İNGİLİZ BÜYÜK ELÇİSİ PERCY LORAİNE' nin ATATÜRK HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
Burhan Bursalıoğlu
Atatürk zamanında Ankara'da bulunan İngiliz Büyük Elçisi Percy Loraine'nin Atatürk hakkındaki görüşlerine devam ediyoruz.
9
- Atatürk’ün Milletine
Olan Sevgisi: (
4 )
Loraine her fırsatta Atatürk’ün halkına duyduğu derin sevgiyi dile
getirmektedir. Loraine, Atatürk’ün asla kendisi için değil, halkının daha iyi
koşullarda yaşamasını sağlamak için hedefler belirlediği yorumunu yapmıştır.
Loraine’ne göre Atatürk halkını değiştirmemiş, ancak halkının içinde sakladığı
büyük gücü ortaya çıkarmıştır.
25 Kasım 1938 tarihinde Loraine, Dışişleri Bakanlığına gönderdiği yazıda
Atatürk’ün halkını sevdiği kadar, halkı tarafından da sevildiğini ve cenaze
töreninde Türk halkının üzüntüsünün görülmeye değer olduğunu23 belirtmektedir.
Daha önce de söz ettiğimiz 13 Eylül 1942 tarihinde İngiltere’nin “Sunday
Times” gazetesinde yayınlanan “Turkey and The Kemalist Tradition” başlıklı
yazısında da konuyla ilgili olarak şu ifadeleri kullanmaktadır:
“… Kemal Atatürk Türkleri değiştirmemiştir. O Türk halkının içinde gizli
kalmış yeteneklerini açığa çıkarmıştır. … Atatürk sayesinde ülke milli bir
karakter kazanmıştır. Türkiye’nin kuruluşundan bugüne büyük ilerleme elde
ederek modern bir yapı oluşturulmuştur”
Atatürk’ün ölümünün onuncu yıldönümü olan 10 Kasım 1948 tarihinde BBC’den
yayınlanan konuşmasında ise; “Savaşın tüm acılarına rağmen -onurlu bir askeri
geçmişe sahip insanlar için gurur kırıcı, acı bir deneyim- Türk ulusuna olan
inancını asla yitirmedi. O halkının inancını tazeledi. O, ulusunun aklını,
dimağını serbest bıraktı. O, ulusunun enerjisini açığa çıkardı. O geçerliliğini
yitirmiş geçmişi yaktı. O ulusunu verdiği sözü tutarak, geleceğin kapılarını
açtı.” diyerek Atatürk’ün halkına duyduğu büyük sevgiyi ifade etmiştir.
1 - ATATÜRK’E YAPILAN ELEŞTİRİLER KARŞISINDA
LORAINE
Loraine’e göre Atatürk, diktatör, din-karşıtı ve İngiliz aleyhtarı olmakla
suçlanmıştır. O, Atatürk’e karşı yapılan bu iddiaların daima karşısında yer
almış, gerek konuşmalarında ve yazılarında, gerekse önemli devlet adamları ve
yazarlarla yazışmalarında bu iddiaları çürütmeye çalışmıştır. Ayrıca O,
kendisinin Atatürk’ün yakın içki ve poker arkadaşı olduğuna ilişkin görüşlerin
de doğru olmadığını her fırsatta dile getirmiştir. Hala güncelliğini
kaybetmeyen bu konulardaki Loraine’nin görüşlerini üç başlık altında inceleyebiliriz.
11 - Atatürk’ün Diktatör ve Din-karşıtı Olduğuna Dair
Eleştiriler:
Bilindiği gibi H.C. Armstrong, Atatürk’ün yaşamını anlattığı ve 1932
yılında yayınlanan “Grey Wolf”(Bozkurt) adlı kitabında, Atatürk’e yönelik
diktatörlük başta olmak üzere pek çok asılsız suçlamalar yöneltilmiştir. Sir
Percy Loraine, Bozkurt adlı bu kitaba ve kitabın yazarına duyduğu tepkiyi 25
Kasım 1938 tarihinde Dışişleri Bakanı Lord Viscount Halifax’a gönderdiği
raporunda ifade etmiş; bu kitapta Mustafa Kemal Atatürk’e asılsız suçlamalarda
bulunulduğu ve Atatürk hakkında yanıltıcı bilgiler verildiği için şiddetle
eleştirmiştir. Ayrıca Loraine, konuyla ilgili tepkisini yine aynı tarihli
Dışişleri Bakanlığına gönderdiği yazıda da; “Atatürk’ün ölümü Türkiye için çok büyük
bir kayıp olmuştur. Ölümünden sonra bile kendisine diktatör denilmesine
şiddetle karşı çıkıyorum.” şeklinde ifade etmiştir.
Atatürk’e “diktatör” denilmesine neden şiddetle karşı çıktığını ise 29 Ekim
1942 tarihinde “Realite” dergisinde “Britain And Turkey” başlığı ile yayınlanan
yazısında şu şekilde açıklamaktadır:
“… İngiliz arkadaşlarımın kafasını karıştıran bir diğer sorun ise Kemalist
rejimin diktatörlük yapısına sahip olduğudur. Türkiye’de bulunmam ve ilk elden
bilgilere sahip olarak konuyla ilgili söylediklerim pek arkadaşlarımı ikna
edememiş görünüyor. Öyle sanıyorlar ki, yasama, yürütme, yargı ve askeri
güçlerin hepsi Mustafa Kemal’in elinde toplanmıştır ve onun kararları kanundur.
İşte sadece Kemal Atatürk’ün elinde bulundurduğu bu büyük güç nedeniyle
istemeyerek de olsa halk reformları kabullenmek zorunda kalmıştır. Oysaki bu
arkadaşlarım Türkiye Büyük Millet Meclisi hakkında pek bir şey bilmezler.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasasından ve burada somutlaştırılmış, romanlara ruh
veren fikir ve anlayıştan habersizdirler. Böyle düşünen arkadaşlarıma diyorum
ki, evet ama Mustafa Kemal öldükten sonra ne oldu?
Bu noktadan hareket etmek benim için arkadaşlarıma gerçekleri anlatmanın en
kolay yoludur. Benim görüşüme göre, Atatürk’e diktatör demek mümkün değildir.
Bu terim modern kabule göre, bir anayasanın düzenlediği kanunlarla yerini alan,
anayasanın oluşturulması için yoğun çaba sarf eden bir cumhurbaşkanı için
kullanılamaz. Onun bir diktatör olup olmadığını varlığı ile değil, yokluğu ile
anlamak daha kolaydır. Atatürk, Cumhuriyeti kendisinden sonra da devam etsin
diye kurmuştur, kendisiyle birlikte ölsün diye değil.
Buna ek olarak ısrarla belirtmek istiyorum ki, Türk halkının Kemalist
reformları zorla kabul ettiği düşüncesi tamamen yanlıştır. Çünkü halkın bu
reformlara içgüdüsel olarak ihtiyacı vardı. Halk devrim sayesinde yönetimin
uşağı olmaktan kurtuldu. Bundan böyle halk hükümetin değil, hükümet halkın
uşağı haline geldi. Ulusal uzlaşma sayesinde milli devlet, milli ekonomi, milli
eğitim kurumlarının oluşması sağlandı.”
10 Kasım 1942 tarihli konuşmasında ise Atatürk’ün kesinlikle bir diktatör
ve din-karşıtı olmadığını, onun sadece dinin ve hurafelerin politik hayatta
etkili olmasına karşı olduğunu vurgulayarak, konuyla ilgili düşüncelerini şu
şekilde ifade etmiştir:
“10 Kasım 1938 sabahı Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı
Kemal Atatürk, öldü. Yaşadığı dönemin en önemli şahsiyetlerinden idi. İsteseydi
Sultan ve Halife olabilirdi. Ama o bunu reddetti. İstekleri kendisiyle ilgili
değil, Türkiye ve Türk halkı içindi. Vefat ettiğinde üçüncü defa cumhurbaşkanı
olarak seçilmiş bulunuyordu.
… Mustafa Kemal genellikle diktatör olarak nitelendirilir; din karşıtı
olmakla suçlanır; bazen de İngiliz karşıtı olduğu düşünülür. Benim düşünceme
göre O, kendisine yapıştırılmaya çalışılan bu etiketlerden hiçbirini hak
etmemiştir. Eğer onun hedeflerini anlarsanız, onun bu tip haksız saldırılara
uğramasının kolay olduğunu görebilirsiniz.
… Gerçekleştirdiği büyük dönüşümün ilk sonucu yeni bir devlet kurulması
oldu ve daha sonra da bu devletin güvence altına alınması. Bu değişim sürecinin
başlarında Atatürk’ün sahip olduğu güçleri neredeyse diktatörce kullandığını
inkâr edemem; ancak bununla birlikte O, sahip olduğu gücü kendisini egemen
kılmak için değil, kanunları oluşturmak ve kanunların üstünlüğünü sağlamak için
kullanmıştır. Olağanüstü bir durumla karşılaştığında bile kararı Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nin iradesine bırakmıştır. Eğer o diktatörlük peşinde olsaydı,
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin iradesine başvurmazdı. Sahip olduğu bireysel
otoritesini devletin güvenliği sağlanana ve halk kendi devletinin efendisi
olana kadar sürdürdü.
… Hitler ve Mussolini gibi adamlarla Mustafa Kemal’i aynı kategoriye sokmak
büyük bir haksızlıktır. Onun davranışlarında katiyen kibirlilik yoktur. Koyduğu
hedefler hayalden uzak, barışçıl ve asla diktatörlüğü özendirecek, akla
getirecek şeyler değildir. Türkiye Devleti kurulduktan sonra kılıcını kınına
sokmuş, mareşallik üniformasını da çıkarmıştır ve ölümüne kadar da bu böyle
devam etmiştir.
… Eğer Atatürk bir diktatör olsaydı, Hitler ve Mussolini’nin genlerini
taşıması gerekirdi ama taşımıyordu. Kendisi din karşıtı bir kişi değildi ama
dinin ve hurafelerin politik hayatta etkili olmasını da kesinlikle istemiyordu.
Atatürk’ün İngilizlere de karşı olduğu söylendi ama o, iki ülke arasında
dostluk ilişkilerini kurabilmek için yoğun çaba harcadı. Eğer ona karşı yapılan
bu suçlamalar doğru olsa idi, bugün onurlu bir Türkiye Cumhuriyeti kurulamammış
olurdu”.
Daha önce Loraine’ne Nort Eastern Railway’in başkanı 16 Kasım 1942
tarihinde bir mektup yazarak Atatürk’ün büyük bir diktatör olduğunu düşündüğünü
yazmış, ancak Onun yukarıdaki yazısını okuduktan sonra fikrinin değiştiğini
belirtmiştir. Ayrıca Atatürk’ü bu kadar güzel anlattığı için Loreine’ne
teşekkür etmiştir.
Atatürk’ün ölümünün onuncu yıldönümünde BBC’den yayınlanan konuşmasında ise
Atatürk’e karşı yapılan diktatörlük suçlaması ile ilgili şu yorumu yapmıştır:
“Şimdi- Bu adam ne yaptı? Görkemli askeri kariyeri sonrasında ve dışında,
ne başardı?
O, despotizm düşüncesinin küllerinden yeni bir politik yapı meydana
getirdi.
… Kimileri Atatürk’ü diktatörler arasında saymıştır. Bence bu görüş
yanlıştır ve yanlış yola götürür. Her ne kadar hiç kimse Hitler ve Mussollini
için kullandıkları bu deyimi Atatürk’e yakıştırmakta sakınca görmeseler de,
diktatörün ne demek olduğunu zamanımızda tam olarak tanımlayabilen yoktur. Ben,
Atatürk’e Hitler ve Mussollini gibi “diktatör” sıfatının yakıştırılmasına
şiddetle karşı çıkıyorum.
Bu durumda sorabilirsiniz: “Atatürk’ü niçin bu nitelikten arınık
görüyorsunuz?”
Bunun pek çok nedenleri var. En önemlisi şudur ki Atatürk, bilinçli olarak
kendi varlığını kendisinden sonra da hayatta kalabilecek bir sistem kurmaya
adamıştı. Kendisinden sonra da yaşayacak bir hükümet sistemi ve yönetim kurmaya
çabalıyordu. Bunu kendi görünüşlerine uymaya halkı zorlayarak değil, doktrinini
öğretmeye, ideallerini açıklamaya çalışarak yapıyordu. Kurtuluş Savaşı’nda
çalışma arkadaşlarıyla birlikte işleri tasarlarken ulusun egemenliğini Büyük
Millet Meclisi’nde toplamıştı. Meclis üyeleri halkça seçiliyordu. Cumhurbaşkanı
da dört yılda bir seçiliyordu. Meclis, yasama ve yürütme güçlerine de sahipti.
Atatürk’ün Büyük Millet Meclisi’ne karşı saygısı dikkate değer. İçişleri
konusunda Atatürk’ün başlıca kaygısı, yalnız o zamanlar için değil, her durumun
gereksinimine uyacak ve gelişecek bir uyum yeteneğiyle işleyebilir, canlı bir
siyasal organizma yaratmaktı. Yaşasaydı, sanırım gelecek seçimde Cumhurbaşkanı
olmak yerine, özel yaşamına çekilir ve mekanizmanın aynı yeterlikle işleyip
işlemediğini görmek isterdi. Arkadaşları buna razı olur muydu? Orasını tahmin
edemem.”
Loraine Atatürk’e yapılan suçlamalara bir taraftan yazıları ve
konuşmalarıyla cevap vermeye çalışırken diğer taraftan önemli bazı kişilerle de
mektuplaşmıştır. Bu açıdan Morgan Philips Price33 ile yaptığı yazışmalar bir
hayli dikkat çekicidir.
M. Philips Price 19 Mayıs 1957 tarihinde Loraine’ne şu mektubu yazmıştır:
“Atatürk’ün ölüm yıldönümü nedeniyle hazırlamış olduğunuz yazıyı bana
gönderdiğiniz için teşekkür ederim. Atatürk hakkında diktatör derken açıkçası
bu kelime üzerinde çok düşünmüş değildim. İfade etmek istediğim, tek parti
yönetiminin egemen olduğu TBMM’nin ilk günlerinde meclis hem yasama, hem de
yürütme yetkilerini elinde tutuyordu. Bu devrimi gerçekleştirme maksadını
güdüyordu ve lider muhalefeti engellemek için baskı uygulamak mecburiyetinde
idi. Rus Devrimine şahit olduğum için bu konuda Rusya ve Türkiye arasında
benzerlikler olduğuna inanıyorum. Baskı dönemi her iki ülkede de gerekli idi.
Ama bununla birlikte Rusya’daki sistem katı idi çünkü devrimin felsefesi
değişimi kabul etmiyordu. Ancak Türkler pratik ve faydacı bir anlayış
benimseyerek bu dönemi kolaylıkla aştılar. Ve sonuçta sistemleri Batı Avrupa rejimine
yakın bir hale geldi.
Geçen yıl kendi “Türkiye Tarihimi” yazarken 1925 yılında gerçekleşen Kürt
isyanı karşısında Atatürk’ün takındığı tutum nedeniyle kafam biraz karışıktı.
Bu dönemde istisnai kanunlar uygulanmıştı ve doğru dürüst bir yargılama yapılmadan
çoğu kişi asıldı. Bu dönemin diktatörlük dönemi olduğunu düşünüyorum ancak bu
siz Büyükelçi olarak Ankara’ya atanmadan çok önceydi. Sizin yayınınızı okudum
ve kesinlikle ben de sizin gibi Atatürk’ün diktatörlük sıfatı yapıştırılarak
Lenin’le aynı yere konulmasına karşıyım. Ama Cumhuriyetin kritik dönemlerinde
baskıcı bir idare vardı.
Bu mektuba karşılık Loraine, 23 Mayıs 1957 tarihinde M. Philips Price’a şu
mektubu göndermiştir:
“14 Mayıs’ta size göndermiş olduğum mektuba cevap olarak 19 Mayısta bana
göndermiş olduğunuz mektuba teşekkür ederim. İkimizin temelde düşünce
ayrılıklarına sahip olmadığımıza inanıyorum. Atatürk, Hitler ve Mussolini ile
aynı kefeye konulamaz. Bu konuyla ilgili sanki Atatürk’ü savunuyormuşum gibi
görünsem de bu yanlış anlaşılmanın müsebbibi “Grey Wolf” (Bozkurt) adlı
kitabının yazarından başkası değildir.
Bu konuyla ilgili beş yıl boyunca Ankara’da büyükelçiliğim esnasında
incelemeler yaptım. Bu dönemde Mustafa Kemal’in yakın çevresini oluşturan ve
İttihat ve Terakki Cemiyeti döneminden beri O’nu tanıyan bazı kişileri dinleme
şansına sahip oldum. Bu kişiler de Mustafa Kemal’in Enver ve Talat’ın 1914
yılında Almanların yanında yer almasına kesinlikle karşı olduğunu belirttiler.
Bu kişiler, Almanya savaşı kazansa da kaybetse de Osmanlı İmparatorluğu’nun
parçalanacağına dair 1914 yılında Mustafa Kemal’in yapmış olduğu kehanete
yürekten inanmışlardı.
1934 yılının başında göreve başlamadan önce, Büyükelçi Sir Nicolas
O’Conor’ın emri altında 1905–1907 yılları arasında görev yapma şerefine nail
oldum ve bu dönemde Sultan Abdülhamit diktatörce ülkeyi yönetiyordu. Her iki
dönemi karşılaştırma imkânı bulduğumu da açıkça söylemeliyim.
Ben bu gerçekleri Tevfik Rüştü Aras’ın anılarının birinci cildi
yayınlanmadan çok önce anlamıştım. Ayrıca Onun anılarının çok aydınlatıcı
olacağına inanıyorum. Çünkü O, kendi hayatlarını Mustafa Kemal’in ideallerine
adamış ve bu ideallere hayatlarının sonuna kadar bağlı kalmış grubun bir üyesi
idi.”
DEVAM EDECEK