2 Eylül 2013 Pazartesi

ŞİİR DÜNYAMIZIN DEĞERLERİ - 13 -







NAZIM  HİKMET  RAN


MEMLEKETİMDEN İNSAN MANZARALARI  - 1 -

BİRİNCİ BÖLÜM

Haydarpaşa garında
1941 baharında
            saat on beş.
Merdivenlerin üstünde güneş
                               yorgunluk ve telâş
Bir adam
      merdivenlerde duruyor
                        bir şeyler düşünerek.
Zayıf.
Korkak.
Burnu sivri ve uzun
yanaklarının üstü çopur.
Merdivenlerdeki adam
                   -Galip Usta-
                        tuhaf şeyler düşünmekle
                                                 meşhurdur:
"Kâat helvası yesem her gün" diye düşündü
                                     5 yaşında.
"Mektebe gitsem" diye düşündü
                          10 yaşında.
"Babamın bıçakçı dükkânından
Akşam ezanından önce çıksam" diye düşündü
                                                    11 yaşında.
"Sarı iskarpinlerim olsa
kızlar bana baksalar" diye düşündü
                          15 yaşında.
"Babam neden kapattı dükkânını?"
Ve fabrika benzemiyor babamın dükkânına"
                              diye düşündü
                                  16 yaşında.
"Gündeliğim artar mı?" diye düşündü
                            20 yaşında.
"Babam ellisinde öldü,
ben de böyle tez mi öleceğim?"
                        diye düşündü
                        21 yaşındayken.
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
                         22 yaşında.
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
                     23 yaşında.
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
                     24 yaşında.
Ve zaman zaman işsiz kalarak
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
                     50 yaşına kadar.
51 yaşında "İhtiyarladım" dedi,
                  "babamdan bir yıl fazla yaşadım."
Şimdi 52 yaşındadır.
İşsizdir.
Şimdi merdivenlerde durup
                        kaptırmış kafasını
                                     düşüncelerin en tuhafına:
"Kaç yaşında öleceğim?
Ölürken üzerimde yorganım olacak mı?"
                                                   diye düşünüyor.
Burnu sivri ve uzun.
Yanaklarının üstü çopur.
 
Denizde balık kokusuyla
Döşemelerde tahtakurularıyla gelir
                                Haydarpaşa garında bahar
Sepetler ve heybeler
            merdivenlerden inip
                        merdivenlerden çıkıp
                                     merdivenlerde duruyorlar.
 
 
 
MELEKETİMDE İNSAN MANZARALARI -2-
 
İKİNCİ BÖLÜM 
 
Atlantiğin dibinde upuzun yatıyorum, efendim, 
                                Atlantiğin dibinde 
                                      dirseğime dayanmış. 
Bakıyorum yukarıya: 
bir denizaltı gemisi görüyorum, 
yukarıda, çok yukarıda, başımın üzerinde, 
yüzüyor elli metre derinde, 
balık gibi, efendim, 
zırhının ve suyun içinde balık gibi kapalı ve ketum. 
Orası camgöbeği aydınlık. 
Orda, efendim, 
orda yeşil, yeşil, 
orda ışıl ışıl, 
orda yıldız yıldız yanıyor milyonlarla mum. 
Orda, ey demir çarıklı ruhum, 
orda tepişmeden çiftleşmeler, çığlıksız doğum, 
orda dünyamızın ilk kımıldanan eti, 
orda bir hamam tasının mahrem şehveti, 
mahrem şehveti efendim, 
                        gümüş kuşlu bir hamam tasının  
ve koynuna ilk girdiğim kadının kızıl saçları. 
Orda rengarenk otları, köksüz ağaçları 
                        kıvıl kıvıl mahlukları deniz dünyasının, 
orda hayat, tuz, iyot, 
orda başlangıcımız, Hacıbaba, 
                            orda başlangıcımız 
ve orda hain, çelik ve sinsi 
                        bir denizaltı gemisi. 
400 metroya kadar sızıyor ışık. 
Sonra alabildiğine derin 
          alabildiğine derin karanlık. 
Yanlız ara sıra 
                  acayip balıklar geçiyor karanlığın içinde 
                                                             ışık saçarak. 
Sonra onlar da yok. 
Artık dibe kadar inen 
     kat kat kalın sular kati ve mutlak 
                                   ve en dipte ben. 
Ben, upuzun yatıyorum, Hacıbaba, 
upuzun yatıyorum dibinde Atlantiğin 
                                  dirseğime dayanmış, 
                                  bakıyorum yukarlara. 
Avrupa Amerika' dan Atlantiğin yüzünde ayrıdır 
                                             dibinde değil. 
Gazgemileri gidiyor yukarda, çok yukarda, birbiri peşi sıra. 
Omurgalarının altını görüyorum,    
                             omurgalarının altını. 
Dönüyor keyifili keyifli pervaneleri. 
Dümenleri ne tuhaf suyun içinde 
İnsanın tutup tutup kıvırası geliyor. 
Köpekbalıkları geçti gemilerin altından, 
karınlarını gördüm 
                 ağızları da orda. 
Gemiler şaşırdılar birdenbire, 
herhalde köpekbalıklarından değil. 
Denizaltı gemisi bir torpil attı, efendim 
                                             bir torpil. 
Gemilerin dümenlerine baktım: 
telaşlı ve korkaktılar. 
Gemilerin omurgalarında imdat arar gibi bir hal vardı, 
gemiler bir bıçak darbesinden en yumuşak yerini 
                   karnını saklamak isteyen insanlara benziyorlardı. 
Denizaltılar birden üç oldular, derken, altı, yedi, sekiz. 
Gazgemileri düşmana ateş açarak 
insanlarını ve yüklerini suya döküp saçarak 
                                 batmaya başladılar. 
Mazot, gaz, benzin, 
tutuştu yüzü denizin. 
Bir alev deryasıdır şimdi yukarda akan, 
yağlı ve yapışkan 
        bir alev deryası efendim. 
Kıpkızıl, gömgök, kapkara, 
arzın ilk teşekkülü hengamesinden bir manzara. 
Ve denizin yüzüne yakın suyun içi allak bullak. 
Köpürüp, dağılıp parçalanmalar. 
Yukardan dibe doğru inen gazgemisine bak. 
Gece uykuda gezenler gibi bir hali var: 
                                              lunatik. 
Geçti kargaşalığı, 
girdi deniz dünyasının cennetine. 
Fakat durmadan iniyor. 
Kayboldu ıslak karanlıkta. 
Artık baskıya dayanamaz, parçalanır. 
ve direği, efendim, bacası yahut 
                                   nerdeyse yanıma düşer. 
Yukarda insanla dolu denizin içi. 
Bir tortu gibi dibe çöküyorlar 
                          tortu gibi çöküyorlar, Hacıbaba. 
Baş aşağı, baş yukarı, 
uzanıp kısalıyor, bir şeyler aranıyor kolları bacakları. 
Ve hiçbir yere, hiçbir şeye tutunamadan 
          onlarda iniyorlar dibe doğru. 
Birden bire bir denizaltı düştü yanıbaşıma. 
Parçalanmış bir tabut gibi açıldı köprüüstü kaportası 
ve Münihli Hans Müller dışarı çıkıverdi. 
39 ilkbaharında denizaltıcı olmadan önce 
                            Münihli Hans Müller 
Hitler hücum kıtası altıncı tabur 
                         birinci bölük 
                              dördüncü mangada sağdan üçüncü neferdi. 
Münihli Hans Müller 
         üç şey severdi: 
1-Altın köpüklü arpa suyu 
2-Şarki Prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli Anna. 
3-Kırmızı lahana. 
Münihli Hans Müller için  
                          vazife üçtü: 
1-Çakan bir şimşek  
               gibi mafevke selam vermek. 
2-Yemin etmek tabancanın üzerine. 
3-Günde asgari üç çıfıt çevirip 
                           sövmek silsilelerine. 
Münihli Hans Müller'in 
kafasında, yüreğinde, dilinde üç korku vardı: 
1-Der Führer. 
2-Der Führer. 
3.Der Führer. 
Münihli Hans Müller 
sevgisi, vazifesi ve korkusuyla 
                            39 ilkbaharına kadar 
                                      bahtiyar 
                                            yaşıyordu. 
Ve Vagneryen bir operada do sesi gibi heybetli 
Şarki Prusya patatesi gibi dolgun ve beyaz etli  
                                                        Anna'nın 
tereyağı ve yumurta krizinden şikayet etmesine 
                                                        şaşıyordu. 
Diyordu ki ona: 
-Bir düşün Anna, 
 yepyeni bir manevra kayışı takacağım, 
 pırıl pırıl çizmeler giyeceğim ben. 
 Sen beyaz ve uzun entari giyeceksin, 
 balmumundan çiçekler takacaksın başına. 
 Tepemizde çatılmış kılıçların altından geçeceğiz. 
 Ve mutlak 
 hepsi erkek 12 çocuğumuz olacak. 
 Bir düşün Anna, 
 tereyağı, yumurta yiyeceğiz diye 
 top, tüfek yapmazsak eğer 
 yarın 12 oğlumuz nasıl muharebe eder? 
Münihlinin 12 oğlu muharebe edemediler 
çünkü doğamadılar, 
çünkü henüz, efendim, Anna'yla zifaf vaki olmadan önce 
                                 bizzat harbe girdi Hans Müller. 
Ve şimdi 41 sonbaharı sonlarında 
                                 dibinde Atlantiğin 
                                      benim karşımda durmaktadır. 
Seyrek sarı saçları ıslak, 
kırmızı sivri burnunda esef, 
        ve ince dudaklarının kıyılarında keder. 
Yanı başımda durduğu halde 
yüzüme çok uzaklardan bakıyor, 
İnsanın yüzüne nasıl bakarsa ölüler. 
Ben biliyoum ki, o bir daha görmeyecek Anna'yı, 
ve artık bir daha arpa suyu içip 
                 yiyemeyecek kırmızı lahanayı. 
Ben bütün bunları biliyorum, efendim, 
ama o bütün bunları bilmiyor. 
Gözü bir parça yaşlı, 
silmiyor. 
Cebinde parası var, 
çoğalıp eksilmiyor. 
Ve işin tuhafı 
artık ne kimseyi öldürebilir 
ne de kendisi ölebilir bir daha. 
Şimdi şişecek birazdan, 
yükselecek yukarıya, 
sular sallayacak onu 
ve balıklar yiyecek sivri burnunu. 
Ben  
Hans Müller'e bakıp, Hacıbaba, bunları düşünürken 
yanımızda peyda oluverdi 
         Liverpul Limanından Harri Tomson. 
Gazgemilerinden birinde serdümendi. 
Kaşları ve kirpikleri yanmıştı. 
Gözleri sımsıkı kapalıydı. 
Şişman ve matruştu. 
Bir karısı vardı Tomson'un: 
tavan süpürgesi gibi bir kadın, 
tavan süpürgesi gibi, efendim, zayıf, uzun, titiz, temiz 
ve tavan süpürgesi gibi münasebetsiz. 
Bir oğlu vardı Tomson'un: 
altı yaşında bir oğlan, Hacıbaba, 
tombul mu tombul, pembe beyaz, sarı papa mı sarı papa. 
Tuttum Tomson'un elinden. 
Açmadı gözlerini. 
"-Vefat ettiniz" dedim. 
"-Evet " dedi, "İngiliz imparatorluğu ve hürriyeti için: 
Canım isterse, harp içinde bile Çörçil'e sövmek hürriyeti 
ve canım istemese de aç kalmak hürriyeti uğruna. 
Fakat değişecek hürriyette bu son bahis, 
harpten sonra artık işsiz ve aç kalacak değiliz. 
Planı hazırlıyor Lordlarımızdan biri. 
Adalet: ihtilalsiz. 
Ben İngiliz İmparatorluğu'nu dağıtmaya gelmedim, dedi Çörçil. 
Ben de ihtilal çıkarmaya gelmedim: 
buna Kenterburi başpiskoposu 
                  bizim tredünyonun reisi 
                              ve karım razı değil. 
Ay bek yur pardın. 
         İşte bu kadar, 
                    nokta, son." 
Sustu Tomson. 
Ve ağzını açmadı bir daha. 
İngilizler fazla konuşmayı sevmezler,   
                      hele hümoru seven ölü İngilizler. 
Tomson' la Müller'i yanyana yatırdım. 
Şiştiler yan yana, 
yan yana yükseldiler yukarı doğru. 
Balıklar Tomson'u afiyetle yediler, 
fakat dokunmadılar ötekisine, 
Hans'ın etiyle zehirlenmekten korktular anlaşılan. 
Hayvan deyip geçme, Hacıbaba, 
sen de hayvansın ama 
                      akıllı bir hayvan... 
 
 
MEMLEKETİM
 
Dört nala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim….
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim…
 
 

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ