13 Temmuz 2012 Cuma

G Ü N C E L





Şişşt Kemal Bey orada mısın, sesimi duyuyor musun?
- Levent Kırca

 Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik. Nihayetinde Atatürk’ün Cumhuriyet’i buraya kadarmış.



“Azınlık” adlı oyunla turnedeyim. Gittiğim pek çok şehirde Cumhuriyet’in adım adım yok oluşuna tanık oluyorum. Herkes mutsuz, korkuyor ama bittiğini anlıyor. Tarsus’ta oynadığımız oyundan sonra Belediye’nin restoranına götürdüler bizi. Adana’ya has, Tarsus’a özel yemekler, kebaplar mevcut. Şalgam suyunu öncelikle getirip koyuyorlar önünüze. Ne var ki rakı yada herhangi bir alkollü içecek yasak. Oysa ki gençliğimizde Adana’da, Tarsus’ta öğrenmişiz rakı içmesini. Şalgam suyu rakısız gitmez; ağlar, demişler; rakıyla birlikte içirmişler bize. Hayatımda ilk özel yapım rakıyı, yani Boğma rakısını ilk Tarsus’ta içmişim. Kemal Bey sana sesleniyorum, artık buralarda bir Atatürk rakısı içirmiyorlar adama. Neden böyle diye soruyorum; garip garip boyunlarını büküp “emir büyük yerden” diyorlar. 

Kemal Bey sana sesleniyorum  

Azınlık oyununu önce sana oynamak istedik. Çünkü CHP’den daha çok muhalefet yapıyoruz bu oyunda. Oyunun bir yerinde “Babam memurdu bütçesini hiç denkleyemedi, bu yüzden kıçı hep açıktı” diyorum, arkasından ilave ediyorum “sanki günümüzdeki memurun durumu çok farklı” diyorum alkışlıyorlar, ilave ediyorum. “O kadar memur yollara döküldü, yollar yürümekle aşındı, memur hakkını elde edemedi. Yine de koşar bunlara oy verirsiniz” diyorum. Salondan bağırıyorlar; “Atatürk’ü Cumhuriyet’i, CHP’mi kurtaracak yoksa Kemal Bey mi?” diye soruyorlar. Her oyunda duyuyorum Kemal Bey. Peki ya sen, sen duyuyor musun? Kimsenin CHP’ye güveni kalmamış. Bu nasıl muhalefet Kemal Bey? Biliyorum her taraf işgal altında. Sesinizi duyurmakta güçlük çekiyorsunuz. Artık yandaş medyada yeterince sözlerinize yer verilmiyor, televizyonlar yeterli haber yapmıyorlar. Arkadaşlarınızın ve sizin çok çalıştığını söylüyorsunuz ama biz göremiyoruz. Eğer bu maça centilmen takılalım, kibar oynayalım, dur bakalım iyi olan, dürüst olan kazansın diye çıkarsanız, silerler sizi sahadan. 

Hangi ahval ve şerait içinde olursan o şartlarda mücadele edeceksin Kemal Bey!  

Bak ne diyeceğim Kemal Bey  

İzmir’in üç ayrı ilçesinde oynadım. Oyunlardan birinin akşamında üç belediye başkanıyla aynı sofrada oturduk. Başkanlar üzgün ve de süzgün, aileleri de öyle... Haftada üç gün ifade vermeye gidiyorlarmış. Bu üç başarılı belediye başkanı “en çok da kendi partimiz CHP’den hançerleniyoruz” diyorlar... “Kemal Bey de ilgisiz” diyorlar. Her sabah uyanıp yatağın içinde oturuyorlarmış, acaba Silivri sırası bizde mi, diye. Kendi adamlarına neden sahip çıkmıyorsun Kemal Bey?  

Duydun mu Kemal Bey gazetecilere Tayyip Bey ‘köpek’ dedi  

Başbakan aldı başını gidiyor. Avaz avaz bağırıyor. Gazetecileri kastederek; “Bunların tasmalarını biz gevşettik” diyor. Gazeteciler de duymuyor bunu, duymazdan geliyorlar. Hâlâ korkaklar, Bay Tayyip’i övüyor. Sen duymuyor musun Kemal Bey? Muhterem kürtajı yasaklayacak...  

Kürtajı Uludere ile bir tutuyor, kürtaj yasaklanırsa yüzlerce vatandaşımız ya kendi kürtajını ilkel bir şekilde kendi yapacak ya da kaçak kürtaj yaptıracak, el altından kapı aralığından... Muhterem tabanına hoş görünecek diye insanlar göz göre göre ölüme gidecek. Farkındasın değil mi Kemal Bey? Peki, seninle dalga geçtiğinin de farkında mısın? Seni rakip olarak zayıf görüyor. Eğer muhteremin karşısında güçlü bir rakip, güçlü bir muhalefet edemiyorsan; niye duruyorsun orada Kemal Bey, çekil de kuvvetli birisi çıksın karşısına Kemal Bey; kusura bakma ama Deniz Baykal’ı aratıyorsun Kemal Bey... 

Bir şey hatırlatmak istiyorum Kemal Bey sana  

Koç Holding’in Başkanı Vehbi Koç ölmeden önce ömrünü “Nüfus Planlaması”na adamıştı. Herkes tek tek bilinçlendirilmeli, diyordu. Bakamayacağınız çocuk cahil kalacaksa doğmamalı, diyordu. Herkes okutup doğurabileceği kadar doğurmalı, fazla çocuk günah, diyordu. Ben de aynı fikirdeyim. Rahmetli Vehbi Bey’le defalarca toplantı yaptık bu konuda. Kurmayları yan gözle bakarlardı, Vehbi Bey Levent Bey ile ne konuşuyor, diye. Şunu konuşuyorduk, daha doğrusu o konuşuyordu ben dinliyordum. Diyordu ki bana; “Nüfus çok kabarıyor; işsiz, aşsız,kültürsüz bebeleri art arda sıralamak doğru değil” ve devam ediyordu; “Sen sevilen bir sanatçısın, halkımıza anlat bunu seni dinlerler. İstersen bir oyun hazırla , istersen film çek ama mutlaka anlat. Eğitmediğimiz, doğuramadığımız çocuk yerine istikbalini garanti edebileceğimiz kadar çocuk” diyordu. “Vehbi Koç Vakfı maddi olarak yanında olacak” diye güvence veriyordu. Benim yasaklanan Olacak O kadar programını çekip yayına yetiştirebilmek için yoğun çalıştığım günlerdi, ihmal ederdim Vehbi Bey’in bu arzusunu. Gördüğü her yerde koluma yapışır “Gel buraya kaçak” derdi. Hani, senden istediğimi yapmadın. Ben yapamadım... Peki sen bu konuda ne düşünüyorsun Kemal Bey? Çok çocuk yapmak günah mıdır, sevap mıdır? Susma Kemal Bey konuş, tatmin edici bir açıklama yap, inandır kendi insanlarını... İnanmaya ve sonuç görmeye ihtiyacımız var.  

Kemal Bey artık tiyatro seyretmek istersen yurtdışına çıkarsın  

Zira senin muhalefet olduğun Türkiye’de Devlet Tiyatroları da Şehir Tiyatroları da kapanıyor. Yakın bir gelecekte özel tiyatrolar da kapanacak. Basın susuyor, sermaye çevresi sessiz, konuşan işinden atılıyor. Peki sen ne yapıyorsun Kemal Bey? CHP olarak, olmayacak öneriler veriliyor.  

CHP hükümet ortağı mıdır, Neredesin Kemal Bey? Bırakın iç çekişmeleri lütfen, silkelenip ortaya çıkın. Zira partinizin kurucusu Atatürk’ün kemikleri sızlıyor. Çıksa bir daha gelse Samsun’dan sizin yakanıza yapışır, “partimi ne hale getirdiniz” der.  

Bıçak kemiğe dayandı bilmem anlatabiliyor muyum Kemal Bey?  

Kemal Bey bak ne diyeceğim  

Atatürk’ün kurduğu ama yakında onun olmayacak bu ülkede Türk rakısı, Atatürk rakısı içemiyorum. Bildiğin bir yer varsa, gizli gizli buluşup birer kadeh içelim. Sana yazamadığım ama anlatacağım çok şey var, tamam mı Kemal Bey, anlaştık mı? Ha eğer bildiğin bir yer yoksa çıkalım seninle yurt dışına hem beraber tiyatro seyrederiz, iki duble de Türk rakısı içeriz. Ha Kemal bey, ne dersin?..
Alıntıdır

9 Temmuz 2012 Pazartesi

YAKIN TARİHİMİZ




         ATATÜRK'ÜN 1926'DA KARADENİZ GEMİSİNE VERDİĞİ 
                                          86 GÜNLÜK GÖREV
 BİR ULUS KENDİNİ TANITIYOR
ATATÜRK'ÜN ÖNERDİĞİ PROJE  DÜNYADA BİR İLK 
 Burhan Bursalıoğlu                                                 N.Kaptan'dan alıntı.

K A R A D E N i Z  V A P U R U – 1926

Karadeniz Vapuru Projesi, Cumhuriyet'in ilanından 3 yıl sonra Atatürk'ün önerisiyle hayata geçirildi.Türkiye'yi tanıtan çeşitli ürünlerin sergilendiği gemi, 12 Haziran 1926 tarihinde İstanbul'dan demir aldıktan sonra 12 ülkede 16 şehri ziyaret etti. Karadeniz Gemisi, 86 günde 10 bin mil yol katettikten sonra 5 Eylül 1926 tarihinde İstanbul'a döndü.


Karadeniz Gemisi'nin yolcuları arasında 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın oğlu Refi Bayar, Anadolu Ajansı'nın kurucularından Şair Kemalettin Kamu, İstiklal Marşı'nın bestecisi Zeki Üngör, ilk Türk kadın gazetecilerden Bedia Arseven, ilk Türk kadın milletvekillerinden Mebrure Gönenç ve Şair Orhan Veli Kanık'ın babası müzisyen Veli Kanık da yer aldı.
Hareketinin gecikmesinden dolayı  eleştirilere maruz kalan Karadeniz, Akbaba Dergisi'ndeki karikatüre de konu oluyor.
1926  Atatürk  sabah saat 8.00'de Bursa'dan hareketle Mudanya'ya, buradan da Karadeniz vapuruyla Bandırma'ya gelmişti. Atatürk'ün, Karadeniz vapurunda açılan gezici sergiyi ziyareti ve geminin hatıra defterine yazdıkları:
"Sergi, başarıya ulaşmış bir eserdir. Bende gayet iyi izlenimler meydana getirdi. Sunuş tarzı çok iyidir. Hazırlayıcısını takdir ve tebrik ederim."
BİR ULUS KENDİNİ TANITIYOR 
"Karadeniz Seyr-i Türkiye belgeseli," genç Türkiye Cumhuriyeti’nin, bin  bir fedakarlıkla Avrupa’nın büyük limanlarına yolladığı seyyar sergi gemisinin ibret verici öyküsünü anlatıyor.
Marsilya Limanı tarihi günlerinden birini yaşıyor. Zaten her zaman hareketli olan liman, bugün sosyetenin akınına uğramış. Beyaz ve ağır ketenlerden dikilmiş "denizci yakalı" elbiseler içindeki güzel kadınlardan hoş bir parfüm kokusu yükseliyor. Şehir Bandosu "Marselyez" marşını son bir kez çalıp zarif bir vals prelüdüne geçerken, saatlerdir heyecanla beklenen gemi, limana doğru süzülüyor. Bembeyaz ve yüksek güverteli, renk, renk yüzlerce bayrakla süslenmiş, tek bacalı, yaklaşık 5 bin gros tonluk gemi, limana yanaşıyor.

Rıhtımdaki Fransızlar, gemiye ve geminin çeşitli yerlerine asılmış olan bayrağa bakıyorlar. Güzel tonlu bir kırmızı üzerine bembeyaz bir ay ve yıldızın işlenmiş olduğu görkemli bir bayrak bu. Rıhtımdakiler güverteye baktıklarında ise, küpeşteye dayanmış kendilerini seyreden kadınlı erkekli yolcuları görüyor ve gözlerine inanamıyorlar. Onlar, Türkiye’den yani kendi düşüncelerine göre "Doğu"dan gelen bu gemideki yolcuların bir "Orient esintisi" sunacağını beklerken, karşılarında bambaşka bir görünüm var.
Alt ve üst güvertelerden kendilerine bakan, gülen, el sallayan bu "Doğulu" konukların, kendilerinden hiçbir farkı yok. Erkekler koyu renk takım elbise, pırıl, pırıl beyaz gömlekler giymiş ve çoğu zarif bir iğne ile süslenmiş boyunbağları takmışlar. Yanlarındaki kadınlar, erkeklerden daha şık. Siyah ağırlıklı ipek ve muslin elbiseler içindeler. İyice dalgalı, "alagarson"a yakın kısalıkta kesilmiş saçları, Marsilya güneşi altında parıldıyor. Gemi uzun ve neşeli tek bir düdük ile Marsilyalıları selamlıyor. Yanları halatla desteklenmiş ahşap merdivenler, gemiden sarkıtılıp rıhtıma yerleştiriliyor. Fransızlar gemiye çıkmaya başlıyor. Bir subay onları sergi salonuna götürüyor. Bir kış bahçesi ile kalabalık bir orkestranın çaldığı salonu geçerek sergi bölümüne gelen ziyaretçiler, hayranlıktan konuşamaz bir şekilde, sergilenen eşyalara bakıyorlar. Türk mavisi sırlı Kütahya çinileri; bin bir nakış ve renkli Osmanlı, Yörük, Selçuklu ve Acem halıları; gül, tarçın ve sakız kokulu Hacı Bekir lokumları; yeşim, yakut, firuze gibi değerli taşlarla süslenmiş, tamamıyla elle yapılmış çeşmibülbül, laledan, gülabdan gibi cam ürünleri.

 Tarih 21 Ağustos 1926. Fransızların büyük bir hayranlıkla içinde sergilenen ürünleri seyrettikleri, gönderinde ay-yıldızlı bayrak dalgalanan geminin bordasında kocaman harflerle "Karadeniz" yazıyor ve henüz üç yaşına basmış olan genç Türkiye Cumhuriyeti, "yeniden var edilen bir ulus’un neler yapabileceğini herkese göstermek için bu gemiyle Avrupa’nın en önemli limanlarında aylardır sancak gösteriyor".

 
"KARADENİZ: SEYR-İ TÜRKİYE" 
Garanti Bankası’nın bünyesinde faaliyet gösteren Osmanlı Bankası Müzesi’ndeki "Karadeniz: Seyr-i Türkiye" belgeselini izlerken insanın hayalinde bunlar canlanıyor. Türkiye’nin ‘kendini tanıtma’ çabasına farklı bir bakış açısı getirecek iki önemli proje sergileniyor müze binasında. Biri "Karadeniz: Seyr-i Türkiye" belgeseli, Atatürk’ün isteğiyle Türkiye’yi Avrupa’ya tanıtmak amacıyla Avrupa limanlarını dolaşan seyyar sergi gemisi  Karadeniz"in maceralarını anlatıyor. Ötekisi, yani "Ulusu Tasarlamak: 1920’ler ve 1930’larda Avrupa Devletleri" sergisi ise, Karadeniz gemisinin rotasındaki Avrupa ülkelerinde, o dönemdeki siyasi rejimleri gösteriyor. Garanti Bankası ve Netherlands Culture Fund’ın sponsorluğunu üstlendiği Karadeniz belgeselinin gerçekleştirilme öyküsü de ilginç.
Hollanda’daki Fatusch firmasında çalışan araştırmacı Eray Ergeç, gazete arşivlerini tararken, 1926 yılında Hollanda’ya gelen bir Türk sergi gemisinin haberini görmüş. Haber, Atatürk’ün isteğiyle, genç Türkiye Cumhuriyeti’ni tanıtmak amacıyla Avrupa limanlarını dolaşan seyyar sergi gemisi Karadeniz’in, Amsterdam limanına gelişini anlatıyormuş. Bu pek bilinmeyen tarihi olayın araştırılmasına zamanla Ankara Üniversitesi İletişim  Fakültesi’nden Prof. Dr. Bülent Çaplı da katılmış. İki yıl kadar süren çalışmalar sonunda, Karadeniz gemisinin Avrupa limanlarındaki ziyaretlerini gösteren görüntü, fotoğraf ve belgelere ulaşılmış ve hazırlanan belgeselle belki de tarihin tozlu arşivinde kaybolup gidecek olan bu olay gün ışığına çıkarılmış.
Genel koordinatörlüğünü Gülay Orhan’ın üstlendiği belgeselin koordinasyon çalışmaları için Amsterdam kullanılırken, Bülent Çaplı ile Bülent Özkan çalışmalarını Ankara’dan yürütmüş. Belgeselin senaryosu, Tannur Arat ve Nedim Olgun tarafından kaleme alınırken, "seyir defteri" bölümleri Kaptan Süreyya Gürsu, Celal Esat Arseven ve Orhan Kızıldemir’in anılarından derlenerek hazırlanmış. Emre Irmak’ın özgün müziklerini bestelediği belgeselin yönetmenliğini ise Soner Sevgili yapmış.
SEKSEN ALTI GÜN SÜREN YOLCULUK
Belgeseli izleyenler, Avrupa yolculuğu öncesi Haliç’te üç ay süren özel bir bakıma alınmış Karadeniz gemisinin  dümen suyuna kapılıp, tam seksen altı gün süren yolculuğu, sefere katılan sanatçı, gazeteci, milletvekili, öğretmen, müzisyen ve denizcilerden oluşan toplam 285 kişinin, genç Türkiye Cumhuriyeti’ni “dosta düşmana tanıtmak için” nasıl olağanüstü bir çaba gösterdiğini, henüz üç yaşındaki Türkiye Cumhuriyeti milletvekillerinin buna kaynak bulmak için nasıl çırpındıklarını ibret ve gururla izliyor.
 Ticaret Vekili Ali Cenan-i  Bey’in meclis kürsüsünde, “Efendiler... Bir ticaret sergisi meydana getirmek kolay bir şey değildir. Bunun yerine bir seyyar sergi teşkilini düşündüm. Seyr-i Sefain’den bir vapur alalım. Mesela Karadeniz Vapuru’nu...” diye başlayan konuşmasının yarattığı ateşi, hummalı çalışmaları ve sonunda Marmara’nın solgun mavi sularını köpürterek yola çıkan beyaz bir geminin, Dolmabahçe’deki bir yatta, mavi gözleri çakmak, çakmak, sarışın bir adam tarafından beyaz bir mendil sallanarak nasıl uğurlandığını görüyor. O sarışın adamın daha yedi yıl önce 19 Mayıs 1919’da ülkeyi kurtarmak için Samsun’a böyle bir vapur yolculuğu yapmış olduğunu düşünenler de bir cumhuriyetin nasıl doğduğunu görüp alabildiğine gururlanıyor.
II - KARADENIZ VAPURU
Yıl 1926... Günlerden 12 Haziran… Yer,  bugünkü Tophane rıhtımı...Taksilerin yanı başında çift atlı faytonların da yolcu bekledikleri görülüyor.... Bayraklarla donanmış, beyaz bir vapur harekete hazırlanmakta. .. Seyr-i Sefain  İdaresinin yeni satın aldığı bu  Karadeniz   gemisi çok önemli bir sefere çıkmak üzere... Üç aya yakın sürecek bu gezide el sanatlarımızdan örnekler ile başta gelen ürünlerimiz tanıtılacak... Ama asıl amaç, Batı Avrupa ülkelerine genç Türkiye Cumhuriyeti’ni tanıtmak! Bu niyetle düzenlenen sergi seferi boyunca gemi 12 Avrupa devletinin limanlarına uğrayıp üçer beşer gün kalacak… 

Kömür almak için gireceği Cezayir’in Bona (sonraki adıyla Anaba) limanını saymazsanız, bakın hangi limanlara uğrayacak: Barcelona, Le Havre, Londra, Amsterdam, Hamburg, Stockholm, Helsinki, Leningrad, Danzig, Gdynia, Kopenhagen, Anvers, Marsilya, Cenova, Napoli...
Her limanda gemimizi gezmek isteyen ziyaretçiler kabul edilecek... Davetler, resepsiyonlar verilecek.... Gemideki Riyaset-i Cumhur Orkestrası da konserler verecek... Balolarda görevli zevat ile ziyaretçilerin kaynaşmaları sağlanacak... Cumhuriyet Türkiye’sinin Türkler’i tanıtacak.
Geminin süvarisi, genç yaşına rağmen dirayetli bir denizci olmasıyla ün yapmış olan TOPUZ lakaplı meşhur Lütfi Kaptan… Birkaç yıl öncesine kadar Gülcemal’in süvarisi iken, artık Karadeniz  de görev yapıyor. Gemideki genç zabitanın hepsi de özellikle seçilmiş pırıl pırıl genç denizciler.. . İlerde hepsi birer büyük kaptan olarak Denizyolları’nın gemilerinde kaptanlık, ya da idarecilik yapacaklar.
Karadeniz gemimiz ise 1905 Hollanda yapımı.. 4.765 gros tonluk. 120 metre boyu, 14 metre eni var. Tam istim tuttuğu zaman 12 mil hız yapmakta. Sergi için baştan sona özel olarak düzenlenip dekore edilmiş.
Yıllarca sözü edilen bu tarihi gezi 86 gün 22 saat sürüyor. İstanbul’da döndüğü gün takvimler 5 Eylül gününü gösteriyor. Toplam 9.981 mil yol kat eden gemi bu uzun sefer boyunca 2.778 ton kömür tüketmiş. Kullandığı tatlı su miktarı da 971 ton. 


Bu sergi seferinin Türkiye’nin tanıtılmasındaki payı gerçekten çok büyük oldu. Geminin gittiği her ülkenin basınında Atatürk Türkiye’si hakkında çok güzel haberler çıktı, çok değerli yazarlar yayımlandı. Bu büyük başarıda, Seyr-i Sefain İdaresi'nin de önemli bir payı olduğu asla göz ardı edilmemeli.
Yıllarca iç ve dış hatlarda yolcu taşımaya devam eden KARADENİZ ise 46 yıllık bir gemi oluncaya kadar aralıksız hizmet etti. 50’li yıllarda, ticaret filomuzun yeni satın alınan gemilerle takviye edilmeye başlanması üzerine, 1951'de kadro dışı bırakılarak bir kenara bağlandı. Sonra da sökülmek üzere satıldı.
Günümüzde de böyle bir gemiyi donatıp bu amaçla uzun bir dünya seferine çıkartabilseydik keşke...
Yaklaşık beş bin gros tonluk Karadeniz vapuru, yolculuk öncesinde Haliç'e alınarak üç ay boyunca bakım ve onarımdan geçmiş ve beyaza boyanmıştı.


 Kaynak : İstanbul’un Unutulmayan Gemileri, Eser Tutel

5 Temmuz 2012 Perşembe

G Ü N C E L


  Sünnet...
Bekir Coşkun                  

 - Alıntıdır -

                                                                                                  
Ayıptır...
Günahtır...
Haddini bilmezliktir...
Pipimize müdahaledir...
*
Şimdi diyor ki Alman’ın Köln Eyalet Mahkemesi:
“Sünnet ile ebeveynler çocuğun beden bütünlüğü üzerinde söz sahibi olamazlar. Bıçakla kesmek, bedene müdahaledir.”
Protesto edildi tabii...
*
Bizim AB’den Sorumlu Bakan da pipi üzerine eğilerek dedi ki:
“Bu cahilliktir, gaftır, bilmezliktir.”
*
Almanlar bizim şöyle dikine uzun neyimiz varsa müdahale ediyorlar bir bakıma...
Deniz Feneri...
Şimdi pipi...
*
Alman mahkemesi pipinin sünnetle kesilmesini “çocuğun bedenine müdahale” olarak görünce, bizim bakan da tabii ki el attı:
“Bu sünnet işi mahkeme salonlarında tartışılmayacak kadar değerli ve kutsal bir meseledir. Bu inanç özgürlüğünün kısıtlanmasıdır. Bireysel tercihtir yani. Bireysel tercihin kısıtlanması anlamına gelir ki katılmamız mümkün değildir.”
Hadi bu da doğru...
*
İyi de...
Kürtaj ve sezaryen ne oluyor?..
Pipinin kesilmesi mahkemenin önüne gelmeyecek kadar kutsal...
Tamam...
Ama kadınımızın kutsal rahminin dolandığı yerlere bakın; grup toplantısı, parti MYK’si, Meclis komisyonları, kabine, TBMM Genel Kurulu, Arena Stadyumu, il kongresi, teşkilat, meydan, miting...
Böyle yarıştırırsan...
Pipi kalkıp Birleşmiş Milletler (BM) kürsüsünde konuşma yapsa az...
*
Yazgıya bakın...
Arkadaşlar tam “Anne baba, çocuğun bedeni üzerinde söz sahibi değildir” diyerek kürtaj ve sezaryene karşı çıktıkları bir zamanda, Alman mahkemesi de sünnet nedeniyle “Anne baba, çocuğun bedeni üzerinde söz sahibi değildir” kararını koydu önlerine...
Badem çıkamadı işin içinden...
Düşünüyor...
“Yanlış” dese, “kürtaj bedene müdahaledir” tezi çürüyor...
“Doğru” dese, “sünnet” elden gidiyor...
*
Kısacası...
Çağdaş dünyanın akıl değerlerini tekmelemeye başladı mı, çelişkiler içine yuvarlanıyor da çıkamıyor insan...
En iyisi mi...
Almanya Almanya şaşırma...
Pipimize karışma...
          

1 Temmuz 2012 Pazar

ADALET


İ    D    A    M

Burhan Bursalıoğlu

Gün  geçmiyor ki sözlü ve yazılı basında, Ülkemizin değişik yörelerinden cinayet haberleri  duymayalım. Bu haberlerin  çokluğu, cinayetlerin işleniş tarzı, kişilerin düşmanlık nedenleri, kişilerin yakınlıkları, sebepleri insanın kanını donduruyor.

Annenin çocuklarını, babanın eşi ve çocuklarını, kardeşlerin birbirlerini, hala,teyze, dayı, amcanın yeğenlerini veya bunun tersi  işlenen cinayetlerin sebeplerine baktığımızda, “cinayet işlemek, adam öldürmek bu kadar ucuz mu? “ sorusunu ister istemez soruyoruz.  Özellikle cinayetlerin çoğu, ekonomik,  namus, ümitsiz aşk, taciz, hırs, kan davası, tedhiş, taammüden  ve isyan eylemlerinde, bilerek veya bilmeyerek oluşan ölümlerdir.  Son bir ölüm haberi, çöp taşıyan birinin elindeki çöpten yere düşen şişe için işlenmiş. Görüyorsunuz, sanki karınca  veya sivri sinek öldürüyorlar. Sebep mi?  Aşağıda sırası geldiğinde açıklayacağım.

Toplu  yaşamın bazı sıkıntıları da ölümleri getirmektedir.

Şanlıurfa ceza evinde meydana gelen, ve ikinci kez aynı yerde başlatılan yangınlı, ölümlü isyan hareketini  örnek olarak  gösterebiliriz.  Bu olayın sebebi  ne olursa olsun, toplu bir hareketin meydana getirdiği ölümlü ve maddi zararlı eylemin de, korkusuzca yapılması bir güvenceden kaynaklanıyor olabilir. Nedir güvence?  “Ölmeyeceği” güvencesi.  Bu güvenceyi   veren  Devlet ve Ceza İnfaz Yasasıdır.

13 kişinin öldüğü 5 kişinin yaralandığı olayda,  8 kişilik koğuşta 18 kişi yatarsa olacağı budur. Resmi açıklamalarda, 20 kişilik koğuşa 60 tutuklu veya hükümlü konursa,  bir kişilik ranzaya 2-3 kişi sığdırılmaya çalışılırsa, bir kısım mahkümları yerde yatırılırsa, 50-60 kişilik koğuşlarda tek tuvalet olursa, ihtiyacı karşılayacak su verilmezse, aydan aya banyo yaptırılırsa, orada ne olmaz ki? Kavga da çıkar, yangında olur, taciz de olur, insanlar da ölür.

Bu insanlar en ağır suçu işlerlerken asla ölüm akıllarına gelmez. Çünkü, işlediği suçun cezası ölüm olmayacaktır.  Hele, hele bu insanlar yaşamları boyu  yoksulsalar, başkalarının himmetine muhtaçsalar, işlediği suçu bir çıkar karşılığında işlemişse, hayatta kimsesi yoksa, ömür boyu hapishanelerde   yatmak, onun için kurtuluş saymaktadır. Yatağı var, yemeği var, koğuş dolusu da  arkadaşı var. İşin ucunda ölüm de olmayınca hapishaneye, onlar için girmek suç değil  mükafat gibidir.

Bugünkü şartlar, ceza evlerinde yatanların sayıları, kapasitenin çok  üstündedir.  

Cinayetlerin bu kadar kolay işlenmesinin ve ceza evlerinin  mahküm veya tutuklulara yetmediğinin nedeni  ne  olabilir.? Yukarıda sebeplerini saydığımız nedenlerin bir kısmı, eğitimsizlik, örf ve adet, yaşama, mekan ve koşullarının yanında, caydırıcılığı olmayan ceza yasalarıdır. Hatta mevcut yasaların , kişiler tarafından yanlış algılanıp, yanlış kararlar da  vermesidir.

Ceza yasasında eksik olan İDAM dır.  İşlenen suç ve cinayetin arkasında idamın olmasını bilmek, acaba o insanın daha sakin olmasına neden olmaz mı?

 İdamı yasalarda var olduğunu  bilen ,” sonunda beni de idam ederler” diye düşünen bir insan bile bile cinayet işler mi? Tabii ki münferit olaylar olacaktır. Tabii ki hırsına yenilmiş olacaktır. Tabii ki kan arayacaktır. Ama bunların sayıları bir ellin parmakları kadardır.  İdam caydırıcıdır. Özellikle orta ve geçkin yaşlılar bilir. İdamın yasalarda olduğu zaman içerisinde, bu kadar cinayet işleniyor muydu? Asla. İşlenen cinayetleri günlerce konuşurduk, yorum yapardık. İnsanlara  tuhaf gelirdi cinayetler.  1920 den 1984 de kadar  yani 64 yılda , mahkemelerin verdiği idam kararı toplamı sadece 712  dir.  (Bu rakama, İstiklal Mahkemelerinin verdiği idam kararları dahil değildir)  Son 10 yılda işlenen cinayetleri toplasak binleri geçer kanısındayım.

Her şeyde olduğu gibi, her şeye çabuk kanan bir millet olduğumuz için Avrupa Birliği ne girme şartlarını bize Avrupa’lılar sunarken, içinde idamın kaldırılması da vardı.  Her şey yerine oturmuş, hemen AB ye girecekmişiz gibi idamı kaldırmaya soyunduık . Bu nedenle, 1984 den sonra  TBMM  idamları onaylamıyordu.      Bu arada terörist başı Abdullah Öcalan yakalanmış ve idama mahküm olmuştu.  Öcalan’ın idam edilmesini bazı yöneticiler gibi Avrupa da istemiyordu. İdamın kaldırılmasına bu olayda kılıf olmuştur. O zamanın Başbakan!ı Sayın Bülent Ecevit’in  söylediği  ABD  Öcalanı bize neden teslim etti”  sözü            manidardı.  ABD Ecevit’i sevmediğini herkes biliyordu. ABD,  Öcalan’ı teslim etmekle   “Ecevit’i   onurluyor” düşüncesi   saçma geliyordu. Bunu Ecevit’de bildiği için , Öcalan’ın teslim edilmesinde, onun geleceği topunu  ABD Ecevit’e atmıştı. İdam edilse Kürtlerin,  edilmese Türklerin gazabına geleceğini ABD iyi planlamıştı.  Nitekim 2002 seçimlerinde Ecevit ve ortakları tepetaklak düştüler.  

AB uyum sürecinde  2002 de kısmi, 2006 da da 5218 sayılı yasayla , Anayasa’nın değiştirilen  10,15,17,30,38,87,90,131 ve 160. Maddelerin yanında 143 madde kaldırılarak, idam tamamen  ceza yasalarından çıkarılmış oldu.

 Bu arada, topluma yapılan en büyük kötülük de, zinanın suç olmaktan çıkarılmasıdır.

İşte, 1984 den itibaren idamların uygulanmamasaı, 2006 da tamamen kaldırılması, cinayetlerin artması, ceza evlerinin kapasitelerinin üstünde insan barındırması, ölümlerin bu kadar ucuz olmasının en büyük  nedenidir.

Devlet, TBMM  idam kararını tekrar koymalıdır.  Koymalıdır ki, ceza evleri ölüm evleri olmasın, koymalıdır ki önüne gelen cinayet işlemesin. Koymalıdır ki, devlet canileri besler olmasın. Koymalıdır ki,  İDAM caydırıcı olsun. Koymalıdır ki hem ölen hem de cinayet işleyen yaşayabilsin. Ocaklar sönmesin. Analar, babalar, kardeşler ve akrabalar ağlamasın. Koymalıdır ki, davalar azalsın, mahkemeler nefes alsın.Koymalıdır ki, Ulusumuz huzur içinde olsun.


22 Haziran 2012 Cuma

G Ü N D E M





TERÖR  BELASI
Burhan Bursalıoğlu

Değerli Okuyucularım; inanın  müthiş şekilde  huzursuzum.
 78  yaşındayım. Bugüne dek hiçbir gün huzursuz  olmadım ve  endişelenmedim, kaygılanmadım, tedirgin olmadım.
2. Dünya savaşında, dört bir tarafımız , ateş, barut, ölüm saçarken dahi bugünkü kadar tedirgin olmamıştım.  Tedirginliğim, asla can korkusu değildir. Tedirginliğim; gençlerin çocukların ve gelecekte doğacak olanlar içindir. Tedirginliğim, Vatanım içindir. Tedirginliğim TC  Devletinin çul değiştireceğidir.
Tedirginliğim; bizi yönetenlerin işin vahametini  anlayamamış ve bundan sonrada anlayacaklarını zannetmediğim içindir. Zamanı manasız, boş uğraşlarla geçirmekte oluşları ve ipin ucunu kaçıracakları endişesi  taşıdığım için tedirginim.  Tedirginim  çünkü,  son yıllara kadar Dünya’nın en güçlü orduları arasında kabul edilen  Türk Silahlı Kuvvetlerinin, dış dünyada ,  gücünün kaybolduğu hissini uyandırması ve  Ulusumuz nezdinde  de  güvenirliğini kaybetmiş olması tedirginliğidir. Özellikle komuta kademesinde bulunanların,  geleceği görememe tedirginliğidir. Tedirginim, çünkü: Türkiye Cumhuriyetinin, kuruluş ve gelişimini sağlayan tüm olguların yok edilme  endişesidir.
Atatürk’ün   Ulusumuza, ordumuza ve dünyaya haykırdığı :  Hattı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır,  O satıh bütün  vatandır.”  Veciz sözünün  tersi olacağı kaygısıdır. Anadolu’nun parçalanacağı kaygısıdır.

Sevgili Dostlarım, 5  yıl önce Hakkari, Yüksekova’nın Dağlıca bölgesindeki Yeşiltaş karakoluna saldıran PKK lılar, bu kez de aynı  karakola saldırarak 8 gencecik  askerimizi  şehit  ettiler. 11  askerimiz de yaralandı, bunların  ikisinin durumu da kritik.
Aynı bölge, aynı yer, stratejik önemi olan  buranın daha emniyetli şekilde korunması Komutanların aklına gelmedi mi? Geldiyse, yeteri kadar  önlem alınmadı mı? Genel Kurmay Başkanlığı , her ne kadar açıklamalarıyla  masum olduklarını  söylese de,  bu işte büyük bir kusur un  olduğu, ileride daha vahim olayların olabileceği  tedirginliği içindeyim.
Siyasetçilerimiz, bizi idare etmeye çalışıp, bu işi beceremeyenler bakın  neler söylüyorlar.
Sayın Bülent Arınç: “PKK li teröristlerin silahları vardı ve sayıları fazlaydı.”  Ağlar mısın, güler misin? Teröristler galiba ellerinde çiçeklerle  karakola baskın mı yapmalıydı?

Sayın Kemal Kılıçdaroğlu:   PKK  koşulsuz silah bırakmalı Onlarda, bu emre uydular.

BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş “ PKK   Her türlü  silahlı faaliyetlerine son versin,  hükümet’de operasyonlarını durdursun” Demirtaş’ın silahları susturacak kadar gücü yok mu?

Sayın Devlet Bahçeli de “….biz bedeli ne olursa olsun,  üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirmeye varız ve kararlıyız.” Onun için mi bu konudaki toplantılara katılmıyor çay bile içmiyorsun?

Sayın Başbakan Amerika’dan sesleniyor. “ Terörle mücadeleyi sonuna kadar sürdüreceğiz. Er veya geç bu işi başaracağız” Daha ne kadar, binlerce daha şehit verdikten sonra mı?  12 yıldır iktidardasın .  Sıfır terörle aldığın hükümetin yanlış politıkaları nedeniyle  bugünkü duruma gelindi.

Uzaktan  davulun sesi hoş gelmiyor, içimizi acıtıyor. Yetkili ağızlar kürsülerde ahkam kesiyorlar.  Ne yapıyorlar? Hiç bir şey. Evet hiç bir şey yapmıyorlar. Sadece konuşuyorlar. Konuştukça şehit veriyoruz.  Bari susun. Susun da  bir şeyler üretin,  girişimlerde bulunun,  bu milletin taktirini alın. Oturmakla, konuşmakla, terörün biteceğini mi zannediyorsunuz. ?
Tüm şehitlerimize Allahtan rahmet, ailelerine de sabır diliyorum.


15 Haziran 2012 Cuma

ATATÜRKTEN


ATATÜRK'ÜN  DEVLET  YÖNETİMİ  SÖZLERİ

ATATÜRK'ün  DEVLET  YÖNETİMİ  HAKKINDA  SÖYLEDİKLERİNDEN ,   HATIRLAMA  BAKIMINDAN,  BİRKAÇ  SÖZÜYLE   BU GÜNKÜ  BLOGUMU  SÜSLEDİM


Burhan  Bursalıoğlu

Yemin mukaddes bir sözleşme demektir. Namus sahibi olan bir kimse verdiği sözden dönmez. 1919

Millete efendilik yoktur. Hizmet etme vardır. Bu millete hizmet eden, onun efendisi olur. 1921

Memleket  işlerinde, millet işlerinde, hakikî işlerde duygulara, hatıra, dostluğa bakılmaz. 1922

Bir hükümet  iyi midir, fena mıdır? Hangi hükümetin iyi veya fena olduğunu anlamak için, “Hükümetten gaye nedir?” bunu düşünmek lâzımdır. Hükümetin iki hedefi vardır. Biri milletin korunması, ikincisi milletin refahını temin etmek. Bu iki şeyi temin eden hükümet  iyi, edemeyen fenadır. 1923

Bu memlekette çalışmak isteyenler, bu memleketi idare etmek isteyenler memleketin içine girmeli, bu milletle aynı şartlar içinde yaşamalı ki ne yapmak lâzım geleceğini ciddi surette hissedebilsinler. 1923

Memleket dayanışma isteyen bir birliğe muhtaçtır. Alelâde politikacılıkla milleti parçalamak, hıyanettir. 1925

Milleti, aklımızın ermediği, yapmak kudret ve kabiliyetini kendimizde görmediğimiz hususlar hakkında kandırarak geçici teveccühler elde etmeye tenezzül etmeyiz. Millete, adi politikacılar gibi yalancı vaadlerde bulunmaktan nefret ederiz. 1925


İnsanlar daima yüksek, temiz ve mukaddes hedeflere yürümelidirler. Bu hareket şeklidir ki insan olanın vicdanını, dimağını ve bütün insanî kavramını tatmin eder. Bu şekilde yürüyenler, ne kadar büyük fedakârlık yaparlarsa, yükselirler ve bu hareket şekli mutlaka açık olur. 1926

Çünkü alnı açık, dimağı açık, kalb ve vicdanı açık insanlar tarafından idare olunabilen toplumlar ancak bu manada hareketlerin izleyicisi olabilirler. Fikirlerini, duygularını ve teşebbüslerini gizli tutanlar, gizli vasıtalar uygulamaya girişenler mutlaka utanma ve sıkılmayı gerektiren, akıl ve mantığın haricinde hareket edenler olabilirler. Bu gibi işlere girişenlerin sonu er geç acıdır. 1926

Milletvekili olarak vazife ve sorumluluk mevkiinde beraber çalışacağımız arkadaşlarımızın geçen tecrübelerden de yararlanarak vazifelerini eksiksiz yapacaklarını ve özellikle milletvekilliğinin her tür düşünceden daha önemli bir millet vekaleti olduğunu ve bunun resmi ve özel hayatta bile bir çok manevi ve belirli külfetleri bulunduğunu gözönünden uzak tutmayacaklarını kuvvetle ümit ederim. ( 1927 )
Bizim yüzümüz, her zaman temiz, pâk idi ve daima temiz ve pâk kalacaktır. Yüzü çirkin, vicdanı çirkinliklerle dolu olanlar, bizim vatanseverce, vicdanlıca ve namusluca hareketlerimizi küçük ve çirkin ihtirasları yüzünden, çirkin göstermeye kalkışanlardır. ( 1927 )

İnsaf ve merhamet dilenmekle millet işleri, devlet işleri görülemez; millet ve devlet şeref ve bağımsızlığı temin edilemez. 1927

İnsaf ve merhamet dilenmek gibi bir prensip yoktur. Türk milleti, Türkiye’nin gelecek çocukları, bunu bir an hatırdan çıkarmamalıdırlar. 1927


Yapmamıza imkân hasıl olan işleri yapmazsak, tarih bizi tenkit eder. 1928

Benim istediğim sadece memleket işlerinin Büyük Millet Meclisinde açıkça münakaşa edilmesidir. Büyük Millet Meclisinde Türk milletinin gözü önünde açıkça konuşulamayacak hiçbir iş yoktur. 1930


Millet tarafından, millet adına, devleti idareye yetkili kılınanlar için, gerektiği zaman, millete hesap vermek, mecburiyeti, lâubalilik ve keyfî hareketle uzlaşmaz. ( 1930 )


Bizim telâkkimize göre, siyasî kuvvet, millî irade ve egemenlik, milletin bütün halinde müşterek şahsiyetine aittir, birdir. Taksim edilemez, ayrılamaz ve başkasına bırakılamaz. 1930

Artık, bugün demokrasi fikri, daima yükselen bir denizi andırmaktadır. Yirminci asır, birçok müstebit hükümetlerin, bu denizde boğulduğunu görmüştür. 1930


İç siyasette meydana getirdiğimiz güven ve huzur, vatandaşlara verimli çalışmalarında gönül rahatlığı ve güven sağlamıştır. Cumhuriyet kanunlarının ve Cumhuriyet kuvvetlerinin hürmet ve itibarı memleket için esas destek ve yaptırım olduğu bir daha ispatlanmıştır. ( 1931 )

Yaptığını bilen ve hizmet yolunda tedbirlerine inanan idealistler kendimizi eleştiriye açık görmeyi gerekli görüyoruz... Dikkat edilecek nokta olarak gösterdiğim nitelik yalnız laik, cumhuriyetçi, milliyetçi ve samimi olmaktır. ( 1931 )
Siyasi olarak bağımsızlığını kazanmış bir halkın yaşayış ve geleceğe yöneliş hareketinde ümitlerini beslemek ve kendi kudretine itimat hislerini kuvvetlendirmek için ona canlı bir akımın içinde yaşadığı hissini vermek lazımdır. ( 1931 )

Devlet ve hükûmeti, kendi malı ve koruyucusu tanımak, bir millet için büyük nimet ve şereftir. ( 1936 )
Milletler üzüntü ve keder bilmemelidir. Önderlerin vazifesi, hayatı neşe ve şevkle ( büyük istekle ) karşılamak hususunda milletlerine yol göstermektir. ( 1937 )

İleri hükümetçiliğin belirgin özelliği, halkı, kudretine olduğu kadar şefkatine de samimiyetle inandırabilmesidir. Büyük, küçük bütün Cumhuriyet memurlarında bu zihniyetin en geniş ölçüde gelişmesine önem vermek, çok yerinde olur... Özel idareler ve belediyeler, büyük kalkınma savaşımızda başarı oranını arttıracak vazifeler almalı ve özellikle hayatın ucuzluğunu sağlayacak, yerine göre tedbirler bulmalı ve yetkilerini tam kullanmalıdırlar. ( 1937 )
Elimizdeki programın ruhu, bizi yalnız bir kısım vatandaşla alâkalı kalmaktan meneder. Biz, büyük Türk Milleti'nin hizmetindeyiz. ( 1937 )
Takip edilen amaçlar hiçbir zaman kişisel olmamalıdır. Geçmiş sistemlere bağlı kalanlar ve geleneklerden sıyrılamayanlar hiçbir zaman modern bir devlet meydana getiremezler. ( 1938 )

7 Haziran 2012 Perşembe

GEZİ




EĞLENCE  ADALARI
 Burhan Bursalıoğlu

Zorlu bir kışın yorgunluğunu çıkarmak, ufukta görülen yakıcı bir yazın öncesinde biraz enerji
depolayalım dedik ve  Yunan adalarını hedef tayın ettik.

31 Mayıs Perşembe günü Bodrum'dan, Eşim ve  eşimin vefat eden ağabeyisinin eşiyle birlikte İzmir'e hareket ettik. Bir gece kuzenlerimde kalarak, 1 Haziran Cuma günü, saat : 18  de  ETS  TUR  un  kiraladığı, aslen Yunan gemisi olan,  AŞK  Gemisi ayarındaki,  AEGEAN  PARADİSE   adli gemiye bindik.

AEGEAN  PARADİSE:

Aegean    Paradise  (Gövdesinde  ETS   yazısı var)  Yunanlı bir armatörun gemisi.  1997 de yapılmış,  174 m. uzunluğunda, 24 m.  genişliğinde, 8 katlı, 327  kabin,  900  yataklı,  310  mürettebatlı, 1274  kişi  kapasiteli, 20 mil  hız yapabilen bir gemi.

Kabinlerde, telefon, televizyon, buzdolabı, kasa, klima, banyo, dolaplar WC  bulunmakta.

Geminin  güvertelerinde , gördükleri  hizmete göre:
 1. güvertede:  Fin hamamı, duşlar, dinlenme alanı, kuaför, güzellik salonu, sağlık  merkezi, asansör.
2. güvertede: resepsiyon,fotoğrafcı,  gemi mağazası, kütüphane,bilgisayar odası ve asansör.

3, güvertede: Restoranlar, oyun salonları, gösteri alanı.

7. güverte: Fitnes odası, şezlonglu havuz,  iki jakuzi,açık hava duşları, havuz bar, güneşlenme alanı  ve panoramik bar ve disko.

 8. güverte:Yürüme parkuru, seyir ve güneşlenme alanları.
Hani bazı insanlar, uçaktan korktukları gibi bazıları da gemiye binmekten korkarlar. onlara tavsiyem. Korkularını yenmek için bu tür bir gemiye bir kere dahi olsa binmeleri.  Korkularının boşuna olduğunu göreceklerdir. Çünkü, geminin durduğunu, hareket ettiğini , gittiğini hissetmeyecektir.  Ancak güverteden, kabin balkonlarından veya camlardn dışarıya  bakarsa geminin hareketini görebilecektir.

HAREKET

Geminin hareketinden önce,  saat: 17.15 de,  4 ayrı  salonda toplanan yolculara  can yeleklerinin giyme provaları yaptırıldı, yeleklerdeki düdük ve ışıkların kullanılıp kullanılmadığı kontrolu yaptırıldı. Saat 17.45 de bitirilen tatbikat  sonrası tam, 18.00 da İzmir limanından hareket ettik.

Hareketten bir saat sonra yemek anonsu yapıldı. 3 ayrı yemek salonu vardı. En büyük salona geçtik.  garsonlar tek kıyafet giymiş ve hepsi de uzak doğulu  idiler, Endonezyalı, koreli,  Kamboçyalı vs.. Bunlarda gemi gibi kiralıkmış. Ama bu konularda eğitim görmüş oldukları açıkca görülüyordu.

Türkçe bilmedikleri için  anlaşmada zaman kaybı oluyordu. Ismarlanan yemekler geç geliyordu. Bu arada garsonlara  Türkçe'yi öğretmeyi de ihmal etmedik. Sonraki kahvaltılarda, "Günaydın", öğle ve akşam yemeklerinde "iyi günler, merhaba, teşekkür ederim. hoşca kalın, nasılsınız, iyiyim gibi sözcükleri söylemeye başladılar. Kızlı erkekli bu garson grubu birkaç tur sonra  lisanımızı öğreneceklerdir.

Her tür kumar aletlerinin bulunduğu salonlar  tıkabasa doluyordu. İnsanlar sanki gezip görmeye değil, kumar oynamaya gelmişlerdi.  Halbuki, 18 saatlık kesintisiz seyahatimizde, Yunan  sanatçının verdiği konser, caz ekibinin 7. kattaki, havuz başı müziği, havuzda  serinleme, kitap okuma,güneşlenme gibi etkinlikler ve imkanlar varken kumar oynamanın bir anlamı yoktu.  Öyle insanlar vardı ki,  bindiği anda, kumarhanenin açıldığı zamandan , dönüşte, kumar aletlerinin kapatıldığı zamana kadar oynayanlar vardı.  Ben ve eşim 15 er dakika,sadece "Bi bakalım nasıl birşey               " sorusuna cevap için  oynadık.


SANTORİNİ ADASI

Cumartesi sabahı, saat 9.30 da adanın açıklarındaydık. Adanın arka kısmında bulunuyorduk.
Gemiden inmeden, güverteden gördüğümüz ada, simsiyah, tepelerde kar yağmış gibi  görünen  beyaz evler  ve   çıkacağımız yerde birkaç bina. 

Liman olmadığı için gemimiz açıkta demir attı. Biraz sonra  tender botlar dedikleri  motorlar geldi ve onlarla karaya çıktık. Çıktığımız bu iskeleye   "Athinios   iskelesi "diyorlar.  Gemiden gördüğümüz binaların bir kısmı   satış dükkanları ve bir kısmı da  motorcuların barınaklarından ibaretmiş
. 
Santorini adası, Kiklad ada grubunun en güneyinde bulunmaktadır. 73 km.2  dir. MÖ. 1500 yıllarında oluşan büyük bir volkanik patlamayla meydana gelmiş. Onun için uzaktan görülen siyah yamaçlar volkanik kayalarmış.  Arkeolojik kalıntıları, güneşin batarken seyredilmesi ve gece hayatı Santori'ye hayat vermektedir.

Deniz seviyesinden 300 metre  yüksekliğinde, tepede bir  falezin üzerine yerleşmiş FİRA  adanın başkenti dir.  Başkent diyoruz ama aslında bir kasabadır. Yine uzaktan gördüğümüz beyaz binalar Fira kasabasının evleri imiş. 1956 da oluşan büyük bir deprem sonucu tüm binalar yıkılmış,  var olanların çoğu yeni inşa edilmiştir.

Athinios iskelesinde bekleyen otobüslerle, kıvrıla kıvrıla,dar , tek arabanın geçebileceği bir yola girdik. Karşıdan gelen bir araba göründüğünde, en geniş taraf hangisine yakınsa,  o araba kenara çekiliyor ve diğeri geçtiğinde yola devam ediyor.  Yarım saatlık bir tırmanıştan sonra  tepeye düzlüğe çıktık. Burada biraz dinlendik.

Düzlükten sonra en uzakta ve kuzeyde bulunan LA  köyüne hareket ettik.

LA'ya gidiş yolu üzerinde üzüm bağları, bahçeler ve eşsiz manzaraları seyrederek köye geliyoruz. Bütün evler bembeyaz,çiçeklerle süslenmiş, yollar mermer taşlarından , parke stili şeklinde döşenmiş ve ter temiz. Mavi kubbeli kiliseler, tam ucda Venedik kalesi. kaleden görünen muhteşem manzarayı seyretmek insanın tüm yorgunluğunu almakta.

Sokaklar çok dar.  Evlerin çoğu birer kat. Bazıları da ikişer kat. Her evin sokağa açılan odalarını dükkan yapmışlar. Lokanta  ve hediyelik eşya satışı için dükkan olarak kullanıyorlar. Merak ettiğim , tek katlı evlerde  ne zaman ve nerede yatmaktadırlar? Çünkü dükkanlar 24 saat açık. Gerçi ailece çalışıyorlar , nöbetleşe dükkanda kalırlar da, nerede yatıyorlar?

La köyünde  alışveriş yaparken bir  büyük dükkanın  tezgahtarlarından  birinin Türkçe bağırdığını duyunca   satıcının yanına giderek , Türk mü olduğunu sordum. Evet cevabını alınca , sohbete baişladım. Hikayesini herkes bilirmiş. 

Adı Aytunç. Turistik gemide çalışıyormuş. Santorini adasına geldiklerinde, Polonyalı olan bir kıza aşık olmuş. Kız burada turizm şirketinde çalışıyormuş. 

Aytunç  gemiden ayrılarak adada kalmış. uzun süren uğraşlardan sonra kızı razı etmiş ve evlenmişler.  Görüştüğümüz dükkanda iş bulmuş ve tezgahtarlığa başlamış.  Kızın annesi Polonya'da olduğu için zaman zaman Polonya'ya gidiyor, bazen de Türkiye'ye geliyorlarmış. Bu ziyaretler çok kısa  sürmekteymiş. Ayrılırken "Türkiye'ye benden selam" diyerek vedalaştık.

PERİSSA  PLAJI

LA köyünde , bize ayrılan zaman  dolunca, otobüslerimize binip , adanın en güzel plajına doğru yola çıktık. 20 dakika sonra plaja vardık.
Bir kısmımız denize girdik,  bir kısmimiz da lokantada  oturmayı tercih ettik.

Çevre, geniş, düzlük bir araziye sahip. Tarla olarak kullanılıyor. Evler daha içerde.

Burada deniz kumu koyu gri. Kuskus iriliğinde.  Ayaklara fazla yapışmıyor. Ve temiz. Deniz sıcak ama çok taşlı ve kaygan.  Deniz faslından sonra  Akropolis adlı  lokantaya  girerek  balık yedik.

Balığı tercih etmemizdeki amaç, etlerin içinde domuz etinin de oluşu kuşkusu.

FİRA  KASABASI

Buradan tekrar otobüsümüze binerek, adanın merkez kasabası olan FİRA ya gittik. Buraya romantik şehir de deniyor. Avrupa'dan, çevre adalardan ve kentlerden , evlenen  kişiler balayını geçirmek için   Fira'ya geliyorlarmış. Onun için  bu kasabaya             " romantik şehir" adını takmışlar.
Fira  gerçekten güzel bir yer. Mavi kubbeli kiliseler, alışveriş dükkanları, lokantalar, eğlence yerleri  katırlarlar  ve   eşekler.

Fira'nın  adanın sırtındaki yerleşim bölgesinden daha yüksek yer yok. Ama adanın en yüksek yeri 567 metre ile Profitis İlias  dağı. Burada İlyas peygamberin manastırı bulunuyor.  Pek gidilmiyor ama yine de 3-4  rahibe bulunuyormuş.  İlyas Manastırının korunmasının gerekçesi, bereketi temsil etmesinden kaynaklanıyormuş. Diğer en büyük kilise Aziz Nikolas kilisesi. Bu da koruyuculuğu temsil ediyormuş.

Bize  ayrılan zaman dolmuştu. Fira'dan sahile, tender botlara binip gemimize gitmek için teleferiğe binmemiz gerekiyor. Başka  iniş ancak çok yüksek ve dik merdivenlerle  sağlanıyor. Teleferik okadar dik iniyor ki, bindiğiniz yerden , inen  vagonu takip etmeniz mümkün değil. Hareket eder etmez birden  bire gözden kayboluyor. Sanki bir çukura düşmüş  oluyor. Bukadar dik. İster istemez bindik. 3 dakikada indik.

Tender botlara binerek gemimize çıktık.

SANTORİNİ ADASININ  İLGİNÇ  ÖZELLİKLERİ:

Santorini adasında su yok. Ada volkanik patlama sonucunda oluştuğu için su çıkmıyor.  Su dışardan temin ediliyor. Eşekler ve katırlar, dar sokaklarda taşıma işlerini hallediyorlar. Burada insandan çok katır ve eşek var.

Susuzluğa rağmen, Santorini'nin şarapları meşhur. Gezdiğimiz yerlerde üzüm bağları  vardı. Bu bağlardaki asmaların özelliği yere yapışık oluşu. Rüzgar çok estiği için büyümeye fırsat bulunmuyormuş. Adada nem çok oluyormuş. Yapısal olarak, bizim topuk taşı dediğimiz süngerimsi  taşlar çokmuş. Okadar ki, yurt dışına ihraç ediliyormuş. Bu taşlar nemi emerek toprağı nemli tutuyormuş. Zamanla ,aşırı ihracat neticesinde nemlenme de azalmış. Hemen karar alarak ihracatı durdurmuşlar.  İşte bu tür nemlenme sonucunda Santorini'nin  yetiştirdiği başlıca ürünleri, üzüm, meyve, zeytindir.

Yollar kaymayan, düzgün, mermer taşlardan oluşmuş. Kaldırım  tipinde döşenmiş. 

Adada 300 den fazla kilise bulunmakta. Normal kiliselerin dışında birde özel kiliseler varmış. Toprağı ve varlığı olan insanlar özel kilise yaptırmak mecburiyetinde imişler. Ve her yıl bir ayın  ve ikram yapılıyormuş. Yani hemen hemen her gün muhakkak bir ayin ve ikramda bulunuluyormuş.

Volkanik kayalardan oluşan adada pek çok mağara bulınmaktaymış. Bazı insanlar bu mağaraları düzeltip ekleyerek butik otel durumuna getirmişler.
Santorini' nin kısaca  özelliğini belirtirsek, kendileri tarafından  şu tespitleri söylemekte haklı oluruz.

Bu adada: İnsandan çok, katır ve eşek var.
Bu adada: Sudan çok şarap var.

Bu adada: Evden çok kilise var.
Bu adada: Ahşaptan çok mermer   var.


MİKONOS  ADASI:

Santorini adasından gemimize saat: 15 de  bindik. 16 da da  mikonos adasına doğru yol almaya başladık. 6 saatlık bir yolculuktan sonra gece saat: 22 de gemimiz liman iskelesine yanaştı. Gece yarısından sonra saat: 2.15 e kadar zamanımız vardı. 2.15 de gemide olmamız söylendi.

Pahalılığından şikayet edilen  Mikonos adası 85 kilometre karedir.Turlos,paradis, agran, Elia plajları meşhurmuş. FolklorDeniz,Arkeoloji ve Kültür müzeleri  gezilecek yerlermiş. Ama biz gece adaya geldiğimiz için bunları göremedik.

Gündüz gözü ile adayı göremeyeceğimiz için üzülüyorduk. Gemi görevlileri "Aslında şanslısınız. Mikonos'un gece hayatını göremeyen gündüzcüler üzülüyor. Sizler şanslısınız" diyerek bizleri iknaya çalışıyorlardı.

Ada pırıl pırıl renkli ışıklarla sanki özel olarak donatılmıştı. Sahildeki lokantalar , barlar, kafeler insan kaynıyordu. Oturma yerine gezmeyi yeğleyerek iç kısımlara doğru yürüyüşe geçtik. Tepelere kadar çıktık. Sokaklar dar olduğu için araba yoktu. Sağlı sollu  lokanta,  bar ve dükkanlar.  Dükkan derken öyle ahım, şahım büyük değil. 5-6 metre karelik odalar. Ne satacaksa duvarları doldurmuşlar. Kapı önüne de koymuşlar, dükkan olmuş.Her yerden gelen   müzik sesi ne kendini kaptıranlar oynuyor, eğleniyor. Palyaçolar çeşitli gösteriler yapıyor ve birbirinden güzel Rum kızları.

Bizim Bodrum'umuz da eğlence yeri, ama itiraf etmeliyim ki, Mikonos  Bodrum'u her yönü ile sollar.
Buram buram romantik kokan Santorini ve özgürlük ve eğlencenin kalbi Mikonos'tan  ayrılma zamanı gelmişti.

Gemimize biner binmez uyumuşuz. Uyandığımızda,hava aydınlanmış, güneş içeriye kadar sızmıştı.

Kahvaltı, ödemeleri yapmak ve valizlerin hazırlanıp görevlilere teslim edilmesi sonrasında üst güverteye çıkarak, Yunan müziği eşliğinde Yunan kızlarının danslarını seyrederek, 13.30 da , enerji toplamış olarak,   İzmir'imize ulaştık.










MİLLİ BAYRAMLARIMIZ