2 Kasım 2009 Pazartesi

GÜNCEL


...Sonbahar yada Son(bir)bahar...


Daha yeni alışmaya başlamıştık. Derken yaz günleri de alıp başını gitti, başka diyarlara… Hiç beklemediğimiz bir anda geliverdi sonbahar. Hazırlıksız yakaladı bizi.

Şimdilerde tatlı bir telaş var tabiatta. Ufka doğru uzanan dağların beti benzi solmakta. Rüzgârlar keskin ve sert. Deniz kokuları getirmekte boğazdan.

Gözlerimiz o rengârenk çiçekleri aramaya başladı bile.

Her gün eskittiğimiz sokaklarda erguvanlara hasretimiz arttı.

O ruhumuzu okşayan, bize hüznü fısıldayan erguvanlara…

Bir ömrün baharında işte sonbahar.

Gördüğümüz her şey kızıl renklere bürünmüş bir tabloyu andırıyor.

Yahya Kemal’in dediği gibi
‘Mevsim boyunca kendini hissettirir vedâ’.

Yurdundan yuvasından ayrılmış gibi ana kucağı dallardan düşen yapraklar.

Biraz dikkat kesilsek sessiz çığlıklarını duyar gibi oluruz yaprakların.

Kimsesiz çocuklar gibi kalakalmışlardır sokak ortasında…

Ateş düşmüş gibidir titreyen yüreğimize.

Her bir yaprak ilk ve son defa sonbaharını yaşıyor. Bir bozkır yalnızlığı vardır bu demde. Hüzünlüdür sonbahar…

Dışarıda sonbahar ve içimizde son (bir)baharı düşleyen yüreğimiz

Bu hazan şöleninde ruhumuz sükûtu örerken şöyle denize nazır bir yerden tefekküre dalmak isteriz. Bir eylül seherinde ya da akşamın alacakaranlığında gözlerimize takılan ne varsa alır götürür bizi uzaklara… Ömür sonsuza akıp duran bir nehir..

Çoğu kez hicran çoğu kez hasrettir hazana teslim günler.

Yüreğimizi sarsar ansızın gelen yalnızlıklar.

Avare düşlerimiz ışığını arar.

Biraz da ihtiyarlığı hatırlatır bizlere sonbahar.

Bazen hafif hafif çiseleyen yağmurlara eşlik eder gözlerimiz.

İnkisara uğrayan hayallerimizi düşünürüz. Düşünür de visal iklimine yol almaya çalışırız.

Bugünler de geçecek. Bunca hazırlık son (bir) baharda açacak çiçeklerin resmigeçidi için. Der demez ücretini peşin almışçasına kalbimizde üns esintileri esmeye başlar.

Sükûn ah evet sükûn… Serviliklerde, yolda, evde, sükûn her yerde.

Tıpkı mevsimler gibi bir gün ömrün de sonbaharı geliverir.

İnsan kuruyan ağaçları gördükçe bir bir hatırlar geçmiş zamanlardaki sonbaharlarını.

Bir defne dalı olur yeşil renkli ve canlı kalmak ister ruhumuz.

Gençlik yıllarında esen meltemler yerini çoktan poyrazlara bırakmıştır.

Hazanla düşen yapraklara daha yakın hissederiz kendimizi.

Tıpkı ağaçlar gibi yalnızlığı yaşarız en derin biçimde.

Işık huzmeleri ruhumuza hiç uğramamışsa ecel terleri döktürür bizlere

Nedense gönül hep son(bir) baharı yaşamak ister. Huzurlu bir hayat, rengarenk güzellikler, kuş cıvıltıları, ırmak çağıltıları.. Fakat yoktur artık taze bir bahardaki koyun-kuzu meleyişleri, o temaşasına doyulmayan manzaralar.. Artık her ses inleyen bir nağme. Her manzara bir hüzün bestesi..

Bir an için şair gibi ‘Artık çocuk değiliz, susarak da bir şeyler diyebiliriz / Gitme, sonbahar oluyorum, sonrası hiç’ akıldan geçse de yüreği şahlananlar sonbahar mı dinler?

Hem bize de ne oluyor ki sonbahardan şikayet edelim?...

Kışta gelip zemini hazır edenlerin ahdine vefasızlık olmaz mı?

Öyle diyordu “asrın beyin yapıcısı” soylu bir katran ağacının üzerinden Cennet-asa bir baharı müjdelerken.

Mevsim sonbahar; şimdi terhis zamanı..

Hangi daldaki hangi yaprak daha önce düşecek toprağın kucağına kimse bilemez.

Belki de hep beklemekteler toprağa vuslat anını.

Bir gün bizler de gideceğiz sonsuz vuslat için son(bir) baharda.

Gecelerin ardından gündüzlerin gelmesi gibi..

Hafif bir rüzgar bizi de ayıracak bedenimizden. Umurunda mı olacak sanki dünyanın.

Olsun varsın.

Ümit yıldızları sönmedikçe kurur mu yapraklarımız. Çekilir yol verirler son(bir) bahara..

Şimdilerde her sonbaharda yepyeni ve ter ü taze son( bir) bahara ne çok ihtiyacımız olduğunu bir kez daha hatırlarız. Ne çok muhtacız ömrün son demlerinde zülüflerini taradığımız gecelere.. ümitle tüllenen ufuklara.. ve yepyeni son(bir) bahara..

31 Ekim 2009 Cumartesi

GÜNCEL
















BU YIL DA BÖYLE GEÇTİ…


Burhan BURSALIOĞLU


Çok şiddetli olmayan, iyi ile kötünün, neşe ile üzüntünün oluşturduğu bir kış sezonunun sonunda, yine yazlık mekanımızda soluğu aldığımızı yazmıştım.

Hasretle kavuşan komşular, dostlar, tanıdıklar. Bırakılan köpek, kedi, ağaçlar, çiçekler, bahçeler, deniz ve güneş. Sadece bunlar mı? Plajlarda, ,açık havada, kapalı kapılar ardında, uzun süren söyleşiler, dedikodular, siyasi düşünceler, edebi fıkralar (!) günlük yaşamın, vazgeçilmez eğlence konuları. Hele bir tanesi var ki, her toplulukta baş konuyu teşkil etmektedir. Sağlık.

Buradaki insanlarımızın genellikle yaşlı olmaları, hastalıklar konusu başı çekmektedir. Gündemdeki, domuz gribi midir, Hint gribi midir, her ne ise, her toplulukta, her sohpette, her kafadan değişik seslerin çıkmasını sağlıyor. Tedbirler, aşı… Aşı olalım mı, olmayalım mı, zararı var mı, yok mu, yan etkisi için kimse bir şey söyleyemiyor, acaba öldürücü mü, faydası zararından fazlaymış, zararı neymiş? gibi saatleri alan sohbetler. Birçok insan da, kendi hastalığını unutup, karşısındakinin şikayet ettiği hastalığı için tavsiyelerde bulunma, ilginç söyleşilerden olmaktadır.

Her toplulukta, zaman, zaman, insanın yaradılışında olan, kavgacılık, asabilik de ortaya çıkmaktadır. İncir çekirdeğini doldurmayan bahanelerle, kısa süre çıkan çatışmalar da plajlardaki eğlencelerdendir.

Yazların iyi taraflarından biri de misafir beklemektir. Bizler emekli, işi olmayan kişiler olduğumuz için, belirli kalma bir süremiz yok. Ama çalışanlar için bu süre kısıtlıdır. Kısıtlı sürelerini değerlendirmek için birkaç gün de olsa bizim gibi tanıdıklarının yanına gitmeyi uygun bulurlar.Haber gelince evde sevinç çığlıkları duyulur. Yataklar hazırlanır. Eksik yiyeceklerin takviyesi yapılır. Günler sayılmaya başlar. Bu işi de Torunum Şevval çok iyi becerir. . Kim gelecekse, geliş günlerini, matematiksel rakamları her geçen gün azaltarak sayması, sıfırlanınca duyduğu heyecan nedeniyle akşam erken yatıp sabah erken kalkma taktiği, geceyi kısaltarak yolcuların daha çabuk geleceklerine olan inancını her zaman muhafaza etmektedir.. O gün, çok sevdiği denizden dahi feragat edebiliyor.

Tatil, yazlık, sadece bunlardan ibaret değil tabi. Neşenin yanında hüzünde olmaktadır. İşin kötü tarafı bu. Kötü sürprizler. Ani bir hastalık, bir felaket, bir kaza, bütün neşenizi kaçırmaya yetiyor.29 Temmuz’da kaybettiğimiz, çok sevdiğimiz, sakin, kibar, haza bir beyefendi, Ali Ülgür’ün beklenmedik , Allahın rahmetine kavuşması, başta bizler, site ve Ataköy sakinlerini büyük yasa boğdu. Umarım gelecek yaz böyle sürprizlerle karşılaşmayız.

Burada grup, grup eğlenme babında oyunlar da oynanmaktadır. Yüz yıllık ağaçların tabii gölgelik yaptığı, adeta park havası yaratılan Ilgın plajında tavla partileri, Bağla plajında genelde okey ve briç oyunları düzenlenmekte, hanımlar arasında 51, okey oyunları da vakit geçirmek amacıyla oynanmaktadır. Ilgın plajından denize giren, Şevval’in arkadaşı nedeniyle, arada bir Şevval’i oraya götürdüğümde tavla partilerine de katılıyorum. Oradaki düzenlemeyi de, Öğretmen arkadaşımız Ahmet Karslı yapmaktadır. Burada, beziği iki kişi oynamakta. Biri ben, biri de Metin Güvenç. İyi de arkadaşız. Birlikte olduğumuz her zaman, bezik takımları yanımızda olur. Sık, sık beraber olur, oyun ihtiyacımızı gideririz. TV den maç seyrederken dahi , devre arasını değerlendirir, kaldığımız yerden beziğe devam ederiz.

Sitemizin üçüncü plajı olan Kargı plajı müdavimlerinin başında yılların eskitemediği Nigar Uluerer bulunmaktadır.

Yaz da, tatilde, dinlenme de geride kaldı.

Okullar açıldı. İzinliler işlerinin başına döndü. Yaşlılar torunlarının yanına gitti. Herkes, kışı geçirecekleri mekanlarına gittiler. Buralar boşaldı. Ama bu insanlar yanlış yaptılar. Buranın sarı yazı başladı. Deniz harika ve sıcak, hava temiz, gökyüzü parlak, yıldızlar parlak, bulut yok, oldu mu da bembeyaz bulutlar, etraf yemyeşil, yağan sıcak yağmurdan sonra da mis gibi toprak kokusu ve birazdan da topraktan fışkıracak katır tırnakları, papatyalar, anemonlar, gelincikler buraları gelin gibi süsleyecektir. Yazın sıcağı, gürültüsünden uzak, bam başka bir Bodrum oluşmakta.

Ama ne yazık ki, bizim de gitme zamanımız geldi. Buradan iki nedenle ayrılacağım. Biri, saatlerin geri alınması ve günlerin kısalması nedeniyle Şevval’in anne ve babasının gelene kadar geçen süre içinde tedirgin olması.. Dünkü görüşmemizde, “ Dedeciğim, sizi çok özledim. Saatler geri alındı, karanlık erken oluyor, korkmaya başladım, gelmeniz yakınlaşmıştır herhalde, Yolunuzu bekliyorum. “ dedi. Dedeler hiç torunlarını kırar mı?

İkincisi de, 22 Kasımda, Emirgan İlkokulu Mezunlarının yapacağı toplantıya katılmak.

Önümüzdeki hafta içinde İstanbul’a dönüyorum.

Burada kalanlara sağlıklı , sıcak bir kış geçirmelerini diliyorum.



28 Ekim 2009 Çarşamba










CUMHURİYET BAYRAMIMIZIN 86. YILDÖNÜMÜ

TÜM TÜRK ULUSUNA KUTLU VE
MUTLU OLSUN.

13 Ekim 2009 Salı

E Ğ İ T İ M




Z E Y T İ N İ N T E R İ

Dr. Mehmet Uhri


Arabamız su kaynatmasa durmayacaktık, o sıcak yaz günü Balıkesir'in
Savaştepe ilçesinde. Yola çıkmadan önce arabaya bakım yaptırmış,
hararet sorunu olduğunu söylememe rağmen arıza bulamamışlardı. Dağda
su kaynattıktan sonra motorun soğumasını bekleyip ancak Savaştepe'ye
kadar gidebilmiştik.

Birlikte yolculuk ettiğim eşim ve kızımın da canı sıkkındı. Günlerden
pazardı ve her yer tatildi. Sanayi sitesinde arabaya baktıracak
birilerini aradık, bulamadık. Can sıkıntısı ve çaresizlik içinde
söylenirken tamirci aradığımızı duyan birileri aracılığıyla tanıştık
Hüseyin amcayla.

Elinde küçük bir alet çantası vardı. Yardımcı olmak istediğini söyledi.

Motora yaklaştı, sesini dinledi. Kontağı kapatıp tekrar açtı. Hiçbir
yere dokunmadan uzun uzun motoru ve çalışmasını izledi. "motorun
soğutma sisteminde sorun görmediğinden" söz etti. Bir süre daha
bakındı. Sonra "buldum galiba" dedi.
"Herşey normal görünüyor ve su kaynatıyor ise araba su eksiltiyor
demektir. Muhtemelen kalorifer peteği delinmiş, su kaçırıyordur. O
ta kdirde döşemelerin ıslak olmalı" dedi. Gerçekten de onca uzmanın
çalıştığı tamirhanenin bulamadığı sorunu kısa sürede görmüştü. Arabanın
ısıtma sistemi su kaçırıyor, eksilen soğutma suyu yüzünden araba
hararet yapıyordu. Isıtma sistemini devre dışı bırakıp geçici bile
olsa su kaçağını önleyip sorunu çözdü, Hüseyin amca.

Teşekkür edip borcumu sordum. Arabanın camındaki tıp armasını gösterdi;
- Doktor musun?
- Evet.
- Bizim hanımın yıllardır geçmeyen ağrıları var. Gelip bakarsan
ödeşiriz. Ben de hanıma doktor götürmüş, gönlünü almış olurum. Hem de
çayımızı içer soluklanırsınız.

Hep beraber, Hüseyin amcanın evine gittik. Tek katlı bahçeli şirin bir evdi.
Hanımının şikayetlerini dinleyip, muayene ettim. Çoğu yaşlılığa ve
yaş dönümüne bağlı yakınmaları için tavsiyelerde bulunup iki de ilaç
yazdım. Kadıncağızın yüzü güldü. Teşekkür etti. Çay hazırlamak için
izin istedi.

Bu arada ilkokul çağındaki kızım boş durmuyor odaları dolaşıyordu.
Bir şey kırıp dökmesin diye yanına gittiğimde evin bir odasının
duvarlarının kitapla dolu olduğunu gördüm. Şaşkınlığım daha da
artmıştı.

Muhabbet ilerleyince, tamirci sandığım Hüseyin amcanın gerçekte emekli
ilkokul öğretmeni olduğunu, 39 yıl devlet hizmetinde Ege'nin köylerinde
çalışıp emekli olduktan sonra Savaştepe'ye yerleştiğini öğrendik.
Çocuklarının okuyup büyük şehre gittiğin i burada hanımıyla baş başa
yaşadığından dem vurdu.
- Neden buraya yerleştiniz?
- Ben okumayı, yazmayı, hayatı burada öğrendim. Sizler bilmezsiniz,
unutuldu gitti. Ben Savaştepe Köy Enstitüsü'nün ilk mezunlarındanım.
Hasan Ali Yücel Maarif Vekili iken ilk köy enstitüsü burada açıldı.
Burada öğrendim ben hayatı, bir şeyler öğretmenin nasıl mutluluk
verdiğini. Ayrılamadım buralardan.

- Peki bu tamircilik işi nereden çıktı?

- Dedim ya, bilmezsiniz sizler, köy enstitüsü mezunu olmanı n ne demek
olduğunu? O zamanın okulları sanırsınız. Halbuki orada bu toprağın
çocuklarına okuma yazmanın yanı sıra çiftçiliği, hayvancılığı, inşaat
yapmayı, yemek yapmayı, bozulanları tamir etmeyi, örgü örmeyi hatta az
buçuk hekimlik yapmayı bile öğrettiler. Hayatı öğrendik ve öğretmen
olup hayatı öğrettik çocuklara.

- Yani elinizden çok iş geliyor.

- Köy enstitülerinde bilmeyi, öğrenmeyi, düşünmeyi soru sormayı,aklını
kullanmayı öğretiyorlardı. Zaten bu yüzden yaşatmadılar ya...

Bu arada çaylar geldi. Çayın yanında ekmek peynir ve zeytinden oluşan
kahvaltı da hazırlamıştı Hüseyin amcanın hanımı. Emekli olduktan sonra
zeytinciliğe başladıklarını sofradaki zeytinin de kendi ürünleri
olduğundan söz etti.

- Zeytinin hikmetini bilir misin? Meyveleri ile karnımızı doyurmuş,
yağını çıkarmışsız. Kandillerde yakıp aydınlanmışız, odunu ile
ısınmışız. Giderek ona benzemişiz.

- Nasıl yani?

- İnsan da doğanın meyvesi değil mi?

Sofradaki zeytin çanağından aldığı zeytini ışığa doğru tutup;

- Doğup büyüdüğünde zeytin tanesi gibi acı, yeşil bir meyve insan.

Çoğunu sıkıp yağını çıkarıp posasını da sabun yapıyoruz. Yani heba
olup gidiyor. Bir kısmını sofralık ayırıyor selede tuza yatırıp acı
suyunu atmasını buruşup bu hale gelmesini sağlıyoruz. Veya salamura
yapıp olduğundan daha şişkin gösterişli hale getiriyoruz. İnsanlara da
böyle yapmıyor muyuz? Okullarda okutup okutup hayata hazırladığımızı
sanıyoruz, ya şişiriyor ya da buruşturup atıyoruz insanları.

"Sizin köy enstitülerinde yaptığınız da böyle bir şey değil miydi"
diye soracak oldum. Hanımına baktı gülüştüler.
&n bsp;
- "Hurma Zeytini" bilir misiniz?

- Bilmem. Hiç duymadık.

- Egenin bazı yerlerinde olur. Ağaç aynı ağaçtır ama her yıl kasım ayı
sonu gibi denizden karaya esen rüzgar ile zeytin ağaçlar ına bir mantar
bulaşır. Bu mantar zeytinin terini giderir, acısını dalında iken alır.
Dalında olgunlaşır zeytinler. Toplandığında yemeğe hazırdır
anlayacağınız.

- Eeee.
- Köy enstitüleri de böyleydi. Dalında olgunlaşan zeytinler gibi
insanları oldukları yerde yetiştirmeye, onların bilgilerini de diğer
insanlara bulaştırmayı amaçlamıştı. Doğup büyüdüğü ortamda
olgunlaştırıyorlardı, insanı. Hayata hazırlıyorlardı.

Sustuğumu görünce. Hanımından boşalan bardakları doldurmasını rica etti.

"işte bu yüzden, öğrendiklerimin zekatını vermek, zeytinin terini
hatırlatmak için buradayım, doktorcuğum. Unutulsun istemiyorum" dedi.
Kitaplığından çıkardığı iki kitabı kızıma hediye etti. Vedalaştık.
Arkamızdan bir ta s su döküp, uğurladılar.



Not: Bu yazı, emekli öğretmen Hüseyin Kocakülah ve köy enstitülerine
emek verenlerin anısına ithaf olunur


S A N A T


GEÇMİŞİNİ HATIRLAMAYAN ULUSLAR YOK OLMAYA MAHKÜMDUR


Mustafa Kemal ATATÜRK



Didim’de, Sivas Öğretmen Okulu mezunları olarak birlikte iken, bir grup arkadaşla, Şirince,, Meryemana, Selçuk, Efes ve Kuşadası yörelerine gezmeye çıktık.

Selçuk – Kuşadası yolu üzerinde “Maket Köy” yazan levha ile karşılaştık. Merakımızı gidermek için, uğrayalım dedik. Gördüklerimizi hem hayranlıkla ve hem de şaşkınlıkla izlerken, yanımıza bir bey geldi. Kendini tanıttı:

Emekli Öğretmen Ayhan Çetin.

Dışarıda, avluda, kendi çabalarıyla yaptığı barakalarda, doğal boyutlarda, demirci, yağhane, kalaycı, ayakkabı tamircisi, nalbant, kapçı, ve sema gösterisi yapılan dükkanlarda, çalışanlar ve müşterileri seyretmemizi sessizce izledikten sonra, bir elektrik şalterini indirince, hayran ve şaşkınlığımız daha da arttı. Maketler harekete geçip, yaptıkları işleri uygulamaya başladılar. Demircinin ocağı yandı, maşa ile tuttuğu demir kızardı, örsün üzerine koyup elindeki çekiçle demire vuran insan boyundaki maketi seyrederken, Ayhan Çetin öğretmenin ne kadar yetenekli ve zanaatkar olduğunu düşünmemek eldemi? Nalbantın, eşeğin ayağına nalı çakması, ayakkabı tamircisinin, dikiş makinesiyle sayacı dikmesi, kalaycının yanan ocağında ısıttığı tencereyi kalaylaması, kapçının çamurdan güveç yapması, neyleri çalan maketlerin eşliğinde semazenin sema yapması, fazla seyretmiş olacağız ki, Ayhan hoca bizi hangar gibi uzun bir binaya davet etti. İçeri girdiğimizde şaşkınlığımız doruğa ulaştı.

Bunlar nedir, bunları neden yaptınız, geçmişinizi anlatır mısınız ? diye sorduk.


Anlattıklarını özet olarak açıklarsam, 1940 yılında Konya’nın Akviran ( Şimdiki adı Akören) köyünde doğmuş. 1953 de İvriz Köy Enstitüsüne girmiş. 1954 de Köy Enstitülerinin kaldırılması üzerine , öğretmen okuluna dönüşen İvriz Öğretmen Okulundan 1959 da mezun olmuş. 1961 de de Necati Bey Eğitim Enstitüsünü bitirmiş. 1988 de de emekli olmuş.

Ayhan öğretmen piyasada satılan mankenlerden ilham alarak ve Atatürk’ün GEÇMİŞİNİ HATIRLAMAYAN ULUSLAR YOK OLMAYA MAHKÜMDUR “ veciz sözünü düstur edinerek, eşi Nazmiye hanımla kolları sıvayıp, 1950 yıllarındaki köyünün yaşantısını, maketlerle, yaşama taşımaya başlamışlar..


Baştan başlayarak, galeriyi şaşkınlıkla seyre başladığımızda neler görmedik ki? 1950 nin Akviran köyünün yaşam , adetler ve gelenekleri 50-60 yıl sonra halkın huzuruna çıkıyordu.

Köyün iki katlı evleri. Alt kat ahır, üst kat oturma yeri; dışarıda, uzak köşede tuvalet; yazın Antalya yöresinden portakal , keçiboynuzu ve bal getirip buğday ve arpa ile değiştiren deve kervanları; yayla yaşamı; karasabandan pulluğa; harmanda düven sürme, savurma, taşıma; değirmende buğday öğütme; kızların bulgur hazırlamaları; çamaşır yıkayan kadınlar; sünnet düğünü; sarnıçlar ve hayvan sulamaları; erişte yapan kadınlar; kilim dokuyanlar; ekmek yapanlar; çeşitli çocuk oyunları ki şimdi bunların çok azı oynanmakta, aşık oyunu,çelik çomak, tütün okka bir lira, saklambaç, uzun eşek, birdir bir, üç taş, dokuz taş, beş taş, seksek, çıngırığa binmek, enek, topaç çevirme, uçurtma uçurma, mendil kapmaca, körebe, elim sende gibi oyunlar vardı. Ayı oynatıcı; asker uğurlama; çerçinin başında alışveriş yapmak için toplanan kadınlar;su taşıyan kadınlar, kız isteme ve kız evi, erkek evi; düğün adetleri; yemek ve kına geceleri; damat tıraşı; yardımlaşma gibi maket kompozisyonları mevcudun sadece bir kısmı.


Yanda , bunların bir kısmının çektiğim resimlerini de yayınlıyorum.


Ayhan hoca, bugüne dek 17 sergi açmış. Bazı eserlerini de müzelere vermiş. Alanya düğünleri maketlerini Alanya müzesine; köy odası kompozisyonunu ABD Utah Monroe Paxman Özel Bebek müzesine; el zanaatları çarşısını Antalya müzesine; Çanakkale ve İstiklal savaşını konu alan kompozisyonu, İstanbul Miniatürk’ müzesine vermişler.

İstiklal Savaşı şehitliği kompozisyonunu da Konya da açtığı müzede sergiledi. Son olarak da, kompozisyonlar taşınamayacak boyutlara gelince, eserlerini devamlı sergilenmesini sağlayacak galeri açmaya karar vermişler ve “maket köy” galerisini açtılar.

Ayhan Hoca’nın bir ideali daha var:

- Maketleri hareketlendirdim. Şimdi sıra seslendirmekte. En son amacım ve idealim bu”

diyor .


Galeriyi 2000 yılında açmiş. Üst düzey görevlilerinden, marketi gezip, ziyaretçi defterini imzalayanlar var. Aşağıya bunlardan birkaçının düşüncelerini alıyorum.


“Çocukluk günlerim tazelendi .” Atilla Koç. Kültür Bakanı


“ Çetin Kültür Köyünün her şeyi güzel “ Yaşar Kemal


Sayın Çetin ailesi, geçmiş yazılır, resmedilir, siz bunu çok aşmışsınız.Yaptığınız gelecek nesillere büyük armağan” Hilmi Özkök. Orgeneral, Kara Kuvvetleri Komutanı.


Görmeyenin, tahayyül bile edemeyeceği güzellikde ve anlamda yapmış ve yaratmış olduğunuz bu güzide eserler.” Cahit Sarsılmaz. Tüm General Ege Ordu Kurmay Başkanı.


Geçmiş ile gelecek arasında köprü kurmanın en güzel örnekleri.” Alaattin Yüksel İzmir Valisi.


“ Yaratıcılığınız ve sanatçı kişiliğiniz önünde saygıyla eğiliyoruz.” Ali ve Aysun Kocatepe.


Emeğine, yüreğine, geçmişi unutmadan geleceğe dair sunduğun “ufuk” için teşekkürler “ Tayfun Talipoğlu - Bam Teli


Bir gün yolunuz o taraflara düşerse, mutlaka MAKET KÖY” e uğrayın. Pişman olmazsınız.


Burhan Bursalıoğlu


9 Ekim 2009 Cuma

GÜNCEL






S.Ö.O. MEZUNLARI DİDİM'DE


Burhan BURSALIOĞLU


Sivas Öğretmen Okulu Mezunları olarak, 1979 da başlattığımız birlikteliğimize hiç ara vermeden sürdürmeye devam ediyoruz.

Bodrum’daki sitemizden 5 araçla saat 9.30 Didim’e doğru hareket ettik.

Bu sene, 170 arkadaşla, 25 Eylül – 05 Ekim tarihleri arasında, Didim’in Akbük bölgesinde ki, Zıraat Bankası Eğitim ve dinlenme tesislerine vardık..

Tesisi anlatmaya gerek yok. Her taraf çeşitli kokular saçan çiçekler ve yeşillikler. Bloklara bile çiçek isimleri verilmişler. Bizim bloga papatya adı konmuştu. Odalara kartlı giriş ve aynı kartla elektrik sistemi de çalışmakta. Odalarda Para kasasından tutun da, klima, televizyon, telefon, buz dolabı, fön ve saç kurutma makinesi, havlular, şampuanlara varıncaya kadar her şey vardı.

Bitişik nizamla yapılan odalarda, banyo-tuvalet , balkon, dolaplar, masa sandalye, askılar, çamaşır kurutma aracı ve en önemlisi ter temiz, çarşaf,yastık ve battaniye hizmetimize sunulmuştu.

Bizleri güler yüzle karşılayan personelin davranışları, oradan ayrılana kadar devam etti ve10 numarayı da hak ettiler.

170 arkadaşla buluşma, sanki ilk defa karşılaşıyormuşuz gibi heyecanlı oluyor. Şu bir gerçek; insanlar her yıl değişmektedir. Bir yıl önceki Ahmet, Mehmet’deki değişiklikler hemen sırıtıyor. Ne yazık ki, tıp, değişikliğin olmamasına bir çare bulamadı. Gelen arkadaşlarla sarılıp koklaştık. Hepsini sağlıklı görmek beni mutlu etti. Aramızdan ayrılan 5 arkadaşımız için ise duadan başka yapacak bir şeyimiz yoktu.

Çeşitli nedenlerden ötürü gelemeyenler de vardı. Ama onların selam ve sevgi mesajlarını da ilk akşam yemekte iletildi.

Biri 2. gün, diğeri 8. gün, hoş geldin ve veda geceleri düzenlendi. Geç saatlere kadar canlı müzikle eğlenildi,

Her gittiğimiz yerde olduğu gibi çevre gezileri düzenlendi. Başta Afrodisyas, Selçuk, Efes, Meryem Ana, Kuşadası, Şirince, Bafa gölü ve tekne ile koy gezileri gibi. Ben, Meryemana, Şirince, Selçuk ve Kuşadası gezisine katıldım. Birkaç kez gitmiş olmama rağmen yine de hayretle seyrediliyor. Yeni gelişmeler insanı sıkmıyor. İnsanlar gibi zamanla, ziyeret yerleri değişmektedir. Şirince, dağın tepesine yakın bir yerde kurulmuş. Evler aynı mimari tarzda inşa edilmiş. Şarap, zeytinyağı ve reçel en çok satışa sunulan yiyecekler. Satışlarda, sabun da ilk başlarda bulunuyor.

Bu gezide, en çok dikkatimi çeken, Selçuk-Kuşadası yolu üzerinde, Maket Köy adı ile anılan, bir öğretmenin eşi ile yaptığı maketlerle, 1950 yılındaki doğduğu köydeki yaşantıları sergilemesi. Çok ilginç bir sergi. Bu konuyu bir sonraki yazımda ele alacağım.

Didim, ovaya kurulmuş, şirin ve güzel bir ilçe. Tüm Ege ve Akdeniz sahil yerleşim bölgeleri gibi. Her tarafta otel, restoran ve çay bahçeleri. Antika ve hatıra eşya satan dükkanlar ı söylememe gerek yok. Birkaç gün önce Başbakan T.Erdoğan’ın kurdelesini kesip açtığı marinaya gittik. Neden bu kadar acele ederler bilemem. Marina daha tamamlanmamış. Gösteriş olsun diye 2 tekneyi koymuşlar, öte taraftan işçiler hala çalışıyor. Tamamlanırsa güzel bir tesis olur.

Kaldığımız tesisin hiçbir tenkit edilecek yanı yok. Yemeklerden başka. Açık büfe. Üç oyun yemek. Sabah kahvaltısında, 4 çeşit peynir, 7 çeşit reçel, ek olarak tahin ve bal. Çay veya meşrubat. 3 çeşit zeytin. Domates biber, salatalık yumurta, tereyağı. Yumurtanın omletini de yaptırabiliyorsun. 2 çeşit ekmek, simit, poğaça, kuru üzüm, ceviz, badem. Öğlen 8 çeşit salata , 8 çeşit sıcak yemek. Bunların üç çeşidi, et, tavuk ve balık. Her gün bu 3 çeşit et çıkmakta ama değişik türleri yapılmakta. Tatlı olarak 5 çeşit, ilave olarak da 2 çeşit meyve çıkmakta. Akşam yemeğinde de aynı tür ve aynı sayıda yemekler. Her yemekte, içecek olarak, su, vişne, ayran ve limonata bulunmaktadır.

Ayrıca 5 çayı ve yanında 4 çeşit kurabiye olmaktadır.

Şimdi gel de şikayet etme. Büyük israf. Artan yemekler dökülüyor.El değmiş ekmekler, yani sepetlere konup, kalan ekmekler çöpe. Dahası, bütün bunlar biz gibi yaşlı insanlara fazla. Her sabah yürüyüşümü yaptığım, yemeklerime dikkat ettiğim halde 3 kilo almışım. Tabaklarını tıka basa dolduranların aldıkları kiloları geri vermek için herhalde bir yıl mücadele etmeleri

Gerek.

5 Ekim sabah kahvaltısından sonra dağılma başladı.

Ben ve Bodruma gelecek arkadaşlarla konvoy halinde yola çıktık. Bafa gölünde, Milas’ta ve uyuyan vadide mola verip, yemek işini de hallettikten sonra saat 16 sıralarında yeğenimiz Hülya’yı İstanbul’a yolcu etmek için hava alanına bıraktık. Saat 5 civarında mekanımıza vardık.

SONUÇ: 31 senedir sürdürdüğümüz bu beraberliğimizin daha bir benzeri yok. Sabırla, hevesle, heyecanla beklenen beraberlikteki ruh, Sivas Öğretmen Okulu Öğrencileri olarak Öğretmenlerimizden aldığımız eğitimden kaynaklanmaktadır. O eğitimi veren ve yaşayan öğretmenlerimiz de, bu birlikteliğimizde hep yanımızda oldular. Bize destek verdiler. Ne yazık ki kader, bazı öğretmenlerimizi aramızdan aldı. Onlara gani gani rahmet diliyorum. Halen aramızda bulunan, matematik öğretmenimiz Necmettin Özcan ve Sabiha Gülaydın öğretmenlerimize de sağlıklı uzun ömürler, aramızda oldukları için de teşekkür ediyorum.

2010 da yine buluşma dileğiyle….


23 Eylül 2009 Çarşamba

10 günlük veda



Değerli okuyucularım, 25 Eylül ile, 05 Ekim 2009 tarihleri arasında, 30 senedir sürdürdüğümüz Sivas Öğretmen Okulu Mezunlarının 10 günlük birlikteliğimiz için Didim'de olacağım. Bu süre içinde Siz Doslarımdan ayrı kalacağım. 05 Ekim'de görüşmek üzere sevgi ve saygılarımı sunuyorum.

Burhan Bursalıoğlu

18 Eylül 2009 Cuma

BAYRAM KUTLAMASI



B A Y R A M I N I Z K U T L U O L S U N


Ramazan Bayramımızın, başta şahsınız, Aileniz ve yakınlarınız olmak üzere, tüm Ulusumuza, başarı, mutluluk, sağlık, huzur, dirlik,düzenlik, bol kazanç getirmesini, gözyaşı göstermemesini diler, sevgi ve saygılarımı sunarım.

Burhan Bursalıoğlu

ŞİİR BAHÇESİ

YANLIZLIK ÇİÇEĞİM


Mehmet Altıntop

Bu Eller Özlem
Bu Eller Sevda
Bu Eller Umutla
Uzanıyor Sana.

Öpmek, Sarmak, Sıkmak
Sıkmak, Kırmak Kemiklerini
Saçlarını Dağıtmak Koklamak
Duymak Sıcaklığını, Yanmak, Kavrulmak

Hadi.. Hadi.. Uzat Ellerini
Esret Prangam
Yaşama Ruhsatım
Yanlızlık Çiçeğim...




17 Eylül 2009 Perşembe

EDEBİYAT




Biz olmak için verilen mücadelemiz



Nazım HİKMET RAN



Ben
senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mi zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi,beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun
ki içinde beni görebilesin
Fedakarlığımı anlıyorsun :
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için

Ve toz oluyorum
yaşıyorum yanında senin.
Sonra, sende ölünce
kavanozuma gelirsin.
Ve orada beraber yaşarız
külümün içinde külün
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar...
Ama biz
o zamana kadar
o kadar
karışacağız
ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile zerrelerimiz
yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak
iki çiçek açacak :
biri sen
biri de ben.


15 Eylül 2009 Salı

Kulun Rabbine yakin oldugu gecelerden en önemlisi. Bu hayırlı gece’nin, Hepimizin günahları için bir bağışlanma, Gönüllerimiz için huzur, Hastalarımız için şifa, Dertlilerimiz için deva, Borçlularımız için eda olmasını dilerim
Kendisine dua edenleri geri çevirmeyen,günahlari bagislayan, herseyi bilen, gören ve duyan Rabbim tüm dualarimizi kabul etsin. Güzelliklerin, Meleklerin avuçlarımıza bırakacakları rahmet damlalarının bilincinde olabilmek ümidiyle Bereketin, Hayırların Başlangıcı olması Dileğiyle

Kadir geceniz mübarek olsun.

GÜNCEL






Hedefimiz Avrupa! Ya Avrupa’nın Hedefi?


Erol MANİSALI



Hedefimiz Avrupa! Ya Avrupa’nın Hedefi?
Avrupa Günü dolayısıyla AB ile ilgili görüşler ortaya kondu. Bazı çevrelerden de “hedefimiz Avrupa diye” açıklamalar yapıldı. “Avrupa’nın Türkiye’ye yönelik hedefini” bile bile, hedefimiz Avrupa demek ne anlama gelir?
Avrupa Birliği’nin Türkiye hedeflerine bir bakalım; en azından son 15 yılda neler yapmış, bir görelim:
1. 1989’da doğru dürüst bir gerekçe göstermeden Türkiye’nin tam üyelik başvurusunu geri çevirmiş ve “Seni almıyorum, geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri’nde Türkiye’ye yer yok” demiş.
2. Daha sonra, iki temel kuruluşundan biri olan Avrupa Parlamentosu’nda şu kararları çıkartmış;
- “Kıbrıs ‘ta Türk varlığını istemiyorum, adayı AB’ye ilhak ediyorum, Türkleri de azınlık olarak kabul ediyorum” demiş ve bunu da yapmış. Hem de uluslararası anlaşmalara aykırı bir biçimde.
- Arkasından, Ege kararlarını çıkartmış; Kıbrıs gibi Ege’yi de istediğini ortaya koymuş.
- Sonra, Güneydoğuda terörü yıllar yılı desteklemiş. Önce PKK’nın, sonra KADEK’in baş savunucusu olmuş. Para, silah ve yayın olanakları sağlamış. Şimdi de Güneydoğuya özerklik istiyor.
- Avrupa Parlamentosu, “Türkler Ermenilere soykırım uyguladı. Bunu kabul ederlerse ilişkiler gelişir” diye kararlar çıkartmış. Yani, “Büyük Ermenistan‘ın” altyapısını hazırlamış.
- 2003’te Irak, ABD ve İngiltere tarafından işgal edilirken Kuzey Irak’a Türkiye’nin müdahalesine ABD ile birlikte karşı çıkmış. Kuzey Irak’ta Türkiye’ye yönelik bir devlet kurulmasına yardım etmiş.
3. 1995’te, Türkiye içindeki gayri milli sermaye çevreleri ile birlikte kotardığı 6 Mart 1995 Gümrük Birliği belgesi ile Türkiye’yi tek yanlı AB’ye bağlamış. Bunun sonucu olarak..
- Türkiye’nin dış ticaret açıkları patlamış, dış borç artmış...
- Batı’nın dev şirketleri Türkiye’yi ele geçirmeye başlamış...
- Ulusal sanayi çökmeye başlamış...
4. Avrupa Birliği çevreleri, kurumları ve Türkiye raportörleri sürekli olarak;
- Biz Atatürk fikrinden rahatsızız..
- Cumhuriyet ilkeleri ile Türkiye kabul edilemez demiştir.
Bütün bu saydıklarım işin bir kısmı, AB’nin Türkiye’ye karşı daha sayılacak çok marifetleri var
Hedefimiz Avrupa mı, Sevr mi?
Avrupa Günü’nde beyanda bulunanlar…
- AB­-Türkiye ilişkilerinde tek yanlılığı ve bunun sonucu olarak Türkiye’nin sömürülmekte olduğunu göremiyorlar mı?
-Avrupa Parlamentosu’nun aldığı kararların Türkiye’nin parçalanmasına yönelik kararlar olduğunu anlamıyorlar mı?
- Yoksa, çok iyi anlamalarına rağmen “Biz Türkiye içindeki Danimarka‘yız, Batı‘nın buradaki uzantısıyız, Türkiye’nin bölünmesi bizi ilgilendirmez” mi diyorlar.
“Avrupa’nın Türkiye’ye yönelik hedefleri” göz önüne alındığında burada birilerinin “Hedefimiz Avrupa” demesi ile “Hedefimiz Sevr” demesi arasında ne fark kalır.
Avrupa (ve Batı) Türkiye’yi dağıtmak ve arka bahçesi yapmak isterken Avrupa’yı savunmak, emperyalizmin yanında yer almak demektir.
Batı emperyalizmi sadece “gayri milli sermaye” ile sağlayamadığı amacına “İslamcı siyaseti” monte ederek varoşları ve kırsal alanı denetimi altına almaya çalıştı.
Avrupa Günü’nde “Hedefimiz Avrupa” diyenler “Avrupa’nın yalnız gayri milli sermayenin değil, İslamcıların da arkasında olduğunu göremiyorlar mı? Bu kadar “gaflet ve dalalet..” içine mi düştüler?
“Atatürkçü ve Cumhuriyetçi geçinenlerin” hedefimiz Avrupa demesi..
- Avrupa Parlamentosu’nun kararlarına destek olmuyor mu?
- Gümrük Birliği ile kurulan ve Türkiye’yi batırmakta olan tek yanlı düzenin savunuculuğu olmuyor mu?
- AB’nin Türkiye’de desteklediği bölücülüğe arka çıkmak olmuyor mu?
- Ve nihayet Türkiye’nin bütünlüğüne, Cumhuriyet ilkelerine ihanet etmek anlamına gelmiyor mu?
Sanki Türkiye ile Avrupa Birliği arasında ilişkiler diğer aday ülkelerde olduğu gibi normal bir seyirde gidiyormuş gibi davranmak ve AB’nin sömürgeci ve dayatmacı politikalarını görmemek, Türkiye’nin sömürgeleşmesine hizmet etmekten başka işe yaramaz. Bütün bunların ne anlama geldiğini “Türkiye Avrupa İlişkilerinde Sessiz Darbe” kitabımda noktasına, virgülüne kadar yazdım; hepsi gerçeğin ta kendisi.
Eğer birileri “ille de anlamak istemiyoruz” diyorlarsa bu onların kendi sorunudur.


--------------------


13 Eylül 2009 Pazar

NOSTALJİ





BİZ Mİ İSTEDİK, YOKSA HAK MI ETTİK?


Zübeyde SEZER

Benim çocukluğumda annelerimiz çalışmazdı.

Okuldan eve geldiğimde boynumdaki anahtarla kapıyı hiç açmadım.

Hatta babamın bile anahtarı yoktu.

Annem evimizin bir parçası gibiydi, hep evdeydi.

Her yere birlikte giderdik, zaten öyle çok da gidilecek bir yer yoktu ki.

En büyük eğlencemiz sokaklarda oynamaktı.

Sokakta oynamak diye bir kavram vardı yani.

Cafelerde, alış veriş merkezlerinde buluşmazdık.

Okula arkadaşlarımızla gider,

birlikte çıkar, oynaya, zıplaya yürüyerek gelirdik.

Servis falan yoktu. Ayakkabılarımız eskirdi.

Hatta öyle olurdu ki; çantalarımızı kaldırımlara koyar oyuna bile dalardık.

Annelerimiz bu durumu bildiklerinden, kardeşlerimizle bizlere ekmek arası bir şeyler hazırlar gönderirdi.

Mahallemizdeki teyzeler annemiz gibiydi. Susayınca girer evlerine su içerdik.

Ya da pencereden bir sürahi bir bardak uzatır, hepimiz aynı bardaktan kana kana içerdik.

Kısacacı evine girip gelen (ki sadece çişi gelen giderdi evine) elinde mutlaka yiyecekle dönerdi.

Anneleri o arada çocuğuna verdiği şeyden bizlere de gönderirdi.

Bu bazen bir kurabiye bazen bir meyve olurdu.

Cebimizde harçlığımız olduğunda düşmesin diye çıkarır çantamızın üstüne koyar oyun bitince geri alırdık.

Çok garip ama kimse almazdı. Sokaklarımız evimiz kadar güvenli idi.

Düşünce kaldırılır, kavga edince barıştırılırdık. Polisler gelmezdi

kavgalarımıza, zabıtlar tutulmazdı.

Sonra kavgalarımız da öyle ustura, falçata ile olmaz, onlar nedir bilmezdik bile, asla kanla falan da bitmezdi,

en fazla saçlarımızdan çeker, hayvan adları sayar, tekme atar, yine oyuna dalardık.

Birbirimizin suyundan içer, elmasına diş atardık.

Misket oynamaktan parmaklarımız kanar yine de mikrop kapmazdık.

Azar işitip, acillere taşınmazdık.

Düşerdik ekmek çiğner basarlardı alnımıza, oyuna devam ederdik.

Röntgenlere, ultrasonlara girmezdik.

Ben bizim çocukluğumuzu çok özledim.

Sokaklarımız ruhsuzlaştı sanki..

Komşumu tanımıyorum ama evinin camında temizliğe gelen kadını haftada bir görür kolay gelsin der konuşurum.

Onun dışında orada kim oturur hiç bilmem.

Evimizi kendimiz temizlerdik, kapı silmece; bilmem kaç kuruş hepimizin elinde bezler güle oynaya bitirirdik işleri.

Evlerimiz var içinde yaşayan yok.

Parklarımız var içinde oynayan çocuk yok.

Ama her yıl sökülüp yenilenen kaldırımlar, lüks binalar, ışıl ışıl vitrinler, girip çıkan yapay insanlar...

Ruh yok, buz gibi buz, bu biz değiliz..

Tahta iskemlelerimiz de oturan yaşlılarımız, onlara dede, nene diye hatırını soran çocuklarımız yok oldu.

Ben kapılarında '' vale '' lerin, '' body '' lerin beklediği yerlerden hep korkmuş çekinmişimdir.

Kapısını çarparak örtüyor diye çocuğuna kızıp, taksidini bitiremediği arabanın anahtarını, hiç tanımadığı birine vermek ters gelir bana.

Benim değildir bu kültür.

Ne ruhuma, ne kültürüme ne de cüzdanıma hitap eder.

Nedir bunlar?

Reklamlarla desteklenen beyni, ruhu ele geçirilmiş insanlar olduk.

Birbirimize yabancı, yalnızlıklarımızla yaşar olduk.

İyi de neden böyle olduk?

Biz mi

istemiştik? Yoksa hak mı ettik?

Ya

sizce?


9 Eylül 2009 Çarşamba

SAĞLIĞIMIZ








  1. BAL VE TARÇIN KARIŞIMININ TEDAVİ ETTİĞİ HASTALIKLAR


Ebru BIYIK

AĞRI KESİCİ

Bir ölçü balı 2 ölçü ılık su içerisine koyup üzerine bir çay kaşığı toz Tarçın ilave ederek bir krem elde edilir. Bununla vücudun ağrıyan yerlerine masaj yapılır. 1-2 dakika içerisinde ağrının azaldığını gözlemleyebilirsiniz.

Artritli hastalar, bir bardak sıcak su içerisinde 2 kaşık Bal ve bir çay kaşığı toz Tarçını eritip sabah, akşam alabilirler. Eğer düzenli olarak alırlarsa Kronik Artriti olan hastalar bile tedavi olabilirler.

Kopenhag Üniversitesinde yapılan bir araştırmada; kahvaltıdan önce bir yemek kaşığı bal ve ½ çay kaşığı toz tarçını alan 200 hastadan 73 ü bir hafta içerisinde şifa bulmuşlar, geri kalan yürüyemeyen ve hareket edemeyen hastalar da bir ay içerisinde şifa bulmuşlardır.


BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ


Her gün kullanılan bal ve tarçın bağışıklık sistemini kuvvetlendirir ve vücudu bakteri ve virus saldırılarına karşı korur.

Araştırmacılara göre bal, birçok vitamin ve büyük miktarda demir içermektedir. Balın düzenli kullanılması, akyuvarlar içerisindeki, bakteriler ve viruslarla savaşan, korpuskülleri de kuvvetlendirir.



DİŞ AĞRISI

Bir kaşık toz tarçın ve 5 tatlı kaşığı bal karışımı ağrıyan dişe tatbik edilir. Ağrı kesilene kadar günde üç defa tatbik edilir.

http://www.hanimlar.com/image/yazi_img/tarcin.jpgHAZIMSIZLIK VE GRİP

Toz tarçın 2 kaşık bal üzerine serpilip yemekten önce alındığında asit oluşumunu ve hazımsızlığı önler. İspanya da yapılan bir araştırmada bal içerisindeki bir maddenin grip mikroplarını öldürdüğü ve hastaları gripten koruduğu saptanmıştır.



İDRAR KESESİ ENFEKSİYONLARI

İki kaşık toz tarçın, bir tatlı kaşığı bal, ılık su içerisinde eritilip içilir. İdrar kesesindeki mikroorganizmalar üzerinde etkilidir.

KANSER

Japonya ve Avustralya da yapılan bir araştırmada, mide ve kemik kanserleri üzerinde başarılı olunmuştur. Bu tür kanserlere yakalanan hastalar günde bir kaşık bal ve bir kaşık tarçını bir ay süreyle günde üç defa almalıdırlar.

KALP HASTALIKLARI

Bal ve tarçınla bir karışım yap ve bunu her sabah kahvaltıda reçel veya marmelat yerine ekmek üzerine sür. Bu uygulama arterlerdeki kolesterolleri eriterek hastaları kalp krizinden korur. Bu uygulama ile, daha önce kalp krizi geçirmiş kişiler, ikinci krizden kilometrelerce uzakta olacaklardır.

Bu uygulamayı düzenli olarak yapan kişilerde solunum güçlüğü ortadan kalkacak ve kalp atışları kuvvetlenecektir.

EVLAT SAHİBİ OLAMAMA


http://www.hanimlar.com/image/yazi_img/bal1.jpg Eğer bir erkek düzenli olarak uyumadan önce 2 kaşık bal yerse problemleri çözülecektir.
Gebe kalamayan kadınlar bir tutam toz Tarçın ve yarım tatlı kaşığı balı gün boyunca bir bir sakız üzerine koyup çiğnediklerinde tükürükle karışarak yavaş yavaş emilerek etkili olmaktadır.

KOLESTEROL

İki kaşık bal, üç tatlı kaşığı toz tarçın, 450 gr. demlenmiş çay içerisinde eritilerek içildiğinde kan kolesterol seviyesi 2 saat içerisinde % 10 düşecektir. Artrit hastalarına tavsiye edilen kür de günde 3 defa kolesterol hastaları için uygulanabilir.


Günlük gıda ile alınan bal bile kolesterolün düşmesine yardımcı olabilir.



MİDE AĞRILARI

Bal ve tarçın kürlerinin, mide ağrıları için olduğu kadar mide ülserleri için de yararlı olduğu saptanmıştır.


GAZ

Hindistan ve Japonya'da yapılan araştırmalar Bal ve Tarçının midedeki gazı giderdiğini göstermiştir.

SİVİLCELER VE DERİ

3 ölçü bal, 1 ölçü tarçın ile bir krem yapılır. Bu krem uykudan önce sivilceler üzerine sürülür. Sabahleyin ılık su ile yıkanır.

Eğer 2 hafta süreyle her gün uygulanırsa sivilceleri kökünden çıkarır.

Egzama, mantar ve diğer deri infeksiyonlarında eşit miktardaki Bal ve Tarçın karışımı uygulanır.

YORGUNLUK

1 bardak su içerisinde ½ kaşık bal ve biraz toz tarçının hergün kuşluk vakti ve vücut direncinin düşmeye başladığı takriben saat 15.00 te alındığında bir hafta içerisinde canlılığın arttığını tesbit etmiştir.
SOĞUK ALGINLIĞI


Bir kaşık ılıtılmış Bal,1/4 tatlı kaşığı toz tarçın günde üç defa yenir.

Bu uygulama birçok kronik öksürük,soğuk algınlığı ve sinüslerin temizlenmesi için de geçerlidir.

YAŞLILIK

Bal ve tarçınla hazırlanan çay, düzenli alındığında yaşlılık harabiyetini önler.

4 kaşık bal,1 kaşık toz Tarçın, 3 bardak su içerisinde kaynatılarak bir içecek hazırlanır. Günde 3-4 defa ¼ bardak miktarında içilir. Deriyi diri, taze ve yumuşak tutar, yıpranmasını durdurur.

ZAYIFLAMA

Bir bardak su içerisine eşit miktarda bal ve tarçın konup kaynatılır. Her gün kahvaltıdan yarım saat önce aç karnına ve yatmadan önce içilir. Düzenli uygulanırsa kilo verilir. Ayrıca bu karışım düzenli olarak içildiğinde, yüksek kalorili diyet alınsa bile, vücutta yağın birikmesine engel olur.

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ

  CUMHURİYET Burhan Bursalıoğlu Bu gün Cumhuriyetimizin 99. Yıl dönümü. 99 yıl önce bugün, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşla...