28 Eylül 2012 Cuma

GÜNCEL


GELENEKSELLEŞEN BERABERLİK DEVAM EDİYOR

34 yıldır ve her yıl 10 gün olmak üzere, aralıksız Sivas Öğretmen Okulu'ndan mezun olan bizlerin, tekrar bir araya gelme vakti geldi.
29 Eylül 2012 tarihinde, 10 gün için, Kuşadası, Davutlar beldesinde bulunan Egerie Bach tatil köyünde Sivas Öğretmen Okulu mezunları olarak, her yıl olduğu gibi, geçmişin anıları, gençlik maceralarımızı dile getireceğiz.
Dünya'nın hiçbir ülkesinde, bukadar uzun süreli  beraberlik uygulanmamaktadır. Bunu uygulamak ancak, dostluk, arkadaşlık sevgisi yanında, Sivas'ın Kabak yazısının suyu ve havasını almış olanlara mahsustur.
 Arkadaşlık sevgisinin ileri aşamasında olan bizlerin bu birlikteliklerimiz, öyle zannediyorum ki, 2 kişi kalana kadar devam edecektir.
Bizim aramıza katılıp, öğretmen-öğrenci mesafesini yok sayan öğretmenlerimizin de varlığı, bu  toplantılarımızı daha çok onurlandırmaktadır.
Ne yazık ki, zaman zaman aramaızdan ayrılıp, Allahın rahmetine kavuşan sevgili öğretmenlerimiz  yavaş yavaş azaldılar. Bu arada arkadaşlarımızdan da, bu dünya'ya veda edenler olmaktadır. Doğanın bir kanunu olan ölümlerin daha yavaş gelmelerini dilerken, bizleri  terkeden öğretmen ve arkadaşlarımıza Allah'tan rahmet,  Hepsinin nur içinde yatmalarını diliyorum.

Bu maksatla, bir müddet blog yazılarıma devam edemeyeceğim. Okurlarımdan özür diliyor,10 Ekim'de buluşmak üzere, saygı ve sevgilerimi sunuyorum

Burhan Bursalıoğlu


SÖO Mezunları bir yemekte.

   

17 Eylül 2012 Pazartesi

EĞİTİM



SORUNLARIYLA GELEN ÖĞRETİM YILI
Burhan Bursalıoğlu

Sevgili okuyucularım. Bugün tüm  yurdun dört bucağında  okulların açıldığı gündür.
 Bu öğretim yılı öyle bir şekilde açıldı ki, bütün sorunlarını da yanında taşıdı. Başta öğretmenler ne yapacaklarını bilmiyor. Veliler kuşku içinde.Okul binaları yetersiz ve sınıflar 60-70  kişilik. Birçok okul binaların tamiratları bitmemiş. Araç gereç eksik veya yok. 60 -66 aylık çocuklara göre lavabolar hazırlanmış değil. Bu çocuklar için öğretmen  seminerleri yapılmadı. Açıkta olan öğretmenlerin geleceği belli değil. Okul idarecileri şaşkın. Ders kitapları tümden değişti ve maalesef Atatürk ve inkilaplar müfredattan kaldırıldı. Atatürk ve silah arkadaşları unutturulmak  için gereken her şey yapılıyor. Seçmeli derslerden  üçü hariç  gerisi göz boyama. Seçmeli derslerden "Hazreti Muhammet'in Hayatı, Kuran ve arapçanın dışındakilerin öğretmenleri yok, dershane yok  seçen öğrenci yok "  ALDATMACASIYLA VELİLER  İLK 3 DERSİN SEÇİMİNE ZORLANMAKTADIR.
EĞİTİMDE BİR KAOSTUR BAŞLADI VE BUNUN NASIL, NE ZAMAN BİTECEĞİ DE BELLİ DEĞİL.
Şu ana kadar 600 ün üzerinde ortaokul İmam hatip okuluna çevrildi.  Yukarıda anlattığım aldatmaca sonunda Ülkemizde  galiba sivil ortaokul ve lise kalmayacaktır.
Bu blokta, bundan böyle Milli Eğitimle ( Eğitimin Millisi kalmadı. Galiba, Ömer Dinçer Eğitimi demek daha isabetli olur)  ilgili gelişmeler zaman içinde, düşüncelerini beyan eden yazar ve düşünürlere yer vereceğim.
Bu gün Sözcü Gazetesinin  yazarlarından  Saygı Öztürk'ün eğitimle ilgili yazısını koyuyorum.
Bu öğretim yılı, öğrencilerimize başarılı geçmesini, öğretmen ve idarecilerimize sabırlar diliyor ve velilerimize de oyuna gelmemelerini  tavsiye ediyorum.


 Haktan, hukuktan söz edenlere bak

Saygı Öztürk

Mil­li Eği­tim Ba­kan­lı­ğı, han­gi ya­sa­da, yö­net­me­lik­te de­ği­şik­lik yap­sa, bu du­rum “re­form” di­ye ya­zı­lı­yor. Da­ha ön­ce de be­lirt­ti­ği­miz gi­bi bir­çok ko­nu­da ba­ka­na yan­lış bil­gi ve­ri­li­yor, ba­kan bun­la­rı doğ­ru bil­giy­miş gi­bi ak­ta­rı­yor. An­la­tı­lan­la­ra eği- ­tim­ci­ler inan­mı­yor, çün­kü işin as­lı­nı bi­li­yorlar.

Ye­ni öğ­re­tim yı­lı­na gi­ri­lir­ken okul­la­ra ders ki­tap­la­rı gön­de­ril­di. 5. sı­nıf di­ye bir sı­nıf ol­ma­ma­sı­na rağ­men mil­yon­lar­ca adet 5. sı­nıf ki­ta­bı okul­la­ra ulaş­tı­rıl­dı. İl­ko­kul bi­rin­ci sı­nıf­la­rın, or­ta­okul 1. sı­nıf­la­rın ders prog­ra­mı de­ğiş­ti­ril­di. Üç ay oyun­la ge­çe­cek. An­cak prog­ram bu­na gö­re de­ğil. Ma­dem okut­ma­ya­cak­sı­nız, ki­ta­bı ni­çin ona gö­re bas­tır­mı­yor, dev­le­ti tril­yon­lar­ca li­ra za­ra­ra uğ­ra­tı­yor­su­nuz?

He­def, AK­P’­li ol­ma­yan­lar…
Ta­lim ve Ter­bi­ye Ku­ru­lu­’nun, ona­yın­dan ge­çen ders ki­ta­bı 5 öğ­re­tim yı­lı oku­tu­lu­yor, bu ki­tap­lar da ya­yın­cı­la­rı­na bü­yük pa­ra­lar ka­zan­dı­rı­yor. İş­te bu yüz­den­dir ki, ders ki­tap­la­rı­nın se­çi­mi son de­re­ce önem­li. Ki­tap se­çi­miy­le il­gi­li id­di­alar da gün­dem­den hiç düş­mez.
Ki­tap in­ce­le­me mer­ke­zin­de 100’ün üze­rin­de öğ­ret­men gö­rev ya­par. Bun­lar ara­sın­da bir­kaç yan­lış ya­pan çı­kı­yor ama ken­di­le­ri­ni eği­ti­me ada­mış, gö­rev­le­ri­ni hak­kıy­la ye­ri­ne ge­ti­ren­ler ço­ğun­luk­ta­dır. Önem­li bir bö­lü­mü­nün, AKP yan­lı­sı öğ­ret­men sen­di­ka­sı­nın üye­si ol­ma­ma­sı Ba­kan­lık için so­run ya­ra­tı­yor. Ba­kan­lık, on­la­rı gön­de­ri­yor, öğ­ret­men­ler mah­ke­me ka­ra­rıy­la dö­nü­yor.

Bu kö­şe­nin okur­la­rı­na, Mil­li Eği­tim Ba­kan­lı­ğı Ders Ki­tap­la­rı ve Eği­tim Araç­la­rı Yö­net­me­li­ği­’nin de­ğiş­ti­ri­le­ce­ği­ni, ki­tap in­ce­le­me­si­nin TÜ­Bİ­TA­K’­a dev­re­dil­mek is­ten­di­ği­ni be­lirt­miş, asıl ama­cın ora­da­ki öğ­ret­men­le­ri gön­der­mek ol­du­ğu­nu da ek­le­miş­tim. Mil­li Eği­tim Ba­kan­lı­ğı­’nın bu öne­ri­si­ni, TÜ­Bİ­TAK hak­lı ge­rek­çe­ler­le ka­bul et­me­di. O za­man, Mil­li Eği­tim Ba­kan­lı­ğı ye­ni ara­yı­şa gir­di. Öy­le bir dü­zen­le­me yap­ma­lıy­dı ki, bu mer­kez­de gö­rev­li öğ­ret­men­ler da­ğı­tıl­ma­lı, ken­di­le­ri­ne ya­kın olan­lar da sı­na­va bi­le gir­me­den yük­sel­til­me­liy­di.

Başkanlığa, AK­P’­den ge­ti­ril­di
Mil­li Eği­tim Ba­kan­lı­ğı yö­net­me­li­ği de­ğiş­tir­di. Ders ki­tap­la­rı­nı in­ce­le­yen ko­mis­yon adı git­ti ye­ri­ni “pa­nel” al­dı. Ko­mis­yon üye­si­nin adı da “pa­ne­list” ol­du. De­ği­şik­li­ğe gö­re, Ta­lim ve Ter­bi­ye Ku­ru­lu Baş­kan­lı­ğı­’n­da bir ve­ri ta­ba­nı oluş­tu­ru­la­cak, Tür­ki­ye ge­ne­lin­de dok­to­ra­sı­nı yap­mış olan­lar­dan 5, öğ­ret­men­ler­den 10 yıl hiz­me­ti olan­la­rın ve­ri ta­ba­nın­dan baş­vu­ru­la­rı alı­na­cak. İh­ti­yaç öl­çü­sün­de öğ­ret­men­ler bir ha­vuz­da top­la­na­cak.

Grup Baş­kan­lı­ğı­’na, AKP Ge­nel Mer­ke­zi­’ n­den gön­de­ri­len Ze­ke­ri­ya Er­be­yi 2008’de getirildi. O gö­re­vi­ni sür­dür­me­ye de­vam ede­cek. Er­be­yi, ve­ri ta­ba­nın­da­ki pa­ne­list­le­rin de­ğer­len­dir­me­si­ni, se­çi­mi­ni, ko­or­di­nas­yo­nu­nu ya­pa­cak.

Baş­vu­ru ya­pı­la­cak ki­tap­lar, 6-8 pa­ne­lis­te elek­tro­nik or­tam­da gön­de­ri­le­cek. On­lar ay­rı ay­rı in­ce­le­ye­cek, ra­por­la­rı­nı ya­za­cak (bu­nun için sü­re ko­nul­ma­sı da unu­tul­muş), Ta­lim ve Ter­bi­ye Baş­kan­lı­ğı­’na gön­de­re­cek. Da­ha son­ra pa­ne­list­ler An­ka­ra­’ya çağ­rı­la­cak, ra­por­la­rı din­le­ne­cek. Pa­ne­list­ler gö­rüş bir­li­ği­ne va­ra­bi­lir­se, ra­por ha­zır­la­nıp ki­tap Ta­lim ve Ter­bi­ye Ku­ru­lu­’na su­nu­la­cak.

Her ders­le il­gi­li in­ce­le­me kri­te­ri be­lir­len­miş. 3 ço­ki­yi, 2 iyi, sı­fır ise “i­yi de­ğil”­miş. Hiçbir sistemde, sı­fı­rı “i­yi de­ğil” di­ye de­ğer­len­di­ren bir kriter var mı aca­ba?

Bu­na “Yan­lı­lık be­ya­nı” de­nir
Pa­ne­list­ler­den “yan­sız” dav­ra­na­cak­la­rı­na da­ir bi­rer be­yan alı­na­cak­mış. Yan­sız dav­ra­na­ca­ğı­nı be­yan et­me­si de­mek, yan­lı ol­du­ğu­nu or­ta­ya ko­yar. Böy­le bir yö­net­me­lik olur mu? Öğ­ret­men­le­rin gö­rev­len­dir­me­le­riy­le, ne za­man oku­ya­cak­la­rı, han­gi dö­nem­ler­de An­ka­ra­’ya çağ­rı­la­cak­la­rı da da­hil hiç­bir ay­rın­tı yok.

Bu­gün ya­kın­ma ko­nu­su olan “kir­li iliş­ki­ler” bu kez Ba­kan­lık bi­na­sın­dan çı­kıp bü­tün il ve il­çe­ler­de­ki öğ­ret­men­le­re, okul­la­ra ya­yı­la­cak. Ya­yı­nev­le­ri, ki­tap­la­rı­na yük­sek pu­an ver­me­si için bu kez “pa­ne­list” pe­şin­de ko­şa­cak. Üs­te­lik, bu dü­zen­le­me, ka­li­te­yi ar­tır­mı­yor, kir­li iliş­ki­le­ri de or­ta­dan kal­dır­mı­yor. Kal­dır­ma­dı­ğı gi­bi da­ha da ge­niş­le­ti­yor.

Mil­li Eği­tim Ba­ka­nı Ömer Din­çer, gö­rev­len­dir­me­le­ri ip­tal et­ti. Bu du­rum­da olan­la­rın gel­dik­le­ri oku­la gön­de­ril­me­le­ri ge­re­ki­yor. An­cak, dev­re­ye ba­kan­lar gir­di. Kur­ta­rıl­mak is­te­ne­ni kur­tar­mak, gön­de­ril­mek is­te­ne­ni de gön­der­mek için ba­kın ne­ler ya­pıl­dı:

Mer­kez Teş­ki­la­tın­da Gö­rev­de Yük­selt­me Yö­net­me­li­ği­’ne gö­re, “e­ği­tim uz­ma­nı” ola­bil­mek için sı­na­va gir­me, sı­nav­da bel­li bir pu­an al­ma şar­tı var­dı. Din­çer, 8 Ey­lü­l’­de yö­net­me­li­ği de­ğiş­tir­di. Öğ­ret­men­le­rin eği­tim uz­ma­nı ola­bil­me­si için sı­na­va gir­me ve bel­li pu­an al­ma şar­tı­nı kal­dır­dı. Ta­lim Ter­bi­ye Ku­ru­lu­’n­da, ge­nel mü­dür­lük­ler­de gö­rev­li öğ­ret­men­le­rin baş­vu­ru­la­rı alı­na­cak, bun­lar sı­na­va gir­me­den “e­ği­tim uz­ma­nı” ola­rak ça­lış­tı­rı­la­cak. Di­ğer­le­ri­ne ise “o­ku­lu­nu­za marş marş” de­ni­le­cek.

Son­ra hak­tan, hu­kuk­tan, ada­let­ten söz ede­cek­si­niz. Sev­sin­ler si­zi…
----


10 Eylül 2012 Pazartesi

EĞİTİM



EĞİTİMDE  4+4+4  ÜN  ALDATMACASI

Burhan Bursalıoğlu

Bugün 10 Eylül. Tüm Türkiye'de İlkokul birinci sınıflar okullarına başlayacaklardır.
4+4+4  sistemi  ile, tüm okullarımız,17 Eylül'de Eğitim ve Öğretime, bir bilinmezlik ve kargaşa ortamında kapılarını açacaklardır.
4+4+4 sistemi öyle bir kargaşa  yaratacak ki, veliler çocuklarını okula gönderdikleri için pişman olacaklar, çocuklar da "okul bu mu, yeni sistem bu mu" diyerek ya okulu terk edecek veya  nefret edecek. Sonuçta bunalıma girecektir.
Özellikle  hazırlanan birinci sınıf müfredat programının tüm içeriği, bir yıl boyunca 2 harf , 10 na kadar sayı saymayı ve bol bol oyundur. 5.5 yaşındaki çocuklar zaten ana okullarında veya ailesinde  daha çok bilgiler elde etmektedir. Hatta ana okullarında okumayı söken ve özel gecelerinde taktim, konuşma ve şiir okuyanlar, yabancı dille monoloğ şarkı söyleyenler de olmaktadır.  Ana okulundaki çocuğu , ilkokula mecburen getir ve  iki harf ile 10 na kadar sayı sayması için bir yıl alıkoy! Bu nasıl bir eğitim sistemi?
Eleştirilecek tarafları o kadar çok ki, bloğumun sayfaları yetmez.
9.Eylül.2012 tarihli Sözcü Gazetesi yazarlarından Saygı ÖZTÜRK'ün  Eğitimde kandırma dönemi başlıklı yazısını aşağıya aynen bilgilerinize sunuyorum. 4+4+4  sisteminin hangi maksatla  uydurulduğunu ve gerek velileri , gerekse öğrencileri nasıl bir oyunla kandırılıp, kendi mecrasına doğru sürüklediklerini okuyacaksınız.
Tüm velilerimize kolay gelsin diyor, öğrencilerimize başarı ve öğretmenlerimize de sabır diliyorum.


EĞİTİMDE  KANDIRMA  DÖNEMİ

Saygı ÖZTÜRK

Milli Eğitim Bakanlığı, okula başlama yaşını geçmişte de gündeme getirmiş, bugün yaşanan tartışmaların benzeri yapılmıştı. Okul çağına gelmemiş çocuklar okullara gönderildi. Uzmanların görüşlerine uyulmamasının beraberinde getirdiği sorunlar hep birlikte yaşandı. Dönemin ilköğretim genel müdürü, izlenen yanlış politikalar nedeniyle görevden alındı. Bakan Dinçer’in de akıbetinin aynı olacağı anlaşılıyor. Eğitime bu kadar zarar veren, öğretmenleri adeta hasım gibi gören, onların eşlerinden ayrı kalmasını sağlayan Bakanın, bu kadar ”ahh” aldıktan sonra kalıcı olması da şaşırtıcı olur.

AKP’nin önceki Milli Eğitim Bakanları Hüseyin Çelik ve Nimet Çubukçu, bürokratlarını dinler, uzmanların görüşünü alır, kararlarını verirlerdi. Oysa, Ömer Dinçer, eğitim uzmanlarının değil, imam hatip derneklerinin istekleri doğrultusunda adımlar atıyor. Dinçer, bütün okulları imam-hatipleştirme yolunda hızla ilerliyor, yaptıklarını eleştirenleri de PKK’lı ilan ediyor. Ayıptır ayıp…

Bütün okullar imam-hatipleştirildi
Okullardan Atatürk’ün, İsmet İnönü’nün adını kaldırıp imam hatibe çevrildi. Bu okullara kayıtları artırmak için her yola başvuruldu. Genel liselerin sayısı azaltıldı, bu okullardaki kontenjan fazlası öğrencilerin imam hatip liselerine gidişlerinin yolu açıldı.

İmam hatip ortaokullarıyla, ortaokullar arasında program yönünden hiçbir farklılık kalmadı. İmam hatip liselerinde Kur’an-ı Kerim, Hz. Muhammed’in Hayatı dersleri zorunlu, diğer ortaokullarda ise seçmeli. Kalan bütün dersler aynı. “Ortaokulda bu dersler seçmeli, isteyen bu dersleri seçer, istemeyen seçmez” denilecektir.

Ancak durum bildiğiniz gibi değil. Kurnazlık burada da devreye girdi. Milli Eğitim Bakanı’nın gözüne girmek isteyen müdürler yapacaklarını yine yaptı. Neler yaptı anlatalım.

Kur’an-ı Kerim’in adı seçmeli
Hemen hepsi Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in bakanlığı döneminde göreve getirilen il milli eğitim müdürleri, okullara “öğrencinin seçmeli dersleri arasında mutlaka Kur’an-ı Kerim bulunsun. Öğrencinin, Kur-an-ı Kerim dersini seçmesini sağlamak için bu derse ilgi olduğunu, diğer derslere yeterli ilgi olmadığından o ders için sınıf açılmayacağını” anlatmaya başladılar.
Elimde bu konuda çok sayıda belge var. Örneği Konya’dan verelim. Okul müdürlükleri, seçmeli dersler arasından eleme yapıyor, okullarından hangi seçmeli derslerin alınabileceğinin listesini çıkarıyor. Öğrencinin adını, soyadını yazıp okul müdürlüğüne vereceği dilekçe hazırlanmış. Okul yönetiminin seçtiği dersler sıralayalım: Kur’an-ı Kerim, Hz.Muhammed’in Hayatı, İşletme, Uluslararası İlişkiler (haftada ikişer saat), Temel Dini Bilgiler, Bilgi Kuramı, Demokrasi ve İnsan Hakları (haftada birer saat).

Öğrencilerin okul türlerine göre seçmeli ders sayısı da farklı. Örneğin Anadolu Ticaret Meslek Lisesi öğrencileri haftada 4 saat seçmeli ders alacak. Okul yönetimi, dilekçede yer alan derslerden hangisinin seçilmesi gerektiğini öğrenci velisine söylüyor. Öyle listedeki gibi istediğin dersi seçmek yok. Okul müdürü diyecektir ki, “Sayın veli, sizin istediğiniz dersin seçmeli olarak okutulabilmesi için en az 10 öğrenci tarafından seçilmesi gerekmektedir. Ancak, bu dersi seçen yok. Yani o ders için sınıf açılmaz. Onun için bizim işaretlediğimiz iki dersi seçin” diyor.

Velinin istediği değil
Veli istediği kadar, “Ben, listedeki seçmeli derslerden çocuğumun ‘Demokrasi ve İnsan Hakları’ ile ‘Uluslararası İlişkiler’ derslerini okumasını istiyorum” derse, okul müdürü, bu derslerden ancak birisini seçebileceğini, diğerinin de Kur’an-ı Kerim dersi olmasını söylüyor.

Açıkçası, hemen tüm okullarda Kur’an-ı Kerim’i seçmeli olmaktan çıkarılıp, “zorunlu seçmeli” hale getirildi. Velilerin “Ben çocuğumun Uluslararası İlişkiler ile Demokrasi ve İnsan Hakları dersini seçmeli olarak okumasını istiyorum. Ama okul yönetimi, seçmeli dersler için veliye ‘seçme’ hakkı tanımıyor, onların istediği derslerini seçmenizi istiyor” dilekçelerini kim dikkate alacak? Veli ne kadar “Bizler Allah’a şükretmesini ve Atatürk’e teşekkür etmesini bilen insanlarız” dese de, değişen bir şey olmuyor. Seçmeli dersin seçimini veli yapıyor. Ancak, gerçek durum hiç öyle değil…

Okullarda mescit istenecek
Yine söylemiştik, imam hatip dışındaki okullarda da Kur’an-ı Kerim dersinde isteyen öğrencinin başını örteceğini ve böylece türbanın liselere, ortaokullara ineceğini. Bu yazdıklarımızı da bakan doğruladı.

Bir şey daha yazıyorum: Hemen her lisede mescit açılacak. Hem de, mescitlerin açılması için dayanak 12 Eylül 1980 tarihinden sonra okullara gönderilen bir genelgeye dayandırılacak. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, eski Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç’ın Din Öğretimi Genel Müdürlüğü döneminde gönderdiği genelgeyi arıyor. Her üniversiteye mutlaka cami yaptırılmasını isteyen başkan, liselere de mescit açılmasını isterse niçin yadırgansın. Hatta, “helal olsun Görmez başkana” denilecektir…
----

5 Eylül 2012 Çarşamba

EDEBİYAT



Güzel Ülkem Canım Türkiyem




Sen karış, karış, adım, adım
 Sahip olduğum Vatanımsın.
 Sen Edirne'den Ardahan'a,
 Bölünmez bir bütünsün.
 Sen namusum,
 Sen şerefim,
 Sen onurum
 Şanlı Türkiye'msin.



 Sen Ankara, İzmir, İstanbul'sun;
 Sen şehitler diyarı Çanakkale'sin,
 Sen efeler diyarı Aydın'sın;
 Sen Mevlana Celalettin- i Rumi'sin.
                                                                                                       Sen,
Hacı Bektaş- i Velisin,
 Sen medeniyetlerin beşiği şanlı Türkiye'sin.

 Sen, Avrupa, sen Asyasın.
 Sen, Diyarbakı,r sen Şanlıurfa'sın.
 Sen Bingö,l sen Erzincan'sın;
 Sen Karacaoğlan, sen Pir Sultan Abdal'sın.
 Sen Aşık Veysel, sen Yunus Emresin;
 Sen Mimar Sinan'ın, şah eseri Selimiye'sin;
 Sen ulu camiler diyarı yeşil Bursa'sın.

 Sen Fatih'in sunduğu nimet,
 Sen Atatürk'ün kurduğu devletsin.
 Sen Gaziantep, Adana, Antalya'sın,
 Sen Sivas, Samsun, Erzurum'sun.
 Sen Sakarya, Trabzon, Dumlupınarsın;
 Sen Necip Fazıl, sen Yaşar Kemalsin.
 Sen Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Romansın.
 Sen Azeri, sen Tatar, sen Kırgız, sen Kıbrıs, sen Gürcü'sün;
 Sen bileği bükülmez şanlı Türkiye'sin.

 Kısacası sen, sayamadığım
 Nice cihan devletlerinin pirisin.
 Sen Erciyes, sen Uludağ, sen Kaçkar'sın.
 Sen en büyük devle,t yeryüzündeki cennetsin.
 Sen yüce TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİSİN.

3 Eylül 2012 Pazartesi






SAYIN MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ'DAN
BAŞBAKAN TAYYİP ERDOĞAN'A MEKTUP

                                                                                                                              ALINTI
Başbakan Recep Tayip Erdoğan Hazretlerine
 
İkide bir “demir ağlarla kim örmüş, hep biz ördük” deyip duruyorsunuz, Atatürk zamanında yapılanları sıfıra indiriyorsunuz. Eğer biraz tarih bilseniz bunu söylemeye utanırdınız, yüzünüz kızarırdı. 
Muazzez İlmiye Çığ
 
O günkü örülen demir ağlar yalnız tren yolları değildi: güçlü eğitim, güçlü ekonomi, güçlü demokrasi , güçlü laiklik temelleri atılmasaydı, ne  siz bu gün o mevkie gelebilirdiniz, ne de gösteriş olarak  başlarını örttürdüğünüz, yüzleri gözleri boyalı eşlerinizi gavur ülkelerine götürüp, gavurların ellerini sıktırabilirdiniz.
 
Özendiğiniz  Müslüman ülkeleri arasında hangisi bizim ülke gibi?
Kendi kıyafetinizi  bile o demir ağlara borçlusunuz.

 
Hazinesinde borçtan başka bir şey olmayan  Osmanlı devleti yıkıntısı üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti, toprağından bir damlasını satmadan, kimselerden borç almadan, bir taraftan Osmanlının, diğer tarafta yenilmediğimiz halde yenilmiş sayıldığımız birinci Cihan savaşı borçlarını öderken,   yapılan işler  yanında sizinkiler çocuk oyuncağı kalır.
 
Okuma yazma, hatta sabun kullanma bilmeyen, verem, sıtma, zührevi hastalıklar, trahom gibi bulaşıcı  hastalıklardan  kahrolan zavallı fakir  bir halk. Devletin geliri bu halkın verdiği vergilerdi. İşte o vergilerle o alay ettiğiniz demir ağlar yapıldı.
 
Kısa zamanda elin parmakları sayımında doktorların özverileriyle hastalıkların önü alınmaya çalışılırken neler yapıldı neler!.
 
Koskoca ülkede bir çimento fabrikası yoktu. O yüzden evler kerpiç denilen çamurla yapılıyordu. Şeker fabrikamız yoktu. Rusya’dan gelen şekerleri bugün gibi hatırlıyorum. Evet şeker fabrikaları, çimento fabrikalar,kâğıt, silah, uçak fabrikası, kumaş fabrikaları kuruldu. Hem de ülkenin batısından doğusuna kadar dağıtıldı bu fabrikalar.
 
Avrupa’dan bize, yenilemekte oldukları fabrikaların eskilerini ucuz fiatla  satmak istediler. Eskiyi almak yine geri kalmışlıktır, diye alınmadı.  Batıda “Atatürk Fabrikaları” diye adlandırılan o fabrikalar tiyatro, spor müzik,  salonları ile bir kültür merkezi, çalışanlara her türlü rahatı sağlayan bir sosyal kurumdu. Ama bu fabrikalarda çalışacak biraz olsun işten anlayan işçimiz, teknisyenimiz, mühendisimiz yok gibiydi. Bunlardan bir kısmı burada bizim insanımızı eğitmek için dışarıdan getirtildi bir kısmı da Rusya’ya eğitilmek üzere gönderildi. İnsanımız o kadar yetenekli idi ki, kısa zamanda gerekli olanları öğrendi ve işleri ele aldı.
 
O yüzden Atatürk,”Türk çalışkandır, zekidir” demiştir. Siz  ise başa geçer geçmez alın teri ve büyük bir özveri ile yapılmış o güzel tesisleri  satıp satıp yediniz yedirdiniz.
 
Ülkenin doğusu ve batısı düşman eliyle yanmış yıkılmıştı. bir taraftan onlar onarılıyor, hastaneler okullar yapılıyor, diğer taraftan Ankara bir başkent olacak şekilde yapılandırılıyordu.
 
Hemen hemen hiç kara yolu yoktu. Onun için Atatürk, Osmanlı devleti zamanında “ne olurdu her vilayet senede bir kilometre yol yapsaydı, 500 yılda beşer yüz kilometre ile şehirler birbirine bağlanacaktı”, demişti.
Olan demir yolları da yabancıların elinde idi.

 
Yalnız o mu daha bir çok kurum yabancılara aitti. Bütün onlar ellerinden alınarak ülkenin malı yapıldı. Onların üzerine 3000 kilometrelik tren yolu yapıldı ki, o zaman şimdiki gibi dağları bir anda oyacak makineler yoktu. Tüneller kazma ile kazıldı. Elde  onları planlayacak hesaplayacak mühendisler yoktu. Hatta trenlerde çalışan makinist gibi memurlar bile hep Rum, Ermeni olduğundan bu konuda çalışacak insanımız da yoktu.
 
Onun için böyle kimseleri yetiştirmek üzere okul açıldı. Tren rayları yapmak için fabrika kuruldu. Şimdi ki gibi ne gerekse dünyanın her yerinden getirilmedi Kilometrelerce kara yolu köprüler yapıldı.
 
Demir ağın bir ayağı olan “çağdaş eğitim” ne kadar önemliydi. Batı araştırmalarda icatlarda almış yürümüştü. Ama biz de  ne doğru dürüst ilk okul, lise ve ne de araştırmalar yapacak üniversite vardı. O yüzden  Osmanlı devleti  geri kalmış ve yıkılmıştı. Okullar açılsa eğitecek kimse yoktu. O yoklukta bir çok alanda eğitim almak üzere Batıya başarılı pek çok gencimiz gönderildi.
 
Onlar daha yetişmeden Hitler’in Yahudi oldukları için işlerinden attığı çok değerli bilim insanlarının bize sığınmak istemeleriyle onlara açılan kapılarımız sonucu büyük bir eğitim atılımı başladı.
 
İstanbul’da Darülfünun denilen okul tam bir üniversite oldu.Hukuk, siyasal Bilgiler, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi gibi fakültelerle Ankara Üniversitesinin temeli atıldı. Gelenlere istedikleri kitaplıklar, laboratuarlar sağlandı. Onların derslerini Türkçeye çevirecek çevirmenler bulundu. Bunların hepsi para ile oluyordu.
 
O paralar, o fakir halkın vergileriyle sağlanıyor, kimseye  para yedirilmiyor, rahmetli Başbakan İnönü “ kimseye bir kuruş yedirmem” diye bar bar bağırıyor, yedirmiyordu. Böylece güçlü bir eğitim temeli atıldı. O yüzden Başbakan hazretleri! istediğiniz dalda uzmanları elinizin altında bulundurabiliyorsunuz.
 
Bundan sonra İmam Hatiplerde yetiştireceğiniz dindar ve kindar  o zavallı gençleriniz, Allah’a dua ederek, yalvararak size yardımcı olurlar. Böylece elinize aldığınız bu güzel ülkeyi ....... toprağa gömerek tarihe kara harflerle geçersiniz.
 
Muazzez İlmiye Çığ
25.8.2012
 

28 Ağustos 2012 Salı

ULUSAL BAYRAMLARIMIZ





30  AĞUSTOS  ZAFER  BAYRAMI


 Burhan Bursalıoğlu

30 Ağustos Zafer Bayramının 90. Yılını Ulusça  kutlamaya hazırlanmaktayız.
Tam bağımsız, özgür, egemen ve çağdaş   bir Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulmasında büyük etken olan 30 Ağustos Zaferi aynı zamanda  Türk Ulusu’nun yüzyıllardır  mücadele ettiği  kötü  talihinin sona erdirildiği tarihtir.

Sakarya Savaşı Türk Ulusu’nun ölüm kalım savaşıydı. Ankara yakınlarına kadar gelen Yunan ordularını uzaklaştırmak, Osmanlı Devletinin  , ölüm fermanı olarak nitelenen Sevr anlaşması  nedeniyle  Anadolu’nun tüm etrafı işgal edilmiş, ortada Ankara ve çevresi  Türklere bırakılmıştı. Tüm Anadolu’yu işgal  etmemekle lütufta (!)  bulunmuşlar.  Nasıl olsa etrafı çevrili, ileride boğazlarını sıkar,  bunları tarihten sileriz” düşüncesinde olsalar gerek.

Sakarya Savaşı kaybedilseydi, işte o zaman düşündükleri gerçekleşmiş olurdu. Ama  umdukları  gibi olmadı. 52 gün süren Sakarya Savaşının sonunda,Yunan orduları geri çekilmeye başladı. Bu olay zaferin çok yakın olduğunun müjdecisiydi.

TBMM Sakarya Savaşı'ndan sonra Mustafa Kemal'e MAREŞAL ve GAZİ unvanlarını  verdi. Bu rütbe ve taltife laik olmaya and içen Mustafa Kemal Atatürk, düşmanların Anadolu’dan atılması gerektiğini, bunun için de zamana ve güçlü bir orduyu  oluşturmak kaçınılmaz olduğuna  inanarak Ulusca hazırlığa başlandı.

Bir taraftan orduyu yenileyip,silah ve malzeme ihtiyaçlarını karşılama, bir taraftan da taarruz planları  yapma uğraşı veriyordu.

İlk olarak Ocak ayında taarruz planlanmıştı. Gerekli hazırlıklar tamamlanamayınca  taarruzu Nisan ayına ertelediler. Nisan’da da  istenilen hazırlık tamamlanamamıştı.  Nihayet Ağustos ayında tüm hazırlıklar tamamlanmıştı.

Halkın çabaları, yardımlarıyla ordu mensuplarının giysileri, çorapları, eldivenleri, kılıç,at,nal, yiyecek gibi ihtiyaçları karşılandı. Silah satın alındı. İstanbul’un gizli yerlerinde depolanan silah ve mermiler, gözünü budaktan sakınmayan adsız kahramanlar tarafından Anadolu’ya kaçırıldı, hatta  geri çekilen düşmanın bıraktığı silahlar tamir edilerek onlara karşı kullanılır duruma getirildi.  Birliklerin taarruz yapacakları  bölgeler, tepeler   tespit edilerek oralara kaydırma yapıldı.. Batı ve Kuzey cephelerdeki birlikler,  gece hareket edilerek, çok gizli bir şekilde Kocatepe bölgesine kaydırıldı.

Gazi Mustafa Kemal'in başkomutanlığını yaptığı Türk ordusu, 26 Ağustos 1922'de düşmana saldırdı. Kocatepe’de başlayan top atışları sanki Cumhuriyetin kuruluşunun top atışlarıydı. Mustafa Kemal'in "Ordular İlk hedefiniz Akdeniz, ileri" komutunu verdikten sonra,  kısa zamanda Yunan mevzilerinde karmaşa başlamış,  gerisin geri kaçış onlar için kurtuluş  zannediliyordu. 30 Ağustosta çembere alınan Yunan ordusundan, Kaçanların mezarı Ege denizi oluyordu.Sağ kalanlar esir alınıyor,   ki bunların arasında komutanları general  trikopis’te bulunuyordu.  9 Eylül 1922 tarihinde Türk Ordusu İzmir’e girerek 3 yıllık İzmir’in Yunan hakimiyetine son verildi.

30 Ağustos zaferinin bir bayram olarak kutlanmasına  1935 yılında karar verildi.

O tarihten itibaren 30 Ağustos Zafer Bayramı adı altında, her yıl tüm yurtta, Kıbrıs’ta ve  dış tamsilciliklerde  kutlamaktayız.

Tüm Devlet Erkanı  törenlerin yapılacağı yerlerde yerlerini alırlar.  Özellikle Askeri birliklerin yaptıkları geçit törenleri, halkımız tarafından gururla seyredilir ve bu geçitler düşmanlarımıza da gözdağı vermiş olurlar.  Genel Kurmay Başkanı tebrikleri kabul eder,    gece de yine Genel Kurmay Başkanlığınca, orduevlerinde resepsiyon  ve  balo  tertiplenir, smokinler giyilir, davetiyeler Genel Kurmay imzasını taşırdı.

Bu sene 90. Yılını kutlayacağımız 30 Ağustosta , kutlamalarda ,  hiçte tasvip etmediğim  bazı değişiklikler yapılmış.  Çünkü bu bayram TSK nin kazandığı bir zaferin kutlamasıdır. Bu zafer kazanıldığında ne Cumhuriyet var dı, ne de Cumhurbaşkanı.

Değiştirilen kutlama programında, tebrikleri Cumhurbaşkanı kabul edecekmiş.  Davetiyelerde, Abdullah Gül ve eşi Hayrunissa Gül’ün imzası varmış. Resepsiyon Cumhurbaşkanlığı köşkünde olacakmış. Smokin mecburiyeti kalkmış, siyah elbise ile gelinecekmiş. 

Cumhuriyet Bayramında, Cumhurbaşkanı  tebrikleri kabul ediyor. 23 Nisan’da Meclis  Başkanı, MEBakanı,  19 Mayıs’ta  Gençlik ve Spor Bakanı tebrikleri kabul ederken, 30 Ağustos Zafer Bayramında, bu seneye kadar  uygulanan bir geleneğin değiştirilmesi, Genel Kurmay’ın saf dışı bırakılması mıdır amaç acaba. Zaferin kazanıldığı 1922 de, Sayın Cumhurbaşkanı  Abdullah Gül  ne hayatta idi ne de makamı ,yani Cumhuriyet vardı. Var olan TSK. İdi. Zafer onun zaferi.  Bayram kutlamaları onun hakkı. Umarım bu haksız uygulamadan vazgeçilir.Bu güne kadar TSK nde kullanılan “GÜÇLÜ ORDU, GÜÇLÜ TÜRKİYE”   sözü  bu seneki afişlerde yer almamış.  Bu söz bir müddet önce, “GÜÇLÜ TÜRKİYE, GTÜÇLÜ ORDU “ olarak değiştirilmişti.

30 Ağustos Zafer Bayramının  90. Yıl dönümü  tüm Ulusumuza , barış, mutluluk, huzur ve sağlık getirmesini dilerim.

Amerikalı Tarihçi Webster Tarpley, Press TV ye  yaptığı açıklamada “ Türk yetkililerinin  anlaması gerekiyor. ABD ve İngiltere ile ittifak ölümcül kucaklaşmadır. Suriye’ye karşı Türkiye’yi oyuna sürecekler, Biliyorlar ki, bu çatışmanın geri tepkisi modern Türkiye’yi  imha edebilir” diyerek, Türk yöneticilerini  kurulan tuzak dışında kalmalarını uyarmaya çalıuşmasına rağmen,  Atatürk’ün yaptığı devrimlerinin bekçileri olan bizler ve TSK. O’un açtığı aydınlık yoldan asla sapmadan yürüyeceğimize olan inancımı kaybetmeyeceğim.

  

 

21 Ağustos 2012 Salı

BASINDAN



NİÇİN  KEMALİSTİM? 

15 Kasım 1992 yılında  Ahmet  Taner KIŞLALI 'nın Cumhuriyet gazetesinde yazdığı aşağıdaki yazı, hala güncelliğini korumakta. Tekrar hatırlamakta fayda var.
Burhan Bursalıoğlu

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE.

"NİÇİN KEMALİSTİM?" 

Öykümüz Kurtuluş Savaşı yıllarında başlar.

Kahramanlarımızın ilki, Paris-İstanbul arasında trenle mekik dokuyan genç bir Türk işadamı.

Macaristan'da genç bir bayanla tanışır. Evlenme teklif eder ve evlenirler. İzmirli işadamı, olayı ailesine açamaz. Macaristan'da bir kızı olur.Kızına Nermin adını verir..

Nermin büyümekte, Mustafa Kemal'in yaptıklarını, gazetelerden heyecanla izlemektedir. Baba İzmir'de ölür. Aile, geçim sıkıntısına düşer.

14 yaşındaki Nermin, Macaristan'da paralı  olan öğrenimini sürdüremez olur.

Mustafa Kemal'in ülkesinde eğitim parasızdır. Nermin, baba yurduna gitmeye karar verir. Annesinin haberi olmadan Türk Büyükelçiliği'ne başvurur.Ona pasaportla birlikte  eline durumunu açıklayan bir de Türkçe mektup verirler. Başı sıkıştığında, derdini anlatamadığında  o mektubu gösterecektir.

Olayı öğrenen annesi de ona destek verir. Üçüncü mevki bir tren kompartımanının tahta sıraları  üzerinde, günlerce sürecek bir yolculuk başlar.

Tren, Türkiye topraklarına girer. Gümrük memurları, elinde Türk pasaportu olan ama Türkçe bilmeyen bu çocuğun durumunu çok ilginç bulur, giriş izni de hemen verilir.

Öykü uzun...

Küçük Nermin, İstanbul'da bir yandan Almanca dersleri verirken öte yandan Türkçe öğrenir. Mustafa Kemal'in parasız kıldığı eğitim
olanaklarından yararlanır. İstanbul Hukuk Fakültesi'ni bitirir.
Gazetecilik yapar. Türkçe'nin arkasından İngilizce ve Fransızca da öğrenmiştir. Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne asistan olur. Çağdaş siyaset biliminin Türkiye'ye girmesine öncülük edenler arasında yer alır.

Gün olur, Türkçesinin bozuk olduğunu öne sürerek öğretim üyeliğinden atılmasını isteyenler çıkar. Tükenmez bir enerji ve heyecanla,gençlere bir şeyler verme isteğini yitirmez. Uluslararası toplantılarda Türkiye'yi, Türk kadınını, Mustafa Kemal'i savunur, savunur, savunur...

Bir oğlu olmuş,  adını da Mustafa Kemal koymuştur...

Prof. Nermin Abadan-Unat, Siyasal Bilgiler Fakültesi'ndeki son dersini bundan dört yıl önce verirken aralarında benim de bulunduğum bir grup eski öğrencisi de sınıftaydı. Kimisi profesör, kimisi doçent, kimisi çiçeği burnunda araştırma görevlisi. Deniz Baykal da sonradan yetişmişti. Son dersin sonunda, nefes bile almaya korkarak dinlediğimiz yukarıdaki yaşam öyküsünü anlattı bize... Ve sözlerini şöyle noktaladı:

- "Ben yurdumu kendi irademle seçtim. Mustafa Kemal olmasaydı, belki ben de olmazdım. Niçin    Kemalist olduğumu, öyle sanıyorum ki artık anlamışsınızdır... "

Çok etkilendiğim bu öyküyü yazdığımda, sonunu şöyle bağlamıştım: "Bu sözleri, parası olanlara Bilkent'i, olmayanlara Süleymancı yurtlarını gösterenlere adıyoruz..."

Bakıyorum da aradan geçen zamanda, ne Nermin Hoca'nın öyküsü güncelliğini yitirmiş, ne de benim altına düştüğüm not... Tıpkı  giderek daha güncel, daha gerçek, daha anlamlı olan Mustafa Kemal'in kendisi gibi!..

Ahmet Taner KIŞLALI
Cumhuriyet, 15 Kasım 1992

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ