12 Aralık 2011 Pazartesi

TARİH

KAYIN BİRADERİM  MUZAFFER TAŞIYICI'NIN RAHATSIZLIĞI NEDENİYLE, 10 GÜN ÖNCE GİTTİĞİM ANTALYA'DAN BUGÜN DÖNDÜM. MAALESEF MUZAFFERİ KAYBETTİK. TANIYANLARIN BAŞI SAĞOLSUN.  SEVGİLİ MUZAFFER'E DE ALLAHTAN RAHMET DİLİYORUM.
Burhan Bursalıoğlu

TARİHİ  BENZERLİK


Tarih tekerrürden ibaretse, sizece eger ;
  Nakledilen olaylar misal olmaya değer...
 
 
 1914 ile 1919
 yılları arasından olaylar. 
Benzerliği bulmak size kalmıştır.
                                Aşağıda güzel bir yazı var, 
bir yıl öncesine ait 
Soner YALÇIN'dan.
 Lütfen dikkatle ve sonuna kadar okumaya çalışın; 
eminim
 "bu kadar mı benzer yahu"
 diyeceksiniz.
*****************************
 SON PADİŞAH 
 ORDUSUNU SATMIŞTI 
 
 Soner Yalçın
 
 
 
 
Biliyoruz ki; 
büyük emperyal güçler arasındaki yeni sömürge pazarlarını kapma mücadelesi, 
Birinci Paylaşım Savaşı’na / Birinci Dünya Savaşı’na neden oldu. 
Osmanlı bu savaştan yenik çıktı.
 Galiplerin arasında en güçlü olan İngilizlerdi.
 
İngilizler, 
Mezopotamya, Suriye ve Arabistan’ı 
Osmanlı’dan koparıp almak istiyordu. 
Kurmayı planladıkları kukla devletler arasında 
 Ermenistan ve Kürdistan 
da vardı.
 
 
Osmanlı idari yapısını, 
milliyet esasına göre parçalayıp, 
federatif
hale getirmeyi planladılar.
 
Siyasi emellerinin yanında İngilizlerin, 
iktisadi amaçları da vardı. 
Birinci Dünya Savaşı başında Osmanlı’nın 
tek yanlı olarak kaldırdığı kapitülasyonları
 yeniden uygulamak istiyorlardı. 
Osmanlı maliyesini tümüyle
denetimine vermek amacındaydılar.
İngilizler biliyordu ki, 
Osmanlı siyasi yaşamında İttihatçılarla birlikte
 ordunun da büyük etkisi vardı.
 Ordunun siyasal düşüncesi belliydi; 
milliciydi. 
O halde tüm bunları yapabilmeleri için 
ordudaki
ulusçu/milliyetçi 
komutanların tasfiyesi gerekiyordu.
 
Önce bir kurnazlık yaptılar: 
 
 
Bir süre İttihat ve Terakki Hükümeti’yle çalıştılar. 
Ağır şartları onlara kabul ettirip, 
nüfuzlarını kırıp, 
bir daha iktidar olma olanağını ortadan kaldırmak için! 
Tam başarılı olamadılar
İçinde İttihatçıların bulunduğu
 İzzet Paşa Hükümeti’ne 
 
ağır şartları kabul ettiremediler; 
ancak bazı tavizler koparabildiler.
Bunlardan en önemlisi 
 
Mondros Ateşkes Antlaşması’ydı. 
İngilizler, 
savaşta Hamidiye zırhlısıyla olağanüstü başarılar kazanan 
Rauf (Orbay) 
 
Bey’in imzaya gelmesini özellikle istediler. 
Başarılı komutanları halkın gözünden düşürmek istiyorlardı. 
Sonra tutuklayacaklar,
sürgüne göndereceklerdi. 
Hepsini adım adım yapacaklardı…
 
Darbe iddiasıyla başlayan tutuklamalar 
İngilizler, 
İttihatçıları kolay kullanamayacağı anlayınca, 
sertleşme politikası güttüler. 
Bunda İttihatçılara kin duyan Sultan Vahdettin’in de etkisi vardı.
 
Sultan Vahdettin,
 İngilizlerin tertiplediği gerici 
31 Mart (1909) 
olayının hazırlayıcılarından 
Derviş Vahdeti’nin 
kurduğu İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti’nin üyesiydi.
Bir dönem perde arkasındaki ilişki artık açıkça ortadaydı.
 
Vahdettin, 
İngilizlerin desteğiyle iktidarını güçlendireceğini
 ve 
düşman gördüğü 
ulusalcılardan 
tamamen kurtulacağını düşünüyordu.
 
Hata! Dosya adı belirtilmemiş.
 
Bu nedenle İngilizleri de arkasına alarak ittihatçı hükümeti yıkıp, 
Tevfik Paşa 
Hükümeti’ni kurdurdu. 
Şimdi sıra
 İttihatçıların
cezaevlerine tıkılmasındaydı. 
 
İngiliz ve Saray ittifakının elinde önemli bir gerekçe vardı: 
Savaş dönemindeki Ermeni ve Rum tehcirleri.
 Tehcir kararının altında imzası 
olan-olmayan 
tüm İttihatçılar cezalandırılmalıydı. 
2500 
kişilik bir tutuklama listesi hazırlandı.
 
Ama önce… 
Meclis feshedildi. 
Basına sansür getirildi.
 Harp divanı kuruldu. 
 
 
Ve ardından gözaltılar,
 tutuklamalar başladı. 
Bunlar kısa sürede
“cadı avına” 
dönüştü.
 
Yeniden kurulan 
liberal-dinci
 ittifak partisi;
 
 Hürriyet ve İtilaf, 
daha çok kişiyi tutuklamadığı için 
hükümeti uyuşukla itham eden bildiri yayınladı.
 
Bu partinin yayın organı Peyam, 
Sabah ve Alemdar 
gazeteleri, 
daha çok ittihatçının tutuklanması için var gücüyle çalıştı.
Sürekli hedef gösterdiler; 
İttihat ve Terakki’nin hemen kapatılmasını;
 partinin ileri gelenlerinin hemen tutuklanmasını istiyorlardı.
 
Tehcire izin veren Diyarbakır Valisi
 
 Dr. Reşid’in 
cezaevinden kaçması
 bu çevreleri daha da saldırganlaştırdı.
 Yaptıkları mitingle bu kaçışı protesto ettiler.
 Sonunda bu kaçışla ilgili inanılmaz bir iddiayı ortaya attılar:
 İttihatçılar darbe yapacak!
 Vahdettin’in has Paşası Ömer Yaver Paşa, 
İstanbul’daki İngiliz Yarbay Murphy’e giderek, 
darbe olacağını aman İstanbul’dan ayrılmamalarını rica etti. 
Murphy, 
Osmanlı Paşasını gülerek dinledi.
 
Zavallı Yaver Paşa bilmiyordu ki, 
bu iddianın ortaya atılmasını sağlayanlar zaten İngilizlerdi.
 
Darbe iddiaları üzerine yeni bir tutuklama dalgası başladı; 
30 kişi daha sorgusuz sualsiz cezaevine kondu.
 
Milli Kongre’nin başkanı Dr. Esat (Işık)
 gibi saygın ulusalcılar gece yarıları
pijamaları, terlikleriyle 
evlerinden alındılar.
İttihat ve Terakki’nin tüm mallarına el konuldu. 
Sonra sıra subaylara geldi.
İngilizler savaş tutsaklarına eziyet ettikleri iddiasıyla
 23 subayın hemen tutuklanmasını istedi.
Ordunun önde gelen isimleri tutuklanınca, 
İngilizler bu kez bazı kurumların 
darbeyi planladıklarını”
gündeme getirdi.
 
Bunların başında
Enver Paşa’nın 
kurdurduğu
 istihbarat örgütü Müsellah Müdafaa-i Milliye vardı.
 Savaş döneminde İngilizlere zorluklar yaşatan
Osmanlı istihbarat örgütü küçültülüp etkisizleştirilerek 
Harbiye Nezareti’ne bağlandı.
 
Osmanlı’nın deniz kuvvetlerini güçlendirmek için kurulan 
Donanma Cemiyetleri Bahriye Nezaretine bağlandı.
Jandarma, 
ordudan koparılarak Dahiliye Nazırlığı çatısı altına sokuldu.
 
İleride tehlikeli olacağı düşünülen
 genç mektepli subayların rütbeleri indirildi.
 Amaç, 
istifaya zorlamaktı.
 
İttihatçılar döneminde 
emekli edilen alaylı subaylar 
tekrar orduya alındı.
 Etkin görevlere getirildi. 
Emekli askerlerin kurduğu 
Nigehban Cemiyeti, 
basına verdikleri demeçlerde mektepli subaylara
 ağır hakaretler ettiler.
 Hukuk-u Beşer
Gazetesi
 mektepli subaylar için 
“haydut başları” 
başlığını bile atacak kadar ileri gitti.
 
İngilizler, 
Tetkik-i Hesabat ve Seyyiat Komisyonu kurdurarak,
 Harbiye Nezareti’nin 
 k  o  z  m  i  k 
odalarına girip
 tüm belgelerini didik didik ettirdi.
 
Amaçları belliydi;
  1.  orduyu küçültmek, 
halk üzerindeki etkinliğini kırmak.
 
Ordu’yu sadece iç güvenlik örgütü olarak polis,
 jandarma ve muhafız kıtaları seviyesine getirmek istiyorlardı.
Bu arada İngilizler ile Fransızlar arasında
 Jandarmanın yönetimi kimin kontrolünde olacak tartışması çıktı.
İnanması güç ama Saray’ın, 
bırakın bunlara karşı çıkmasını, 
Vahdettin 
ve 
Damat Ferid Paşa ikilisi, 
ordu komutasını İngiliz subaylarına 
verme talebinde bile bulundular. 
İngilizler reddetti.
- - -
 Güvenilir başsavcı aranıyor: 
Dönemin partisi Hürriyet ve İtilaf idi. 
Ülkenin dört köşesinde şubeler açan bu liberal-dinci ittifak partisi,
 artık hükümet olmak istiyordu. 
Ve nihayet,
 4 mart 1919’da 
Damat Ferid Paşa 
başkanlığında hükümeti kurdular.
 
Bu hükümete, 
İngiliz ajanı
 Hüseyin Hilmi’nin 
gazeteci dostlarıyla kurduğu Sosyalist Fırka da destek verdi!
 
Damat Ferid Paşa hükümetinin ilk yaptığı icraat,
 ulusalcıları yargılayan 
Divan-ı Harp 
mensuplarına yüksek maaş ödemek oldu.
 
 
Bu arada
 Divan-ı Harp’in
 üyeleri sürekli değişti. 
Damat Ferid Paşa, Takvim-i Vekayi gazetesine 
“güvenilir bir başsavcı bulmakta zorlandıklarını” 
açıkladı.
 
Yeni hükümetle birlikte yandaş medyadaki 
“tutuklayın”, 
“kapatın”, 
“neden cezalandırmıyorsunuz”
yayınlarında artış oldu.
Alemdar gibi yandaş gazeteler, 
“sehbalar bile bu adamlara layık değildir;
 kafalarının koparılması gerekir” 
diye yazdı.
 
Liberal gazeteciler;
 Alemdar’da 
Refi Cevat (Ulunay), 
Peyam’da Ali Kemal 
“daha ziyade şiddet” 
diye makaleler kaleme aldılar.
 “Bu adamlar için ölümden daha hafif ceza aklımıza gelmiyor”
 diye yazdılar.
Kamuoyu oluşturulduktan sonra istekleri yerine getirildi.
Ermeni tehcirinde kusurlu bulunan 
Yozgat Mutasarrıf vekili 
Kemal Bey 
idam edildi.
Fakat umulmadık bir olay gerçekleşti; 
yandaş medyanın
 “cani” 
olarak gösterdiği 
Kemal Beyin 
cenazesine onbinler katıldı.
 
Hükümet cenazeye gidenler hakkında soruşturma açtı; 
içlerinde toplumun çeşitli katmanlarından; 
doktor, 
tıp öğrencisi, 
subay, 
imam,
 tekke şeyhinin de 
olduğu bazı kişiler tutuklandı. 
Üsküdar mevki kumandanı
 cenaze törenini dağıtmadığı için 
görevinden azledildi.
Eski defterler açılıyor:
İngilizler gündemi hep sıcak tuttu.
 Tehcir ve darbe iddiaları gündemden düşünce hemen yenisi bulundu; 
“eski defterler” 
açıldı. 
Örneğin, 
intihar eden veliaht Yusuf İzzeddin Efendi’yi 
Enver Paşa’nın öldürttüğü iddia edildi! 
adliye Nazırı Sıtkı Bey hemen soruşturma açtırdı.
 
Bu olay sıcaklığını kaybedince hemen yeni bir gündem yaratıldı: 
Sultan II. Abdulhamid tahtan indirildiğinde,
 içinde1 milyon liralık mücevher bulunan çanta kayıp olmuştu. 
Çantanın peşine düşüldü.
  1. Ayrıca 
Yıldız Sarayı’nı kimlerin yağma ettiği konusunda 
spekülasyonlar yapılmaya başlandı.
 
Partiler, gazeteler bu suni gündemlerle oyalanırken,
İngilizler emellerini tek tek gerçekleştirdi. 
Kapitülasyonları
 yeniden uygulamaya koydu. 
Osmanlı maliyesini tümüyle
 Duyun-u Umumiye’nin 
Error! Filename not specified.
denetimine verdi.
 
İttihatçıların yerli sermaye oluşturmak için kurdurduğu
 milli şirketlerin bazılarını tasfiye etti;
 bazılarının müdürlüklerine liberal isimleri getirdi.
 
Levant Limited gibi şirketler kurdular; 
Vickers, 
Metropolitan Carriage, 
British Trade Corparation 
gibi şirketleriyle Osmanlı pazarına daldılar. 
Şirketlerde
 Türkçe kullanma zorunluluğunu kaldırdılar.
Türk bankalarına 
İngiliz denetçi gönderdiler. 
Denetleme işi bitinceye kadar bankaları kapattılar. 
Türk Milli Bankası’nı ele geçirdiler.
Kendileri yeni bankalar kurdular.
 
Hıristiyanlara ait
 “emval-i metruke” 
sayılarak satılan mallar gibi birçok konu gündeme getirildi.
Sultan Vahdettin o aralar Toros Tüneli’ne kafayı takmıştı. 
Tüneli yapmak için anlaşma yaptığı Alman ve Avusturyalılar kaçmıştı;
 “ah İngilizler şu tüneli bir yapsa” 
diyordu. 
Tünel yapılıp bitirilince ne olacaksa?
Diğer yanda…
 Osmanlı münevverleri 
olan biteni seyrediyordu; 
şaşkındı. 
Kurtuluş “reçeteleri” arıyordu. 
Çoğu bağımsızlığın Batı eliyle 
gerçekleşeceğine inanıyordu! 
Kimi ABD’nin sömürgeci olmadığına inanıp, 
Wilson Prensipleri Cemiyeti’ni kurdu. Hata! Dosya adı belirtilmemiş.
Kimi kurtuluşu İngilizlerin Osmanlı yönetimine 
el koymasında görüp
 İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ni girdi.
Halkına güvenen
 münevver sayısı
 parmakla sayılacak kadar azdı…
Tüm bunlar olurken İngilizler, 
Fransızlar, İtalyanlar
ve
 Yunanlar Osmanlı topraklarını işgal etti.
Taktik hep aynıydı: 
İngiliz basını, 
İzmir ve çevresinin uyduları 
Yunanistan tarafından ilhak edilmesi için yoğun bir
 “Barbar Türk”
 kampanyasına başladı. 
Bu yayınlara göre Türkler, 
Rumları yok etmek için gizli planlar yapıyordu!
Ve
 hep ekliyorlardı;
 “zaten bu barbar Türkler
 Ermenileri de katlettiler!” 
 
Bu gerekçe Batı basının en etkili propaganda silahıydı.
Sonra Yunanlar İzmir’e çıktı.
                   Batı basını yine Türkleri suçladı:
                “Türkler inatçı bir direnme gösterdi !”
Peki, 
İzmir işgali konusunda yandaş medya ne yazdı:
 “İngilizleri İstiyoruz.” 
Bu başlığı Alemdar gazetesi başyazarı Refii Cevat attı.
 Osmanlı’yı her türlü beladan kurtaran İngilizlerin, 
bu işgalden de İzmir’i kurtaracağına inanıyordu!
Teali-i İslâm Cemiyeti ise 
işgalin hemen sonrasına rastlayan Ramazan ayında, 
bazı memurların oruç yediğine, 
kimi kadınların tesettüre uymadığına dikkat çekip
 zabıtaların daha uyanık olmasını istedi.
......
Bu arada bir “anket” yayınlandı 
VE
 Müslüman halkın yüzde 60’ının 
İngiliz yönetimini istedikleri ortaya çıktı!...
*****************************
Soner Yalçın
*****************************
 KAYA...
.

3 Aralık 2011 Cumartesi

GÜNCEL


İŞİNİZE Mİ GELMİYOR


Burhan Bursalıoğlu


TBMM , Ülkemizin yönetimini  sağlamak için gereken yasa ve düzenlemeleri yapan bir kuruluştur. Gerektiği  zaman gerekli yasaları çıkararak Yürütme organına yol gösterir. Buna “Yasama organı” diyoruz.  Üyelerini  partiler kanalıyla Millet seçiyor.  Bunlara “Milletvekili” diyoruz. Bu da, demokrasi gereğidir.
Yasama organı, Cumhurbaşkanı’nı,  Cumhurbaşkanı  Başbakan’ ı  Başbakan da Bakanları seçerek hükümeti , Cumhurbaşkanı’nın onayından sonra kurmuş olur. Buna da “Yürütme organı” diyoruz.
Seçimlerden sonra yasama organı üyeleri ilk toplantıda şu  yemini ederler:

''Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine andiçerim.''



Yeminden sonra, meclis çalışmaya başlar. Yasalar  yapar,  yasalar değiştirir, komisyon seçimleri yapar, barış  sözleşmesi yapar, savaş  kararı verir.Verir de verir. .
 Milletvekilleri, ettiği yemine sadık kalmak mecburiyetindedir.  Türkiye Cumhuriyeti’nin  kaderini belirleyen tek organ TBMM dir. Bütün bunlar demokrasi gereğidir. Olıgarşi ve Monarşi  idarelerinde demokrasi yoktur. O idarelerde tek elden yönetim ve diktatörlük vardır.  Halk diktatöre bağımlıdır. Onun kölesidir. Özgür değildir. İstediğini  söyleyemez, yapamaz. Her buyruğa  uymak mecburiyetindedir. Karşı çıkma, karşı koyma kellesini götürür.
Bizde öyle değildir. Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduığu Türkiye Cumhuriyet’i , laik, demokrasi, halk idaresinin hakim olduğu bir sistemle yönetilmektedir. Bazı istisnalar olmasına rağmen  yönetimimiz demokrasi yönetimidir.
Devlerin  idamesi  için iş yapan çeşitli birimlere ihtiyaç vardır. Bunların da hepsi  bakanlıklara bağlıdır. Okullar Milli Eğitim Bakanlığına. Askeriye Milli Savunma Bakanlığına,  Maliye ve mal Müdürlükleri Maliye Bakanlığına, Mahkemeler Adalet Bakanlığına gibi.

Bu birimler görevlerini yaparken bazı uygulamalarda ters giden sonuçlar oluşur. Özel ve tüzel kişilere zarar verebilir. Yanlış anlaşma olabilir. Bunları   gidermek,  uygulamaları olumsuz etkileyen yasa veya maddeleri  değiştirmek   için, başta, bakanlık  olmak üzere, partiler ve Milletvekilleri   teklif vererek  düzenli  çalışma sağlanabilir.  Bunu yapmak onların Anayasal   hakkıdır. Erken farkına varıp, zararı aza indirmek  yetkililerin görevidir. Bile bile, yapılması gereken yapılmıyorsa, eline kalem almıyorsa, görevini yapmıyor durumuna düşerek,  temsil ettiği halkın  sevgisini  kaybeder.
Şimdi gelelim asıl konuya.
4 senedir halkın içini kemiren,  doğru veya yanlış,  gerçek veya düzmece şikayetlerle, ihbarlarla bir çok insanımız Ergenekon, balyoz,Oda Tv, Islak imza ve Poyrazköy gibi davalar nedeniyle, Ordumuzu boşaltacak  kadar Generaller, subaylar,  Profösör, Öğretm üyesi, doktor, yazar, gazeteci, televizyoncu, memur ve birçok aydın insanımız tutuklandı.  Gerekçe. Delillerin yok edilmesi ve kaçmalarını önlemek.  Halbuki,  Tutuklanan   General ve subayların bir kısmı,  çağrıldığinda,  arkadaşlarının akibetlerini   bildiği halde,  yurt içinde ve yurt dışında olanlar   tıpış tıpış  gelip  ifade vermişlerdir. Sonuç tutuklanma.
Tutukluların birçoğu neden tutuklandıklarını, ne suç işlemiş olduklarını bilmemektedirler. 4 yıldır içerde olanlar  bulunmaktadır. Başta  aileler  olmak üzere,  akrabalar, dostlar perişan ve muzdarip. Kendileri  perişan. Hatta   intihar edenlerin yanında, hastalıklarından dolayı, iyi bakılamadıkları için yaşamını yitirenler de var.
Tutukluluk sürelerinin uzamasından, Cumhurbaşkanı kaygı duyuyor, Başbakan, bakanlar endişeli, muhalefet başkan ve milletvekilleri kuşkulu ve aşaşkın.  Herkes bu durumdan hoşnutsuz. Kim bilir, belki de Hakim ve Savcılar da bu gidişten hoşnutsuzdurlar.  Yurt dışındaki örgütler, Devletler ve AİHM    ( Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi )gidişatı şaşkınlıkla izleyip, “Türkiye’deki tutukluluk süresinin AİHM içtihatlarına uymamaktadır” diyor.
Silivri misafirleri

Son Balyoz davası duruşmasında,  tutuklu bir albay savunmasında,  Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın “Tutukluluğun tedbir olduğunu, ama bizde ceza olarak kullanıldığüını, biz bunu yaparken  böyle düşünmemiştik “ deyişini, Cumhurbaşkanı’nın “ Bizde tutukluluk süresinin Uluslar arası standartların altında “ olduğunu söylemiş olduğunu, hakime hatırlatınca, Mahkeme Başkanı “ Biz yasalara bağlıyız Değerlendirmeler Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakan dsa olsa söylenen kişiyi bağlar. Bizi bağlamaz. Biz etki altında kalmadan bağımsız yargı yapıyoruz.” Diye cevap veriyor.
Öyle ise yasada ters giden bir şey var. Hiç kimse beğenmiyor. Yasayı çıkaranlar, değişiklik yapabileceklerine,  yetkili  olduklarına göre ne duruyorlar? Sabaha kadar çalışıp işlerine gelen yasaların çıkmasını sağlayan Milletvekilleri, uygulamada aksaklığı görülen bu ceza yasasını da değiştirsin.  Ama teklif veren yok. Ne iktidar ne de Muhalefet tarafından. Diyelim ki iktidar yasayı çıkardığı için değiştirmek  işine gelmiyor.  Muhalefet neden girişimde bulunmuyor. 3 Milletvekilinin tutuklu olarak cezaevinde  bulunduğu halde.
Şike yasası , Cumhurbaşkanı’nın veto etmiş  olsa da, değiştirilebiliyor. 12 yıllık ceza 3 yıla indirilebiliyor. Ceza Yasasında da 3 yıllık tutukluluk süresi  bir yıla, altı aya veya üç aya indirilemez mi?  İstense  neler yapılmaz ki.
Akan bir suyun önünü kapatıyorsun. Su gölleniyor, taşıyor, etrafa zarar veriyor. Tarla, bağ bahçe  sular altında kalıyor, bunu görüyorsun ama  o engeli kaldırmıyorsun. Kaldır da su mecrasından rahat  rahat aksın.
Sayı n  Milletvekilleri;  Size sesleniyorum:  Seçim öncesi, kahvehanelerde, aile toplantılarında, bastığınız çarçaf çarçaf broşürler,  meydanlarda kürsülerden halka verdiğiniz “ müreffeh, Türkiye “ sözü  nerede kaldı?  Nerede Meclis kürsüsünde , 70 milyon insanın huzurunda yaptığın yemindeki,  “Hukukun üstünlüğüne, toplumun huzur ve refahına, herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yayarlanmasını…” sağlayacağın yemin? 
Silivri cezaevinin uçaktan görüntüsü

Nerede kaldı bunlar?  Unuttuğunu sakın söylemeyin. Unutmuyorsunuz.  İşinize mi gelmiyor ? Sizler,  bu durumdan hoşlaşıyor musunuz?  Hiç ihtimal vermiyorum.  Çünkü bu  bir Ulusal meseledir. Toplumu kemiren kanser mikrobu gibidir.  Bunu yapamıyorsanız, davaların kısa zamanda sonuçlanmasını sağlayınız. Akla- kara ortaya çıksın.
Unutmayın ki, “GEÇ KALAN ADALET, ADALET DEĞİLDİR.

2 Aralık 2011 Cuma

KAHRAMAN KADINLARIMIZ

CEPHEDEKİ  KAHRAMAN  TÜRK  KADINLARI


Burhan Bursalıoğlu


Yıkılan ve dağılan bir toplumdan yeni bir devletin oluşturulmasında verilen milli mücadele sırasında, Türk kadınının da kahramanlıklarını tüm halkımızın bilip iftihar etmesi, öğünmesi, göğsünü kabartması lazımdır. 
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün 19 Mayıs 1919 da Anadolu’ya çıkarak başlattığı kurtuluş harekatı içinde yer alan binlerce kadın, Cumhuriyetin  atılan temelinde en büyük pay sahipleri olmuşlardır.
 Daha önceki yazılarımda başlattığım, Kahraman Türk kadınları serisine kaldığım yerden debam ediyorum.
 
BİTLİSLİ DEFTERDARIN HANIMI

Maraş'ın 22 Şubat 1919'da İngilizler tarafından işgali, onların aynı sene sonbaharında yerlerini Fransızlara bırakmaları üzerine, Ekim ayının son on günü içinde Fransızların, Ermenilerle birlikte Maraş'ı işgali Anadolu'da tam bir milli birlik ve dayanışma örneğinin yaratılmasına sebep olmuş, bu emsalsiz mücadelede kadın-erkek, genç ihtiyar güç ve kader birliği yapmış, her tehlikeye göğüs germişlerdir. Maraş müdafaasına katılan ve Fransızların Sehri terk ederek Antep istikametine çekilmesini sağlayan kahraman kadınlarımızdan bir kaçı pek meşhurdur. Bunlardan birisi Maraş'ın Kayabaşı (veya: Kabaili) Mahallesinde oturan Bitlis Defterdarı'nın haremi (eşi) olarak bilinen adsız bir Türk anasıdır. Şehirde İslâmların masum kanlarının boşuna akıtılmasına ve bir çok yuvaların, ocakların yıkılıp sönmesine tahammül edemeyerek evinde açtığı mazgaldan İslam mahallelerine saldıran din düşmanlarına ateş açarak sekiz düşman askerini öldüren, aynı günün akşamı da erkek elbisesi giyerek silaha sarılan ve mücahitler adına Mustafa kemal Pasa (Atatürk) tarafından Sivas kadınları Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ne gönderilen bir telgrafta olay anlatılmaktadır


NACİYE  NİNE

Maraş mücadelesine katılan diğer bir kahraman ana da Naciye Nine adlı Türk kadınıdır. Birinci Dünya Harbi başlarında seferberlik ilan edilince kocası Mustafa Efendi harbe gider, kısa bir süre sonra da onun şahadet haberi gelir. Zavallı Naciye, kocasının ölümüne inanamaz, onu bekler, durur Kapı komşusu bir Ermeni kadın da ona yapmadığını, söylemediğini bırakmaz. Nihayet, gördüğü muamelelere dayanamayan kadın, ihtimal dul kalışının da verildiği üzüntü içinde bir teneke gazyağı ile hem kendi evini, hem de komşusu kadının evini yakar, kendiside intikamını böylece alır.

Maraş Türküsü
Uy Maraş sılaya nice varayım
Açılmaz kapılar çalıp durayım,
Yarimi bulamadım kimden sorayım
Uy Maraş Maraş da bu nasıl Maraş
Kara gözlerinde yaş bağrında ateş.

Maraş'ın gölleri ördektir kazdır,
Yaylası kar kıştır, ovası yazdır
Çemende laledir, içimde közdür
Yücel göklerim yücel, eğil dağ eğil
Benim bildiğim Maraş bu Maraş değil.

Maraş'ın üstünden aştı turnalar
Gönlüme bir ateş düştü turnalar
Ben mi şaştım, yol mu şaştı turnalar?
Bu kara göklerde aylar dolanmaz
Bu yolun ucunda Maraş bulunmaz.

Maraş'ı dolaştım bir uçtan uca,
Kimse sormadı ahvalin nice.
Ne gündüzüm gündüz, ne gecem gece
Toprağı mezardır, suları seldir
Dosttan düşmandır, aşnası eldir.

Maraş'ı görünce yandım yıkıldım
Kan, yaş oldum yüzden, gözden döküldüm.
Od'a düşen bir saç gibi büküldüm
Benim bildiğim Maraş. bu Maraş mıdır?
Maraş mıdır, ataş mıdır, taş mıdır?

ORHAN ŞAİK GÖKYAY


 MELEK HANIM

Çukur Ova’nın en çetin savaşlarından biri de Haçın ilçesinde geçmiştir; “10 Mart 1336 (1920)’da başlayan kuşatma, 16 Ekim 1920 tarihine kadar devam etmiştir.” Yaklaşık yedi ay kadar süren bu kuşatma sırasında esir edilen 500 – 600 Müslüman’ın hiçbiri kurtulamamış, Ermenilerce bıçaklanarak, işkenceyle öldürülmüşlerdir. Şair Melek Hanım’ın Ermenilerin akıl almaz, dayanılmaz işkencelerini anlatan,  18 dörtlüğü içine alan bir destanı da vardır; Yalpurluzâde Gafur Efendi’nin hanımı olan Melek Hanım bu destanı, Melek Hanım’ın şehit düşmesinden, Haçın’ın kurtarılmasından sonra bohçasında bulunduğu bildirilmiştir.

27 Kasım 2011 Pazar

G Ü N C E L

DOSTLUK VE KARDEŞLİK
 Burhan Bursalıoğlu

"Dostluk" sözlükte, dost olma durumu ve dostça davranış olarak açıklanmıştır. "Kardeşlik" de kardeş olma durumu, kardeş kadar yakın sayılma, birlik, beraberlik gibi anlamlara gelmektedir
"Dost" sevilen, güvenilen yakın arkadaş demektir. Dost bilinen kimse ile yakın ve samimi ilişkiler kurulabilir. Böyle bir kişi ile insan, her şeyini paylaşabilir, ona en gizli sırlarını açabilir. Bu durum, aynı zamanda dostluktur.
 Dost olmaya, dostlar edinmeye her insanın ihtiyacı vardır. insanların kardeşliğe de ihtiyacı vardır. Kardeş gibi birbirini seven ve kollayan insanlar, kardeşlik sayesinde yardımlaşırlar. Hayatta birbirlerine destek olurlar. Birbirlerini cesaretlendirirler. Kardeşlik kuranların, dostluk kuranlar gibi ortak değerleri vardır, inançları vardır, davranışları vardır. İnsan, diğer insanlarla bir arada yaşamak zorundadır

Sevgi, insanı diğer insanlara, hayvanlara ve başka şeylere yakın ilgi göstermeye iten duygudur. Sevgi, insanları birbirine bağlar. Sevginin olduğu yerde, acılar çabuk unutulur, dertler çabuk halledilir, üzüntüler neşeye dönüşür. Yüzler güler. Asık suratlar kaybolur, gözler parıldar, kalpler kaynaşır.
Her şey sevgiye dayanmaktadır. Kardeşliğin de, dostluğun da temeli sevgidir. Bunun ölçüsü sevginin karşılıklı olmasıdır. Bencilce sevgi, süreklilik kazanamaz. insanca yaşamak demek, birbirlerinin haklarına saygı göstererek yaşamak demektir. Haklara, inançlara saygı duymak, dostça yaşamaktır, kardeşçe yaşamaktır, diyalog içinde yaşamaktır. ilişkileri geliştirerek yaşamaktır, bozarak değil.

Sevmenin ilk şartı, alçak gönüllü olmaktır. ikinci şartı, güler yüzlü, tatlı dilli olmaktır. Bir diğer şartı, insanlara hoşgörülü davranmak, karamsar olmamaktır. Dördüncü şartı, insanların kişiliğine saygı göstermek; ona emreden bir tavır içinde olmamaktır. İnsanlarla alay etmemek, insan kendisini çok öğrenmek diğer şartlardandır. Bu şartları yerine getiren kişi sevmeyi başarır. Sevmeyi başaran kişi, sevilmeyi de hak eder İnsanlara sıcak davranan, tevazu ile yaklaşan insan, sevilir. Herkese güven veren kişi kendisini sevdirir. Karşılık gözetmeden insanların iyiliğine koşan kişiyi herkes sever. 0, sevilmeyi hak etmiştir.

İnsanlar arasındaki dostlukları, ahbaplıkları, arkadaşlıkları, kardeşlikleri, kısaca ilişkileri iki gruba ayırmamız  mümkündür:

1- Menfaate dayanan, çıkar esası üzerine kurulan dostluklar, arkadaşlıklar, ahbaplıklar. Bu tür dostluklar çıkar esası üzerine kurulduğu için, menfaat varsa dostluklar devam eder, menfaat yoksa dostluklar da devam etmez, bozulur. Bu tür insanlara iyi gün dostu denir. Bunlar rahat ve iyi günlerinizde sizin dostunuz olurlar, yanınızdan hiç ayrılmazlar, hep sizinle beraber olurlar, adeta etrafınızda pervane gibi dönerler. İşin iç yüzünü bilmeyerek görünüşe bakıp aldananlar da,
 “Bunlar ne güzel, ne iyi dosttur, ahbaptır” derler. Bu tür dostlara karşı dikkatli olmak gerekir. Bir atasözümüzde bunlar hakkında şöyle denilmiştir: “Abdalın dostluğu köy görününceye kadardır.” Bunun anlamı şudur: Çıkarları dolayısıyla size dost görünen kimseler, işini yürütecek başka yollar bulunca sizinle olan münasebetlerini keserler, sizi hemen terkederler.

Velilerden birine:

-Kaç dostun var, diye sorulmuş;

-Bilmiyorum, şimdi dünya bana yöneldiği,  makam sahibi olduğum için bütün insanlar bana dost. Gerçek dostlarımı, dünya benden dönüp gidince anlayacağım, demiş

2- Samimiyet üzerine kurulan dostluklar ve kardeşlikler. Bu tür dostluklarda karşılıklı sevgi vardır, saygı vardır, samimiyet vardır, içtenlik vardır, doğallık vardır, fedakarlık vardır. Menfaat ve çıkar ilişkilerine dayanmaz. İyi günlerde de kötü günlerde de birbirlerinin yanlarında olurlar. Hele kötü günlerde hiç arkadaşlarını terketmezler, onların yardımlarına koşarlar. Halkımız arasında böyle iyi dostlara “kara gün dostu” denir. Bu konuda Hz. Ali şöyle der: “Senin gerçek kardeşin, daima yanında bulunan ve sana faydalı olmak için zarara katlanan, zamanın felaket ve musibetleriyle karşılaştığın zaman ne pahasına olursa olsun yardımına koşandır.”
Bir düşünür de “Gerçek dostlar, iyi günlerinizde davet edilince sizi ziyaret ederler, kara günlerde davetsiz gelirler” der.

Mevlâna hazretleri bir gün müritlerinden biriyle giderken, birbirleriyle sarmaş dolaş olmuş bir grup köpek görürler. Müritlerinden biri;

“Şunlara bakın, ne güzel kardeşlik örneği! Keşke insanlar da bunlardan ibret alsalar!” der.

Mevlâna hazretleri tebessüm ederek karşılık verir:
Aralarına  bir kemik atıver de gör kardeşliklerini.”

Gerçek kardeşlik, arkadaşlık ve dostluklar basit çıkar ilişkilerine, dünya menfaatına dayanmamalı ve bilinmelidir ki, bunların hepsi sahte ve geçicidir.
 Merhum Barış Manço’nun bir bestesinde:

Unutma ki dünya fâni

Veren Allah alır canı

Ben nasıl unuturum seni

Can bedenden çıkmayınca

Dediği gibi, bir ömür boyu sürmeli, can bedende olduğu müddetçe devam etmeli. İnsanlığın böyle dostluklara, böyle kardeşliklere, böyle sevgiye, ihtiyacı var.


İnsanların birbirlerine karşı sevgi, merhamet ve şefkat göstermelerinin misali bir vücudun misali gibidir ki, o vücudun bir organı rahatsızlanırsa, diğer bütün organlar etkilenir ve acı duyarak onun ıstırabını paylaşırlar.

İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin hocalarından Hz. Ali’nin torunu İmam Cafer-i “ Sadık’a  “Beş kimse ile beraber bulunmaktan sakın:

Birincisi yalan söyleyen; çünkü devamlı ona aldanırsın.

İkincisi ahmak, aklı az olan; çünkü sana iyilik yapayım derken kötülük yapar.

Üçüncüsü cimri; çünkü en çok işine yarayacağı zaman seni bırakır.

Dördüncüsü kötü kalpli kimse; çünkü menfaatına kavuşmak için seni harcar.

Beşincisi fasık, yani açıkça kötülükleri yapan; çünkü seni bir lokma ekmeğe satar.”

Diyarbakırlı Said Paşa da bir beytininin açıklamasında:

“Kötülükler insana fena nefsinden gelir, utanılacak şeyler ise insana kötü arkadaşından gelir, kötü arkadaşına uyarak kötülükleri yapar, kötü yollara düşer.”

Denilmiştir ki, insanlar üç kısımdır:

Bir kısım insanlar vardır ki, gıda gibidirler, onlardan hiçbir zaman uzak kalınmaz, her zaman onlara ihtiyacımız vardır. Yemeden içmeden yaşamak mümkün olmadığı gibi, onlarsız yaşamak da mümkün değildir. Başka bir ifadeyle yeme ve içmeden usanılmadığı gibi, bu tür insanlardan da usanılmaz.

Bir kısım insanlar da vardır ki, deva yani ilaç gibidirler. İlaç, her zaman alınmadığı, ancak gerektiğinde alındığı gibi, onlara da her zaman değil bazı durumlarda ihtiyaç duyulur.

Bir kısım insanlar da vardır ki, dert gibidirler, insanlara zarar verirler, onlara hiçbir zaman ihtiyaç duyulmaz, hatta onlardan kaçılır, yanlarına yaklaşılmaz.

Gerçek dost ve arkadaşla  ilgili olarak söylediklerimizi özetlersek:

Dostlarınız içerisinde sizi yüzünüze karşı çekinmeden eleştiren, ama kusurlarınızı da herkesin içinde savunan,

Başarılarınızdan dolayı kıskançlık duymayan, bilakis sevinip, mutlu olan; başarısızlıklarınızdan dolayı da üzülen,

İhtiyacınız olduğu zaman ilgisiz kalmayan, aksine hemen yardımınıza koşan,

Her söylediğinizi tasdik etmeyen, aksine, bildiği doğruları söyleyen biri veya birileri varsa bilin ki, gerçek dostunuz odur.
İşte bu sebeple denilmiştir ki:

Dost odur ki, sana doğrusunu diye,

Dost değildir, sana doğrusun diye.

Hz. Ali'nin: “
Her şeyin hayırlısı yenisidir, fakat dostun hayırlısı eski olanıdır.” Sözü de dostluğun anlamını  en iyi şekilde  ifade etmektedir.
 Ülkemizde, bu günlerde dostluğa ve kardeşliğe çok ihtiyacımız var. Aynı topraklarda doğduk; aynı eğitimi görüyoruz; aynı yasalarla yönetiliyoruz; aynı bayrak altında  bulunuyoruz; kimliklerimizde  TC yazıyor ama kavgalıyız. Birbirimizin boğazına sarılıyoruz. Geçmişimizi, büyüklerimizi suçluyor, inkar ediyoruz.  İnanın bize yakışmıyor. Dostlarımızı üzüyor, düşmanlarımızı sevindiriyoruz. Buna bir son vermeliyiz. Hemde en kısa zamanda.  

 Dostluk ve kardeşliğe inanıyorsak,  rahmetli Nazım Hikmet Ran'ın  "YAŞAMAK,  BİR AĞAÇ GİBİ TEK VE HÜR, BİR ORMAN GİBİ KARDEŞCESİNE "

beyitini hiç aklımızdan çıkarmamalıyız.

25 Kasım 2011 Cuma

GÜNCEL





SATIN  ALINAN   VATAN   GÖREVİ !!!

Burhan  Bursalıoğlu

Gündemde yokken, olduğunda da   benimsenmeyen,  gündeminde  olmayan  bedelli  askerliği, gerekirse Milletin oyuna başvuracağını  meydanlarda haykıran  Sayın Başbakan,  birkaçgün önce, kürsüye çıkarak,  “ Bedelli askerliğin”  şartlarını  tek tek açıklayarak, yasayı TBMM  sundu.  Meclisten  jet  hızı ile çıkarılan yasa, beraberinde de tartışmayı getirdi.

30 yaşını dolduran ve 30 bin lirayı ödeyen  herkes askerliğini yapmış sayılacak.”  Ayrıca bu insanlar postal  giymeyecek, eline tüfek almayacak, nişangahlara ateş etmeyecek, karavana yemeyecek, uygun adım la yürüyüş yapmayacak, marş söylemeyecek, topuk selamı  veremeyecek, yerde sürünmeyi beceremeyecek, alalamayı yapamayacak, nöbet tutmayacak, gece saat 3, de çavuş tarafından uyandırılmayacak, silah kuşanmayacak,  uykusuz geceleri olmayacak,  üstüne saygı, altına askerce sevgi göstermeyecek, savaş düzenini  bilmeyecek, ölüm korkusu ve zafer sevinci, zafer  gururunu tatmayacak, asker arkadaşı olmayacak, 

asker anılarından mahrum olacak. Karada , denizde ve havada bir üstüne “Komutanım “ diyemeyecek.  Techizatlı, uzun ve yorucu  yürüyüşlerden sonraki dinlenme  zevkini  tadamayacak.  30 bin lirayı verip, yan gelip yatacak.

Her Türk Gencinin  “Vatan görevini  yapması  mecburidir.”  Öğrencilerimize, “vatandaşlık görevlerini” öğretirken birisinin de “Vatani görevini yapma “ olduğunu belletirdik.  Şimdi bu görevlerin içine, “Vatani görevi  satın almak” mı ilave edilecek? 



20 – 30  yıl önce de “Bedelli askerlik “  “paralı askerlik” uygulaması  vardı. Daha çok yurt dışındaki   vatandaşlarımız için uygulamaya koyuldu. Yurt içinden de  bazılarına o hak tanındı. Ama onlar kıtalara gidiyor, 50 – 60 gün askerlik eğitimi  alıyor, tüm askerliğin  gereği yerine getiriliyordu.. Teskere aldıklarında, teskerelerine,  sonradan,   seferberlikte veya  gerek görüldüğünde, çağrıldığında,  hangi rütbe  ile, nerede   ve ne  görev alacağı yazılıyordu.  Para ödeyerek , askerliğini yapmış sayılan kişinin teskeresine ne yazılacaktır?  Yoksa , yukarıda belirttiğim nedenler için bunlar  kıtaya çağrılmayacaklar mıdır.?

Askerliği  kimler  yapacak?  Orduyu kim oluşturtacak?  30 bin lirayı veremeyenler.  Parası  olmayan, yoksul ve fakir gençler.  Böylece hem Vatanı  hem  de, 30 bin lira verip, yan gelip yatanı da korumuş olacak. Bugün PKK ya karşı savaşan askerlerimiz gibi, hayatını Vatan ve 30 bin ödeyenler için  feda etme durumunda kalacak.  Bu adalet mi, hak mı?

Aynı  Milletten,  aynı dinden,  aynı dili konuşan, aynı bayrağa saygı duyan, tarihi bir, ırkı bir, aynı kültürle yoğrulmuş, aynı topraklarda doğmuş, aynı kentte, aynı mahallede, aynı sokak ve binada, hatta aynı katta oturuyor olmalarına rağmen, birisi Vatani görevini yapmak için, “En büyük asker bizim asker “ nidaları arasında kışlaya yolcu edilecek,  bir diğeri ise, olanları pencereden seyredip el sallayacak. Yani orduyu teşkil edecek, iç ve dış düşmanlara karşı  savaşacak, cephede ölümle  burun buruna kalacak olan  insanlar, 30 bin lirayı veremeyecek olanlardır. 

30 bin lira karşılığı, 2-3 ay askerlik eğitimi verilebilseydi, diyecek bir şey olmazdı. Akla daha yakındı.
Merak ediyorum, Dünya da acaba böyle bir uygulama hangi devlette vardır. Yoksa Türkiye bunda da mı “ilk” tir.?

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ