10 Ocak 2011 Pazartesi

YAKIN TARİHİMİZ

NARGİN  ESİR KAMPI
 Burhan Bursalıoğlu

1914-1918 yılları arasında Osmanlı orduları subay ve askeriyle   Dünya’nın dört bir tarafında savaşmak durumunda kalıp, Alman’ların yenilmesi  nedeniyle taraf  olan Osmanlılar da yenilmiş sayıldılar. Bir çok cephedeki askerlerimiz esir alındı. Ne varki bu devletler Uluslar arası esirler anlaşmasını hiçe sayarak, Türk askerlerine yaptıkları işkence, zulüm ve kasitli davranışlar yüzünden 200 000 askerimiz şehit oldu.
NARGİN  ADASI

Çanakkale’den Kafkasya’ya, Arabistan’dan Galiçya’ya, Trakya’dan Afrika’ya kadat uzanan geniş  bir Dünya yüzeyinde  savaşan ve esir alınan askerlerimizle kimse ilgilenmedi.
600 yıllık Osmanlı’ların sonunun  geldiğini  farkeden  yöneticiler, kendilerini kurtarmak için önüne gelenlere mavi boncuk dağıtmaktan, değişik  ülkelerde 10 esir kampında tutulan, kimi işkence, kimi donarak , kimi intihar ederek şehit olan  askerlerimizle  ilgilenmediler. Çok az bir miktarın kaçarak kurtulmuş olmaları dahi, onların korumasız, ilgisiz, başsız ve kimsesiz  olmalarını değiştirmedi. Ta ki Kurtuluş savaşına kadar.
200 000 askerimizin şehit olduğu, Fransa’dan Sibirya’ya, myanmar’dan Malta’ya, Mısır’dan Kafkasya’ya,  Suriye’den Nargin adasına kadar oluşturulan esir kamplarından kaçanların anlattıkları, insanın kanını donduracak cinsden.
Bunlardan şimdilik Nargin adasındaki esir  kampını tanıyalım.
Nargin Hazar Denizi’nde bir ada. 3 kilometre uzunluğunda, 900 dekarlık büyüklüğünde, tatlı suyu ve bitki  örtüsü olmayan, birinci dünya savaşında ağır suçluların tutulduğu hapishane olarak kullanılan bir ada. Ruslar, Sarıkamış harekatınden sonra, adayı Türk esirlerinin tutulacağı kamp haline getirmişler.
Yılanlarıyla da  ünlü bu ada, cehennem adası olarak ta ün yapmış.
ESİRLER TENCEREDEN YEMEK YİYORLAR

Sarıkamış hatekatından sonra, Ermenilerin Rus ordularıyla Erzurum’ a kadar geldikleri  dönemde, kent ve köylerden aldıkları resmi ve sivil halkı esir alıp, bir kısmını Ruslar  Nargin adası kampına götürmüşlerdir. Türk esirlerinin çoğu,  susuzluktan, yılanların zehirlenmesinden ve  KGB nin  (RUS GİZLİ SERVİSİ)  100 yıl geçtikten sonra gün ışığına çıkardığı belgelerden anlaşıldığı gibi”, Rus ve Ermenilerin  bazı esirlerimizi  kurşuna dizmelerinden dolayı  şehit olmuşlardır.
BİR KISIM ESİRLER KURŞUNLANIYOR

ÇOCUKLAR VE YAŞLILAR DA KAMPTA ÖLDÜ
KGB tarafından propaganda amaçlı çekilen kayıtlarda, Nargin adasındaki,  10-15 kişilik gruplar halinde ortada bulunan bir tencereden yemeklerini yiyen, açlık ve ağır kış şartlarına dayanamadıkları için hafızalarını ve sağlıklarını kaybettiği anlaşılan ve sağa sola sallanarak yürüyen esirlerin görüntüleri var.
KAZILARDA ÇIKAN KEMİKLER

Esir düşenlerin çoğunun şehit olduğu bilinen adada çekilen görüntüler arasında, çoğu anne ve babasız kalan bebek ve çocukların toplu halde denize girmeleri de kaydedilmiş. Sarıkamış Dayanışma Grubu Başkanı Prof. Dr. Bingür Sönmez, Nargin Adası’nın bir kısmının tamamen mezarlık olduğunu ve bu mezarlıktan getirdikleri kemikler üzerinde yapılan incelemelerde aralarında Türkler’in de olduğunun ortaya çıktığını belirtmiştir.
1917 de sonbaharında, Kafkas cephesinde  7.  Tayyare bölüğüne atanmış olan pilot Vecihi Bey ( hürkuş)  Kafkasya’da hava savaşında düşüp yaralandı. Uçak Rusların eline geçmesin diye de uçağı yaktı.  Ruslar tarafından esir alına Vecihi Bey Nargin adasına götürüldü.
VECİHİ BEYİN  YARALI VAZİYETTE, RUS'LARIN ZORUYLA ÇEKİLEN RESMİ

Azeri Türklerin yardımları sayesinde,  Vecihi Bey bir arkadaşıyla yüzerek karaya çıkıyor. İkisi beraber yaya Erzurum’a gelerek kurtuluyorlar.
Tüm şehitlerimizi rahmetle, şükranla  ve saygı ile anıyoruz.  Ruhları şad olsun.
DEVAMI: Kafkas ve Sibirya kampları.

4 Ocak 2011 Salı

S A Ğ L I K


NE OLACAK HALİMİZ?
 Burhan  Bursalıoğlu

Ülkemizin birçok sorunu  oldoğunu söylemek yeni bir şey olmadığını herkes biliyor. Özellikle sağlık sorunlarımız, iyileştirme gerekirken, daha da kötüye gitmekte ve insanımızı tehdit etmektedir.
Kısaca bazılarını başlıklarla hatırlayalım.
 Devlet hastahanelerin araç  gereçten yoksun olması;  pıtrak gibi yerden biten, donanımlı özel hastahaneler; Devlet hastahanelerin adım atılmayacak kadar 

kalabalık oluşu; doktor yetersizliği; mevcüt doktorların da kısa zaman içinde çok hastaya bakma gibi  mecburiyetleri; ameliyat, emar, tomografi, ultrason, kalp elektrosu, anjiyo, balon, kalp pili takma işlemleri nin çoğu devlet hastahanelerinde yapılamaması, yapılamayan bu işlemlerin özel hastahanelerin de veya loboratuvarlarda yaptırılması, randövi olarakta en az 3 ay sonraya gün verilmesi, işlemlerin pahalı olması;  her hastahanede , her  hastalığın polikliniği  veya doktoru olmadığı için, hastanın, dama taşı gibi hastahaneden, hastahaneye  dolaştırılması;  Sağlık Bakanlığının ve SGK  özel hastahanelerle yaptıkları  kısıtlı anlaşmaların, hastalara cevap vermemesi; doktorlar için çıkarılan tam gün yasası problemi , hastaları canlarından bıktırıyor.
Ayrıca ilaç sorunu da cabası. Sık sık ilaçlara gelen zamlar, yok katkı payı, yok fark  ücreti,yok muayene katkısı.

Sağlık Bakanlığı ne yapar anlamam. Yaptığı herşeyi  yanlış yapıyor. Yapmaya da devam ediyor.  Bakanlığın işi özel hastahane açmak için “evet” mi demek? Her hastadan , adı ne olursa olsun, bir miktar  para mı tırtıklamaktır?  Onun görevi, vatandaşın sağlığı için ortam hazırlamak değil midir? Sağlıklı bir toplum oluşturmak görevi değil midir?  Yaşam süresini uzatmak  amaç değil midir?
Görevidir tabii.  Ama yaptığı ile yapacağı tamamen ters. Çare yerine çaresizliği uyguluyor. Sorunları çözme yerine yeni yeni sorunlar oluşturuyor.
 Şu ilaç işine bakalım. Sağlık Bakanlığı ile Sosyal Güvenlik Kurulları bir çok ilaçları SGK  üyelerine, kart sahiplerine, yani, memur, işçi, çalışan, emekli  ve   bunların bakmaya yükümlü oldukları kişilere  para ile  ilaç verilecek.

Şunu demek istiyorum,  antibiyotikten kalp ilaçlarına,  ağrı kesiciden tansiyon ilaçlarına, şeker hastalığından çocuk ilaçlarına kadarının tamamının  bedeli hasta tarafından ödenecek. Kısaca “karekodlu” ilaçları, SGK üyelerine vermiyor. Memur, işçi, emekli çok para alıyormuş gibi, ilacını da kendi alacak.  O ilaçların fiatları da el yakacak türden. Eczacılarda bu işten şikayetçi, Çünkü hastalarla karşı karşıya kalmaktalar. İlaç mı satacaklar, dert mi anlatacaklar?
Sağlık Bakanlığı tezi,  böyle devam ederse, yakında yeni yeni mezarlıklar açılması da sorun olacak.

27 Aralık 2010 Pazartesi

YAKIN TARİHİMİZ



UYGULAMAYA MI,  SARMAŞ  DOLAŞA MI  İNANALIM?..

Burhan Bursalıoğlu

Bilmiyorum, Yunan Milli, Eğitimini inceleyen var mıdır.  İnternette bir yazı dikkatimi çekerek ufak bir araştırma yaptım. 
Yıllardır Yunanlılarla kavgalı iki milletiz.  Zaman zaman  uçaklarımız  it  dalaşı, zaman zaman da Sahil Güvenlik  botlarımız da  köşe kapmaca oyunu oynarlar.  Kardak kayalıkları  krizi  ve  6-7 Eylül 1955  olayları hariç, 1922 den bu yana önemli bir çatışma olmamıştır.
Bizim Milli Eğitim’in okullarımızda okuttuğumuz kitaplarda, bütün olaylar objektif , tarafsız gözle yazılmıştır.  Ne yapılmışsa, ne yapmışlarsa, eksiği olup , fazlası olmayan tarafsız   kitaplar  Okutulmaktadır.   

                                                                                                                                                              Ama, Yunanistan’da durum öyle mi?
İşte Yunan tarih kitaplarındaki  Bize ait olan konular.
Bugün Yunan ilkokullarında 3 tarih kitabı okutuluyor.
1’incisi Helenistik dönemi, 2’ncisi Roma ve Bizans dönemini,   3’üncüsü ise yakın tarih adıyla Osmanlı Dönemi ve 1821 Yunan İsyanları sonrası.
İlk iki kitapta Haçlı Seferleri kapsamında yapılan savaşların Türkler ile Hıristiyanlar arasında yapıldığı ve Türklerin, Hıristiyanları kadın-çocuk ayırımı yapmadan vahşice öldürdüğü yazılıyor.
Yakın tarih kitabı, ilkokul dördüncü sınıftan itibaren okutuluyor. Türkiye aleyhinde birçok yerde yazılar ve resimler bulunmaktadır. Özetle şunların üzerinde duruluyor:
1- Bizans’ın başkenti Konstantinopol’ün Türkler tarafından işgal edilip, bununla Yunanlıların esaret ve kara günlerin başladığı,
2- Türklerin esir pazarı kurup, Anadolu’nun da Türkler tarafından işgaliyle, Hıristiyan halkın köleleştirilip zorla dinlerinin değiştirildiği,
3- Anadolu’da Hıristiyanların hayat şartlarının çok zor olduğu ve korku içinde yaşadıkları,
4- İzmir’in her şeyinin Yunan olduğu, bazı Rumların Türklerden korkmaları nedeniyle Türk adı taşımalarına rağmen gizli Hıristiyan oldukları ve gizli Rum adı taşıdıkları,

5- Trabzon’daki Sümela Manastırı’nın Türkler tarafından tahrip edildiği,
6- 1919-22 Küçük Asya felaketinde (15 Mayıs 1919’dan itibaren Yunan’ın İzmir’e çıkışı Anadolu’daki işgalleri kastediliyor.) Yunan varlığının Türkler tarafından yok edildiği,
 7- İzmir’in yakıldığı, bu sırada binlerce Yunan’ın Anadolu’dan ve Pontus’tan kovulduğu, zulme uğratıldığı, esir edilip öldürüldüğü,
8-Kuzey Kıbrıs’ın Türkler tarafından işgal edilmiş olduğu, Kıbrıs’ta Rumların Türkler tarafından katledildiği, Kıbrıslı Rumların göçmen durumuna düşürüldükleri ve pek çok da kayıp olduğu, Girne ve Magosa’nın Türkler tarafından enkaz haline getirildiği,  gibi iftiralar yer almaktadır.”

Halbu ki:
Kokuşmuş ve yıkılmak üzere olan Doğu Roma’yı alarak Fatih, bütün insanlığa iyilik etti.
Bizans esirlerinin kurtuluş akçesini Fatih cebinden ödedi. Böyle insan esir pazarı kurdurur mu?
Fatih hapisteki Rum Patriğini serbest bırakıp, Osmanlı vezirine denk maaş vererek Patriklik makamına oturttu ve Osmanlı ülkesinde hudutsuz din hürriyeti tanıdı.
Güzel İzmir’imiz, Aydınoğulları zamanından beri Türk yurdudur. Orada yaşayan Rum ve Yahudilere Türkler daima, huzurlu bir hayat temin etmişlerdir.
Kuzey Kıbrıs’ta EOK’nın 50 senedir süren cinayetleri yenidir ve bütün dünya biliyor. 

Yunan milli eğitiminde böyle bir  kitabın okutulduğu  ortamda  Türk ve Yunan devlet yöneticilerinin, özellikle, Başbakanlarının, sarmaş dolaş olmaları, birbirlerine  “Kardeşim” demeleri  ne kadar inandırıcı olur?
  Türk Milletinine olan davranışlarının samimi olduklarını göstermek istiyorlarsa Yunan milli eğitimi bu hatalı yolu derhal terk edip, KİTAPLARDAKİ YALAN YANLIŞ, KASİTLİ bilgileri çıkarmalıdır.

23 Aralık 2010 Perşembe

SAĞLIK


  SANIRIM  SONUNA KADAR OKUMANIZDA FAYDA VAR .
 
ŞEKER & KOLESTROL & TRİGLİSERİT...
ALINTI

Prof. Demirkol ile Cuma günü Topkapı Suriçi’nde Fatih Belediyesi’nin tesislerinde buluştuk.  Sağlık gibi bir konuda uzun zamandır bu kadar bilgilendirici bir sohbet yapmamıştım, bir o kadar da keyifli...


***

 Gelirken bir arkadaşıma rastladım, kilolarından şikayetçidir hep. Ona “Canının istediğini ye ama çok hareket et” dedim. Yanlış mı yaptım acaba
?
Sağlıklı kilo vermede spor asla yeterli olmaz. Bugün şişmanlık, kaloriye dayandırılıyor. Oysa kalori hesabı fiziksel bir özellik. Gıdaların kimyasal özellikleri de var. Siz sadece kaloriye baktığınız zaman o kimyasal özellikleri tümden yok sayıyorsunuz. Mesela bizim bugünkü konumuz da olan şeker kendi başına eklem kıkırdağını eriterek dizde kireçlenmeye yol açıyor ve o kadar yaygın ki bu hastalık! Diz protezi, kalça protezi yapılmasının başlıca nedeni şeker. Damarları tıkayan da sanılanın aksine kolesterol değil, şeker.

*Yani şeker sadece kalorisi ve şişmanlatıcı etkisiyle zarar vermiyor, doğrudan kimyasal yapısıyla da tehlikeli. “Şeker yiyeyim oradan aldığım kaloriyi başka yerden kısarım” demek çok yanlış...

Kesinlikle.

*Peki ne kadar şeker kullanabiliriz?

Günde 8 kesme şeker hakkınız var. Başka hiçbir meyve ya da bal, reçel yememişseniz tabii.

* Ben sabahları bir tatlı kaşığı bal yiyorum...

O zaman 6’ya iniyor şeker hakkınız. Bal ağırlıklı olarak fruktoz içerdiği için, yiyeceğiniz meyveyi de üçte bir oranında düşürmeniz gerekir.

* Peki hangisi daha zararlı? Tuz mu, şeker mi?

Kesinlikle şeker.


* Tuz için de “Günde en fazla 6 gram alın” deniyor...

Tuz konusunda yeni çalışmalar var, bugüne kadar yapılan kısıtlamaların çok da doğru olmadığını gösteren... Mesela siz tuzu terle vücuttan atabiliyorsunuz ama şekeri atamıyorsunuz. Şeker direkt olarak size popo ve karın yağı olarak geri dönüyor. Oralarda depolanan yağın ise getirdiği bir sürü olumsuzluk var. Kalp hastalığı, damar sertliği gibi...

ÇOK MEYVE YİYEN MÜTHİŞ BİR ERKEK GÖRDÜNÜZ MÜ?

* İyi ama bazı dönemlerde tatlı yeme ihtiyacı artıyor insanın. O zaman ne yapacağız?

Vücudun şeker talebi yoktur
. Ama biz sürekli şekerle beslendiğimiz zaman, vücudumuz zararlı olduğunu bildiği için şekeri metabolize edecek olan insülini hazır bekletir. Dolayısıyla sürekli fazla şeker ya da nişastayla beslenen kişinin açlık kan insülin düzeyi yükselir. Açlık kan insülin düzeyi yükseldiği zaman kan şekeri düşer. Kan şekeri düştüğü zaman, “Eyvah kan şekeri düşüyor” sinyalini vücut size nasıl yansıtır? Mide özsuyunu salgılatarak, size açlık hissettirerek... O yüzden de siz aşerirsiniz. “Reçel kavanozu nerede?” diye aranmaya başlarsınız. Halbuki 100 yaşını aşan insanların ortak özelliği nedir diye bakıldığında açlık insülin düzeylerinin düşük olduğu görüldü.

* Yani uzun yaşamanın temelinde şeker yememek yatıyor...

Evet. Açlık insülin düzeyini düşük tuttuğunuz oranda sağlıklı ve uzun yaşarsınız. 1700 yılından kalma İngiltere’ye ait istatistikler var elimizde. Kişi başına yıllık bildiğimiz şeker tüketimi ne kadar biliyor musunuz? 5 gram! Yani yaklaşık 1 kesme şekeri kadar. Kesme şekeri 4 gram gerçi ama... Demek ki, şeker bir ihtiyaç değil. Tam tersi, sonradan tamamen alışkanlık olarak soframıza girmiş. 1801 yılında şeker pancarından da şeker üretilmeye başlanmış ve Almanya’da ilk pancardan şeker üreten fabrika kurulmuş. Sonra bütün Avrupa’da ard arda şeker fabrikaları açılmış. 1815 yılına gelindiğinde İngiltere’de kişi başına şeker tüketimi, 115 yıllık süre içinde tam bin 200 kat artmış ve 6 kiloya çıkmış. Bugün Orta Avrupa’da yıllık kişi başına şeker tüketimi bir kişinin kendi beden ağırlığından fazla; tam 70 kilo! Ve 1815’ten günümüze kadar şeker tüketim artış eğrisiyle, kanser, kalp hastalığı, inme, diyabet ve obezite gibi kronik hastalıklarda artış eğrisi bire bir örtüşüyor.

*Merak ettim, siz şeker kullanıyor musunuz?

Hiç. 38 senedir ne çayıma ne kahveme şeker koyuyorum. Onun dışında tatlı hiç yemiyorum.

*Ama hep denir ki şeker, yani glikoz beyin hücrelerini çalıştırır...

Doğru, çok iyi hatırlattınız. Eritrositin, omurilik ve beyin hücrelerinin enerji kaynağı glikozdur. Ama şeker yiyerek daha akıllı olmuş bir insan gördünüz mü siz? Çünkü vücut gereksinim duyduğu o glikozu yağdan da, proteinden de kendisi üretmeyi becerebiliyor. Mesela spermin enerji kaynağı fruktozdur. Peki siz hiç çok meyve yiyen müthiş bir erkek gördünüz mü? Göremezsiniz, çünkü testis hücresi spermin ihtiyaç duyduğu fruktozu kendisi üretir. Fruktoz çok dikkatli alınmalıdır. Çünkü, şeker pancarından veya şeker kamışından elde ettiğimiz şeker, yani bilimsel adıyla ‘sakaroz’ (bir yapay tatlandırıcı olan sakarinle karıştırılmamalı) iki ayrı molekülden oluşan bir birleşik moleküldür. Sakarozu biz yer yemez vücudumuzda glikoz ve fruktoza ayrışır. Glikoz kan şekerimizin de adıdır. Hemen kana karışır ve kan şekerini yükseltir. Vücudumuz şekerin zararlı olduğunu bildiği için korkudan hemen insülin salgılar.

* Nasıl?

Eğer çok fazla miktarda şeker yemişsek, gereğinden fazla insülin salgılanır. İnsülin o şekeri hemen alır vücudun bir enerji açığı varsa kısmen enerjiye dönüştürür. Ama insan vücudu çok tasarruflu bir biyolojik bünye. Çok az enerjiyle çok işler yapabilir. Mutlaka yediğiniz şekerde bir fazlalık olacaktır. Bu fazla şeker, insülin aracılığıyla ya kas ve karaciğerdeki şeker depolarına götürülecek, ki vücudumuzun şeker deposu 120 gram kadardır ve orası da sürekli doludur, hiç boş kalmıyoruz çünkü, ya da insülin bu şekeri alacak ve yağa dönüştürecektir. Dolayısıyla sizin yediğiniz şeker vücudun değişik bölgelerinde yağlanmalara sebep olacaktır. Ama insülin salgılanırken bir de leptin denilen tokluk hormonu salgılanır. Dolayısıyla belli bir miktar glikoz yedikten sonra vücut “Pes” diyor, “Artık yeme!” Doyuruyor sizi. Yani hiç olmazsa şekerin glikoz bölümü bir derecede tokluk yarattığı için daha fazla şeker yemenizin de önüne geçmiş oluyor. Şekerin ikinci bölümü olan fruktoz ise; insülin salgılatmadığı için tokluk hissi de yaratmaz. Dolayısıyla sınırsızca yiyebiliriz. İşte bu çok tehlikeli. Fruktozun günde 15 gram kadarı vücudumuzda değişik kimyasal süreçlerde kullanılabiliyor. Eğer bundan fazla fruktoz alınırsa karaciğerde trigliserite dönüşür. Trigliserit kan yağıdır. Hem karaciğer yağlanmasına, hem damar sertliğine, hem de vücudumuzun yağlanmasına yol açar. Amerika’da son 30-35 yıldır ortaya çıkan obezite salgını, meşrubatların, bisküvilerin, dondurmanın ya da diğer tatlıların mısır şurubuyla, yani fruktoz ağırlıklı üretilmiş olmasına bağlanıyor. Çok şükür biz de Amerikanlaştık! Çünkü bizde de mısırdan tatlandırıcı üreten 5 fabrika var. Baklava şerbeti bile artık mısır şurubundan üretiliyor... Böylece eskiden baklavayla şişmanlamamızdan daha fazla şişmanlamamız sağlanmış oldu.

* Ama meyvedeki fruktoz doğal?
Doğal sözcüğüne bayılıyorum. Akrep zehiri de doğal, bir porsiyon ister misiniz
? İster dondurmadan ister elmadan alın, fruktoz fruktozdur. 15 gramdan fazlası alındığında yağa dönüşür, kolesterolü oksitleyerek damar sertliğine yol açar. Ama yine de meyvenin meyve suyuna üstünlüğü var. Meyve suyunda hiç posa bulunmadığından, fruktoz tümüyle emilirken, meyvedeki posa fruktozun hiç değilse bir bölümünün emilmesini engellemektedir. Ama posa da meyveyi tümüyle masumlaştırmamaktadır. Yani siz fazla meyve yiyerek kendinize iyilik ettiğinizi düşünüyorsunuz. Ama bir avuç trigliserit elde ediyorsunuz.

SİZİ KADIN, BENİ ERKEK YAPAN KOLESTEROLDÜR

* Bu trigliseritin önemi ne peki?

Kolesterol masum bir maddedir. Ve bütün hormonlarımızın hammaddesidir. Sizi kadın, beni erkek yapan kolesteroldür. Kolesterol olmazsa hormonlarımız olmaz
. Nitekim sıfır beden mankenlerimizin kolesterol almadıkları için hormonları çok azalır ve adetten kesilirler. Ve maalesef tamamen sağlıklarını kaybederler. Anne sütü o yüzden kolesterolden zengindir. Doğa kendi kendine zarar vermez. Çocuğun kolesterole ihtiyacı var ki, anne sütünde de kolesterol var. Ama eğer siz kolesterolün oksitlenmesine yol açarsanız o zaman damar sertliği olur. Dolayısıyla kolesterolün kendisi zararlı değil, oksitlenmiş kolesterol zararlı. Kolesterolü oksitleyen dört madde var. Bunlardan biri de fruktoz. Dediğim gibi sihirli sınır da 15 gram fruktoz. Diyelim ki biz bir restorana gittik ve Sayın Başbakan’ın önerdiği gibi bonfilenin yanında bir bardak şarap içmedik, sağlıklı olalım dedik, o yüzden bir bardak taze sıkılmış portakal suyu içtik. Bir bardak portakal suyunda yaklaşık olarak 60 gram şeker, 30 gram fruktoz vardır. Bu miktar ise 15 gram sınırını aşıyor. Dolayısıyla yemekte bonfileden aldığımız kolesterol meyve suyundan veya meyveden aldığımız fruktozun fazlasının karaciğerde trigliserite dönüşmesi sonucu oksitlenerek damar sertliğine yol açıyor. Yani ne olur şarapta kalalım! Çünkü şarap antioksidandır. Özellikle kırmızı şarap. Beyaz şarap beyaz üzümden, kırmızı şarap kırmızı üzümden yapılır diye bir ayrım yoktur. Kırmızı şarabın önemi, üzümün kabuklarıyla birlikte ezilip mayalanmasından gelir. O yüzden beyaz şaraptan daha değerlidir. Çünkü üzümün kabuğunda antioksidan bir sürü madde vardır ve bu antioksidanlar da damar sertliğine ve kansere karşı koruyucudur.

YEMENİZ GEREKEN EN SON ŞEY BEYAZ PEYNİRLE KARPUZ


* Çoğu beslenme uzmanı meyve ve sebze serbest diyor...

Bir kere meyve ve sebze aynı satıra yazılmayı hak etmiyor. Meyveden almak istediğimiz tüm antioksidanlar, vitaminler ve mineraller sebzede de var
. Halbuki meyvede, sebzeden farklı olarak oksitleyici şeker mevcut. Burada Taş Devri Diyeti önerenlere bir hatırlatmamız olmalı. O dönemki meyvelerin şeker içeriği bugünkü meyvelerden üç kat daha azdı. Kültür bahçeciliği ile biz meyveleri giderek şekerlendirdik. Yani 10 bin sene önce elmanın şeker içeriği bugünkü domatesin şeker içeriği kadardı. Biz aslında meyveleri sağlığımıza zarar verecek hale getirdik. O yüzden Taş Devri Diyeti’nde “İstediğiniz kadar meyve yiyin” deniyor. Ama hayır. Meyve sakıncalı. İçindeki fruktoz oranı yüzünden sakıncalı. Şimdi gelelim yine Başbakan’a... Başbakan, alkol içeceğinize meyve yiyin diye bilime son derece aykırı bir ifade kullandı.

* Vallahi ben yıllardır Başbakan’ın söylediği gibi yapıyorum. Hiç içki içmiyorum ve çok meyve yiyorum. Özellikle de üzüm...

Ve kendinize zarar veriyorsunuz. Çünkü bütün meyveler hem glikoz hem fruktoz hem de o ikisinin birlikteliğinden oluşan sakaroz içerir. Unutmayın, bugün Amerika’da alkole bağlı sirozdan daha çok, karaciğer yağlanmasına dayalı sirozdan karaciğer nakli gereksinimi duyuluyor.

* Öyleyse ne kadar meyve yiyebiliriz?

Meyveleri, az, çok ve orta şekerli diye, tabii ki geçişler var ama kabaca üçe bölmemiz mümkün. İlkbahar meyveleri, kiraz, vişne, erik, kayısı bir dereceye kadar az şekerli meyveler arasına giriyor ve başka hiçbir şeker tüketmediyseniz, yani hiç pasta kek yemediyseniz, çayınıza, kahvenize şeker katmadıysanız, günde 400 gram bu meyvelerden yiyebilirsiniz. Elma, armut, şeftali, portakal mandalina orta şekerli meyveler sınıfına giriyor. Bunlardan da 300 gram yiyebilirsiniz. Ama yine çayınıza, kahvenize hiç şeker koymamış , sabah kahvaltıda bal ve reçel yememiş olmak koşuluyla. Eğer yediyseniz onları da bu miktardan düşmek gerekir. İncir, muz ve üzüm gibi çok şekerli meyvelerden ise günde en fazla 200 gram yiyebilirsiniz. Yani yaklaşık olarak 3-4 incir, bir muz gibi...

* Peki ya karpuz ve kavun?

Karpuz az şekerli meyve sınıfına giriyor. Kavun da az şekerli ile orta şekerli arasında... Ama ben biliyorum ki mesela “Yazın ne yemeli?” diye bir diyetisyene sorduğunuz zaman, “Hafif yemeli. Mesela beyaz peynir ve karpuzla öğlen yemeğini geçiştirmeli” der. Tebrik ederim, yapmanız gereken en son şey bu. Çünkü beyaz peynirden aldığınız kolesterolü karpuzdan aldığınız fruktozla oksitleyerek damar sertliğine yol açmış oluyorsunuz. Ama buna karşın yağsız bir kuzu şiş yeseniz, yanında da bir bardak şarap içseniz hiçbir damar sertliği olmaz... Bu arada, sorunuza gelecek olursam, karpuz bir dilim yenir, ama bir dilim karpuz yiyen insan görmedim şimdiye kadar. Halbuki en fazla 400 gram, yani bir dilim yenmelidir. Fazlası sağlığa zararlıdır.

* Yani içki meyveden daha mı ehven-i şer?

Alkol sınırını Dünya Sağlık Örgütü belirledi. Alkol karaciğer için bir toksik maddedir. Bu kesin. Bu toksik madde karaciğerde detoksifiye ediliyor, yani zararlı etkisi ortadan kaldırılıyor. Ama karaciğerin de bir sınırı var. Erkekte bu sınır, günde 20 gram alkoldür. Kadında ise yarısıdır; 10 gram.

* Peki neye tekabül ediyor 20 gram alkol?

Bir duble rakıya tekabül ediyor günde. Veya 300 ml. biraya (bir şişe), veya 100 ml. şaraba (küçük bir kadeh
). Bu arada kadınlara bu oranların yarısını, mesela yarım kadeh şarap öneriyoruz. Özellikle şarap az içildiği takdirde hem damar genişletici etkisinden dolayı dolaşımı rahatlatır, hem de antioksidan içeriği açısından kansere, kalp hastalığına ve damar sertliğine karşı koruyucu etki gösterir. Bir küçük kadeh şarap içmek, her gün de içilse sağlığa katkı sağlar, zarar vermez. Ha, dini açıdan buna yaklaşırsanız, ben din bilimcisi değilim. Ama sarhoş olmanın yasak olduğunu biliyorum. Eğer din alkolü kesin bir şekilde yasaklıyor olsaydı, yediğimiz her meyvede çok az miktarda alkol var, meyveyi de yasaklardı.

* Ama bilim de alkole bir sınır, dolayısıyla bir yasak getiriyor...

Elbette.

* Peki neden kadın-erkek ayrımı var?

Kadının metabolizması farklı. Bunun yüzde 100 şu nedenle olduğu söylenemiyor. Ama kadınlarda daha düşük orandaki alkolün karaciğerde hasara sebebiyet verdiği saptanmış durumda. O yüzden Dünya Sağlık Örgütü, üst sınır olarak erkeğe günde 20 gram alkol önerirken, kadına 10 gram alkol öneriyor. Yani yarısı kadar...

* Peki haftanın üç günü birer kadeh içilse?

Bu soru çok sık soruluyor bana. “Ben 6 gün içmeyeyim ama 7’nci gün dört duble içeyim” diye... Hayır. Önerilen dozun her aşıldığı durum ciddi bir darbe vuruyor karaciğere. O yüzden her gün için ama bu sınırı dikkate alın.

HER GÜN YARIM KADEH KIRMIZI ŞARAP FAYDALI

*Ben hiç içmiyorum...

Bence her gün yarım kadeh kırmızı şarap sağlığınıza olumlu etki sağlar. Rahatlatır, sonra antioksidan kaynağı olarak çok önemlidir. Alkolün sınırlarını bilip o sınırlara özen gösterirseniz, şaraptan veya rakıdan korkmanız gerekmiyor. Ama sınırınızı bileceksiniz.

* Peki içkinin fazlası ne yapıyor vücuda?

Bir kere kalorisi yüksek olduğu için kilo fazlalığı yapar. Yani bütün o şişmanlığın getirdiği olumsuzlukları yanında taşır ama her şeyden önce karaciğeri zehirler ve karaciğer yetersizliğine neden olur. Tıpta, matematik gibi eşittir işareti hiç yoktur. Yani “Sen şunu yaparsan şu olursun!” Siz doğada bir ağacın üzerinde tıpkı iki yaprak gördünüz mü? Hep bir biyolojik değişim vardır. Ama çok ender olarak eşittir işareti vardır tıpta da. O da alkolü fazla tüketirsen karaciğer yetersizliği gelişir. İki artı iki eşittir dört gibi... .
 

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ