3 Mart 2014 Pazartesi

MİLLİ ŞAİRLERİMİZ


NAZIM  HİKMET  RAN


İKİNCİ BAP
 KUVAYİ  MİLLİYE

YIL YİNE 1919
ve
İSTANBUL'UN HÂLİ
ve
ERZURUM ve SIVAS KONGRELERİ
ve
KAMBUR KERİM'İN HİKÂYESİ
 
 


Biz ki İstanbul şehriyiz,
Seferberliği görmüşüz :
Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin,
vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi
                       bir de İttihatçılar,
        bir de uzun konçlu Alman çizmesi
                       914'ten 18'e kadar
                                    yedi bitirdi bizi.
Mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker
erimiş altın pahasında gazyağı
ve namuslu, çalışkan, fakir İstanbullular
sidiklerini yaktılar 5 numara lâmbalarında.
Yedikleri mısır koçanıydı ve arpa
                              ve süpürge tohumu
ve çöp gibi kaldı çocukların boynu.
Ve lâkin Tarabya'da, Pötişan'da ve Ada'da Kulüp'te
aktı Ren şarapları su gibi
ve şekerin sahibi
kapladı Miloviç'in yorganına 1000 liralıkları.
Miloviç de beyaz at gibi bir karı.
Bir de sakalı Halife'nin,
bir de Vilhelm'in bıyıkları.

Biz ki İstanbul şehriyiz,
güzelizdir,
dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir.
Öfkeli, büyük bir şair :
«Ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir»
                                                                   demiş
                                                                        bize
ve bir başkası,
yekpare Acem mülkünü fedâ etti bir sengimize.

Biz ki İstanbul şehriyiz,
işte, arzederiz halimizi
       Türk halkının yüce katına.
Mevsim yazdır,
919'dur.
Ve teşrinlerinde geçen yılın
dört düvele teslim ettiler bizi,
                       gözü kanlı dört düvele
                               anadan doğma çırılçıplak.
Ve kurumuştu
            ve kan içindeydi memelerimiz.

Biz ki İstanbul şehriyiz,
Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan
                        bir de Yunan,
bir de zavallı Afrika zencileri
                         yer bitirir bizi bir yandan,
bir yandan da kendi köpek döllerimiz :
Vahdettin Sultan,
                        ve damadı Ferit
ve İngiliz muhipleri
                            ve Mandacılar.



Biz ki İstanbul şehriyiz,
yüce Türk halkı,
malûmun olsun çektiğimiz acılar...

919 Temmuzunun 23'üncü günü
          pek mütevazı bir mektep salonunda
                            in'ikad etti Erzurum Kongresi.

Erzurum'un kışı zorludur balam,
tandırında tezek yakar Erzurum,
buz tutar yiğitlerinin bıyığı
ve geceleyin karlı ovada
                kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı.

Erzurum'da kavaklar, balam,
            Erzurum'da kavaklar tane tane,
kavaklarda tane tane yapraklar.
Ve terden ve toz dumandan ve sinekten geçilmez
            Erzurum'da yaz gelip de bastı mıydı sıcaklar.

Erzurum'un düzdür, topraktır damı.
Erzurum güzelleri giyer, balam,
                          incecik ak yünden ehramı.
Yürek boynun büker, balam,
                          Erzurumlu türkülere.
Halim selimdir Erzurum'un adamı
                         ve lâkin dönmesin gözü bir kere!...

Erzurum'da on dört gün sürdü Kongre :
orda, mazlum milletlerden bahsedildi
                             bütün mazlum milletlerden
ve emperyalizme karşı dövüşlerinden onların.

Orda, bir Şûrayı Millî'den bahsedildi,
İradei Milliyeye müstenit bir Şûrayı Millî'den.
Buna rağmen,
«Âsi gelmiyelim» diyenler vardı,
                 «makamı hilâfet ve saltanata.»
Hattâ casuslar vardı içerde.

Buna rağmen,
«Bütün aksâmı vatan birküldür» denildi.
«Kabul olunmaz,» denildi,
                         «Manda ve Himaye...»

Buna rağmen,
İstanbul'da birçok hanımlar, beyler, paşalar,
Türk halkından kesmişlerdi umudu.
Yağdırıldı telgraflar Erzurum'a :
   «Amerikan mandası altına girelim,» diye.
   «İstiklâl, diyorlardı, şâyanı arzu ve tercihtir, amma
     bugün bu, diyorlardı, mümkün değil,
     birkaç vilâyet, diyorlardı, kalacak elde,
     şu halde, diyorlardı, şu halde,
     Memâliki Osmaniye'nin cümlesine şâmil
                    Amerikan mandaterliğini talep etmeği
                                 memleketimiz için en nâfi
                                         bir şekli hal kabul ediyoruz.»

Fakat bu şekli halli kabul etmedi Erzurumlu.
Erzurum'un kışı zorludur balam,
buz tutar yiğitlerin bıyığı.
Erzurum'da kaskatı, dimdik ölür adam,
                  kabullenmez yılgınlığı...

İstanbul'da hanımlar, beyler, paşalar,
tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler,
çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri
                   ve biçare telgraf telleri
                   devretmek için Amerika'ya Anadolu'yu
                   şöyle diyorlardı Erzurum'dakilere :
«Bizi bir başımıza bıraksalar,
  tarafgirlik, cehalet
              ve çok konuşmaktan başka müspet
                                            bir hayat kuramayız.
  İşte bu yüzden Amerika çok işimize geliyor.
  Filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti Amerika.
  Ne olacak,
  Biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz,
  sonra Yeni Dünya'nın sayesinde
  İstiklâli kafasında ve cebinde taşıyan
                            bir Türkiye vücuda geliverir.
  Amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına
                             nasıl bir idare kurduğunu
                                        Avrupa'ya göstermek ister.
  Hem artık işi uzatmağa gelmez.
  Çok tehlikeli anlar yaşıyoruz.
  Sergüzeşt ve cidâl devri geçmiştir :
  Türkiye'yi, geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir.»
 


4 Eylül 919'da toplandı Sıvas Kongresi,
ve 8 Eylülde
       Kongrede bu sefer
                    yine ortaya çıktı Amerikan mandası.
Ak koyunla kara koyunun
                                  geçitte belli olduğu günlerdi o günler.
Ve İstanbul'dan gelen bazı zevat,
                        sapsarı yılgınlıklarıyla beraber
                        ve ihanetleriyle birlikte
                        bir de Amerikan gazeteci getirmiştiler.
Ve Erzurumlulardan ve Sıvaslılardan ve Türk milletinden çok
                        işbu Mister Bravn'a güveniyorlardı.
Bu zevata :
    «İstiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler!»
                                                             denildi.
Fakat ayak diredi efendiler :
        «Mandanın, istiklâli ihlâl etmiyeceği muhakkak iken,»
                                                                         dediler,
        «Herhalde bir müzâherete muhtacız diyorum ben,»
                                                                     dediler,
        «Hem zaten,»
                      dediler,
        «birbirine mani şeyler değildir
                                      istiklâl ile manda.
          Ve esasen,»
                          dediler,
        «müstakil kalamayız böyle bir zamanda.
          Memleket harap,
                          toprak çorak,
                                   borcumuz 500 milyon,
                                              vâridat ise 15 milyon ancak.
          Ve Allah muhafaza buyursun
                           İzmir kalsa Yunanistan'da
                                    ve harbetsek,
                                               düşmanımız vapurla asker getirir.
          Biz Erzurum'dan hangi şimendiferle nakliyat yapabiliriz?
          Mandayı kabul etmeliyiz, hemen,»
                                                         dediler.
        «Onlar dretnot yapıyor,
          biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz.
          Hem, İstanbul'daki Amerikan dostlarımız :
          Mandamız korkunç değildir,
                                       diyorlar,
          Cemiyeti Akvam nizamnamesine dahildir,
                                                        diyorlar.»

Ve böylece, bin dereden su getirdi İstanbul'dan gelen zevat.
Sıvas, mandayı kabul etmedi fakat,
            «Hey gidi deli gönlüm,»
                                         dedi,
            «Akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm,
              ya İSTİKLAL, ya ölüm!»
                                               dedi.


Kambur Kerim de böyle dedi aynen.
Adapazarlıydı Kambur Kerim.
Seferberlikte ölen babası marangozdu.
Seferberlik denince aklına Kerim'in :
çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü,
                    Fahri Bey çiftliğinde patates toplayıp
                               kaz gütmek,
                               mektep kitapları
                    ve bir de saçları altın gibi sarı
                    fakat alnı çizgiler içinde anası gelir.
335'te Kerim Eskişehir'e gitti,
                    mektebe, teyzelerine ve dayısına.
Dayısı şimendiferde makinistti.
Düşman elindeydi Eskişehir.
Kerim on dört yaşındaydı,
kamburu yoktu.
Dümdüzdü fidan gibi
                    ve dünyaya meraklı bir çocuktu.
Dayısı sürmeğe gittiği günler şimendiferi
Kerim'e ekmek vermediğinden teyzeleri
(çok uzun saçlı, ihtiyar iki kadın)
               Hintli askerlerle dost oldu Kerim.
Bunlar
          (şaşılacak şey)
                     Türkçe bilmeyen
ve siyah sakalları, siyah gözleri parlak,
avuçlarının üstü esmer, içi ak
ve tel örgülerin üzerinden
Kerim'e bisküviti kutularla atan amcalardı.
Kocaman bir ambarları vardı,
Kerim içinde oynardı.
Ambarda nohut çuvalları, bakla, kuru üzüm,
                                       (şaşılacak şey,
                                       katırların yemesi için)
      ve sonra cephane sandıklarıyla silahlar.
Bir gün dedi ki makinist dayısı Kerim'e :
     «Ambardan silâh çalıp bana getir,
       gâvura karşı koyan zeybeklere göndereceğim.»
Ve ambardan silâh çaldı Kerim :
                             bir
                                 bir tane daha
                                                 beş
                                                     on.
Aldattı Hindistanlı dostlarını
                          zeybekleri daha çok sevdiğinden.
Zaten çok sürmedi, parlak kara sakallı amcalar gitti,
Kerim geçirdi onları istasyona kadar.
Ertesi gün Lefke köprüsünü atıp
                          zeybekler gelince Eskişehir'e
dayısı Kerim'i elinden tutup
                              verdi onlara.
Ve işte o günden sonra
                        bugüne kadar
                                 kahraman bir türküdür ömrü Kerim'in. 


Eskişehir'den alıp onu
«Kocaeli Grubu» paşasına götürdüler.
Çatık kaşlı, yüzü gülmez bir paşaydı bu.

Çabucak öğrendi Kerim ata binmeyi,
sığırtmaç olmayı
              -zaten bilgisi vardı bunda-
kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi,
gizlenmeyi ormanda.
Ve bütün bu marifetleriyle Kerim
kaç kere ölüme bir kurşun atımı yaklaşarak
ve «Geçmiş olsun» dedikleri zaman şaşarak
düşman içinden geçip getirdi haber
                                        götürdü haber.
Onu namlı bir «kaptan» gibi saydı çeteler,
bir oyun arkadaşı gibi sevdi çeteleri o.
Ve bir fidan gibi düz
                   bir fidan gibi cesur
                         bir fidan gibi vaadeden bir çocuğun
sevinçle oynadığı bu müthiş oyun
                               sürdü 1337'ye kadar...

Kocaeli ormanı gürgen ve meşeliktir :
yüksek
         kalın.
Gökyüzü gözükmez.
Durgun bir geceydi.
Hafif yağmur yağmıştı biraz önce.
Fakat ıslanmamış ki yerde yapraklar
karanlıkta hışırtılarla yürüyordu beygiri Kerim'in.
Solda
         ilerde
                 tepenin eteğinde ateş yanıyordu :
«Tekneciler» diye anılan
                                gâvur çetelerinin olmalı.
Dallardan damlalar düşüyordu Kerim'in yüzüne.
Beygirin başı gittikçe daha çok karanlığa giriyor.
İpsiz Recep'in yanından dönüyordu Kerim.
            Kâatlar götürmüş
                                   kâatlar getiriyor.
Birdenbire durdu beygir,
heykel gibi,
-Tekneciler'in ateşini görmüş olacak-
sonra birdenbire dörtnala kalktı.
Şaşırdı Kerim.
Dizginleri bıraktı.
Sarıldı beygirin boynuna.
Deli gibi gidiyordu hayvan.
Çocuğa art arda çarpıyordu ağaçlar.
Meşeleri ve gürgenleriyle orman
karanlık  bir rüzgâr gibi geçiyor iki yandan.
Kim bilir kaç saat böyle gidildi.
Orman bitti birdenbire.
-Ay doğmuş olacak ki ortalık aydınlıktı-
Ve Kerim aynı hızla geldiği zaman
                               Armaşa'nın altında Başdeğirmenler'e
                                            beygir ansızın kapaklandı yere,
                                                                tekerlendi Kerim.
Doğruldu.
Ve aklına ilk gelen şey
                       saatına bakmak oldu.
Kırılmıştı camı.
Bindi beygire tekrar.
Hayvan topallıyordu biraz.
Uslu uslu yola koyuldular.
Sol kulağı kanıyordu Kerim'in,
Kirezce'ye geldiler
                     (Sapanca'yla Arifiye arası),
Kerim durdu,
Biraz zor nefes alıyordu.
Geyve'ye girdi ertesi akşam.
Beli o kadar ağrıyordu ki
                             inemedi beygirden
                                                       indirdiler.
Kerim'i bir yaylıya bindirdiler.
Adapazarı.
Sonra belki on gün, belki on beş,
                      kağnılar, mekkâre arabaları,
sonra, gitgide daralan nefesi,
Yahşıhan,
              Konya,
                         Sile nahiyesi
                         (burda malûl gaziler için
                                         takma kol ve bacak yapılıyordu),
ve nihayet Hatçehan köyünden çıkıkçı Şerif Usta.
Hâlâ rüyalarında görür Kerim
                   incecik bir yoldan eşekle gelip
                                          üzerine doğru eğilen
                                          bu çiçekbozuğu insan yüzünü.
Usta, ovdu Kerim'i bayıltıncaya kadar.
Sonra, zifte koydu bu kırılmış dal gibi çocuk gövdesini.
Yirmi gün geçti aradan.
Ve sonra bir ikindi vakti ziftin içinden
                                          Kerim'i kambur çıkardılar.


  

24 Şubat 2014 Pazartesi

MİLLİ ŞAİRİMİZ






NAZIM HİKMET’TEN KUVAYİ MİLLİYE’ ŞİİRİ

 Burhan Bursalıoğlu

Sevgili şiir severler.

Türk şairleri arasında, Dünyaca en çok tanınan Milli Şairlerimizden  Nazım Hikmet’in bütün şiirlerini zevkle okuyor ve okuyanları dinliyoruz. HAZ ALIYORUZ.

Nazım Hikmet’in 8 bap tan oluşan KUVAYİ MİLLİYEDEN  şiirini hepiniz bilirsiniz ama sekiz bap ının tamamını okumamış olabilirsiniz.

Kurtuluş Savaşımızdaki yerel kahramanlarımızın bazıları hakkındakı kişisel ve şiirsel ifadeleri bizleri heyecanlandırıyor ve o ortamın içinde olmamızı arzulatıyor. O insanların torunları olmaktan gurur duyuyoruz.

Bu şiir hala “İstiklal Harbimiz olmadı” düşüncesinde olan gafilleri yola ve hakikate getirmek için bir delil olsun.

Sekiz baptan oluşan  KUVAYİ MİLLİYEDEN şiirini blogumda her yayında 1 bap olmak üzere sizlere sunacağım.

 


KUVAYİ MİLLİYEDEN 

ONLAR

Onlar ki toprakta karınca,
                                   suda balık,
                                                havada kuş kadar
                                                             çokturlar;
korkak,
            cesur,
                     câhil,
                             hakîm
                                      ve çocukturlar
ve kahreden
                 yaratan ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.


Onlar ki uyup hainin iğvâsına
                                   sancaklarını elden yere düşürürler
ve düşmanı meydanda koyup
                                      kaçarlar evlerine
ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler
ve yeşil bir ağaç gibi gülen
ve merasimsiz ağlayan
ve ana avrat küfreden ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.


Demir,
         kömür
                   ve şeker
ve kırmızı bakır
ve mensucat
ve sevda ve zulüm ve hayat
ve bilcümle sanayi kollarının
ve gökyüzü
                 ve sahra
                             ve mavi okyanus
ve kederli nehir yollarının,
sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı
               bir şafak vakti değişmiş olur,
bir şafak vakti karanlığın kenarından
                onlar ağır ellerini toprağa basıp
                                        doğruldukları zaman.


En bilgin aynalara
         en renkli şekilleri aksettiren onlardır.
Asırda onlar yendi, onlar yenildi.
Çok sözler edildi onlara dair
ve onlar için :
    zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur,
                                                                  denildi.


 

 

YIL 1918-1919
ve
KARAYILAN HİKÂYESİ
 
 


Ateşi ve ihaneti gördük
ve yanan gözlerimizle durduk
                           bu dünyanın üzerinde.
İstanbul 918 Teşrinlerinde,
İzmir 919 Mayısında
ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar :
                                  Mayıs ortalarından
                                            Haziran ortalarına kadar
yani tütün kırma mevsimi,
               yani, arpalar biçilip
                                    buğdaya başlanırken
                                                       yuvarlandılar...
Adana,
           Antep,
                     Urfa,
                             Maraş :
                                  düşmüş
                                            dövüşüyordu...


Ateşi ve ihaneti gördük.
Ve kanlı bankerler pazarında
                            memleketi Alaman'a satanlar,
yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar
düştüler can kaygusuna
ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından
karanlığa karışarak basıp gittiler.
Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet,
en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat,
                  dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat,
                                        iki kat soyulmamak için.


Ateşi ve ihaneti gördük.
Murat nehri, Canik dağları ve Fırat,
Yeşilırmak, Kızılırmak,
Gültepe, Tilbeşar Ovası,
                     gördü uzun dişli İngiliz'i.
Ve Aksu'yla Köpsu,
Karagöl'le Söğüt Gölü
ve gümüş basamaklı türbesinde yatan
                                       büyük, âşık ölü,
şapkası horoz tüylü İtalyan'ı gördü.
Ve Çukurova,
kıyasıya düzlük,
uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya
ve Seyhan ve Ceyhan
ve kara gözlü Yürük kızı,
gördü mavi üniformalı Fransız'ı.
Ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte.
Eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu
ve ağalar :
Bağdasar Ağa'dan
               Kellesi Büyük Mehmet Ağa'ya kadar,
düşmanla birlik oldular.
Ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp,
gelinlerin ırzına geçip,
çocukları öldürüp
              ve istiklâli yakıp yıktıkça düşman,
dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan
ve çığ gibi çoğaldı çeteler
ve köylülerden paşalar görüldü,
                            kara donlu köylülerden.
Ve bizim tarafa geçenler oldu
                           Tunuslu ve Hindli kölelerden.
Ve Türkistanlı Hacı Ahmet,
kısık gözleri,
                   seyrek sakalı,
                                       hafif makinalı tüfeğiyle
                                       dağlarda bir başına dolaştı.
Ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü
ve ayışığında ve yıldız alacasında geceleyin,
                    ne zaman sıkışsa bizimkiler,
        peyda oluverdi, yerden biter gibi o
ve ateş etti
              ve düşmanı dağıttı
                                       ve kayboldu dağlarda yine.


Ateşi ve ihaneti gördük.
Dayandık,
dayandık her yanda,
dayandık İzmir'de, Aydın'da,
Adana'da dayandık,
dayandık, Urfa'da, Maraş'ta, Antep'te.


Antepliler silâhşor olur,
uçan turnayı gözünden
kaçan tavşanı ard ayağından vururlar
ve arap kısrağının üstünde
taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar.


Antep sıcak,
             Antep çetin yerdir.
Antepliler silâhşor olur.
Antepliler yiğit kişilerdir.


Karayılan
           Karayılan olmazdan önce
Antep köylüklerinde ırgattı.
Belki rahatsızdı, belki rahattı,
bunu düşünmeğe vakit bırakmıyordular,
yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi
ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar.
Yiğitlik atla, silâhla, toprakla olur,
onun atı, silâhı, toprağı yoktu.
Boynu yine böyle çöp gibi ince
                  ve böyle kocaman kafalıydı
                                  Karayılan
                                        Karayılan olmazdan önce.


Düşman Antep'e girince
Antepliler onu
             korkusunu saklayan
                              bir fıstık ağacından
                                               alıp indirdiler.


Altına bir at çekip
               eline bir mavzer
                                      verdiler.


Antep çetin yerdir.
Kırmızı kayalarda
                           yeşil kertenkeleler.
Sıcak bulutlar dolaşır havada
                                            ileri geri...


Düşman tutmuştu tepeleri,
düşmanın topu vardı.
Antepliler düz ovada
                      sıkışmışlardı.
Düşman şarapnel döküyordu,
toprağı kökünden söküyordu.
Düşman tutmuştu tepeleri.
Akan : Antep'in kanıydı.


Düz ovada bir gül fidanıydı
                 Karayılan'ın
                            Karayılan olmazdan önceki siperi.
Bu fidan öyle küçük,
korkusu ve kafası öyle büyüktü ki onun,
namlıya tek fişek sürmeden
                  yatıyordu yüzükoyun.


Antep sıcak,
              Antep çetin yerdir.
Antepliler silâhşor olur.
Antepliler yiğit kişilerdir.
Fakat düşmanın topu vardı.
Ve ne çare, kader,
                  düz ovayı Antepliler
                                     düşmana bırakacaklardı.


«Karayılan» olmazdan önce
                     umurunda değildi Karayılan'ın
                     kıyamete dek düşmana verseler Antep'i.
Çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar.
Yaşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi,
korkaktı da bir tarla sıçanı kadar.



Siperi bir gül fidanıydı onun,
gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzükoyun
              ak bir taşın ardından
                             kara bir yılan
                                          çıkardı kafasını.
Derisi ışıl ışıl,
             gözleri ateşten al,
                              dili çataldı.
Birden bir kurşun gelip
                      kafasını aldı.
Hayvan devrildi kaldı.


Karayılan
        Karayılan olmazdan önce
kara yılanın encâmını görünce
haykırdı avaz avaz
            ömrünün ilk düşüncesini .
    «İbret al, deli gönlüm,
      demir sandıkta saklansan bulur seni,
      ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.»


Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
bir tarla sıçanı kadar korkak olan,
fırlayıp atlayınca ileri
bir dehşet aldı Anteplileri,
                     seğirttiler peşince.
Düşmanı tepelerde yediler.
Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp
bir tarla sıçanı kadar korkak olana :
                                KARAYILAN dediler.


«Karayılan der ki : Harbe oturak,
  Kilis yollarından kelle getirek,
  nerde düşman varsa orda bitirek,
  vurun ha yiğitler namus günüdür...»


Ve biz de bunu böylece duyduk
ve çetesinin başında yıllarca nâmı yürüyen
                                          Karayılan'ı
                                          ve Anteplileri
                                          ve Antep'i
                     aynen duyup işittiğimiz gibi
                     destânımızın birinci bâbına koyduk.
 

16 Şubat 2014 Pazar

E D E B İ Y A T


ŞİİR  DÜNYAMIZIN  DEĞERLERİ  - 22  -




SUNAY  AKIN
Burhan Bursalıoğlu
 



Trabzon'da doğdu. Lise öğrenimini İstanbul Koşuyolu Lisesi’nde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Fizik Coğrafya Bölümü’nden mezun oldu. İlk şiirleri 1984 yılında dergilerde yayınlanmaya başladı. Arkadaşlarıyla birlikte 1989′ da Yeni Yaprak şiir dergisini ardından 1990 yılında da Olmaz adlı şiir dergisini çıkardı. 1987 yılında Halil Kocagöz Şiir Ödülü’nü Noktalı Virgül adlı dosyasıyla aldı.

1990 yılında ise Orhon Murat Arıburnu Şiir Ödülü’nü Makiler şiiri ile kazandı. Buluşlara dayanan, genellikle kısa şiirlerinde, Orhan Veli şiirindeki bir özelliğin günümüzde sürdürümcüsüdür. Bu tür şiire pek de özgü olmayan, yumuşak, lirik bir ses tonu vardır. Şiirlerinde özellikle ince yergi ögelerini kullanmadaki rahatlığı ile dikkat çeker. Cemal Süreyya’nın etkisinde sürdürdüğü şiirlerde, dil oyunlarına dayalı yoğun bir alaycılık ve şaşırtma; çocuklar ve hüzünle birlikte şairin ilgi ve duyarlılığını göstermektedir.

23 Nisan 2005 tarihinde 11 yıldır dünyanın dört bir yanından topladığı oyuncaklarla, hayali olan İstanbul Oyuncak Müzesi’ni Göztepe, İstanbul’da tarihi dört katlı bir konakta açtı.

Sunay Akın ilk şiirini 9 yaşında meteoroloji müdürlüğünde çalışan bir memurun kızına yazar. Kızın isminin baş harflerinin dizelerini oluşturduğu şiiri evlerinin terasında bulunan odunluk kapısının iç kısmına yazar. Kız balkona geldiğinde odunluğun kapısını açar. Mahsusçuktan! … Ama şiir kızın gözüne hiçbir zaman takılmaz. Sunay Akın yıllar sonra “Bir Şairdir Artık”, çocukluğunun geçtiği Trabzon’a gittiğinde sert geçen bir kışta, içindeki odunlarla birlikte kapının da sökülüp yakıldığını öğrenir. Şairin ilk şiiri “Hava Muhalefeti” nedeniyle kayıptır.

 
 

At Kokusu
Son evi gösterin bana İstanbul' da  
vapur sesinin duyulduğu  
ki kapısını çalıp  
söyleyeyim içindekilere  
daha çok kedi yavrusu ezilsin diye  
eski iskeleleri  
sahil yoluyla ayırdıklarını  
denizden  

Karşılığında ben de size  
kanaryası ölüp  
kuaför salonuna dönüşmeyen  
kaç mahalle berberinin 
kaldığını söylerim  
ya da kaç fötr şapkanın  
tutsak olduğunu  
köhne bir konağın  
askısında  

Kaç faytoncunun 
artık taksicilik yaptığını da bilirim  
ama söylemem  
onu da siz bulun  
dikiz aynasına takılı boncuklardaki  
at kokusundan
Cephede
Aslında ben daha güzel ölürdüm  
arka bahçede askercilik oynarken 
tahta tüfeğimle toprağa uzanır  
annemin sesiyle doğrulurdum hemen  
-Çabuk kalk üstün kirlenecek hınzır!  

Yerdeyim yine bak anneciğim  
n'olur kızma adımı çağır
 
Hücum Emri
Kum taneciği
Kaçtı diye gözüne
Emir veren generalin
İki dakika daha
Çok yaşadı insanları
O şanslı ülkenin
Şiiriçi Hatları Vapuru
Nazım Hikmet vapuru
deniz ile arasına
dökülen asfaltı kırar
ve özgürlüğüne kavuşturur
salacak iskelesini
batmak pahasına


Can Yücel vapuru
alaycı bir düdük çalar
savaş gemilerine
ki rakı şişeleri asılıdır
can simitlerinin
yerine


Attila İlhan vapuru
keyifle yarar suları
içinde çünkü sevgililer öpüşür
ve güvertesinde
sigarasını rüzgara karşı yakan
bir katil üşür


Edip Cansever vapuru
denize yansıyan
otel ışıkları altında
gider gelir Boğaz’ın en uzak
iki iskelesi
arasında


Orhan Veli vapuru
evlerine taşırken
telaş içinde insanları
küpeştesinden atılan
simitleri kapışır
martı kuşları


Cemal Süreya vapuru
akşamüstleri giyince
ışıklı elbisesini
ince bir duman savurarak havaya
dansa kaldırır
Kız Kulesi’ni
 
 
GÜLTEN  AKIN
 
 
 
 
 
 
1933′te Yozgat’ta doğdu. Ortaöğrenimini Ankara Kız Lisesi’nde tamamladı. 1955′te Ankra Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1956’da evlendi. Beş çocuk büyüttü. 1958-1972 arasında eşinin görevi nedeniyle Anadolu’nun çeşitli ilçelerinde yaşadı. Yardımcı avukatlık, avukatlık ve öğretmenlik yaptı. 1980 öncesinde halkın yaşadıkları, onun da hayatına ve şiirine yansıdı. Kültür Bakanlığı Yayın Danışma Kurulu üyeliğinde bulundu. Türk Dil Kurumu’nda dil uzmanı olarak görev yaptı. Demokratik kitle örgütlerinin yeniden kuruluşu çalışmalarına katıldı. Şimdi yalnızca şiirle uğraşıyor. Yazdıkları başka dillere çevrildi. 40 kadar şiiri bestelendi. Doğa, ayrılık, sevgi, kadın sorunları gibi temaları işleyen ilk şiirlerini 1956′da “Rüzgar Saati”nde topladı. Daha sonraki şiirlerinde toplumsal sorunlara yöneldi. Gezip gördüğü yerlerden aldığı esinle zenginleşen ve coşkulu bir insan sevgisiyle yoğrulan şiiri, toplumsal sorunları, yaşam-halk ilişkisini öne çıkardı. Şiirlerinde büyük ölçüdü folklor öğelerinden yararlandı. Şiir üzerine yazılarını biraraya getiren “Şiiri Düzde Kuşatmak” (1983) kitabında, halk kaynağına inme isteğini, “Halkta var olan öz ve biçimi diyalektik olarak yükseltmek, şiiri yükseltirken halkın yaşamının ve yaşam biçimlerinin yükselmesine yardımcı olmak” sözleriyle açıklar.
 
KESTİM KARA SAÇLARIMI
Uzaktı dön yakındı dön çevreydi dön
Yasaktı yasaydı töreydi dön
İçinde dışında yanında değilim
İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi
Bu nasıl yaşamaydı dön
Onlarsız olmazdı, taşımam gerekti, kullanmam gerekti
Tutsak ve kibirli -ne gülünç-
Gözleri gittikçe iri gittikçe çekilmez
İçimde gittikçe bunaltı gittikçe bunaltı
Gittim geldim kara saçlarımı öylece buldum
Kestim kara saçlarımı n’olacak şimdi
Bir şeycik olmadı – Deneyin lütfen -
Aydınlığım deliyim rüzgârlıyım
Günaydın kaysıyı sallayan yele
Kurtulan dirilen kişiye günaydın
Şimdi şaşıyorum bir toplu iğneyi
Bir yaşantı ile karşılayanlara
Gittim geldim kara saçlarımdan kurtuldum
 
 
SENİ SEVDİM
Seni sevdim, seni birdenbire değil usul usul sevdim
“Uyandım bir sabah” gibi değil, öyle değil
Nasıl yürür özsu dal uçlarına
Ve günışığı sislerden düşsel ovalara
Susuzdu, suya değdi dudaklarım seni sevdim
Mevsim kirazlardan eriklerden geçti yaza döndü
Yitik ceren arayı arayı anasını buldu
Adın ölmezlendi bir ağız da benden geçerek
Soludum, üfledim,yaprak pırpırlandı Ağustos dindi
Seni sevdim, sevgilerim senden geçerek bütünlendi
Seni sevdim, küçük yuvarlak adamlar
Ve onların yoğun boyunlu kadınları
Düz gitmeden önce ülkeyi bir baştan bir başa
Yalana yaslanmış bir çeşit erk kurulmadan önce
Köprüler ve yollar tahviller senetler hükmünde
Dışa açılmadan önce içe açılmadan önce kapanmadan önce
Nehirlerimiz ve dağlarımız ve başka başka nelerimiz
Senet senet satılmadan önce
Şirketler vakıflar ocaklar kutsal kılınıp
Tanrı parsellenip kapatılmadan önce
Seni sevdim. Artık tek mümkünüm sensin
ÜŞÜMEKTEN DEĞİL KORKU
Yorgun savaşçılarız, yengiler eskitti bizi
Utanırız tadına varmaktan içkilerimizin
Biri bütün güneşleri toplar, vermeye bekletir
Üşümekten değil korku, ısınır olmaktan
Yorgun savaşçılarız, sevgiler ürküttü bizi
Tutulmuş dağ yolları oklar ve tuzaklar
Biri dostluk adına bağışlar çirkinliğimizi
Düz yollara düşeriz yeniden oksuz ve tavşansız
Yılgın savaşçılarız, sevgiler ürküttü bizi
 
 
 
 

1 Şubat 2014 Cumartesi

EĞİTİM



EMİRGAN  İLKOKULU


 
 
Burhan Bursalıoğlu

Bu gün benim için önemli bir gün.  1 Şubat 1990 yılında, Emirgan ilkokulu  Müdürü  iken isteğim üzerine emekli oldum. 2 Şubat' 1990 da özel  okulda müdürlük görevine başladım. 24 yıl olmuş. O tarihte doğan bir çocuk, okullarını, askerliğini, bitirmiş, evlenmiş ve çocuğu da olmuştur. Ama ben hala Emirgan ilk  okulundan kopamıyorum.,
Bu günün ikinci önemli olayı da, Emirgan ilkokulu Aile Birliğinin tertiplediği  İstinye Kaçkar restorant da biletli  kahvaltıydı.
Bu kahvaltı zorunlu ve bir mecburiyetten doğmuştu.
Şöyle ki: İstanbul Özel İdaresi  malı olan  okul binası,  Okul yönetimine sormadan. ne maksatla olduğu hala bilinmeyen bir nedenle onarıma alındı.
 İki sezondur, öğrenciler, başka okullarda sığınmacı gibi eğitim görüyorlar.  Onarım süreci içinde, binanın ilk okul olarak değil, başka amaçlarla kullanılacağı, hatta İmam Hatip  Okulu olarak tedrisata açılacağı dedikoduları , başta  okul idaresi ve Emirgan halkını rahatsız etmeye başladı. Aslını öğrenmek için , yetkililerden de inandırıcı cevap alınamadı. Bunun için Emirgan  Sevenler Derneği  başta olmak üzere, diğer, Sivil Toplum Kuruluşları, Emirgan halkı, Okul idaresi, ve Okul Aile birliği harekete geçerek direnmeye başladılar.
Uzatmayalım, Mart ayında okulun aynen eskisi gibi tedrisata devam etmesi için teslim edileceği, Milli Eğitim Müdürlüğünce açıklandı. Ama arkasından ilave edildi. "Hiçbir araç gerece karışmam"
Okul Müdüresinin  ricalar sonucu, sıraları veren Milli Eğitim hiçbir malzemeyi veremeyeceğini tekrar etti. Depolara konan eskimiş ders araçları, malzemeler, masa sandalyeler, tahtalar,  biyoloji, sosyal bilgiler, matematik gibi ders araçları artık görev yapmaktan uzak. Yenilenmeleri gerek. Para yok.
Benim müdür olduğum 1985 de, okul binasının onarıma alınması için müracaat etmiştim. Binanın iç  döşemeleri ahşap olup,  dayanağı olmayan taşların üzerinde bulunan direkler üzerinde bulunuyorlardı. Her adımda döşeme deprem gibi sallanıyor, tahtalar arası da açılmıştı. Gerçekten de eğitime elverişli olmadığı gibi, öğrenciler için de tehlike yaratıyordu.
İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü  3 kişilik, M.  EĞ. Müdürlüğüne bağlı bilirkişi gönderdi. İnceleme yaptılar, "Tehlike yok" raporu verdiler. Durmadım, Sarıyer Belediyesinden yardım istedim. Bayındırlıktan iki bilirkişi gönderdiler, "Eğitim olmaz, çocuklar için tehlike arz ediyor" şeklinde rapor verdiler. Raporu, Milli Eğitime gönderdim. Bunun üzerine M. Eğ. Müdürü, yanına yardımcıları ve Daimi Encümenden bir kişi alarak okula geldi. Sağa sola baktı, "Onarım için paramız yok, zaten döşemeler o kadar tehlike yaratmıyor" dedi. Daimi Encümen azasının itiraz   etmesine  rağmen. Müdür bey " Olmaz " diyerek çekip gittiler.
İşin peşini bırakmayacağımı kafama koymuştum. Kaymakam raporu da işe yaramadı. Son çare olarak İstanbul Teknik Üniversitesi  Dekanlığına müracaat ederek, Bilirkişi göndermelerini istedim.
15 gün sonra 3 kişilik Prof. lardan bilirkişi heyeti gelerek, inceleme yaptı. Heyet, Milli Eğitimin  reddetmesi mümkün olmayan , hatta, hemen okulun kapatılması gerekli rapor verince, onarım izni çıktı.
Döşemeler beton, ocaklar kalktı, kalorifer döşendi, bodruma tuvaletler ve kalorifer kazanları kondu. Bahçe düzenlemesi ve yan tarafa  müstahdem evi yapıldı.
Bunları neden anlatıyorum?
1985 deki onarımı zorla yaptırdık. İhtiyacımız olan araç gereçleri ikiletmeden, M.Eğ.Müdürlüğü hemen karşıladı. Bugünkü onarımı kendileri istedi ve yaptılar, ama, araç ve gereçleri vermiyorlar. Bunun anlamını çözemedim. Sanki "Alın binanızı, başka bir şey istemeyin,  kendi yağınızla kavrulun." diyorlar gibi geldi bana.
Her yerde kamu binaları yapılıyor. Bir bakanlığa bağlı bir lojman, ek bina, veya yeni bina yapıldığını farz edelim. O binanın  iç döşemesini çalışanlar mı karşılıyor, yoksa o binanın bağlı olduğu Bakanlığın ödeneğinden mi karşılanıyor?  Okul da bir Bakanlığa bağlı, giderleri Bakanlık karşılamalı. Okul, o Bakanlıkta görev yapan , başta Bakanı ve diğer çalışanları yetiştiren bir kurum. Bakanlık ne yapıyor? Sadece düzeni sağlıyor, çalışma programı oluşturup işleyişini takip ediyor.
 Bana, İlkokuldan mezun olmadan , Bakan, müsteşar, müdür olmuş birini gösterebilir misiniz? Cevap:  "HAYIR"  Demek ki, Bakan olunması için İlkokulu bitirmek gerekmektedir. O halde, bu insanlar, okudukları okulların ihtiyaçlarını neden karşılamazlar? 200 bin lira gönderseler, bütçe batar mı? Milyon dolarların  konuşulduğu bu günlerde, 200 bin liranın lafı mı olur. Olmaz ama oluyor işte.
Mart ayında dört duvarı teslim alacak olan okul idaresi, araç gereç için çaba harcamaktadır. Bu günkü kahvaltı onun içindi.
Kahvaltı faydalı oldu. Sarıyer Belediye Başkanı Sayın Şükrü Genç, Okul Müdüresi Emine Kızıldağ, öğretmenler, eski öğrenciler, dernek başkan ve yardımcıları, Okul Aile Yönetim Kurlu üyeleri ve  misafirler iştirak ettiler. Çok samimi havada geçen yemekte ben de mutlu oldum.Öğrencilerimi, velileri, öğretmen arkadaşlarımı ve uzun zamandır karşılaşamadığımız Sayın Şükrü Genç'i gördüğüm için mutlu oldum.
Okul Aile Birliğinin Emirgan İş Bankasındaki  11410184325  nolu hesabına,  "damlaya damlaya göl olur" misali, yardım sevenlerden  güçleri  nispetinde katkı bekliyor.
Ayrıca, okulun ihtiyacı olan ders araçları ve genel malzeme,  üretimi ve satanlarında bağışlar bekleniyor.
Mart ayında okula girecek öğrenciler, tam takır, dürt duvar yerine, yeni araç ve gereçlerle döşenmiş, huzur içinde eğitimlerini devam ettirecek bir okul görmelerini umuyor ve istiyoruz.





 

26 Ocak 2014 Pazar

ŞİİR DÜNYAMIZIN DEĞERLERİ





ŞİİR  DÜNYAMIZIN  DEĞERLERİ - 22 -
 
OSMAN  BAŞKESER

Burhan Bursalıoğlu

Osman Başkeser, Amasya, Taşova  .lçesine bağlı ESENÇAY  nahiyesinde, 13 Temmuz. 1959 yılında dünyaya geldi.
İlkokulu Esençay İlkokulunda okudu. Ortaokulu Esençay ortaokulunda okuduktan sonra 1976 yılında  Esençay’dan ayrıldı.

12 Aralık 1982 evlendi. Bir oğlu . bir kızı var.
Samsun Milli Eğitiminde  çalışıyor.


Osman Başkeser, zamanımızın, orta Karadeniz bölgemizin yetiştirdiği şairlerimizden biridir. Facebook sayfasında yayınladığı şiirlerinden bir demet aşağıya sunuyorum.
Doğduğu yer olan Esençay sevdalısı olan  Osman Başkeser, hasretini çektiği Esençay'da geçirdiği, çocukluğunu, mahalli şivesiyle şöyle anlatıyor:

“Evet sevgili hemşerilerim, sevgili Esençay’lı dostlar ; Hepinize Samsun’dan selam olsun.
Ben ,1959 yılında Esençay’da doğdum. Şöyle bir düşünüyorum da aradan koskoca 55 sene gelmiş, geçmiş.Vay be ne çabuk gelip geçmiş koskoca 55 sene !....Yalan da değil hani..Evet sanırım bu yazımı okuyan sevgili dostlar derin derin bir iç çekiyorlardır mutlaka. Herkes benim gibi şöyle geçmişe özlem duyuyorlardır haklı olarak. Şu bir gerçek ki; geçmişe özlem duymak, insanı hayal dünyasında yaşamaktır bir anlık..

Her neyse çocukluk yıllarımı kasabamızda yaşadım, Esençay’ın dağını, taşını, toprağını elbette ki çok özledim, özlüyorum da. Hani nerede o bizim çocukluk yıllarımız ? Keşke o günler geri gelse, ama imkansız biliyorum.Evet çok özlüyorum o günleri. Hani nerede depe tarlada, çadırçayında, çoraklıkda, depe arkasında,çağlerde, nallıkda, garasuda tütün dikdüğümüz günler, orak biçdüğümüz günler, hani neredeeeeee!. Hele hele petoğun tarlasında çiğdemin depesinde, bakacağın depesinin etrafında inek güttüğümüz günler, Hele, hele de tütün kırmaya giderken sabah ezeninde galkıp ta o saatte milletin tarlaya gitmesi, herkesin elinde bir löküs veya tüplü löküs, Millet köyden sanki tarlalara akın etmiş gibi yazu hep ışıkla aydınlanıyordu.     Kimisi tütün tarlasından geldikden sonra birde eşeklerle ormana odun getirmeye giderdi. Hey gidi günler hiç unuturmuyum o ; galdurum yolunu, yavşanı, gurucagölü, beşoluğu, dazluuzunu,tanıbauzunu, gelinpunarını, Şahin yaylasını, Allah Allah vallahi şimdi gözlerim doldu, duygulandım. İşte bu yüzden ki; Ben Esençay’ı çok özledim.
 
Dağını, taşını, bağını tarlasını, suyunu çok özledim!... Çünkü ben Esençay’dan 1976 yılında ayrıldım. Aradan tam koskoca 38 yıl gelip geçti.Esençay’ın dağını taşını özledim, suyunun akışını özledim. Esençay’lının sevgisini özledim, kavgasını gürültüsünü özledim. Çünkü ben doğduğuım, büyüdüğüm yer, ESENÇAY’ımı özledim!...İnsan özledikce gözleri dolu dolu oluyor biliyorum..

SAMSUN’DAN SELAM OLSUN ŞAHİN YAYLASINA, HADİ GİDELİM DOSTLAR HAYRAN KALIRSIN HAVASINA HEM HAVASINA, HEM DOĞASINA HEM KUZUSUNA HAYALİYLE YAŞADIĞIM, ESENÇAY’I ÖZLEDİM “


 
 
 

 

TÜRKLÜK KİMİN NERESİNE BATIYOR

Bu nasıl anlayış gardaş  bu nasıl tuzak

Türk’lük azınlıkların neresine  batıyor

Bu hainlik hoşgörü  akıl  izandan uzak

….Şerefsiz devşirmeler  nasıl  bühtan atıyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor  

Gürcülük  Çerkezlik Kürtlük yazmaz Kur-an’da

Yazıyorsa söyleyin  soruyorum  şu anda

Etnik köken mozaik derken ağız açanda

….Çatlak zurna olanlar karga gibi  ötüyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor

 

Ardına saklanarak sünnet denen sakalın

Anasını bellerim   bühtan eden çakalın

Türklüğe dil uzatan meclisdeki vekilin

….Açılımcı zatların  Kandilleri tütüyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor  

Kime mi batacak dur Türk olmayanlar  başta

Ürüyor  hainler   Türk’e düşman olmuşta

Ekmeğiyle fink atar  kaşı gözü oynaşta

….Olan hovardalar bak şanlı Türk’e çatıyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor  

Allahın ayetinde aynen diyorki  şöyle

Kavim kavim yarattım  inkar etmeyin böyle

Kur-an’daki ayet bu eğer yalansa  söyle

.…Mollalarla sofular hocalarda yatıyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor  

Türk olmak ırkçılıksa Türküm  Türk kalacağım

Hem ötükende hemde hirada olacağım

Cemde de olacağım  namazda kılacağım

….Münafıklar Gerçeğe  nasıl nifak katıyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor  

Arap  pers’i farisi  yönetirken  kıralı

Saray için geçersiz  işliyor tek kuralı

Devşirmeler tarihden bu günece yaralı

….Haçlılarla beraber  diyalogcu  tutuyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor  

Haçlıları anladık beslemenin ne hıncı

Asırlardır yaşarken beylerdeki bu sancı

Vatanını sevenler oldu ergenekoncu

….Eşek katır tepişir anlayana yetiyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor  

İkinin birisinin yalancılık serası

Memleketi sandılar şalomların merası

Burası Anadolu  Türkiye'dir burası

….Necip millet gün güne kaşlarını çatıyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor  

Osmalıyı yıkanlar elinde tutar çarkı

Verildikçe tavizler hainlik  geçti  kırkı

Marifimiz anlatmaz okulda Atatürk’ü

….Ecdat ecdat diyerek mirasını yutuyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor  

Türkler Turan dedikçe  kuruyorlar kapanı

Tuzaklara düşürür izlerinden sapanı

Seviyorlar batıda el ve etek öpeni

….Ermeniyi koz yapıp ön saflara itiyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor  

Çanakkale'de kimler düşmana oldu siper

Yüreksiz insanların silahı geri teper

Dedesinin büktüğü bileği torun öper

….Din arası diyalog   gelen  tere  satıyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor  

Hutbelerden kürsüden kin kusuyor hocalar

Kur-an’ı anlamıyor  yüzden okur  bocalar

Dinamitler  birliği nice aklı cüceler

….Cennet ile cehennem arasında yitiyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor  

Fedaiyim Türk doğdum  Türk olmak suçmu yani

Ay yıldızlı bayrağı  sevmemiz  güçmü yani

Hilali öksüz bırak sevecek  haç mı yani

….Tosladınız duvara  umudunuz bitiyor

…. Türk’lüğümüz kimlerin  neresine  batıyor

….Münafık soytarılar  Türklüğüme çatıyor 

HASTAYIM
BOĞALI YAYLASINDAN BAŞLAYIP KARADENİZE,
DÖKÜLEN SOĞUK SULARIN AKIŞINA HASTAYIM,
ONSEKİZ YAŞINA GELMİŞ ELÂ GÖZLÜ GÜZELİN;
BAYGIN BAYGIN MELÜL BAKIŞINA HASTAYIM .


HER ÇEŞİT İNSAN YAŞIYOR CANIM ANADOLU’DA
SAMSUN, AMASYA, TAŞOVA ESENÇAY YOLUNDA,
HER SABAH SEHER VAKTİ ÖTEN GÜLÜN DALINDA
BENDEN DERTLİ BÜLBÜLÜN ÖTÜŞÜNE HASTAYIM.

İNAN Kİ YANAN YÜREĞİMİN DERMANI İLÂCI SENDE,
BU CANDA ÇIKAR BİR GÜN ASLA KALMAZ BEDENDE,
SEN UNUTSANDA BEN UNUTMAM SEVGİN KALBİMDE;
ŞU YARALI KALBİMİN HIZLI HIZLI ATIŞINA HASTAYIM.

HER GÜNÜM HÜZÜNLÜ GEÇİYOR, DERTLİ KIŞ AKŞAMI
GENÇLİĞİMDE BENDEN AYIRDI FELEK GARİP SEVDÂMI
HİÇ SÖNDÜRMEDEN PEŞ PEŞE İÇTİĞİM SİGARA DUMANI
ŞİMDİ NASIL OLDU DA SİGARAYI BIRAKTIĞIMA HASTAYIM

KİM BİLİR
Şiir duygu anlayana
Şair ilmek ilmek dokur
Güller kokar koklayana
Türkü şarkı olur okur
Ancak yazan şair bilir.

Okumayan nerde bilir
Şair ince ruhla görür
Gerçekleri yazan bilir
Hayal âleminde gelir
Ancak yazan şair bilir.

Huzur bulur yazdığında
Yazar Okur şiirleri
Şarkı olup çaldığında
Bestelerse birileri
Sözlerini yazan bilir.

Şiir demli çaya benzer
Tiryakisi olan bilir
Mısra mısra yazıp dizer
Kudrettense ilham gelir
Ancak yazan şair bilir.

 

 

 


 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ