükrü Genç’i sahneye davet etti.
Başkan, Cafer öğretmeni taktir ettiğini, Edebiyat, sanatsal ve kültürel çalışmalara hız verileceğini, düzenli olarak geceler, paneller yapılacağını, Boyacıköy’deki kapanan yazlık sinemanın açılacağını, Sarıyerin bir kültür merkezi haline getirileceğini belirterek, Cafer öğretmene bir de plaket taktim etti.
Üç saat süren Hikaye Gecesinde, söz alan 20 ye yakın konuşmacı, Cafer öğretmen hakkındaki samimi duygularını dile getirdiler. Bazı şiir severler de şiirler okuyarak geceye çeşni kattılar.
Son konuşmayı tekrar Cafer öğretmen yaptı. Katılanlara teşekkür edip, bu tür birtlikteliklerin daha sık sık yapılacağını, bunun için çalışacağını söyledi.
Her zaman olduğu gibi Cafer öğretmeni taktir ediyor, çalışmalarında başarıların devamını ve bol bol, o güzel akıcı ifadelerle yazılmış hikayeler oluşturmasını diliyorum.
28 Mart 2010 Pazar
BİRAZ DA ŞİİR - 3 -
ATAMA AĞIT .
Kemalettin KAMU
Sırma sarısını yay saçlarına,
Gözüne rengini koy denizlerin;
Düşün dudakların en incesini,
Yüzüne tuncunu ver benizlerin.
Onda yürüyüşün en yiğitçesi,
Onda bükülmezi vardı dizlerin
Gezerdi ülkede bir hızır gibi
Em olup derdine çaresizlerin.
II.
Durgun bir denizi andırır dışı
İçi hiç sönmeyen bir yanardağı.
Sesinde ıslığı eser kuvvetin,
Sözünde şahlanır Hakkın bayrağı
Gökle Güneş gibi buluştu onda
Sezinin sağlamı, duyunun sağı
Yıkarak kökünden osmanlılığı
O gömdü tarihe bir ortaçağı.
III.
Dağlar dümdüz olur işaretiyle,
Ürperir ovalar avazesine;
Devrilir hıncına çarpar ordular
Kaleler dayanmaz yelpazesine.
Fikrin, güzelliğin, aşkın, her şeyin
Bağlıydı daima en tazesine
Yaşadı başı dik, dünyaya karşı
Getirdi dünyayı cenazesine!
IV.
Onsuz kaldığın bilse tabiat
Bağlar üzüm vermez, bahçeler kurur;
Okşar saçlarını ezelin eli,
Yüzüne ebedin ışığı vurur.
Övünür insanlık eserleriyle,
Yurt onun sevgisi üstünde durur.
Adıdır kurduğu devlete temel,
Ünü kurtardığı millete gurur!
V.
Fâni varlığını kaybetti ama,
Simgesi yurdumun burçlarındadır
Engin ufuklara uzanmış kolu,
Hızı altıokun uçlarındadır!
Kadının, erkeğin hafızasında
Gencin, ihtiyarın duşlarındadır
Yayla yellerinde eser gölgesi,
Sesi bahçemizin kuşlarındadır.
VI.
Ben mi yazacaktım göçüm gününü
Dökerek ardından böyle gözyaşı?
Ben ki ona büyük gezilerinde
Oldumdu bir küçük yol arkadaşı
En son durağına varmadan ömrün
Kapadı yolunu bir mezar taşı...
Büyük kurucusu cumhuriyetin
Hürriyet aşıkı milletin başı!
Bingöl Çobanları
Kemalettin KAMU
Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum.
Bu dağların en eski âşinasıdır soyum,
Bekçileri gibiyiz ebenced buraların.
Bu tenha derelerin, bu vahşi kayaların
Görmediği gün yoktur sürü peşinde bizi,
Her gün aynı pınardan doldurur destimizi
Kırlara açılırız çıngıraklarımızla...
Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eski, yeni;
Kuzular bize söyler yılların geçtiğini.
Arzu, başlarımızdan yıldızlar gibi yüksek;
Önümüzde bir sürü, yanımızda bir köpek,
Dolaştırıp dururuz aynı daüssılayı;
Her adım uyandırır ayrı bir hatırayı:
Anam bir yaz gecesi doğurmuş beni burda,
Bu çamlıkta söylemiş son sözlerini babam;
Şu karşıki bayırda verdim kuzuyu kurda,
'Suna'mın başka köye gelin gittiği akşam.
Gün biter, sürü yatar ve sararan bir ayla,
Çoban hicranlarını basar bağrına yayla.
-Kuru bir yaprak gibi kalbini eline al,
Diye hıçkırır kaval:
Bir çoban parçasısın olmasan bile koyun,
Daima eğeceksin, başkalarına boyun;
Hülyana karışmasın ne şehir, ne de çarşı,
Yamaçlarda her akşam batan güneşe karşı
Uçan kuşları düşün, geçen kervanları an!
Mademki kara bahtın adını koydu: Çoban!
Nasıl yaşadığından, ne içip yediğinden,
Çıngırak seslerinin dağlara dediğinden
Anlattı uzun uzun.
Şehrin uğultusundan usanmış ruhumuzun
Nadir duyabildiği taze bir heyecanla...
Karıştım o gün bugün bu zavallı çobanla
Bingöl yaylalarının mavi dumanlarına,
Gönlümü yayla yaptım Bingöl çobanlarına!
Kemalettin KAMU
Sırma sarısını yay saçlarına,
Gözüne rengini koy denizlerin;
Düşün dudakların en incesini,
Yüzüne tuncunu ver benizlerin.
Onda yürüyüşün en yiğitçesi,
Onda bükülmezi vardı dizlerin
Gezerdi ülkede bir hızır gibi
Em olup derdine çaresizlerin.
II.
Durgun bir denizi andırır dışı
İçi hiç sönmeyen bir yanardağı.
Sesinde ıslığı eser kuvvetin,
Sözünde şahlanır Hakkın bayrağı
Gökle Güneş gibi buluştu onda
Sezinin sağlamı, duyunun sağı
Yıkarak kökünden osmanlılığı
O gömdü tarihe bir ortaçağı.
III.
Dağlar dümdüz olur işaretiyle,
Ürperir ovalar avazesine;
Devrilir hıncına çarpar ordular
Kaleler dayanmaz yelpazesine.
Fikrin, güzelliğin, aşkın, her şeyin
Bağlıydı daima en tazesine
Yaşadı başı dik, dünyaya karşı
Getirdi dünyayı cenazesine!
IV.
Onsuz kaldığın bilse tabiat
Bağlar üzüm vermez, bahçeler kurur;
Okşar saçlarını ezelin eli,
Yüzüne ebedin ışığı vurur.
Övünür insanlık eserleriyle,
Yurt onun sevgisi üstünde durur.
Adıdır kurduğu devlete temel,
Ünü kurtardığı millete gurur!
V.
Fâni varlığını kaybetti ama,
Simgesi yurdumun burçlarındadır
Engin ufuklara uzanmış kolu,
Hızı altıokun uçlarındadır!
Kadının, erkeğin hafızasında
Gencin, ihtiyarın duşlarındadır
Yayla yellerinde eser gölgesi,
Sesi bahçemizin kuşlarındadır.
VI.
Ben mi yazacaktım göçüm gününü
Dökerek ardından böyle gözyaşı?
Ben ki ona büyük gezilerinde
Oldumdu bir küçük yol arkadaşı
En son durağına varmadan ömrün
Kapadı yolunu bir mezar taşı...
Büyük kurucusu cumhuriyetin
Hürriyet aşıkı milletin başı!
Bingöl Çobanları
Kemalettin KAMU
Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum.
Bu dağların en eski âşinasıdır soyum,
Bekçileri gibiyiz ebenced buraların.
Bu tenha derelerin, bu vahşi kayaların
Görmediği gün yoktur sürü peşinde bizi,
Her gün aynı pınardan doldurur destimizi
Kırlara açılırız çıngıraklarımızla...
Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eski, yeni;
Kuzular bize söyler yılların geçtiğini.
Arzu, başlarımızdan yıldızlar gibi yüksek;
Önümüzde bir sürü, yanımızda bir köpek,
Dolaştırıp dururuz aynı daüssılayı;
Her adım uyandırır ayrı bir hatırayı:
Anam bir yaz gecesi doğurmuş beni burda,
Bu çamlıkta söylemiş son sözlerini babam;
Şu karşıki bayırda verdim kuzuyu kurda,
'Suna'mın başka köye gelin gittiği akşam.
Gün biter, sürü yatar ve sararan bir ayla,
Çoban hicranlarını basar bağrına yayla.
-Kuru bir yaprak gibi kalbini eline al,
Diye hıçkırır kaval:
Bir çoban parçasısın olmasan bile koyun,
Daima eğeceksin, başkalarına boyun;
Hülyana karışmasın ne şehir, ne de çarşı,
Yamaçlarda her akşam batan güneşe karşı
Uçan kuşları düşün, geçen kervanları an!
Mademki kara bahtın adını koydu: Çoban!
Nasıl yaşadığından, ne içip yediğinden,
Çıngırak seslerinin dağlara dediğinden
Anlattı uzun uzun.
Şehrin uğultusundan usanmış ruhumuzun
Nadir duyabildiği taze bir heyecanla...
Karıştım o gün bugün bu zavallı çobanla
Bingöl yaylalarının mavi dumanlarına,
Gönlümü yayla yaptım Bingöl çobanlarına!
26 Mart 2010 Cuma
BİRAZ DA ŞİİR - 2-
Hepimiz karamsar yaşam içinde birer piyon durumuna girdik. Nasıl isteniyorsa öyle hareket bekleniyor. Eskisi gibi, neşeli, güvenli, saygılı, korkusuz, endişesiz günlerimiz kalmadı. Romantikliğimiz kalmadı. Gereksiz ve boş işlerle günümüzü gün ediyoruz. Eski günlerimizi arar olduk. O günleri, yaşadıklarımızı, hatıralarımızı unutur olduk. Atatürk'ümüzün " geçmişini hatırlamayan topluluklar, geleceğe yön veremezler " anlamındaki sözleri aklıma geliyor.
Yaşadığı ortamı ve geleceği, şiirleriyle düşüncelerini , cesaretle dile getiren şairlerimiz de ,anılmaz oldular. Şiirleri söylenmez oldu.
Yakın geçmişe kadar okul kitaplarında olan, anlamlı ve gür sesimizle, sınıfları gürlettiğimiz dizeler artık okul kitaplarına konmuyor.
Bundan sonra, her iki günde değiştirerek, hafızalarımızda paslanmış olan şiirleri Blogumda yayınlayacağım. Meraklılar, çocukluklarını hatırlayarak, bulundukları yeri gür sesleriyle çınlatsınlar.
Burhan Bursalıoğlu
ÇANAKKALE
Faruk Nafiz ÇAMLIBEL
Övün ey Çanakkale, cihan durdukça övün!
Ömründe göstermedin bin düşmana bir gün.
Sen bir büyük milletin savaşa girdiği gün,
Başına yüz milletin birden üşüştüğü yersin!
Sen savaşa girince mızrakla, okla, yayla.
Karşına çıktı düşman çelikten bir alayla.
Sen topun donanmayla, tüfeğin bataryayla,
Neferin ordularla boy ölçüştüğü yersin!
Nice tüysüz yiğitler yılmadı cenk devinden,
Koştu senin koynundan çıkar çıkmaz evinden.
Sen onların açtığı bayrağın alevinden,
Kaç bayrağın tutuşup yere düştüğü yersin!
Toprağından fazladır sende yatan adamlar,
Irmağın kanla çağlar, yağmurun kanla damlar.
O cenkten armağandır sana kızıl akşamlar,
Sen silahın inançla son döğüştüğü yersin!
Bir destana benziyor senin bugünkü halin.
Okurken duyuyorum sesini ihtilalin.
Övün ey Çanakkale, ki sen Mustafa Kemal'in,
Yüz milletle yüz yüze ilk görüştüğü yersin!
OTUZBEŞ YAŞ
Cahit Sıtkı TARANCI
Yaş otuz beş ! Yolun yarısı eder .
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var ?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz ?
Ya gözler altındaki mor halkalar ?
Neden böyle düşman görünürsünüz
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar ?
Zamanla nasıl değişiyor insan
Hangi resmime baksam ben değilim
Nerde o günler , o şevk , o heyecan ?
Bu güler yüzlü adam ben değilim
Yalandır kaygısız olduğum yalan.
Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız,
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.
Gökyüzünün başka rengi de varmış
Geç farketttim taşın sert olduğunu .
Su insanı boğar , ateş yakarmış
Her doğan günün bir dert olduğunu ,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Ayva sarı nar kırmızı sonbahar
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar ?
Nerden çıktı bu cenaze ? Ölen kim ?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar.
Neylersin ölüm herkesin başında .
Uyudun uyanamadın olacak
Kim bilir nerde , nasıl , kaç yaşında ?
Bir namazlık saltanatın olacak
Taht misali o musalla taşında...
23 Mart 2010 Salı
BİRAZ DA ŞİİR
MEMLEKETİMİ SEVİYORUM
Nazım Hikmet Ran
Memleketimi seviyorum :
Çınarlarında kolan vurdum, hapisanelerinde yattım.
Hiçbir şey gidermez iç sıkıntımı
memleketimin şarkıları ve tütünü gibi.
Memleketim :
Bedreddin, Sinan, Yunus Emre ve Sakarya,
kurşun kubbeler ve fabrika bacaları
benim o kendi kendinden bile gizleyerek
sarkık bıyıkları altından gülen halkımın eseridir.
Memleketim.
Memleketim ne kadar geniş :
dolaşmakla bitmez, tükenmez gibi geliyor insana.
Edirne, İzmir, Ulukışla, Maraş, Trabzon, Erzurum.
Erzurum yaylasını yalnız türkülerinden tanıyorum
ve güneye
pamuk işleyenlere gitmek için
Toroslardan bir kerre olsun geçemedim diye
utanıyorum.
Memleketim :
develer, tren, Ford arabaları ve hasta eşekler,
kavak
söğüt
ve kırmızı toprak.
Memleketim.
Çam ormanlarını, en tatlı suları ve dağ başı göllerini seven
alabalık
ve onun yarım kiloluğu
pulsuz, gümüş derisinde kızıltılarla
Bolu'nun Abant gölünde yüzer.
Memleketim :
Ankara ovasında keçiler :
kumral, ipekli, uzun kürklerin pırıldaması.
Yağlı, ağır fındığı Giresun'un.
Al yanaklı mis gibi kokan Amasya elması,
zeytin
incir
kavun
ve renk renk
salkım salkım üzümler
ve sonra karasaban
ve sonra kara sığır
ve sonra : ileri, güzel, iyi
her şeyi
hayran bir çocuk sevinciyle kabule hazır
çalışkan, namuslu, yiğit insanlarım
yarı aç, yarı tok
yarı esir...
HAPİSTE YATACAK OLANA BAZI ÖĞÜTLER
Dünyadan memleketinden insandan
umudun kesik değil diye
ipe çekilmeyip de
atılırsan içeriye
yatarsan on yıl on beş yıl
daha da yatacağından başka
sallansaydım ipin ucunda
bir bayrak gibi keşke
demeyeceksin
yaşamakta ayak direyeceksin.
Belki bahtiyarlık değildir artık
boynunun borcudur fakat
düşmana inat
bir gün fazla yaşamak.
İçerde bir tarafınla yapyalnız kalabilirsin
kuyunun dibindeki taş gibi
fakat öbür tarafın
öylesine karışmalı ki dünyanın kalabalığına
sen ürpermelisin içerde
dışarda kırk günlük yerde yaprak kıpırdasa.
İçerde mektup beklemek
yanık türküler söylemek bir de
bir de gözünü tavana dikip sabahlamak
tatlıdır ama tehlikelidir.
Tıraştan tıraşa yüzüne bak
unut yaşını
koru kendini bitten
bir de bahar akşamlarından.
Bir de ekmeği
son lokmasına dek yemeyi
bir de ağız dolusu gülmeyi unutma hiçbir zaman.
Bir de kim bilir
sevdiğin kadın seni sevmez olur
ufak iş deme
yemyeşil bir dal kırılmış gibi gelir
içerdeki adama.
İçerde gülü bahçeyi düşünmek fena
dağları deryaları düşünmek iyi
durup dinlenmeden okumayı yazmayı
bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana
bir de ayna dökmeyi.
Yani içerde on yıl on beş yıl
daha da fazlası hattâ
geçirilmez değil
geçirilir
kararmasın yeter ki
sol memenin altındaki cevahir.
Nazım Hikmet Ran
[Mayıs 1949]
22 Mart 2010 Pazartesi
G Ü N C E L
E V L E N İ Y O R U M
Burhan Bursalıoğlu
Dünya’da teknoloji geliştikçe, yeni yeni elektronik buluşlar yapıldıkca, insanın yaşantısı da kolaylaşmaktadır. En basitinden bir örnek verirsek, cep telefonlarıyla her yerden her tarafa, nerede olunursa olunsun, neyle meşgul olunursa olunsun 11 rakam tuşlanınca karşına görüşmek istenen muhatabın yüzü çıkıyor, o da seni küçük ekranda görerek karşılıklı konuşma imkanı bulunabiliyor. Ve ya o küçük aletle TV kanallarını buluyor, istenilen yayındaki program seyredilebiliyor veya istenilen radyo kanalı bulunup sesli dinlenebiliyor. 3 G mucizesi ise bir alem. İnternete girip istediğin yapabiliyorsun. Bankana gir bütün işlemlerini yap. Bu teknolojinin basit , fakat faydalı bir gelişmesi. İnsanlık uzaya çıkıyor, aya adam gönderiyor, Mars’a, Mars’ın coğrafi durumunu incelemek için uydu gönderiyor, uydularla Dünya’mızda adam takibi yapılıyor. Bilgisayarın da marifetleri ortada. Hepsi güzel ve faydalı da, acaba bu gelişmelerin engel olduğu, değiştirdiği, yozlaştırdığı, ortadan kaldırdığı hiç mi bir şey yok? Var tabii. Başta insan ruhunu karartıyor. İnsanlığı, arkadaşlığı, dostluğu, komşuluğu, sohpeti, araştırmayı, okumayı, hareketliliği öldürüyor, tenbelliği teşvik ediyor. Kısaca, geleneklerimizi, ananelerimizi, alışkanlıklarımızı, aile yapımızı, aile oluşumumuzu yok ediyor.
Bu satırları okurken dudak büktüğünüzü görüyorum. Haklısınız. Çünkü çoğunuz bu buluşların yapıldığı zaman içinde yetiştiniz. Ama ben geçmişimi arıyorum. İçinizde benim özlemlerimi arıyanlarda vardır. “Neydi o günler be “ diyenleriniz de az değil hani.
Bizler doya doya çocukluğumuzu yaşadık. Annelerimiz, mis gibi kokan tereyağını bir dilim ekmeğin üzerine sürerek elimize verir, onunla uzun bir zamanı sokakta oyun oynayarak geçirirdik. Kilo diye bir sorunumuz yoktu. Doğal yiyeceklerle beslenip, tek, tük vasıtalar olduğu için uzak yerlere yürüyerek giderdik.
PKK, Kürt, Alevi, Ermeni, işsizlik gibi sorunlar yoktu. Okulu kazanırmıyım, kazanamam mı gibi öğrencilerin derdi yoktu. İsteyen istediği okula girebiliyordu. Hep dostluk vardı. Belki bugünkü kadar bol çeşitli gıda yoktu, belki bazılarını karne ile alıyorduk ama, doğaldı, zararsızdı ve karnımız doyuyordu, ac kalmıyorduk.
Ananelerimize, geleneklerimize, yaşam koşullarına, adab-ı muaşeret kurallarını uyguluyor, sevgi ve saygınlıktan taviz vermiyorduk.
Bunları neden yazıyorum? Aslında çocukluğumuzu geçirdiğim dönemi yazmaya kalksam ciltlere sığmayabilir. Ben bir konuya girmek istiyorum. Onun için bir giriş yapmak istedim.
Birkaç TV kanalında evlilikle ilgili canlı programlar yapılıyor. Kimilerine göre iyi veya kötü. Ama ben , son günlerde o programları zevkle izliyorum! Çünkü, neşeleniyorum, gülüyorum, kahkaha atıyorum, bazan da “çüşşşş, oooha” diyor, deşarj oluyorum. Düşünüyorum, üzülüyorum, “ne günlere geldik “ diyorum.
Genç-yaşlı, dul- bekar, fakir- zengin, çocuklu- çocuksuz insanlar evlenmek amacıyla programa katılıyorlar. Programda ayrıca, danışman, psikolog, devamlı gelen, adaylar hakkında yorum yapan, uygun eş olup olmadıkları hakkında ahkam kesen misafirler de var.
Erkek olsun bayan olsun, evlenmek istediği kişinin vasıflarını sıralıyor. Buna “kriter “ diyorlar. “ Öyle şartlar ve kriterler (!) sunuyorlar ki, sanki dalga geçiyorlar. Mesela, “Falan burçtan olmalı,…./…. Yaş aralığında olmalı, boyu…. Kilosu…. Olmalı, şişman olmamalı, işi olmalı, emekli maaşı olmalı, arabası, evi olmalı, eşi ölmüş olmalı, bir defa evlenmiş olabilir, çocuksuz olmalı, bir çocuklu olabilir, çok küçük çocuk olmamalı, Dini bütün olmalı, aile sevgisi tam olmalı, bıyıkli, kel, göbekli olmalı, köyde değil, merkezde yaşayanlar olmalı, beni ümreye götürecek biri olmalı, bana dünyayı gezdirecek biri olmalı, eve gelecek arkadaşlarımı hoş karşılayacak biri olmalı, sigara içmeyen olmalı, kumar ve kötü alışkanlıkları olmayan olmalı, kadın ruhundan anlamalı, bakımlı olmalı, ayakları kokmayan olmalı, tırnakları bakımlı olmalı, karizmatik olmalı, gözleri mavi veya yeşil olmalı, esmer olmalı, sarışın olmalı, neşeli ve nükdetan olmalı, sanatsever olmalı, beni yaşatacak biri olmalı, kadınlığımı hissettirecek biri olmalı, açık ve kapalı faketmez, kapalı olmalı, açık olmalı, çocuklarımı kabullenecek biri olmalı, aşık olabileceğim, beni taşıyabilecek, adam gibi adam olmalı, bunları taşıyanlar çıksın gelsin.”
Bu istenen vasıflara uyanlar, talip olduğu aday için telefona sarılıyor, davet edilirse, nerede olurlarsa olsunlar, ki Taaa Kanada’dan, Almanya’dan, Hollanda’dan, Danimarka’dan İran’dan gelenler oluyor. Paravananın bir tarafında davet eden bir tarafında da davet edilen aday oturuyor, kriterler tekrar ediliyor. Bir müddet sonra sunucunun isteğiyle paravana açılıyor ve yüz yüze gelinip konuşmalar tekrarlanıp, Soru-cevapla devam ediyor. Davet eden, “elektrik alamadım, veya biraz elektrik aldım, bir çay içelim, veya içmeyeceğim, geldiği için teşekkür ederim. Ben adaylarımı beklemeye devam edeceğim “ gibi fikirler beyan ederler. Sunucu davet edilen adaya, burada kalıp eşini arar mısın diye sorar. Peki derse, o da diğerleri gibi kriterleri sunar ve orada kalır. Aday çağıran, gelenden elektrik (!) almışsa çay içmeye, baş başa sohpete giderler. Tabii kamera da arkalarında.
Anlaşma sağlanırsa, birbirlerini daha iyi tanımak için kısa bir süre veriliyor, o sürenin sonunda evlenmeye karar verilirse, stüdyoda nikah, nişan ve düğün yapılabiliyor. Anlaşma olmayınca , başa dönülüyor.
Stüdyoda bazan öyle komik veya dramatik olaylar olmakta ki, insanın tiyatro sahnesinde gördüklerini aratmıyor. Bazıları da başka amaçla geliyor. Ama sunusu anlayınca sahneden atıyor.
Bizim gençliğimizde, evlenme çağına gelen delikanlı, genelde görücü usulüyle evlendirilirdi. Aday kız aylarca takip edilir, hamamda vücudunda anormallik var mı diye anne tarafından görülür, ailece uygunluğuna karar verilirse isteme işine başlanırdı. Genelde, varlığa, yokluğa önem verilmezdi. Bazı yerlerde başlık parası önem kazanırdı. Evlenecek adaylar bişekilde birbirlerini görme fırsatı yakalarlardı, ama, şimdiki gibi elektrik, melektrik yoktu. Zaten o devirde elektrik de yoktu. Derslerimizi sokak lambaları altında yaptığımız olurdu. “Nikahta keramet vardır” denir ve evliliği gerçekleştirmek için, söz, nişan yapılır, düğünle de evlilik gerçekleşirdi. Herkes dengi dengini bulur, yaşamları boyunca bir yastıkta kocarlardı.
Şimdi olay değişti. İşin kolayına kaçıldı. Kurbanlık koyunların alındığı gibi, görücüye çıkanlar seçiliyor ve alınıyor.
Evlilik ve aile, özellikle bizim toplumumuzun, vazgeçilmez kutsallarından sayılır. Aile mef-umu, bayrak gibidir, Vatan gibidir, namusumuz, haysiyetimiz ve şerefimiz dir. Ama bazılarımız, evliliği, aile kurmayı hafife alıyorlar. Çık TV ye, kriterleri say dök, adaylar gelsin, elektrik çarpmışsa ( ! ) sahneye nikah memuru gelsin, iki şahit, 20 misafir ve TV izleyicilerinin huzurunda nikah ol, pastanı ye, iki göbek at, bin arabaya git eve. Oooohh, ne güzel evlilik. Bu tür evlilik ne kadar sürer bilemem. Bazan da yarı yolda bitiyor. “ Bana yalan söyledi, her gün para istiyor, söz verdiği halde bana bilezik almadı, küpe almadı. Simitçiye 20 lira verdi, bir simit için paranın üstünü almadı, huylandım, beni bonkörlükle kandırmak istiyor. 20 güdür evliyiz ayrı ayrı odalarda yatıyoruz, çok konuşuyor, elimden tutmadı, yanımda başkalarına kompliman yapıyor, geçmişindeki ilişkilerinden bahsediyor, ailem beğenmedi, ailesi beni laik görmedi “ gibi bahanelerle ilişki bitiyor. Yeni adaylar aranıyor.
Stüdyoya gelen misafirler hep aynı kişiler. Onlara bir ücret veriliyor mu bilmiyorum. Galiba işleri güçleri yok, işleri , oraya gelip adaylar hakkında olumlu veya olumsuz ahkam kesmek olmalı. Yeri geldiğinde aşk şiirleri, şarkılar, orkestra eşliğinde müzik, oyun ve şamata.
Derlerki, bu programlar “oyundur. Şahıslar parayla tutulmuş rol yaptırılmaktadır.” Hayır buna inanmıyorum. Program açık, canlı ve gerçek. Ama ne var ki, bu tür programlar evlilik ve aile müessesesini küçük düşürmektedir. Böyle evlilikler aile kavramını yozlaştırmaktadır. Ben bu kanıdayım.
Bizim dönemimizden birkaç kişi kaldık. Artık yapacağımız bir şey kalmadı. Yeni yetişen gençler geleneklerimize, örf ve adetlerimize sahip çıkmalılar. Yukardaki olayın yapımı ve izlenmesine araç olan TV gibi teknolojinin karşısında gençlerimiz yenik düşmemeli. İleri görüşlü, yenilikçi, modern, aydın olmalıyız , ama gelenek, anane, örf ve adetlerimizden ödün vermeden, değiştirmeden.
Burhan Bursalıoğlu
Dünya’da teknoloji geliştikçe, yeni yeni elektronik buluşlar yapıldıkca, insanın yaşantısı da kolaylaşmaktadır. En basitinden bir örnek verirsek, cep telefonlarıyla her yerden her tarafa, nerede olunursa olunsun, neyle meşgul olunursa olunsun 11 rakam tuşlanınca karşına görüşmek istenen muhatabın yüzü çıkıyor, o da seni küçük ekranda görerek karşılıklı konuşma imkanı bulunabiliyor. Ve ya o küçük aletle TV kanallarını buluyor, istenilen yayındaki program seyredilebiliyor veya istenilen radyo kanalı bulunup sesli dinlenebiliyor. 3 G mucizesi ise bir alem. İnternete girip istediğin yapabiliyorsun. Bankana gir bütün işlemlerini yap. Bu teknolojinin basit , fakat faydalı bir gelişmesi. İnsanlık uzaya çıkıyor, aya adam gönderiyor, Mars’a, Mars’ın coğrafi durumunu incelemek için uydu gönderiyor, uydularla Dünya’mızda adam takibi yapılıyor. Bilgisayarın da marifetleri ortada. Hepsi güzel ve faydalı da, acaba bu gelişmelerin engel olduğu, değiştirdiği, yozlaştırdığı, ortadan kaldırdığı hiç mi bir şey yok? Var tabii. Başta insan ruhunu karartıyor. İnsanlığı, arkadaşlığı, dostluğu, komşuluğu, sohpeti, araştırmayı, okumayı, hareketliliği öldürüyor, tenbelliği teşvik ediyor. Kısaca, geleneklerimizi, ananelerimizi, alışkanlıklarımızı, aile yapımızı, aile oluşumumuzu yok ediyor.
Bu satırları okurken dudak büktüğünüzü görüyorum. Haklısınız. Çünkü çoğunuz bu buluşların yapıldığı zaman içinde yetiştiniz. Ama ben geçmişimi arıyorum. İçinizde benim özlemlerimi arıyanlarda vardır. “Neydi o günler be “ diyenleriniz de az değil hani.
Bizler doya doya çocukluğumuzu yaşadık. Annelerimiz, mis gibi kokan tereyağını bir dilim ekmeğin üzerine sürerek elimize verir, onunla uzun bir zamanı sokakta oyun oynayarak geçirirdik. Kilo diye bir sorunumuz yoktu. Doğal yiyeceklerle beslenip, tek, tük vasıtalar olduğu için uzak yerlere yürüyerek giderdik.
PKK, Kürt, Alevi, Ermeni, işsizlik gibi sorunlar yoktu. Okulu kazanırmıyım, kazanamam mı gibi öğrencilerin derdi yoktu. İsteyen istediği okula girebiliyordu. Hep dostluk vardı. Belki bugünkü kadar bol çeşitli gıda yoktu, belki bazılarını karne ile alıyorduk ama, doğaldı, zararsızdı ve karnımız doyuyordu, ac kalmıyorduk.
Ananelerimize, geleneklerimize, yaşam koşullarına, adab-ı muaşeret kurallarını uyguluyor, sevgi ve saygınlıktan taviz vermiyorduk.
Bunları neden yazıyorum? Aslında çocukluğumuzu geçirdiğim dönemi yazmaya kalksam ciltlere sığmayabilir. Ben bir konuya girmek istiyorum. Onun için bir giriş yapmak istedim.
Birkaç TV kanalında evlilikle ilgili canlı programlar yapılıyor. Kimilerine göre iyi veya kötü. Ama ben , son günlerde o programları zevkle izliyorum! Çünkü, neşeleniyorum, gülüyorum, kahkaha atıyorum, bazan da “çüşşşş, oooha” diyor, deşarj oluyorum. Düşünüyorum, üzülüyorum, “ne günlere geldik “ diyorum.
Genç-yaşlı, dul- bekar, fakir- zengin, çocuklu- çocuksuz insanlar evlenmek amacıyla programa katılıyorlar. Programda ayrıca, danışman, psikolog, devamlı gelen, adaylar hakkında yorum yapan, uygun eş olup olmadıkları hakkında ahkam kesen misafirler de var.
Erkek olsun bayan olsun, evlenmek istediği kişinin vasıflarını sıralıyor. Buna “kriter “ diyorlar. “ Öyle şartlar ve kriterler (!) sunuyorlar ki, sanki dalga geçiyorlar. Mesela, “Falan burçtan olmalı,…./…. Yaş aralığında olmalı, boyu…. Kilosu…. Olmalı, şişman olmamalı, işi olmalı, emekli maaşı olmalı, arabası, evi olmalı, eşi ölmüş olmalı, bir defa evlenmiş olabilir, çocuksuz olmalı, bir çocuklu olabilir, çok küçük çocuk olmamalı, Dini bütün olmalı, aile sevgisi tam olmalı, bıyıkli, kel, göbekli olmalı, köyde değil, merkezde yaşayanlar olmalı, beni ümreye götürecek biri olmalı, bana dünyayı gezdirecek biri olmalı, eve gelecek arkadaşlarımı hoş karşılayacak biri olmalı, sigara içmeyen olmalı, kumar ve kötü alışkanlıkları olmayan olmalı, kadın ruhundan anlamalı, bakımlı olmalı, ayakları kokmayan olmalı, tırnakları bakımlı olmalı, karizmatik olmalı, gözleri mavi veya yeşil olmalı, esmer olmalı, sarışın olmalı, neşeli ve nükdetan olmalı, sanatsever olmalı, beni yaşatacak biri olmalı, kadınlığımı hissettirecek biri olmalı, açık ve kapalı faketmez, kapalı olmalı, açık olmalı, çocuklarımı kabullenecek biri olmalı, aşık olabileceğim, beni taşıyabilecek, adam gibi adam olmalı, bunları taşıyanlar çıksın gelsin.”
Bu istenen vasıflara uyanlar, talip olduğu aday için telefona sarılıyor, davet edilirse, nerede olurlarsa olsunlar, ki Taaa Kanada’dan, Almanya’dan, Hollanda’dan, Danimarka’dan İran’dan gelenler oluyor. Paravananın bir tarafında davet eden bir tarafında da davet edilen aday oturuyor, kriterler tekrar ediliyor. Bir müddet sonra sunucunun isteğiyle paravana açılıyor ve yüz yüze gelinip konuşmalar tekrarlanıp, Soru-cevapla devam ediyor. Davet eden, “elektrik alamadım, veya biraz elektrik aldım, bir çay içelim, veya içmeyeceğim, geldiği için teşekkür ederim. Ben adaylarımı beklemeye devam edeceğim “ gibi fikirler beyan ederler. Sunucu davet edilen adaya, burada kalıp eşini arar mısın diye sorar. Peki derse, o da diğerleri gibi kriterleri sunar ve orada kalır. Aday çağıran, gelenden elektrik (!) almışsa çay içmeye, baş başa sohpete giderler. Tabii kamera da arkalarında.
Anlaşma sağlanırsa, birbirlerini daha iyi tanımak için kısa bir süre veriliyor, o sürenin sonunda evlenmeye karar verilirse, stüdyoda nikah, nişan ve düğün yapılabiliyor. Anlaşma olmayınca , başa dönülüyor.
Stüdyoda bazan öyle komik veya dramatik olaylar olmakta ki, insanın tiyatro sahnesinde gördüklerini aratmıyor. Bazıları da başka amaçla geliyor. Ama sunusu anlayınca sahneden atıyor.
Bizim gençliğimizde, evlenme çağına gelen delikanlı, genelde görücü usulüyle evlendirilirdi. Aday kız aylarca takip edilir, hamamda vücudunda anormallik var mı diye anne tarafından görülür, ailece uygunluğuna karar verilirse isteme işine başlanırdı. Genelde, varlığa, yokluğa önem verilmezdi. Bazı yerlerde başlık parası önem kazanırdı. Evlenecek adaylar bişekilde birbirlerini görme fırsatı yakalarlardı, ama, şimdiki gibi elektrik, melektrik yoktu. Zaten o devirde elektrik de yoktu. Derslerimizi sokak lambaları altında yaptığımız olurdu. “Nikahta keramet vardır” denir ve evliliği gerçekleştirmek için, söz, nişan yapılır, düğünle de evlilik gerçekleşirdi. Herkes dengi dengini bulur, yaşamları boyunca bir yastıkta kocarlardı.
Şimdi olay değişti. İşin kolayına kaçıldı. Kurbanlık koyunların alındığı gibi, görücüye çıkanlar seçiliyor ve alınıyor.
Evlilik ve aile, özellikle bizim toplumumuzun, vazgeçilmez kutsallarından sayılır. Aile mef-umu, bayrak gibidir, Vatan gibidir, namusumuz, haysiyetimiz ve şerefimiz dir. Ama bazılarımız, evliliği, aile kurmayı hafife alıyorlar. Çık TV ye, kriterleri say dök, adaylar gelsin, elektrik çarpmışsa ( ! ) sahneye nikah memuru gelsin, iki şahit, 20 misafir ve TV izleyicilerinin huzurunda nikah ol, pastanı ye, iki göbek at, bin arabaya git eve. Oooohh, ne güzel evlilik. Bu tür evlilik ne kadar sürer bilemem. Bazan da yarı yolda bitiyor. “ Bana yalan söyledi, her gün para istiyor, söz verdiği halde bana bilezik almadı, küpe almadı. Simitçiye 20 lira verdi, bir simit için paranın üstünü almadı, huylandım, beni bonkörlükle kandırmak istiyor. 20 güdür evliyiz ayrı ayrı odalarda yatıyoruz, çok konuşuyor, elimden tutmadı, yanımda başkalarına kompliman yapıyor, geçmişindeki ilişkilerinden bahsediyor, ailem beğenmedi, ailesi beni laik görmedi “ gibi bahanelerle ilişki bitiyor. Yeni adaylar aranıyor.
Stüdyoya gelen misafirler hep aynı kişiler. Onlara bir ücret veriliyor mu bilmiyorum. Galiba işleri güçleri yok, işleri , oraya gelip adaylar hakkında olumlu veya olumsuz ahkam kesmek olmalı. Yeri geldiğinde aşk şiirleri, şarkılar, orkestra eşliğinde müzik, oyun ve şamata.
Derlerki, bu programlar “oyundur. Şahıslar parayla tutulmuş rol yaptırılmaktadır.” Hayır buna inanmıyorum. Program açık, canlı ve gerçek. Ama ne var ki, bu tür programlar evlilik ve aile müessesesini küçük düşürmektedir. Böyle evlilikler aile kavramını yozlaştırmaktadır. Ben bu kanıdayım.
Bizim dönemimizden birkaç kişi kaldık. Artık yapacağımız bir şey kalmadı. Yeni yetişen gençler geleneklerimize, örf ve adetlerimize sahip çıkmalılar. Yukardaki olayın yapımı ve izlenmesine araç olan TV gibi teknolojinin karşısında gençlerimiz yenik düşmemeli. İleri görüşlü, yenilikçi, modern, aydın olmalıyız , ama gelenek, anane, örf ve adetlerimizden ödün vermeden, değiştirmeden.
18 Mart 2010 Perşembe
TARİH SAYFALARINDAN
ÇANAKKALE SAVAŞININ ANZAK' LARCA
HİKAYESİ
Burhan Bursalıoğlu
Bu gün 18 Mart. Çanakkale Savaşını başlatan İngiliz ve Dominyon ordu ve donanmalarının mağlubiyetlerinin tesçil edildiği gündür.
Tarih, özellikle, Türklere karşı yapılan saldırıların daima hüsranla bittiğini ispat etmiştir. En yakın örnekler de, Çanakkale ve Kurtuluş savaşıdır.
Çanakkale savaşına katılan bir Avustralya’lının, Çanakkale Savaşı hakkındaki düşüncelerini aşağıda okuyacaksınız.
50.000 askerden oluşan güçlü bir ordu ve deniz birlikleri, Türk tehdidinin sonu olucaktır. – ÇORÇİL-
“İngiliz’ler, Türkler’in başkenti İstanbul’u ele geçirerek Almanların müttefiki olan Türkler’i savaş dışı bırakmak istiyorlardı. Bu strateji, Süveyş Kanalı üzerindeki İngiliz hakimiyetini pekiştirmek, İngiliz ve Fransızlar’ın, müttefikleri Rusya’ya, Türk karasuları üzerinden destek vermeleri için 15 Şubat 1915 günü İngiliz gemileri Çanakkale boğazındaki Türk savunma hatlarını top ateşine tutmaya başladı.
Bu deniz saldırısı başarısız oldu.
Bunun üzerine,Gelibolu Yarımadası’nı işgal ederek Türk savunmasının üstesinden gelmek ve donanmanın Çanakkale Boğazı’ndan geçmesine olanak sağlamak için bir plan yapıldı.
Esas olarak İngiliz, Avustralya, Yeni Zelanda , Hint ve Fransız askerlerinden oluşan Akdeniz keşif kuvvetleri ordusu Mısır’da ve Gelibolu Yarımadası yakınındaki Yunan adalarında toplandı. Helles Burnu’na ana çıkartma İngiliz kuvvetleri tarafından gerçekleştirildi. İngiliz çıkartmasından hemen önce, Avustralya ve Yeni Zelandalı’lardan oluşan bir birlik (ANZAK ) daha kuzeydeki Karatepe’ye çıkacaktı.
25 Nisan 1915 yılı sabaha karşı, Avustralya İmporotorluk kuvvetleri kuzey sahiline ve yakındaki Arı Burnu’nun güneyindeki Anzak koyuna çıkartma yapmaya başladılar. Onları Yeni Zelanda piyade birliği gizliyordu . O günkü hedefleri , Sarı Bayır sırtlarının güney yamaçlarını ele geçirmek ve Türkler’in Helles Buırnu’na ulaşmalarını engelliyebilmek için denizden içerideki Mal Tepe’ye saldırmaktı.
Kıyıya çıkan asker birlikleri, çalılarla kaplı dik yokuşları tırmanarak, daha yüksek mıntıkayı ele geçirmeye çalıştılar.
Az sayıdaki Türk savunma birlikleri başlangıçta geri itildiler.Bazı Avustralya ve Yeni Zelanda birlikleri çarpışa çarpışa Çanakkale Boğazı ’nı görebilecekleri yerlere kadar gelmeyi başardılar. Ne var ki, günün ilerleyen saatlerinde Türklerin direnişi güçlenmeye başladı.Gece çöktüğünde hedeflerin hiç birisine ulaşılamamıştı. Savaş alanındaki komutanlar geri çekilme önerisinde bulundularsa da, kendilerine, siper kazarak dayanma emri verildi. Gelibolu yarımadas’ının 25 Nisan günü ele geçirilen bu bölgesi harekatın geri kalan süresi boyunca “ANZAK” olarak anıldı.
25 Nisan günü İngilizler , aynı zamanda Gelibolu yarımadası’nın güney ucundaki Heles Burnu’na da çıkartma yaptılar.Bu birlikler kuzeydeki Kilitbahir platosuna ilerlemek niyetindeydi. Ancak, Türklerden gelen güçlü savunma karşısında ,İngilizler, yarımadanın ucundaki küçük bir alanda çakılı kaldılar. Helles’te, içine düşülen konumdan kurtulmak ve Kirikya köyü ile ,Alçı Baba tepesini ele geçirmek için , İngiliz, Avustralya, Yeni Zelanda ve Fransız birlikleri 6 Mayıs’da başlayacak birleşik bir saldırı planladılar .
Başlangıçta fazla bir ilerleme gösterilemedi.
8 Mayıs’da Avustralya ve Yeni Zelandalı’lara hücum emri verildi. Açık ve korunaksız alanda Alçıtepe doğrultusunda ilerleyen birlikler düşman ateşini o kadar yoğun ve keskin buldular ki, kimi askerler kendilerini korumak için küreklerini yüzlerine sper yapmak zorunda kaldılar.Türk hatlarına ulaşılamadı. Bini aşkın Avustralyalı ile sekiz yüzü aşkın Yeni Zelandalı öldü ve ya yaralandı.
Vakit öğle olduğunda Çanakkale Boğazı’nı ele geçirmek için yapılan ilk saldırı başarısızlıkla sonuçlandı. İngilizler elde ettikleri ufak mevzilere tutunmuşlardı. Türk ordusu, Avustralya ve Yeni Zelanda’lıları Anzak’tan çıkarmak için büyük bir karşı saldırıya girişmekte kararlıydı.
19 Mayıs sabah erken saatlerde, daha gün ağarmadan, Türk askerleri dalgalar halinde düşmanlarına karşı hücüma giriştiler. Fakat karşılaştıkları yoğun ateş, Türk’lerin Anzak siperlerine, bir iki nokta dışında girmelerine olanak vermedi. Türklerin altı saate yakın süre ile uyguladıkları baskılar her defasında geri çekilmeyle sonlandı. Her iki tarafta oldukça fazla zaiyat vermişlerdi. Gelibolu harekatı başladığında bu kadar uzun süreceğini, bunca yaralı verileceğini kimse beklemiyordu. İlk saldırı sırasında yaralananların sayısı, yeterli hazırlıktan yoksun sıhhiye ekiplerinin yetişebileceklerinin çok üstünde idi. Büyük saldırılar sırasında yaralananlara gerekli müdahalede bulunabilmesi için saatler geçmek gerekiyordu. Sonradan, hastane gemilerine ve limni, adası, Mısır ve Malta’daki ana hastanelere gerekli ulaşım sağlandı.
Yaz sıcakları başlayınca, Gelibolu yarımadasında koşullar daha da kötüleşti. İlkel temizlik koşulları, pire salgınına ve diğer hastalıklara yol açtı. Binlerce asker dizanteri, ishal ve zehirli hummaya yakalanarak savaş alanından tahliye edildiler. Boğa eti, bisküvit, reçel ve çaydan oluşan her gün aynı tayin durumu daha da kötüleştiriyordu. Özellikle askerlerin üniformalarında ki bitler, onlara büyük ızdırap veriyordu. Zafer ümitleri sönerken askerin morali de çökmeye başladı. Bir çokları, Gelibolu Yarımadasını asla sağ terketmeyeceklerine inanmaya başladılar.
İnsiyatifi elde tutmak için İngilizler Ağustos başlarında yeni bir saldırı planladılar.
İngilizler, Suvla koyuna çıkacaklar ve Anzak mevzilerinden kuzeye doğru Conkbayırı’na giden tepelik alanı ele geçirmek için büyük bir saldırıya girişeceklerdi. Yalnız Çam ve Nek olarak bilinen dar bir şeride karşı destek saldırıları düzenlenecekti.
6 Ağustos öğleden sonra, Avustralyalı’lar yalnız Çam’daki Türk ileri mevzilerine saldırdılar ve Türkler’in azimli karşı saldırılarına rağmen, burayı ele geçirmeyi başardılar. Bu çarpışmaların büyük bölümü Türk siperleri içerisinde göğüs göğüse gerçekleştirildi. Dört dalga halinde gelen Avustralya askerleri 7 Ağustos sabahı düşman hatlarına ulaşmadan kılıçtan geçirildi. Avustralya resmi tarihçileri, sonraları bu hafif süvariler hakkında, “Viktorya ve batı Avustralya gençliği nin goncaları bu saldırı sırasında düştüler” diye yazacaktı.
Ağustos harekatının esas saldırısı , Yeni Zelanda, Avustralya, İngiliz ve Hint karma kuvvetleri tarafından Conkbayır’ı ve çevredeki tepelere karşı gerçekleştirildi. Bu pozisyonlar ele geçirilebilir ve elde tutulabilirse Anzak’ taki Türk hatlarının tehlikeye düşeceğine ve Çanakkale Boğazına doğru bir açılımın mümkün olabileceğine inanılıyordu.
Birlikler, 7-9 Ağustos tarihleri arasında Conkbayır tepesinin dik yamaçlarına ve derin vadilerine saldırıya giriştiler. Bazı birlikler bu yabani arazide kayboldular. Planlanan saldırılar gecikmeli ve yeterli destekten yoksun olarak gerçekleştirildi. Dişini tırnağına takarak çarpışan Yeni Zelanda birlikleri büyük kayıplar vererek zirveyi ele geçirdiler.Çanakkale Boğazı artık görüş alanları içine girmişti. Yeni Zelandalı’ların yerine İngilizler geçti. 10 Ağustos’ta, Türk’ler kararlı şekilde karşı taarruza geçerek Conkbayır zirvesini geri aldı.
Böylece Ağustos saldırıları başarısızlıkla sona erdi.
Ağustos’tan sonra, İngilizler Gelibolu da başka büyük harekata girişmediler. İngiliz Hükümeti Çanakkale Boğazına umulan açılımın gerçekleştirilmemesi karşısında telaşlanmaya başlamıştı. Ayrıca tüm harekat gitgide daha fazla sorgulanıyordu. Kasım gelipte kış bastırdığında, nöbet yerlerinde donup ölenler oldu. Uzuvlarının donması ve soğuğa maruz kalma nedeniyle 16 bin askerin tahliye edilmesi gerekti.
Sonunda harekatın amacına ulaşmayacağı sonucuna varıldı. Ve Gelibolu Yarımadası’ndaki İngiliz ve Dominyon birliklerinin geri çekilmesine karar verildi.
Ağır kayıplar verilmeden, geri çekilmenin mümkün olmayacağına çokları inanmıyordu. Türkler bu çekilişin farkına varmasınlar diye büyük önlemler alındı.
8 ile 20 Aralık 1915 tarihleri arasında Suvla va Anzak koylarından 90 bin, 8 ile 9 Ocak 1916 da, Helles deki askerler başarıyla geri çekildi. Bu operasyonlarda az miktarda zaiyat verildi.
İngilizler, Türk Ordusunun kendi askerleri karşısında herhangi bir varlık gösteremeyeceklerini ve Gelibolu harekatını çabucak tamamlayacaklarını sanıyordu.
Tam tersine, karşılarında kararlı ve becerikli bir hasım buldular. Kritik saniyelerde, süratlı , kararlı şekilde harekete geçen Türk ve Alman Komutanları, İngiliz İmparatorluk kuvvetlerinin şiddetle ihtiyaç duydukları açılımı yapmalarına fırsat tanımadılar.
Türk’lerin büyük kayıplar verdiği 19 Mayıs’taki karşı saldırıdan sonra Avustralya ve Yeni Zelandalı askerler Türk’lere büyük saygı duymaya başladılar.
Avustralya’lıların Türk sperlerinden birine yaptığı “Teslim Ol “ çağrısına karşılık, Türk’lerden gelen cevap, Gelibolu’lu Türk’lerin ruh hali hakkında fikir vermektedir.
Cevapta şöyle denilmektedir.
“Geride doğru dürüst Türk kalmadı sanıyorsunuz. Amma geride Türk’ler ve onların oğulları var.”
İşin zor kısmını atlattınız. Şimdi kendinizi emniyete alıncaya kadar siper kazın,kazın,kazın.
(İng. Baş. Kum. General Sir Lan Hamilton )
Ölümle birlikte yaşadılar, Hastalıkla birlikte sofraya oturdular.
( Bir şiirden )
Burada bizi cehennem bekliyor.
(C.A.Mc Anulty )
Sayısız ölüler, sayısız. Saymak mümkün değil.
(Memiş Bayraktar. - Türk askeri)
17 Mart 2010 Çarşamba
TARİHİMİZİN SAYFALARINDAN
150 LİKLER DENEN OLAY
Burhan Bursalıoğlu
"Ne derseniz deyin" başlıklı yazımda, bir nebze değindiğm 150 liklerin anlamını hatırlatma bakımından , aşağıdaki açıklamayı önemli buldum.
Yüzellilikler Türkiye Cumhuriyeti'nden Kurtuluş Savaşı sonrası sürgün edilen ve yeni yönetimin düşman işbilirkçisi ilan ettiği muhalifler listesine dahil olan Türk vatandaşlarının adıdır.
İçişleri Bakanlığı tarafından oluşturulan ilk liste başlangıçta 600 kişiden oluşmakta idi. Ancak Lozan Antlaşması'nın bir maddesinde sürgün edilecek insanların sayısının 150'yi geçmeyecek şeklinde öngörmesi üzerine bu liste ilk önce 300 ardından da 149 kişiye indirilmiştir. 150’likler adı verilen ve 23 Nisan 1924 tarihinde Bakanlar Kurulu ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin oturumunda saptanan bu listeye 1 Haziran 1924 tarihindeki kararla "Köylü Gazetesi" sahibi Refet Bey de eklenerek kesin şekliyle 150 kişi olarak kabul edilmiştir.
28 Haziran 1938 tarihinde, 150'liklerin yurda girmelerini engelleyen yasa kaldırılsa da başta Çerkez Ethem olmak üzere pek çok muhalif ve saltanat taraftarı geri dönmemiştir. Günümüzde bile bu listenin 600 kişilik hali açıklanmamıştır.
Yüzellilikler listesi şu şekildeki başlıklar altınta oluşturulmuştur.
VAHİDETTİN 'İN MAİYETİ
SEVR MUAHEDESİNİ İMZALAYAN VE KUVAY-I İNZİBATİYE'YE DAHİL KABİNE AZALARINDAN
SEVR MUAHEDESİNİ İMZALAYAN HEYET-İ MURAHHASA
KUVAY-I İNZİBATİYE'YE DÂHİL OLANLAR
MÜLKİYE VE ASKERİYEDEN
ÇERKEZ ETHEM VE AVANESİ
ÇERKEZ KONGRESİNE MURAHHAS OLARAK İŞTİRAK EDENLER
POLİSLER
GAZETECİLER
DİĞER EŞHAS
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
-
Che'nin Çantasından Çıkan NUTUK Küba Devrimi’nin öncülerinden ve Fidel Castro’nun yoldaşı Arjantinli devrimci doktor Che Guevara, 196...
-
CUMHURİYET GECEMİZ Burhan BURSALIOĞLU 2013 yaz sezonumuz anlamlı ve coşkulu bir gece ile noktalandı. Cumhuriyet’...