26 Aralık 2014 Cuma

HİKAYE





B İ R   H İ K A Y E



Küçük bir oğlan çocuğu Tanrı ile karşılaşmak istiyordu. Tanrının çok uzaklarda yaşadığını ve önünde uzun bir yolun olduğunu biliyordu. Böylelikle sırt çantasını çörek ve meyve suyu kutularıyla doldurup yola koyuldu. Evinden üç apartman ileride yaşlı bir adama rastladı.


,Yaşlı Adam parkta oturmuş güvercinlere yem veriyordu. 
Çocuk adamın ......yanına oturup sırt çantasını açtı. Tam meyve suyundan bir yudum içecekti ki adamın acıkmış olabileceğini fark etti.


 Çantasından bir çörek alıp adama Verdi. Adam hoşnut bir şekilde çöreği Kabul etti ve çocuğa gülümsedi. Adamın gülümsemesi o kadar muhteşemdi ki çocuk bunu tekrar görmek istedi. Adama meyve suyu uzattı. Adam çocuğa tekrar gülümseyerek karşılık Verdi. Çocuk mest olmuştu! Bütün gün öylece oturup çörek yediler, gülümsediler; tek bir sözcük bile konuşmadılar.
Hava kararmaya başlayınca, çocuk NE kadar yorgun olduğunu fark etti. Ayağa kalkıp bir iki adım yürümüştü ki geri döndü, adama doğru koşup ona sımsıkı sarıldı. Adamsa çocuğa yaşamındaki en güzel gülümsemeyle karşılık Verdi.


Kısa bir süre sonra çocuk evine varıp kapıyı açtı. Çocuğun yüzündeki mutluluğu gören annesi çok şaşırdı. "Seni bu kadar mutlu edecek NE yaptın bugün?" diye sordu annesi. 


"Tanrı ile yemek yedim,"diye yanıt Verdi çocuk. Annesi daha bir yanıt veremeden devam etti çocuk. "Biliyor musun? Tanrı, gördüğüm en güzel gülümsemeye sahip!"
Öte yandan, yine çocuk gibi mutluluktan ışıl ışıl olan yaşlı Adam evine döner. Adamın oğlu babasının yüzündeki huzuru görünce şaşırır.


"Baba, seni bu kadar mutlu edecek NE yaptın bugün?" 
Adamın yanıtı şu oldu: "Parkta Tanrı ile çörek yedim." Oğlu daha bir yanıt veremeden de devam etti: "Biliyor musun, beklediğimden çok daha genç." 

Çoğu kez bir insanın tüm yaşamını değiştirebilecek bir dokunuşun,
Bir gülümsemenin, güzel bir sözün, kulak verip dinlemenin,
içten bir iltifatın ya DA gösterilen en küçük bir ilginin NE denli güçlü olabileceğinin farkında değiliz.

Karşılaştığımız her insan yaşamımıza belli bir neden için, belli bir süre için ya DA
ömür boyu bizimle kalmak için girer.:)))))


 Hepsini de sevgiyle kucaklayın.....:)))

 
Ben......Zorsa Başarırım...bilirsiniz!!!
Sadece..... İmkansızsa  Biraz Zaman Alacaktır...:)))
Yaşam dediğimiz bu yolculukta; payımıza düşen herşeyin
bizleri tatmin etmesi dileğiyle... :))

 SEVGİYLE  KALIN
RÜYA 







22 Aralık 2014 Pazartesi

ÖNEMLİ GÜNLER


ŞEHİT  KUBİLAY  OLAYI


Burhan Bursalıoğlu

Mustafa Fehmi Kubilay, 1930 yılında Menemen'de yedek subay  olarak askerlik görevini yapmaktaydı. 23 Aralık 1930 sabahı , bundan 84 yıl önce, Menemen'de meydana gelen olaylar sonucu  Kubilay şehit edilmiştir.
Olayın gelişimi:
Şeyh Esat’ın Manisa’da Nakşibendi tarikatını yaymakla görevlendirdiği Laz İbrahim tarafından yönlendirilen, Manisa tarafından gelen çember sakallı, sarıklı ve cüppeli dördü silahlı 6 kişi, 23 Aralık 1930'da sabah namazından sonra camiden aldıkları Yeşil Sancağı yola dikerek silah zoruyla etraflarına adam toplamaya çalışırlar. Elebaşılar arasında, Giritli Derviş Mehmet, Şamdan Mehmet, Sütçü Mehmet Emin, Nalıncı Hasan, Küçük Hasan vardı. Derviş Mehmet camide namaz kılanlara kendini "Mehdi" olarak tanıttı ve dini korumaya geldiklerini söyledi].
Arkalarında 70 bin kişilik Halife ordusu olduğunu, öğle saatlerine kadar şeriat bayrağı altında toplanmayanların kılıçtan geçirileceğini söylediler. Camideki yeşil bayrağı alıp uzun bir sopaya taktılar ve Menemen şehir meydanında kazdıkları bir çukura diktiler. Bayrağın çevresinde dönmeye, tekbir getirmeye, zikretmeye ve "şapka giyen kafirdir! Yakında yine şeriata dönülecektir." diyerek bir isyan hareketi başlatmak isterler. Bayrağın altından halktan bazı kişileri (bir fabrikada çalışan Hayimoğlu Jozef de dahil) geçirdiler. Kasabaya halife ordusunun geleceği iddiası halkı korkuttu.
Olayların ilçedeki askeri birlikte duyulmasıyla, bir bilgiye göre; alay komutanı, yedek subay Kubilay'ı olay yerine gönderdi.

Kubilay bu hareketi bastırmak için bir manga askerle olay yerine geldi. Askerlerin yanından ayrılarak tek başına onların arasına girip teslim olmalarını istedi. Onlardan biri ateş ederek Kubilay’ı yaraladı. Karşıdan bunu gören askerler ateş açtılar. Fakat tüfeklerinde öldürücü etkisi olmayan manevra fişekleri vardır. Derviş Mehmet "bana kurşun işlemiyor” diyerek halkı kandırmaya çalıştı.
Kubilay yaralı halde cami avlusuna sığındıysa da, Derviş Mehmet ve arkadaşları peşi sıra geldiler. Derviş Mehmet, çantasını açıp testere ağızlı bağ bıçağını çıkardı ve yaralı Asteğmen Kubilay'ın başını kesti.
Kesik başı yeşil bayrağın sopasına iple bağlandı. Olay yerine yetişen Bekçi Hasan ateş edip gruptan birini yaraladı. Ancak açılan ateş sonucu o da öldürüldü. Arkadaşının yardımına koşan Bekçi Şevki de açılan ateş sonucu öldü.
Bu aşamada askeri birlik yetişir. Komutan "Teslim olun!" diye bağırır. Ancak olay çatışmaya dönüşür ve askeri birlik ateş eder. Göstericilerden Derviş Mehmet de dahil bazıları ölürken, bazıları kaçar. Daha sonra hepsi birden yakalanır.

Kubilay üzerine düşen yasal görevi, asayişi sağlamak amacıyla, devlet adına Menemen Belediye alanında yobazların karşısına dikildi
 O, görevini en iyi biçimde yapmak için oradaydı. Bu uğurda da canını verdi. Devrim tarihinde adı, devrim şehidi olarak yer aldı.

Şehit Öğretmen Kubilay’a Allahtan rahmet, ailesine ve Türk Milletine de baş sağlığı diliyorum.


31 Aralık 1930 günü Menemen ilçesi ile Manisa ve Balıkesir’in merkez ilçelerinde 1 Ocak 1931’den itibaren 1 ay süre ile Fahrettin Altay komutasında sıkıyönetim ilan edilmiş ve 1. Kolordu Komutan Vekili General Mustafa Muğlalı başkanlığında bir Divanı Harp kurulmuştur. 7 Ocak 1931′de bu kez İzmir’de yine Mustafa Kemal Paşa başkanlığında ikinci bir toplantı yapıldı. Olaya doğrudan veya dolaylı katılan 105 sanık (anayasayı cebren tağyir, eyleme iştirak, azmettirme veya Mehdi Mehmedin Mehdiliği için harekete geçtiğini bildikleri halde zamanında Hükümete haber vermedikleri ve tekkelerin seddinden sonra ayini tarikat icra ettikleri suçlamalarıyla) 15 Ocak 1931′den itibaren Divanı Harp’te yargılanmaya başlandı, 24 Ocak 1931 günü iddianame okundu ve 29 Ocak 1931 günü mahkeme 36 (ölmüş olan bir sanık ile 37) kişinin idama mahkum edilmesine, 40 kişinin sorumsuzluğu nedeniyle salıverilmesine, 27 sanığın beraatine, 41 kişiye çeşitli hapis cezaları verilmesine hükmetti ve karar Meclis’in onayına sunuldu. İdam hükümlülerinin 6′sının yaşı küçük olduğundan, onların ölüm cezaları ağır hapse çevrildi. T.B.M.M. Adalet Divanı ayrıca iki idamlığın cezasını 2 yıl hapse çevirdi.
Kalan 28 sanık, 3 Şubat 1931 gecesi Menemen’de idam edildi. Bazıları Kubilay’ın başının kesildiği yerde asıldı. Mahkumlardan biri idam sehpasının önünden kaçabildi. İki hafta sonra yakalandı ve ertesi gün idam edildi. Olayın hemen ardından Menemen’de devrim şehidi iki bekçi ve Kubilay adına anıt dikildi. Anıtın üzerinde şöyle yazar:
“İnandılar, dövüştüler, öldüler. Bıraktıkları emanetin bekçisiyiz.”
Sıkıyönetim, 28 Şubat 1931’de Manisa ve Balıkesir’den, 8 Mart 1931′de de Menemen’den kaldırıldı.

Cezalar
İdam edilenler:

 Manisa’dan kahveci çırağı Mustafa.terzi Talat.topçu Hüseyin,tatlıcı Mustafa Hüseyin,eskici Hüseyin Ali, Himmetoğlu Süleyman,Kahya Ahmetoğlu İsmail,Mutaf Süleyman,Manifaturacı Osman,Hafız Cemal,Tabur İmamı İlyas Hoca,Alipaşazade Ragıp Bey,Şeyh Hafız Ahmet,Giritli İbrahimoğlu İsmail, Koca Mustafa,Hacı İsmail,Hacı İsmailoğlu Hüseyin,Göriceli Abdülkerim,Yukarıcumalı Ramiz,Çıtaklı Molla Süleyman,Hayimoğlu Jozef (İdam) (“Şeriat isterük” diye bağıranların arasına karışmış bir Yahudi vatandaş.),Ali Omanoğlu Memet,Arnavut Yusufoğlu Kâmil,Kerimoğlu İbrahim,Selimoğlu Boşnak Abbas,Şeyh Ahmet Muhtar,Esat’ın oğlu Memet Ali,Manisa Hastanesi imamlığından mütekait Laz İbrahim Hoca Emrullah oğlu Memet.
İdam hükmünde olup ceza alanlar:
Nalıncı Hasan (24) sene hapis (20) yaşında
Çoban Ramazan (24) sene hapis (20) yaşında
Giritli Küçük Hasan (24) sene hapis (17) yaşında
Harputlu Ömeroğlu Memet (24) sene hapis (65) i mütecaviz
Laz Memet Ali Hoca (24) sene hapis (65) i mütecaviz
Erbilli Şeyh Esat (24) sene hapis (65)i mütecaviz
Hapis ve Ağır Hapis Cezalarına Mahkûm Edilenler:
Selâhattin oğlu Naşit (15 sene ağır hapis)
Yakupoğlu Ali (15 sene ağır hapis)
Muhittinoğlu Ali Koç (15 sene ağır hapis)
Hasanoğlu Ahmet (15 sene ağır hapis)
Neciboğlu Mevlût (15 sene ağır hapis)
Ragıboğlu Osman (15 sene ağır hapis)
Mümtazoğlu Haşim 65 yaşını mütecaviz olduğundan 12,5 sene ağır hapis
14 kişiye 3′er sene hapis
20 kişiye 1′er sene hapis  cezasına çarptırıldılar.



2 Aralık 2014 Salı

TARİH





D E V R İ M



Avrupa’da, Benito Mussolini “Bizim Akdeniz” diye bağırıp, arkasındaki yığınları hayal dünyasında zevkten havalara zıplatırken, gözü Antalya’da, işaret parmağı Akdeniz’e doğru, İtalyan halkını Roma İmparatorluğunu yeniden kurmak rüyasıyla oyalarken, diğer yanda Adolph Hitler “KAVGAM” diye kitaplar yazıp,  açıkça “ Bana oy verin, iktidara geleyim Avrupa’nın yarısını Almanya’ya katacağım….” Derken, Franko bir başka telden çalıp başka telden oynarken… Sonunda bu çılgın söylemlerin ürünü olarak, 50 milyon insan ölürken, yaralanırken, sakat kalırken Ankara’dan bir ses yükselir;

YURTTA SULH, CİHANDA SULH”

Ama buna rağmen bizim Atatürkofobi hastaları bu sesi duymaz da, diktatör denince gözlerini Atatürk’e  dikerler.
Atatürk devrimine ve yönetimine en çok eleştiri, işte bu yıllardaki bütün dünyayı sarsan krizlerin Türkiye’ye yansımalarını görmezden gelip, insafsızca İnönü ve hükümetlerini eleştiren, sözüm ona aydınlardan, aslına bakarsanız           “Okumuş cahillerden” gelir.
Neden okumuş cahillerdir? Çünkü okuryazar olduklarına göre, olanın bitenin aslında farkındadırlar. Fakat sebep-sonuç ilişkilerini bir türlü, olması gereken şekilde kurgulamazlar. Çünkü bunu yaparlarsa bilirler ki,  ortaya koyacakları tüm eleştiriler , temelsiz ve havada kalacaktır.
İşte böylesi zor günlerden geçilirken bile Atatürk, devrimlerden hız kesmemiştir. 1930 da Türk kadını belediye seçimlerine katılma hakkına kavuşmuş, 1934 te  de, Milletvekili seçme ve seçilme hakkını elde etmiştir. Dünya nelerle boğuşurken, henüz güçsüz ekonomisiyle, bütün bunlardan daha çok etkilenen Türkiye’de ise Atatürk, hiçbir mazerete sığınmadan, halkının siyasal, kültürel, ekonomik kalkınmasını hızlandırabilmek için tüm kaynakları sonuna kadar kullanmaya devam etmektedir.
Kimi  okumuşlar, Atatürk’ün bu çabalarını bile kendi kafalarının erdiği kadarıyla yorumlayıp, hükmü de ona göre verirler.
“Kendisinden reform isteyen mi vardı? Koş diyen mi vardı? Koşmasaydı!”
“  Ne  yaptıysa yukarıdan, tepeden inme yaptı. Halka sordu mu?”
Bunu söyleyenler hemen bilgiç bir havaya da bürünerek şöyle derler;
“Jakoben yönetim!.
“Reform diye bir şeyleri zorla uyguladı. Buna Demokrasi denir mi?”
İnsanlar o gün kabul eder gibi olduklarını, bugün ortamını bulunca işte reddediyorlar Şimdiki tepkiler bundan kaynaklanıyor”.
Bunlara daha başkalarını da eklemek mümkündür  ve ne yazık ki bu çıkışlara, okumuş ama anlamamış, yani sadece okumuş, sadece mektep bitirmiş kişilerin de  katıldığı zaman, zaman  görülür; acı olan da budur.
Oysa şunu göremezler:
Yüzyılların ihmaline uğramış, çağdaş dünyanın çok gerilerinde, yarı sömürge bir toplum olarak kaderine terk edilmiş, “kul” olduğuna inandırılmış, bir insan olarak doğuştan hangi haklara sahip olduğu bilincinden uzak bireylerden oluşan bir toplumu, bulunduğu kör kuyulardan çıkarıp, “evrensel yurttaşlık kimliği “ içerisinde var olan haklara sahip kılabilmek  maksadıyla devrim yapan bir yönetim, bu hedefe varmak için yapacağı hangi reformu, yukarıdan değil de aşağıdan, kime danışarak yapacak, neyin onayını kimden alacak? Neden alacak?... Yeryüzünde böyle bir devrim örneği var mıdır?
Zaten ancak icazet alınarak bir şeyler yapılmak isteniyorsa, ona “devrim” denir mi?Kendisine, o güne kadar bilmediği, tanımadığı haklar verilmek istenen bireylerin bu hakları, belli bir egemen gücün çıkarlarına ters düşecek olursa, ki düşecektir ve  devrim de  zaten o nedenle yapılmaktadır, o egemen güç zaten bu izni verir mi?
Dolayısıyla devrimlerde tüm reformlar zaten bu yüzden ve kimi zaman zorla yapılmaz mı?
Örneğin köleliği  kaldırmaya  karar veren bir yönetim, bunun için gereken yasayı çıkarmadan önce giderde toprak sahiplerinden, köle sahiplerinden izin mi ister?
Toprak reformu planlamasına giren bir yönetim, gidip toprak ağasından izin mi alır? O topraksız köylü için harekete geçip, yasayı çıkarıp, zorla uygulamaz mı?
Bunlara daha pek çok benzer soru eklemek mümkündür.
Nitekim, ABD Başkan Abraham Lincoln’un yaptığı gibi, o zorlama bir savaşa bile yol açabilmiştir. Kuzey- Güney savaşı budur. O köle ancak, devletin bu zorlama gücüyle, yani tepeden inmeci, Jakoben yaklaşımıyla özgürlüğüne kavuşabilmiştir.

Devrimler her zaman Fransız Devriminde  olduğu gibi aşağıdan yukarıya, halktan yönetime doğru  olmaz. Çoğu zaman,  Atatürk Devriminde olduğu gibi yukarıdan aşağıya doğru olur.
Bu  günkü iktidarın sempatizanları, devrimlerin aşağıdan yukarıya doğru olur derken, zamanımızda uygulanan karşı devrimler aşağıdan yukarıya doğru mu oluyor, yoksa geceleri alel acele çıkarılan yasalarla mı oluyor?
Kişi, demokrasinin icabı olarak fikir ve düşüncelerine uygun her hangi bir partiyi, kuruluşu destekleyebilir. Bu, o partinin yanlışlarına iştirak etmek demek değildir. Kendisini celbeden söylemler, yerine getirilmiyorsa, aksi yapılıyorsa, o partiden ayrılmak mantık gereğidir. Bunu yapamıyorsa, ya menfaati vardır , ya da, mantık yürütmekten veya düşünceden yoksundur

23 Kasım 2014 Pazar

ÖĞRETMENLER GÜNÜNDE






          24  KASIM                 ÖĞRETMENLER                   GÜNÜ

Burhan Bursalıoğlu

Son 5-6 yıla kadar Öğretmenler Günü büyük bir ihtişamla, gururla ve sevinçle kutlanırdı. Ama o ihtişam, arzu sevinç kalmadı.
Milli  Eğitimin   yönetimine gelenler  kişisel arzuları ve saplantıları nedeniyle, Ulusal Eğitimimizi alt- üst ettiler.  Müfredat programlarını değiştirdiler, tecrübeli okul müdürlerini görevden aldılar, yerlerine imam hatip mezunlarını getirdiler. Keza öğretmenleri de dama taşı gibi ordan, oraya  göndererek  perişan ettiler.   4x4x4  gibi ucube bir sistemle, tüm ülkenin kamuda çalışanlarının yerine imam hatip mezunlarını getirme amacı  güdüldü.  Düz liselerin  pek çoğu imam hatip liselerine çevrildi. Daha neyin ne olduğunu bilmeyecek kadar   küçük öğrencilerden , biraz da baskı yapılarak okul yönlendirilmesi istendi.  Kız – erkek öğrenci ayırımını gündeme getirdiler. İlkokul kız öğrencilerine türban takma  izni getirildi. Okullar basıldı, öğretmenler  dövüldü hatta öldürüldü. Tacizler oldu. Bayram merasimleri iptal edildi, kısıtlandı hatta okullarda bayram merasimlerinin yapılması yasaklandı. Daha bir sürü gelişmemizi, medeniyetimizi,  eğitimimizi engelleyen  kısıtlamalar yapıldı. Mezun olan öğretmen adaylar sokaklarda hak aramaya devam ediyorlar. B u ortamlarda Öğretmenler Gününün kutlanması ne kadar samimi olabilir? Söylenecek, atılacak nutuklara kim inanacak, kim alkış tutacak?
Öğretmen marşındaki verdiğimiz sözlerin yerine  getirilmesi bu ortamda mümkün mü? Değil. Onun için  Öğretmenler Günü nedeniyle, öğretmenlerin duayeni olan değerli meslektaşım Hüseyin Hüsnü Tekışık’ın  göremediği  2014 yılının öğretmenler gününde ondan bahsetmek istiyorum.
SAĞLIKLI GÜNLERİNDE  H. H. TEKIŞIK

Hüseyin Hüsnü Tekışık,  bu ülkeye mddi, manevi katkıları olan bir insan. Ayrıca Milli Eğitim camiasına hem eğitim, bilgi yönünden, hem de bağışladığı eserler yönünden unutulmazlar arasına girmiş bir öğretmendir.
Hüseyin Hüsnü Tekışık  fakir  bir köylü çocuğudur.  Giresun’un Şebinkarahisar’ında doğdu. İstiklal  İlkokulunu , meralarda, dağ yamaçlarında hayvan otlatarak, çobanlık yaparak, yanına aldığı kitapları okuyarak, mezun oldu. Şebinkarahisar ortaokulu ndan sonra ,  Sivas Öğretmen Okulu,  O’nun  Türkiye sınırlarını aşan , insanlık ve eğitim kariyerinin  başlangıcı olmuştur.

Bavuluna aldığı bir bayrak, çok sevdiği Atatürk fotoğrafı, birkaç kitapla, “Bayrağımın dalgalandığı her yer” dediği atama formuna yazdığı istek nedeniyle, atandığı Bingöl’ün  Karlıova kasabasının  Bahçeköyü ‘nün yolunu  tuttu. 
.Bu köyde okul binası yoktu.Tekışık,Bahçeköyünde dershane haline getirdiği bir samanlıkta iki yıl öğretmenlik yaptıktan sonra Karlıova İlköğretim Müdürlüğüne atandı.Bu görevde de 4 yıl çalıştı.
Tekışık, öğretmen okulunu pekiyi derece ile bitirdiği için İstanbul Eğitim Enstitüsünün Fen Bölümüne parasız yatılı olarak  çağrıldı. Karlıova’nın yolları kardan kapalı olduğu için Eğitim Enstitüsüne gidemedi.
Bu arada Tekışık. 1949 yılında Şebinkarahisar’da Ayten Balcı ile evlendi. Bu evlilikten Betül, Işıl, Işık adında 3 kız çocuğu oldu.
HÜSEYİN  HÜSNÜ  TEKIŞIK


 Hüseyin Hüsnü Tekışık, ilk kitaplarını Karlıova’da yazmaya başladı.3000 sayfalık “İlköğretim Teşkilatı-İdare ve Eğitim Öğretim Düsturu “ adlı kitabını hazırladı. Bu kitabı yayınlanmadan Milli Eğitim Bakanlığınca incelendi. Bakanlık Müdürler Komisyonu’nun  kararı ile Hüseyin Hüsnü Tekışık, bu eseri meydana getirmesinden dolayı   üstün başarı sayıldı .
Tekışık, askerlik görevini topçu teğmen olarak yaptıktan sonra bir yıl Giresun ilinin Alucra ilçesi Merkez İlkokulunda Öğretmen olarak çalıştı. 1956 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü PEDAGOJİ BÖLÜMÜ’ nün giriş sınavını kazandı. Maddi sıkıntı yüzünden , ikinci defa yüksek öğretim yapma fırsatını kaçırdı. Karlıova’daki üstün başarısından ve hazırladığı kitabından dolayı Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Genel Müdürlüğü Mevzuat Şubesi’ne atandı. Bu Görevde çalışırken;
“İlköğretim Yazışma Rehberi”
“Başöğretmen ve İlköğretim Müdürlerinin Görevleri”
“İlköğretim İstatistik Rehberi”
“İlkokullar Yönetmenliği ve Mevzuatı”
adında dört kitap yazdı.

KANSERİ YENDİĞİ YIL MERSİN KIZ KULASİ SAHİLİNDE

Bakanlıkta çalıştığı bir yıl içinde, bir öğretmenin kendini meslekte yetiştirmiş olmasına değil, elindeki diplomaya itibar edildiğini anlayınca, 1957 yılında Pedagoji bölümü imtihanlarına tekrar girdi ve kazandı. Bakanlıktaki görevinden ayrılıp Gazi Eğitim Enstitüsünde öğrenci oldu. Pedagoji bölümünde okurken, bu bölümün teftiş dersi ile ilgili”İlköğretim Teşkilat ve İdare Teşkilatı” adlı kitabı yazdı ve yayınladı. Bu kitap bakanlıkça Öğretmen Okulları için yardımcı kitap olarak kabul edildi.


Hüseyin Hüsnü Tekışık, 1959 yılında, Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümü’nü bitirdikten sonra Sivas İlköğretim Müfettişliğine alındı.Bu görevde iki yıl çalıştı.1961 yılında Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Genel Müdürlüğü Eğitim Şubesi Müdür Yardımcılığı’na atandı. Bakanlıkta 222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile ilgili yönetmeliklerin hazırlanmasında ve 1962 İlkokul Program Taslağı’nın hazırlanıp geliştirilmesinde çalıştı.
Tekışık, 1963 yılında Ankara İlköğretim müfettişliğine atandı.1968 yılına kadar Ankara Program Geliştirme Okulları müfettişliği yaptı. Bu görevi sırasında da öğretmen meslek ve öğrenci kitapları yazmaya devam etti. 1975 yılında, 27 hizmet yılını doldurarak 47 yaşında emekli oldu.
İSTANBUL'A GELDİĞİNDE VALİDE BAĞ ÖĞ. EV.

Hüseyin Hüsnü Tekışık 27 yıllık meslek ve daha sonraki emeklilik hayatında durmadan çalıştı. Kendi ifadesi ile “çalışmaktan ihtiyarlamaya zaman bulamadım.” diyordu

 Yazdığı kitapların sayıs yaşı ile doğru orantili idi.  86 
Hüseyin Hüsnü Tekışık 1963 yılında eşi Ayten Tekışık adına Ankara’da Rehber Yayınevi’ni 1974 yılında’da Tekışık Matbaası’nı kurdu. Emekli olduktan sonra öğretmenler için Çağdaş Eğitim Dergisini yayınlamaya başladı.

Hüseyin Hüsnü Tekışık, öğretmenlik ve müfettişliği sırasında, okul binası yüzünden öğretmen ve öğrencilerin çok sıkıntı çektiğini gördü ve üzülürdü.
Çocuklarımızın her türlü imkan içinde modern bir eğitim görmeleri onun için bir idealdi. Tekışık bu idealini gerçekleştirmek için kendi çapında yazdığı okul kitaplarından elde ettiği maddi imkanlarla;
1981 yılında Ankara’da 9 dershaneli bir okul. 1984 Şebinkarahisar’da Halk Kütüphanesi, Çocuk Kütüphanesi, Öğretmenler Kütüphanesi ve Konferans Salonundan meydana gelen kültür merkezi yaptırıp Kültür Bakanlığına bağışladı.

ANITKABİR ZİYARETİMİZDE DEFTERİ İMZALARKEN.

1985 yılında, özellikle doğu ve Güneydoğu illerimizin milli eğitim yönünden kalkınmasına katkıda bulunmak  için, “HER İLDE BİR OKUL” kampanyası başlattı.
1995 yılında Hakkari,Van, Siirt, Diyarbakır, Erzincan,Giresun, Samsun, Amasya, Aksaray, İçel ve Edirne illerinde 13 okul, 1 Kültür Merkezi, 1 Halk Eğitim Merkezi, 1 Rehberlik Araştırma Merkezi yaptırıp Milli Eğitim Bakanlığına bağışladı.
Tekışık, 1986 yılından itibaren, emekli maaşını ve bazı gelirlerini, üniversitelerde okuyan 60 öğretmen çocuğuna , öğrenimlerini tamamlayana kadar karşılıksız burs vermeye başladı. Bu öğrencilerin 50’si Tıp Fakültelerinde okumaktadır

H.H.TEKIŞIK  EŞİNE  KARŞI ÇOK KİBAR VE ÇOK DÜŞKÜNDÜ.

Tekışık, öğretmen ve eğitim yöneticilerinin hizmetinde yetiştirilmelerini sağlamak, sorunlarını dile getirmek ve çözüm yolu üretmek amacı ile 20 yıldan beri Çağdaş Eğitim Dergisi’ni yayınlamaktaydı. Vefatından sonra yayınlanmaya devam edip etmeyeceğini bilmiyorum.
Hüseyin Hüsnü Tekışık, kütüphane kurmak isteyen okullara ve öğretmen evlerine maddi yardım yapmakta, Okul Kütüphanelerine her yıl binlerce kitap göndermekte  idi.
1994’de Doğu ve Güneydoğu’ya 50 bin 1995’de 100 bin kitap göndermiştir

H.H.Tekışık yaşamı süresi içinde, kurduğu Tekışık Vakfının “EĞİTİME HİZMET  MÜZESİ” ni dolduracak kadar şükran plaketi ve onur belgesi almıştır. Bunlardan,  Türkiye Büyük Millet Meclisi “Üstün hizmet beratı ve madalyası, Cumhurbaşkanlığı ndan  “Şükran plaketi” Üniversiteler senatoları tarafından “Fahri  Eğitim Doktoru”  ünvanları, vakıflar ve bilim kurullarınca bir çok “Hizmet “ ödülleri verildi.
Hüseyin Hüsnü Tekışık için de birçok kitap yazıldı. Bunlardan “EFSANE ÖĞRETMEN” adlı birkaç tane tiyatro ve müzikli oyunlar, “DAĞI DELEN ÖĞRETMEN”, “EFSANE ÖĞRETMENLER” en önemlilerindendi.
MEZUNLAR  TOPLANTISINDA

Tekışık’ın kendi anılarını ve yaşamını anlatan “TEKIŞIK ÖĞRETMENİN  EĞİTİM SEVDASI”  adlı  510 sayfalık kitabı da bulunmaktadır.
H.H.Tekışık sosyal bir insandı.  Nazik ve kibardı. Hani, ilkokullarda geçen sene kaldırılan andımızda  "Küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak"  ifadesi var ya, H.H.Tekışık onu tam olarak uygulayan örnekl  bir insandı.
 Çalışmakla geçirdiği hayatınında bulduğu boşlukları iyi değerlendirmesini de bilmiştir. Dünya’nın uzak doğusundan batısına , kuzeyinden güneyine kadar bir çok ülkeyi eşi Ayten Hnımla birlikte gezmiştir.
Ayrıca, 1979 da başlattığımız , ve her yıl uyguladığımız “SİVAS ÖĞRETMEN OKULU MEZUNLARI BİRLİKTELİĞİ” mize katılmıştır.
H.H.TEKIŞIK'ın YAZDIĞI KENDİ ANILARI

2014 de 36. Yılı toplantımıza ve rahatsızlığı nedeniyle katılamadığı, arada 2 toplantı haricindeki  tüm birlikteliğimize katılarak, her yıl 10 gün, SÖO Mezun arkadaşlarıyla, hasret gidermiş ve bizlere ağabeylik yapmıştır. 
2011 yılında, SÖO Mezunlarından Sivas'da bulunan bir grup arkadaşın, 4 Eylül Sivas'ın kurtuluş şenliklerine katılmak ve geçmişteki öğrencilik anılarını tazelemek için 5 günlük davetlerine, Hüseyin Bey, İzmirden İzzettin Uzunca ve ben üçümüz   katıldık. 4 gece okuduğumuz okulun yatakhanesinde kaldık. Rahatsız olmasına rağmen  hiç belli etmiyor, üstelik neşeli olmaya çalışıyordu.
2011  DE  SİVAS'DA  OKULUMUZDAKİ GECE EĞLENCESİNDE.

H.H.Tekışık insan sevgisiyle dolu idi. Ortama uyar, asla şikayetçi olmazdı. Her fırsatta   “BİNGÖL ÇOBANLARI” adlı şiiri okur ve duygulanır, anılarını anlatırdı. Müziği de çok sever, bildiği türküleri koroya katılarak söylerdi. Özellikle öğretmen marşını hiç ağzından düşürmezdi.
Alnımızda bilgilerden bir çelenk,
Nura doğru can atan Türk genciyiz.
Yeryüzünde yoktur, olmaz Türk'e denk;
Korku bilmez soyumuz.


Şanlı yurdum, her bucağın şanla dolsun;
Yurdum seni yüceltmeye antlar olsun.


Candan açtık cehle karşı bir savaş,
Ey bu yolda ant içen genç arkadaş!
Öğren, öğret hakkı halka, gürle coş;
Durma durma koş.

Şanlı yurdum, her bucağın şanla dolsun;
Yurdum seni yüceltmeye antlar olsun.

SÖO MEZUNLARI  TOPLANTISINDA

RUHUN ŞAD OLSUN TEKIŞIK ABİMİZ, ÖĞRETMENİMİZ. MEKANIN CENNET, BULUNDUĞUN YER IŞIKLARLA DOLSUN.  CENNETTE OLDUĞUNA ASLA ŞÜPHEM YOK. TANRI SENİ MÜKAFATLANDIRACAKTIR. BUNA LAİKSİN.
SENSİZ GEÇEN 24 KASIM 2014  ÖĞRETMENLER  GÜNÜ  TÜM  ATATÜRK  SEVDALISI  ÖĞRETMENLERE  KUTLU  OLSUN.
HH TEKIŞIK SON YOLCULUĞUNA UĞURLANIRKEN


Not: Gelecek yazımın konusu, H.H. Tekışık’ın gençlere tavsiyesi olacaktır.




BİNGÖL ÇOBANLARI

Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum.
Bu dağların en eski âşinasıdır soyum,
Bekçileri gibiyiz ebenced buraların.
Bu tenha derelerin, bu vahşi kayaların
Görmediği gün yoktur sürü peşinde bizi,
Her gün aynı pınardan doldurur destimizi
Kırlara açılırız çıngıraklarımızla...

Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eski, yeni;
Kuzular bize söyler yılların geçtiğini.
Arzu, başlarımızdan yıldızlar gibi yüksek;
Önümüzde bir sürü, yanımızda bir köpek,
Dolaştırıp dururuz aynı daüssılayı;
Her adım uyandırır ayrı bir hatırayı:

Anam bir yaz gecesi doğurmuş beni burda,
Bu çamlıkta söylemiş son sözlerini babam;
Şu karşıki bayırda verdim kuzuyu kurda,
"Suna"mın başka köye gelin gittiği akşam.

Gün biter, sürü yatar ve sararan bir ayla,
Çoban hicranlarını basar bağrına yayla.
-Kuru bir yaprak gibi kalbini eline al,
Diye hıçkırır kaval:
Bir çoban parçasısın olmasan bile koyun,
Daima eğeceksin, başkalarına boyun;
Hülyana karışmasın ne şehir, ne de çarşı,
Yamaçlarda her akşam batan güneşe karşı
Uçan kuşları düşün, geçen kervanları an!
Mademki kara bahtın adını koydu: Çoban!

Nasıl yaşadığından, ne içip yediğinden,
Çıngırak seslerinin dağlara dediğinden
Anlattı uzun uzun.
Şehrin uğultusundan usanmış ruhumuzun
Nadir duyabildiği taze bir heyecanla...
Karıştım o gün bugün bu zavallı çobanla
Bingöl yaylarının mavi dumanlarına,
Gönlümü yayla yaptım Bingöl çobanlarına!

                                  Kemalettin  KAMU





17 Kasım 2014 Pazartesi

ATATÜRK'ten




ATATÜRK’ün  BURSA  NUTKU


 

Türk genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, ‘Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır.’ demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.


Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, ‘Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir.’ diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, ‘Demek adliyeyi ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lazım.’ diyecek.

Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haklı ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, ‘Ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.’

İşte benim anladığım Türk genci ve Türk gençliği!”

 


5 Kasım 2014 Çarşamba

SAĞLIK





ANTİK ÇAĞDA TIBBIN  GELİŞİMİ

Burhan Bursalıoğlu

İnsanlığın başlamasından günümüze kadar tıp gelişim göstermiştir. Her toplum farklı şekillerde tedavi yöntemleri bulmuş, bazı toplumlarsa ilkel tıp bilgilerinde kalmıştır. Aslında insanların hastalıklara karşı dayanıksız olmaları nedeni ile en hızlı gelişen bilim daima tıp bilimidir. Tarih öncesi dönemi incelediğimizde arkeolojik kazılarda ele geçen bilgiler şaşırtıcı derecede tıp ile ilgili çalışmalar ortaya koymaktadır.


Günümüzde ki tıbbın şekillenmesine neden olan çeşitli kavimlere bugün çok şey borçluyuz. İşte, tıbbın gelişmesini sağlayan kavimler ;
Tıp ile ilgili en önemli bilgileri içeren ve ilk el kitabı Ebers papirüsü Mısır’da yapılan kazılarda ortaya çıkmıştır. MÖ:1600’lü yıllarda yazılan bu papirüsler de tıp alanında Mısırlıların ne kadar ilerlediğini göstermektedir. Beyin kıvrımları ile ilgili çizimler, beyin omurilik sıvısı, beyin zarı hakkında detaylı bilgiler bu papirüslerde anlatılmaktadır. Bu kadar hızlı ilerleyen  tıp bilimi zamanla eski gücünü kaybetmiştir.
Antik Yunan döneminde tıp ve hekimlik çok önemli olmuştur. Bu konuda en enteresan konu, askerlere tıp eğitimi verilmesiydi. Çünkü, savaş sırasında oluşan yaralanmalarda onlar birbirlerine ilk yardım yaparlardı. Ayrıca hekim olmadan önce, gymnasion eğitimi alınması gerekiyordu. Bu eğitimde, coğrafya, müzik, felsefe, beden eğitimi dersleri alınıyordu. Hekimlik ünvanı alınmadan önce usta ve ünlü hekimlerin yanında 6 yıl kadar eğitim alma zorunluluğu da vardır.


Antik yunan döneminde Hygieia bir hekimdir. Hijyen kelimesi onunla ortaya çıkmıştır. Tapınaklarda, hamam, terleme, müshil ile iç temizlenmesi gene bu dönemin tıbba hediyesidir. Hastaya bakılan yerlerin havadar ve güneş alan yerlerde olması ve ilk hastaneler gene bu dönemde ortaya çıkmıştır.  Zamanla Roma döneminde hasta yatağa yatırılarak kontrol edilmeye başlanmıştır.



Hititler ve Asurlar gibi Mezopotamya uygarlıklarında tıp çok gerilerde kalmıştır. Büyü ve hurafeler ile, hastalıklar tedavi edilmeye çalışılmıştır. Bu nedenle tıp bilimi en ilkel hali ile kalmıştır. Anadolu’da tıbbın ilerlemesi Türkler ile başlamıştır. Türklerin tıp konusunda detaylı çalışmaları ve hurafelere önem vermemeleri nedeni ile tıp ilminde  ilerleme olmuştur.



Antik çağın en önemli sağlık merkezlerinden olan Bergama’dakiAsklepion aynı zamanda dönemin ünlü hekimlerinin yetiştiği bir tıp okulu vedünyanın ilk psikiyatri hastanesi olarak da tarihe geçmiştir. Radyoaktif özellikleri günümüzde keşfedilmiş şifalı suları yüzyıllardır insanlar tarafından sağlık amaçlı kullanılmış, bu sular şimdi tekrar önem kazanmaya başlamıştır.
 Bergama  da yer alan, dünyanın ilk sağlık merkezlerinden biri olan Asklepion asırlar önce bünyesindeki seçkin hekimler ve müzik, çamur banyoları, su ve spa terapileri, meditasyon, telkin, doğal bitkisel karışımlar, masaj, aromaterapi, özel diyetler gibi günümüzde tekrar popülarite kazanan yöntemlerle hastalara şifa dağıtan bir yerdi.



Asklepion adını Apollon’un oğlu olan ve Sağlık Tanrısı olarak bilinen Asklepios’tan alıyor. Asklepios’un mitolojideki hikâyesi şöyle;

Ölümün girmesinin yasak olduğu, vasiyetnamelerin hiç açılmadığı şehir
Apollon Koronis’e âşık olur, ancak Koronis onun bu aşkına ihanet eder ve karnında Apollon’un çocuğunu taşıdığı halde Arkadialı Iskhys ile evlenir. Apollon bunu duyunca çok öfkelenir ve Koronis ile Iskhys’in yakılarak öldürülmelerini emreder. Koronis’in cesedi yarı yanmışyarı yanmamışken Apollon onu alevlerin arasından çıkarıp karnını yardırır ve halen canlı olan oğlunu alıp, onu yetiştirmesi için bir Kentauros (yarı insan yarı at) olan Khrion’a verir.
Asklepios, hekimliğive hastaları iyi etmenin sırrını kendisini yetiştiren Khrion’dan öğrenir. Böylece, iyi olacaklarından umut kesilen hastaları bile iyileştirmeye başlar ve “Hekimlik Tanrısı” olarak mitolojideki yerini alır.
Asklepios adına yaptırılan sağlık şehirlerinin en ünlüleri Peloponnes’teki Epidavros (Epidauros), Hippokrates’in görev yaptığı Bodrumun karşısındaki  Kos Adası (İstanköy) ve Bergama’daki Asklepion’dur. Tarihçiler tarafından MÖ V. yüzyılın ortalarında Asklepion’un kurulduğu belirtilmektedir.
“Şifalı kutsal su ve çamur banyoları, yararlı otlardan yapılan ilaçların yanı sıra müzik, düzenlenen törenler ve temsiller de tedavi yöntemlerindendi.”



Asklepion’a şifa bulmaya gelenler “propylon” avlusuna alınır, muayene edilir, teşhis konur, iyi olacak gibilerse Asklepion’a girmelerine izin verilirdi. İyileşemeyecek ağır hastalar ve doğum yapacaklar asla içeriye alınmazdı.
Tedavi süreci önce şifalı sularla temizlenerek başlar, iyileşme amacıyla tanrıya dua edilip adak adandıktan sonra uykuya yatılır, görülen rüyanın yorumlanması ve telkin yoluyla tedavi uygulanırdı.
 “Asklepion’da kutsal olduğuna inanılan kaynak suyu halen akmaktadır.”
Asklepion 108 metre rakıma sahip korunaklı bir bölgeye kurulmuştu. Havasının ve suyunun güzel olmasının yanı sıra bölgenin kutsal olduğuna inanılırdı. Viran kapıdan başlayıp Asklepion’u Bergama’ya bağlayan yol “kutsal yol” olarak bilinirdi. Yolun sonundaki anıtsal bir kapı ile Asklepion’a girilir ve “propylon” denilen kutsal alana ulaşılırdı.

 Kutsal kuyunun hemen güney- batısında uyku odaları bulunuyordu. Yıkanıp beyaz giysiler giyen ve adak adayan hastalar uyku odalarına alınır, kendilerine telkinler verilirdi. Asklepion’da ayrıca 3 adet tapınak ve çeşitli tedavilerin uygulandığı bir yapı da bulunmaktaydı.
Asklepion’un hekimleri hastalarına burada çamur banyosu yaptırır, bitkilerden elde ettikleri ilaçları kullanır, ayrıca onların spor ve müzikle uğraşmalarını sağlardı. Bu arada rüyalar yorumlanır, telkin yoluyla onların iyileşmeleri sağlanır, gerektiğinde ameliyat gibi işlemler de yapılırdı.
Antik çağdaki sınırlı tıp bilgisi göz önüne alınırsa, uygulanan tedavinin genelde çok akıllıca yürütüldüğü ve mesleğin yüzünü ağarttığı anlaşılmaktadır. Üç temel öğe; perhizsıcak ve soğuk banyo ile beden hareketleriydi.

Burada sağlığına kavuşanlar ayrılırken, Asklepios Tapınağı’nı ziyaret ederek maddi olanakları doğrultusunda yardım yaparlardı. Ayrıca, iyileşen organlarının küçük birer modelini buraya bırakırlardı. Bu örneklerin pek çoğu Bergama Arkeoloji Müzesi‘ndedir.
Asklepion telkin ve inanç yoluyla iç içe geçmiş tıbbi, cerrahi ve paramedikal tedavileri ile döneminin en önemli sağlık merkezlerinden biri olma ününe kavuşmuş ve bu ünü günümüze kadar ulaşmıştır


MİLLİ BAYRAMLARIMIZ