8 Şubat 2010 Pazartesi

A T A T Ü R K












Atatürk hakkında bilinmesi gereken 30 özellik
1.”ATA” LAFINI SEVMEZDİ
“Atatürk” hitabını ilk kez dönemin Türk Dil Kurumu Başkanı bir konuşmasında kullanmış, Mustafa Kemal de çok beğenerek soyadı olarak almıştı.Kendisine Ata” diye hitap edilmesinden hiç hoşlanmazdı.

2.EN SEVDİĞİ YEMEK

Manastır Askeri Lisesi yıllarından kalan bir alışkanlıkla hayati boyunca en sevdiği yemek kuru fasulye ve pilav olarak kaldı. Tatlıya düşkün değildi ama canı istediğinde çok sevdiği gül reçelini tercih ederdi.
3.EN BÜYÜK HAYALİ DÜNYA TURUNA ÇIKMAKTI

Ömrü yetseydi bir dünya turuna çıkıp Türk dili ve tarihi üzerindeki çalışmalarını genişletmek en büyük hayaliydi.

4.BAŞUCU KİTABI “ÇALIKUŞU” YDU.

Binlerce kitabi vardı.Ama bunların arasında bir tanesini hayati boyunca hatta cephede bile başucundan ayırmadı. Reşat Nuri Güntekin’in unlu Çalıkuşu” romanını hep yanında taşır, her gün rasgele bir yerinden açar, birkaç sayfa okurdu.

5.KABUL SALONUNDAKI AT YAVRUSU
Atlardan sonra en sevdiği hayvan köpekti. “Fox” adini verdiği köpeği, Gazi`nin yatağının ayak ucunda uyurdu. Hayvanlara düşkünlüğü o dereceydi ki bir gün misafirlerinin de görebilmesi için yeni doğmuş bir tayla annesinin Çankaya Köşkü kabul salonuna getirilmesini bile emretmişti.

6.TAM BİR SALON ADAMI
En sevdiği dans valsti. Müzik zevki çeşitlilik gösteriyordu.Klasik Batı müziği dışında Anadolu ezgilerini de severek dinlerdi.

7.GÖMLEKLERİNİN TÜMÜ BEYAZDI
Gömleklerinin hepsi beyazdı. Bu gömlekler ilk yıllarda İsviçre`de özel olarak dikilirken sonra yerli mali kullanma kampanyasına öncülük edebilmek için Beyoğlu`nda bir terziye diktirilmeye başlanmıştı.

8.DOLABINDA LACİVERTE YER YOKTU
Takım elbiselerinin tasarımlarını hep kendisi çizerdi.Lacivert takım giymeyi sevmezdi.

9.ÖLÇÜLERİ
Boyu 1.74 idi.Hayatının son dönemlerine kadar 76 olan kilosu hastalığının ilerlemeye başlamasıyla 46′ya kadar düşmüştü. 43 numara siyah rugan ayakkabı giyerdi.
10.RUMELİ ŞİVESİ

Özenli ve temiz bir Türkçe konuşurdu. Ancak bazı kelimeleri Rumeli şivesiyle telaffuz ederdi.
11.HAZİN BIR HİKAYE

Hayatında bir dönem çok önemli yer tutan Mustafa Kemal`in evlenmesinden sonra hayatına trajik bir şekilde son veren Fikriye Hanim`in mezarının nerede olduğu bilinmiyor.

12.CUMHURBAŞKANLIĞINDAN SIKILIYORDU.
Hayatının çoğunu geçirdiği savaş cephelerinden sonra Cumhurbaşkanı olarak geçirdiği yıllar ona bir tecrit yaşantısı gibi geliyor, çok sevdiği halkından ve sade bir vatandaş yaşamından uzaklaştığını düşünüyordu.

13.PAPA`NIN TEMSİLCİSİNE ELBİSE
Kıyafet Kanunu çerçevesinde tüm din adamlarının dini kıyafetleriyle sokağa çıkmaları yasaklanınca, Monsenyor Roncalli`ye kendi terzisi Kemal Milaslı eliyle bir koleksiyon hazırlattı.

14.KENDİSİ TIRAŞ OLMAZDI.

Sabah kahvaltılarıyla arası hiç hoş değildi.Yataktan kalkar kalkmaz odasındaki divanin üzerine bağdaş kurarak oturur, günün ilk kahvesini sigarasını içerdi.Bir özelliği de kendi kendine tıraş olmamasıydı.

15.DÜZEN TAKINTISI VARDI
Evinde ,çevresinde hatta konuk olduğu evlerde bile eğri duran eşyaları düzeltmeden rahat edemezdi.

16.HOŞGÖRÜLÜ LİDER
Köylünün birinin gazete kağıdına sardığı tütünü içmeye çalışırken eli yanmış,”Alın bunu kendi içsin” diyerek Atatürk`e küfretmişti.Mahkemeye çıkarılacaktı. Atatürk olayı dinledikten sonra “Onu mahkemeye vereceğinize doğru dürüst sigara içmesini temin edin” dedi.

17.SİGARA PAZARLIĞI
Hastalığının başlangıcında kendisini muayene eden Dr.Fissinger günde kaç paket sigara içtiğini sormuş, Atatürk “sekiz” demişti. Doktor bunu günde bir pakete indirmesi gerektiğini söyleyince gülümseyerek cevap
vermişti:”Ben zaten bir paket içiyorum. Bundan sonra bunu sizin izninizle yapacağım”.

18.”BU NASIL HALKÇILIK?”

Bir sabah milletvekilleri ile trene binmişti.Kondüktörün milletvekillerinden bilet parası almamasına şaşırmış nedenini sormuştu.Trenin milletvekillerine bedava olduğunu öğrenince epey sinirlenmiş, “Ne de güzel halkçılık ama” demişti.

19.”LAİKLİK ADAM OLMAKTIR!”
İlk mecliste bir oturum sırasında üyelerden biri laikliğin ne manaya geldiğini anlamadığını söyleyince Gazi çok sinirlenmiş ve elini kürsüye vurarak bir din bilgini olan üyeye cevap vermişti: “Adam olmak demektir hocam,adam olmak!”

20.KURBANLARI BAĞIŞLARDI

Gittiği yurt gezilerinde kendisi için kurban edilen hayvanlara bakamaz böyle durumlarda sırtını döner yada kesilmelerini engellerdi.

21.YABANCI DİLE MERAKI

Askeri lisede öğrenmeye başladığı Fransızca’yı sonraki yıllarda geliştirdi. Zengin bir kelime bilgisi vardı. Konuşurken araya Fransızca sözcükler de eklerdi.

22.FASULYESİNE POKER

Kumardan hoşlanmaz ama arkadaşlarıyla fasulyesine poker oynardı.Oyun sonunda kazandıklarını iade ederdi.

23.KAN GÖRMEYE DAYANAMAZDI
Cephelerde düşmanla göğüs göğüse savaşmış biri olarak en ilginç özelliği savaş meydanları dışında kan görünce fenalaşmasıydı.

24.KULAKLARI DUYAN TEK KİŞİ.

Fransız tarihçisi Herriot Ankara`ya geldiğinde Gazi`nin kulaklarının duyuyor olmasına sasırmış anılarında bunu esperili bir dille anlatmıştı: “T.C`de bir tane kulakları duyan kişi var onu da Cumhurbaşkanı yapmışlar”.

25.BİR RİCASI BAŞ AÇTIRDI
Bir gün halk arasında dolaşırken çarşaflı bir kadına rastlamış, “Hafız Hanım benim hatırım için başındaki örtüyü açar mısın?” diye sormuştu.
Kadın baş örtüsünü açarak , Atatürk`un önünde eğildi ve ellerini öptü.

26.BİLARDO VE YÜZME
Sportmen kişiliği vardı. Her gün at biner , yüzmeye gider ve bilardo oynardı.

27.EN BAŞARILI DERS.
Eğitim hayati boyunca en başarılı dersi matematikti. Pozitif bilimlere ilgisi hayatı boyunca sürdü.

28.YAĞCILARA GEÇİT YOK
Yağcılığa çok kızardı Bir aksam sofrasında kendisine gereksiz şekilde iltifat eden Abdulhak Hamit`e müdahale etti.

29.SON YILBAŞI GECESİ

1937`yi 1938`e bağlayan son yılbaşı gecesini Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile baş başa geçirmişti. O gece dolabındaki bazı elbiseleri bakana hediye etmişti.

30.KÖŞKTEKİ GÜVERCİNLİK

Kuşları çok severdi.Çankaya Köşkü`nde özel bir bakıcının ilgilendiği güvercinliği vardı.
Alıntıdır.

4 Şubat 2010 Perşembe

E Ğ İ T İ M













M E B ÖZEL OKULLAR KADAR DEVLET OKULLARINA DA İHTİMAM GÖSTERMELİDİR
Burhan Bursalıoğlu

Türkiye Özel Okullar Birliği tarafından, 28- 30 Ocak. 2010 tarihleri arasında, Antalya’da düzenlenen “Okulda yenilenme “ konulu 9. Sempozyuma, Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu ile Özel Öğretim Genel Müdürü Mehmet Küçük de katılmış.
Özel okullar, adından da anlaşılacağı gibi “Özel kişiler “ tarafından, kazanç elde etme amacıyla kurulan eğitim kurumlarıdır. Bu kurullar, kurulduklarından itibaren, öğrencilerini artırmak, daha çok kazanç elde etmelerini sağlamak için, Maliye ve MEB. eşiklerini aşındırırlar. “Ne koparırsam faydadır” felsefesini uygularlar. Yapılan sempozyum da bu amaçladır.
Sempozyuma katılan, Özel Öğretim Genel Müdürü Mehmet Küçük, Posta Gazetesi Muhabiri Fatih Öztürk’e Özel okulların eğitim sistemimize kalitenin yanında, her yönden olumlu katkı yaptığını, SBS ve ÖSS sınavlarında ciddi başarılar elde ettiklerini, ulusal ve uluslar arası bilim olimpiyatlarında sosyal ve sportif yarışmalarda başarılı olduklarını, özel okullarda 9 öğrenciye bir öğretmenin düştüğünü, Özel okullardaki öğrenci oranının genele göre çok düşük olduğunu, bunu yükseltmek için MEB. Nimet Çubukçu’nın talimat verdiğini, özel okul açmanın kolaylaştırılacağını, bunun için standartlar yönergesinin değiştirileceğini, özel okulların çoğalması durumunda dershanelerine giden öğrencilerin azalacağını, 2010 da yürürlüğe girecek mevzuatların özel okullar lehine kolaylaştırılacağını “ söylemiş.
MEB Nimet Çubukçu ‘ da “Özel okulların eğitim kalitesinin artırılmasında, birçok yeniliğin eğitim sistemimize girmesinde ve yeni eğitim yaklaşımlarının eğitimimize kazandırılmasında öncü bir görev üslenmektedir. Resmi okullarla özel okulları kıyaslamayı doğru bulmadığını, özel öğretim kurumlarını Milli Eğitimin alternatifi olmadığını, kardeşi,yakını paydası olarak gördüğünü, küresel krizde özel okullarda öğrenci sayısının 25 bin artarak 419 bine ulaştığını, bu sayının artırılması için ellerinde geleni yapacaklarını “ söylemiş.
Genel olarak özel okullara karşı değilim. Ama şu bir gerçek. Devlet okulları, özel okullar gibi Bakanlıktan maalesef ilgi görmemektedir. “Üvey evlat “ gibidir. Özel okullardaki modern araç gereç yanında, Devlet okullarının bir çoğu sobalı, kömürlü, elektriksiz, susuz, çatısı akar, boyasız, badanasız, spor salonsuz, kütüphanesiz, oyun sahasız, laboratuvarsız, atölyesiz, araçsız gereçsiz…. Daha önemlisi öğretmensiz. Niye olmasın ki? Devlet okullarındaki başarılı öğretmenlere, maaşının 2-3 katı teklif edilince soluk özel okullarda alınıyor. Boş zamanında ikinci iş için gece gündüz çalışan öğretmen bu teklif karşısında " düşüneyim " der mi acaba? Zannetmiyorum.

Görüldüğü gibi, Bakanlığın özel okullara olan ilgi ağırlıkları her zaman, terazinin kefesini bastırmaktadır.
Ben bu adaletsizliğe karşıyım. 33 yıl Devlet okullarında, 7 yıl da özel okullarda idarecilik yaptığımdan , her iki kuruluş arasındaki farkları iyi bililirim. İstiyorum ki, Bakan Nimet Çubukçu’nun ifade ettiği paydaşlık, kardeşlik, alternatifsizlik gerçekleşsin.
Özel okullardaki öğretmenlerin çoğu Devlet okullarından gelmedir. Deneyimli ve kalitelidirler. Bunlara ," sabit ücret politikası uygulanmadığını, performanslarına göre maaş aldıklarını" söyleyen Mehmet Küçük, aynı sistemi de Devlet okullarındaki öğretmenlere de uygulamayı düşünmez mi acaba? Devlet okullarındaki öğretmenler 40 -50 öğrencili sınıflarda eğitim verirken, performasına göre en az Devlet okulu öğretmenlerinin maaşlarından 2-3 kat maaş alan öğretmen 15-20 öğrenciye eğitim vermektedir. Üstelik , ilkokul sınıflarında, yabancı dil, resim, beden eğitimi, müzik , bilgisayar gibi derslere de başka öğretmenler girmektedir.
Öğrenci sayısının artması için uğraşan Bakanlık temsilcileri, özel okullarda, 9 öğrenciye bir öğretmen düşüyor diyorlar. Şöyle bir küçük hesap yapalım. Özel okulda bir öğrencinin yıllık ücreti yaklaşık 20 bin lira. İki öğrencinin ki 40 bin lira. Bu iki öğrencinin yıllık ücretini bir öğretmene yıllık maaş karşılığı olarak verseler, geriye 7 öğrencinin yıllık ücreti okula kalır. Yani gelirin % 77 si.
Bakanlık temsilcileri, özel okullardaki öğrenci oranlarının, gelişmiş ülkelerde çok yüksek, bizde çok düşük olduğunu söyleyip, Hollanda, Avustralya, Belçika ABD ve diğer gelişmiş ülkelerin seviyesine çıkarmak için destek vermek gerektiğini söylemektedirler.

Türkiye, saydıkları ülkeler gibi gelişmiş bir ülke midir? Onlarla, ekonomik açıdan aynı kefeye girebilirmiyiz? Onların, fert başına düşen milli gelirlerine ulaşabilir miyiz? Onlarla kıyaslanabilir miyiz?
Ülkemizde, bir memur çocuğu yıllığı 20 bin lira olan bir özel okula gidebilir mi? Orta halli bir esnafın oğlu, kızı bu okullara gidebiliyor mu? Bakanlık, acaba bu tür bir istatistik bilgiye sahip mi? Belki sahip bilemiyorum. Çabalarının başarıya ulaşması, gelişmiş ülkelerdeki orana ulaşmak için halkın yaşam seviyesini yükseltme uğraşı verilsin ki, vatandaş, " Devleti mi, özel okulu mu" seçebilme imkanını kazansın.

Bakan Çubukçu ,Özel okullarla Devlet okulları nın alternatifsiz, kardeş ve paydaş olduklarını belirtiyor: Bu nasıl söylenebir anlamıyorum. Bırakın, iç donanımları, personeli, ekonomik imkanları, öğrencilerin sosyal kalitesi, kıyafetleri ve fiziki yapılar dahi birbirinden farklı. Eğitim programları, müfredat konuları dahi değişik. Hatta ve hatta, bir kısım özel okullar, kurucusunun görüşüne uygun olarak eğitim verir.
Özel okullardan mezun olanlar daha mı başarılı? Kendilerine verilen hizmet ve imkanlar karşısında başarılı oldukları düşünülebilir. Başarılılar da vardır. İnkar etmiyorum. Ama tüm imkansızlıklara, sıkıntılara, yoksulluklara rağmen SBS, ÖSS, ÖSYS gibi sınavlarda ön sıraları işgal eden öğrencilerin okullarının devlet okulları olduklarını herkes biliyor. Burada özel okulları aşağılamıyorum. Ama bu bir gerçek. "Yiğidin hakkını verelim dersek" yabancı dil, sanatsal ve sportif faaliyetlerde ki başarının, özel okulların hakimiyetinde olduğunu kabul etmekteyim.

SONUÇ: Bakanlık olarak, özel okullara gösterilen ihtimam Devlet okullarına da gösterilsin. Devlet okullarındaki öğretmenlere, öyle maaş verilsin ki, özel okul sahiplerinin tekliflerini cazip bulup uçmasınlar.
Özel okul öğretmenlerinin alacakları maaşlarda bir tavan belirlensin. Veya, özel okul öğretmenlerinin maaşları da, diğer öğretmenlerin aldıkları maaş baremine bağlansın.
Okul açmak için konan koşulları kapsayan standartlar yönergesi değişmesin. Yani, her önüne gelen, parası olan, mantar gibi okul açamasın.

2 Şubat 2010 Salı

A T A T Ü R K



















Atatürk’ün Kitap Sevgisi
Burhan Bursalıoğlu
Kitap, Atatürk’ün sevdiklerinin başında gelir. Öyle olmasa, bir subayın, kurulan yepyeni bir devletin, asırlarca yaşayabilmesi için atacağı temelin, demirini, harcını,derinliğini, yüksekliğini, o temel üzerine kurulan binanın, yarayışlı, faydalı, kullanılacak çürümeyen,eskimeyen, dökülmeyen, solmayan malzemelerini , bir mühendis edasıyla seçip, yerli yerinde kullanmasını becerebilir miydi?
Atatürk, çocukluğunda başladığı kitap okumayı, ölünceye kadar devam ettirmiştir.Bu nedenledir ki, eğitime çok önem verir ve her fırsatta okulları ziyaret eder, öğretmen ve öğrencilerle konuşurdu.

Atatürk, okumanın dışında iyi de bir yazardı. CHP nin 15-20 Ekim 10927 tarihinde, ikinci genel kurulunda 36.5 saatte, 6 gün süren ve bizzat okuduğu NUTUK’ un haricinde,
TAKIMIN MUHAREBE TALİMİ
BÖLÜĞÜN MUHAREBE EĞİTİMİ,
SUBAY VE KOMUTAN İLE KONUŞMALAR,
TAKTİK, TATBİKAT VE SEYAHAT,
CUMA ORDUGAHI
VATANDAŞ İÇİN MEDENİ BİLGİLER
GEOMETRİ KLAVUZU
Adlı kitapları yazmıştır.
Atatürk’ün tüm bilinen özelliklerinin yanısıra kitap sevgisini, yakınında bulunmuş olan arkadaşları da zaman zaman dile getirirler. “Onun bir kitabı merak ettiğinde, bitirmeden uyumadığı ya da çok az uyuyarak okumaya devam ettiği” ni anlatırlar. Kitap okumayı tutku derecesinde seven Atatürk, Cumhuriyet sonrası zamana kadar yerleşik bir hayatı olmadığı için, çok istemesine rağmen kütüphane kurmaya muvaffak olamamış, yanında okumak istediği, sevdiği, faydalı bulduğu kitapları taşımakla yetinmiştir. Ancak Ankara ve İstanbul'da sürekli olarak kalmaya başladıktan sonra kütüphane kurabilmiştir.

Atatürk, Ankara'ya yerleşmesinin ardından Keçiören'deki köşkünde kütüphanesini kurmuş, fakat zamanla bu evin, ihtiyacı karşılayamaması üzerine yeni bir köşk yapılmıştır. Atatürk, köşkü yapacak olan mimardan iki özel istekte bulunmuştur: Birincisi, geniş ve ferah bir yemek odasının, ikincisi de geniş bir kütüphanesinin olmasıdır.

Aslında Atatürk'ün yeni bir köşke ihtiyaç duymasının temel nedenlerinden biri, Afet İnan'ın dediğine göre, geniş bir kütüphaneye olan ihtiyaçtı. Eski köşkün kütüphanesi Atatürk'ün hem çalıştığı, hem de gündüz misafirlerini kabul ettiği bir yerdi. 1930'dan sonra yeni alınan kitaplar kütüphaneye sığmaz olmuştu. Atatürk bu kütüphanede saatlerce çalışır, okur, okuduğu kitapların altını kırmızı ve mor renkli kalemlerle çizer, kenarlarını işaretler, notlar alırdı. ( 1970 LERDE OKUNAN KİTAPLARDA ALTLARI KIRMIZI İLE ÇİZİLEN KİTAP SAHİPLERİ İÇERİ ALINIYORDU.)Atatürk, yeni yapılacak köşkte geniş bir kütüphane olmasını, bu kütüphanede haritalarını rahatça yayabileceği ve kitaplarını koyabileceği geniş bir masa istemişti.

Atatürk'ün hizmetinde bulunanlardan Cemal Granada, Atatürk'le Vasfi Çınar arasında geçen bir konuşmayı anlatırken; ondaki okuma alışkanlığının çocuk yaşlarında kazanıldığını da belirtir:

“Boş zamanlarında Atatürk'ün elinden tarihle ilgili kitapların düşmediğini hatırlarım. Bir gün yine Atatürk, tarihle ilgili kalın bir kitap okuyordu. Öylesine dalmıştı ki, çevresini görecek hali yoktu. Bir sürü yurt meselesi dururken devlet başkanının kendini tarihe vermesi, Vasfi Çınar'ın biraz canını sıkmış olmalı ki, Atatürk'e şöyle dediğini duydum:

- Paşam! Tarihle uğraşıp kafanı yorma... 19 Mayıs'ta kitap okuyarak mı Samsun'a çıktın?

Atatürk, Vasfi Çınar'ın bu çok samimi yakınmasına gülümseyerek şöyle karşılık verdi:

- Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydım, bu yaptıklarımın hiç birisini yapamazdım.”

Kitaplar ve okuma konusundaki hassasiyeti diğer devlet temsilcileri tarafından da fark edilmişti. Türkiye'de görev yapan Amerikan büyükelçisi General Charles H. Sherril, Atatürk'ün kendisini kütüphanesinde kabul etmesinin ardından hissettiklerini şöyle anlatmaktadır: "Bugün Mustafa Kemal kendisini ilk günkünden daha rahat hissediyordur, çünkü kütüphanesindeydi. Yaradılışı itibarıyla okumayı ve araştırmayı seven insanlar kendi kitaplıklarında, kitapları arasında bütün güçleri ve büyüklükleriyle görünürler. Şimdi ne masanın üstünde yayılı duran haritalardan, ne de odayı tüm duvarlarıyla dolduran kitaplardan bahsetmeyeceğim..."


Atatürk’ün kitaplığında bulunan ve okuduğu bazı kitaplar aşağıdaki gibidir;

Ahmet Vefik Paşa : Lehçe-i Osmani
Ahmet Vefik Paşa : Lehçe-i Osmani
Mehmet Salahi : Kamus-u Osmani
Avram Galanti : Türkçede Arabi ve Latin Harfleri ve İmla Meselesi
Mehmet Ali : Tahsil-i Lisan-ı Alman
Nüzhet : Kendi Kendine Almanca
Ahmet Cevat : Türkçe sarf ve nahif
Kazım Nami : Türkçe Oku, Türkçe Yaz
Mithat Sadullah : Latin Harflerinin Türkçeye tatbiki
İbn Emin Mahmut Esat : Tarih-i Din-i İslam
Osman Bin Süleyman : Kamus
Lütfullah Ahmet : Hayat-ı Hazret-i Muhammet
Abdunnaim Bin Hasan : Ceridetül Evail ve Hamidetül Evahir
Ahmet Halit : İslam Büyükleri
Abdurrahmanil Cami : Tercüme-i Nefhatül İnsan
Mehmet Cemil : Hukuku Düvel
Katip Çelebi : Cihannuma
Feridun Bey : Feridun Bey Münşeatı
Mehmet Bin Sait : Kitabü’l Tabakatü’l-Kebir
Şemseddin Sami : Kamusu Alam (6 cilt)
Şemseddin Sami : Kamusu Okyanus
H.Z. Ülken : Aristo Metafizik
Süheyl Ünver : İbn-i Sina
Ahmet Rifat : Lügat-ı Tarihiye ve Osmaniye
M.Fuat : Amerika’da Tükler ve Gördüklerim
Rıza Tevfik : Kamus-u Felsefe
Cemal Paşa : Hatırat (1913 - 1922)
Mehmet Cemil : Sulhta ve Harpte Hukuku Düvel
Evliya Çelebi : Seyyahatname
Suphi : Tekmiletül’l-iber
Lütfi Simavi : Devr-i İnkılap
Mustafa Necip : Selimname
Osmanzade Taib : Hakikatü’l Vüzera
Ahmet Saip : Vaka-i Sultan Aziz
Ahmet Hilmi : Tarih-i İslam
Mazhar Fevzi : Hayr-i Sahil
Ziya Paşa : Endülüs Tarihi
Resulzade Mehmet Emin : Azerbaycan Cumhuriyeti
Ali Reşat : Tarih-i Osmaniye
Ali Reşat : Kurun-u Cedide Tarihi
Sebahattin : İttihat ve Terakki Cemiyetine Açık Mektuplar
Mahmut Esat : Tarih-i Dini İslam
Ahmet Mithat : İnkılap
Ahmet Cevdet : Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa
Mustafa Efendi : Tarih-i Selanik
M. Şemsettin : İslam Tarihi
Ahmet Rasim : Osmanlı Tarihi
Necip Asım : Türk Tarihi
Mustafa Nuri Paşa : Netayic-ül Vukuat
Mehmet Zihni : Neşahir-ün Nisa
Mehmet Şemsettin : Mufassal Türk Tarihi
Ziya Gökalp : Türk Medeniyeti Tarihi

29 Ocak 2010 Cuma







Çanakkale Savaşında meçhul bir Kamanlı askerin kahramanlık öyküsü


Burhan Bursalıoğlu



Türk Milletinin var olduğundan itibaren, toplu ve ferdi kahramanlıkları ciltler dolduracak kadar boldur. Yakın tarihimizin, özellikle, birinci Cihan savaşı içinde Çanakkale, Kafkas, Suriye, Balkanlar da ve Kurtuluş Savaşımızın her cephesinde, kent ve kasabalarımızdaki, ferdi ve yöresel toplu kahramanlıklar, bunların kahramanları sayılamayacak kadar çoktur. Bu isimli ve isimsiz kahramanların maceralarının çok azı günümüze kadar gelmiştir. Diğerleri ise isimsiz kahramanlar olarak tarihimizde yer alacaklardır.

Aşağıda, Çanakkalede şehitlik mertebesine ulaşan, er Kahraman Sadık'ın, canını Vatan için nasıl hiçe saydığının hikayesini bulacaksınız.


Çanakkale Savaşlarının tarihimizin en kanlı savaşlarından biri olduğunu hepimiz biliriz. Bu savaşlarda dökülen kanlarla birlikte, öylesine kahramanlık öyküleri oluşmuş ki, birçoğu, asker ve subaylarımız birliklerinde hepsinin şehit olması nedeni ile bizlere ulaşamayanlar da vardır.
Kültür Bakanlığının yayımladığı “Destan ve Abide Çanakkale” belgesel kitabının 24. sayfasında şöyle bir not düşüldükten sonra, kahramanımızın öyküsü anlatılır:
Ankaranın Kohisar Nahiyesinin Kaman Karyesiden Oru Oğullarından Kadir Oğlu Sadık 301
Komutan anlatıyor:
“17 Ağustos 331 (30 Ağustos 1915) Kerevizdere Kurt Kuyuları. Harbin en müthiş ve en ateşli bir gününü yaşıyorduk. Düşman piyade ateşi, bombaları; alışıklık sebebiyle artık bize alelade geliyor, hatta bir eğlence teşkil ediyordu. Üzerimizden geçen kurşunları hemen el ile tutacak gibi idik.


Fakat bugün düşman; ölüm fırtınaları koparan mermilerini o kadar büyük bir memnuiyetle üzerimize savurmuş ve o kadar çok torpil atmıştı ki, nasıl bulup da siperlerimizin alt üst olmadığına onlardan ziyade biz hayret ediyorduk. Düşmana bu müthiş faaliyetini, yine bir mi’ tad bir şey kazandırmamakla nihayetlendiren gece hulûl etti.
Biraz sonra bölüğümün Birinci Takım Çavuşu bana yaklaşarak: “Efendim, dedi, bizim Takımdan Kadir Oğlu Sadık şimdi siperden fırladı, düşmanın gündüz attığı torpillerin patlamayanları var. Onları kucaklayıp düşman siperlerinin önüne götürp bırakıyor. Kendisine o kadar söyledik; Etme be Sadık! Gel.. Tehlikelidir! dedik ama dinlemedi".. ve eliyle göstererek:
İşte dedi, Bakın!

Hakikaten, kahraman Sadık, karanlıktan istifade ederek torpilleri ta düşman siperlerinin önüne taşıyor, yerleştiriyordu.
Dönüşünde Sadık’a bağırdım;
-Sadık ne yaptın?, dedim. Yarın yine bize atın diye mi düşmana torpil taşıyorsun?
“Hayır komutanım,” dedi.” Onları kendi kazdıkları kuyuya düşüreceğim.”
Nasıl Onlara cebhane, mermi torpil taşıyarak mı?”
“Kusura bakma komutanım . Bana yarın sabaha kadar müsaade et.. O zaman
düşman siperlerinde (yırtık) kuyuları görürsün.”
Maksadını anlamıştım; Bu yiğit ve fedakâr vatan evladını bakışlarımla ve bütün ruhumla takdir ve teşvik ederek “Peki Sadık! Göreyim seni” dedim..


-18 Ağustos 331 (31 Ağustos 1915)-

Şafak atar atmaz düşmanın karşımızdaki iki siperi müthiş tarrakalar, samia hıraş infilaklerle alt üst olduğu ve pek çok telefat vuku bulduğu görülüyordu.
Kahraman Sadık, gece yerleştirdiği torpilleri, tam isabetli endahtlarıyla infilak ettirmeğe muvaffak olmuştu. Hemen yanına gittim.
Ben ona “Aferin Sadık” diye beyan-ı takdir ve teşekkür etmek isterken, O: “Komutanım, bak! Akşam yerleştirdiğim bombvalar, kuyuları görüyon mu?” diyor ve gülüyordu.
Akşama kadar yapılan hücumlardan hep Sadık’ın düşmana bir arslan gibi saldırdığını gördüm. Ne çare ki akşam üzeri hain kurşun onu yeni bir kahramanlığı sırasında topraklara serdi. Yine kendi kurşunuyla yaralanan bir düşman neferini ölümden kurtararak siperimize getirmek üzere iki yan tarafına gelen bir kurşun, Sadık’a pek sevdiği “ rütbe-i şahadete “ kavuştu.


Bu Vatan ve Millet için, canını esirgemeyen, Tüm şehitlerimizin ruhları şad olsun

27 Ocak 2010 Çarşamba

T A R İ H



Kore Savaşının Kahraman Türk Tugayı


Burhan Bursalıoğlu
1950 tarihinden sonra doğan çocuklar, Kore savaşını ve orada kahramanca kazanılan Kunuri Meydan savaşını bilmezler. Sadece kitaplardan, kısa başlıklarla bilgilendirilmişlerdir. Bu amaçla, belkide unutulmuş olan o savaşta Türk Askerinin gösterdiği ve Kore savaşının kaderini tayın eden Kunuri Meydan savaşının hatırlanması maksadıyla kaleme aldım.
Kore Savaşı bundan 59 sene önce, 25 Haziran 1950′de Sovyet desteğini arkasına alan Kuzey Kore’nin 38.nci paraleli geçerek Güney Kore’yi işgale girişmesiyle başlamıştı. Fakat kısa sürede Amerika önderliğindeki BM ülkelerinin ve Çin’in de içine gireceği büyük bir savaşa dönüşmüştü. BM üyesi olan Türkiye ise yapılan çağrıya en erken şekilde cevap verip, 5,000 kişilik bir tugay ile savaşa katılmıştı.

1953′e kadar süren savaş sonunda iki tarafında hiçbir kazancı olmadı. Kore tam bir yıkıma uğradı. Üç milyon insan hayatını kaybetti.
Ülkemiz o yıllarda Birleşmiş Milletler’in bir üyesi ve 2nci Dünya Savaşı sonrası artan Sovyet baskısından kurtulabilmek için müttefik arayışı içindeydi. NATO’ya savaştan önce başvurmuş olan Türkiye, Kore Savaşı’na bir tugay ile katılarak süreci hızlandırmış ve 1952′de ittifaka girmiştir.
Türkiye’nin gönderdiği tugayın mevcudu; 259 subay, 395 astsubay, 22 askeri/sivil memur, 4414 er ve erbaş olmak üzere toplam 5,090 kişiydi. Tuğgeneral Tahsin Yazıcı emir ve komutasında başlıcaları Kunuri ve Kumyangjangni muharebeleri olmak üzere birçok savaşta kahramanca çarpışmış, tüm dünyanın takdirini kazanmıştır. Özellikle Kunuri savaşında tugayımız tek başına, Çin ve Kuzey Kore ordularının saldırılarını durdurarak, Amerikan 8.nci Ordusu ile 9.ncu Kolordusunu çembere alınmaktan ve Amerikan 2nci Tümenini mutlak bir imhadan kurtarmıştır.
Savaş sonunda Türk Tugayı, 717 Şehit, 2246 yaralı, 167 kayıp ve 217 savaş esiri olmak üzere 3,349 kayıp vermiştir.
Kore, Ülkemizden çok uzak bir yerde. “Türk askerinin orada işi ne ?” diyeceksiniz. Haklısınız. Yukarıda da söylediğim gibi, Nato ya girme sürecini hızlandırmak için o savaşa iştirak ettik. Topraklarımızdan çok uzaktaki yerdeki savaş bize 4000 şehidimize mal oldu. Zaten Nato ne işimize yaradı ki? Her zaman bize köstek olmuştur.
Neyse gelelim Kore’ye:.

TÜRK TUGAYI

Türk Silahlı Kuvvetleri Komutası ve Türk Tugayı’nın öncü birlikleri 12 Ekim 1950 günü Kore’nin Pusan şehrine ulaştı. Tugay’ın ana kısmını oluşturan 5,090 kişilik birlik ise beş gün sonra, 17 Ekim’de intikal etti. Tugayın komutasına Tuğgeneral Tahzin Yazıcı atanmıştı. Albay Celal Dora ise yardımcı komutan olarak yanında yer almaktaydı. Birliğin tamamının Kore’ye vardıktan sonra, Tugay, Taegu yakınlarındaki ordugahta eğitim altına alındı ve aynı zamanda Amerikan savaş tehçizatı ile donatıldı. Burada aldığı hızlandırılmış eğitimden hemen sonra birlik, komutası altına girdiği Amerikan 25.nci Piyade Tümeni’ne katılmak üzere kuzeye, Kaesong bölgesine doğru hareket etti.
Kore’de savaşan her tümenin bir kapalı ismi vardı. Türk Tugayına da North-Star (Kuzey Yıldız-Kutup Yıldızı) ismi verilmişti.

Kore Savaşı’nda Türkler
25 Haziran 1950’de 38.nci paraleli aşarak Güney Kore’ye saldıran Kuzey Kore kuvvetleri, Güney Kore’nin büyük bir kısmını ele geçirmiştir. Güney Kore’nin elinde sadece Pusan-Taegu köprü başı kalmıştı. Bu saldırı karşısında; ABD Birlikleri ve diğer BM kuvvetleri savaşa müdahale ederek durumu tersine çevirmiş, Kuzey Kore Ordusu bozguna uğrayarak geri çekilmiştir. BM Kuvvetleri kuzeye ilerleyerek Çin (Mançurya) sınırına kadar dayanmışlardır. Bu gelişmeler karşısında Çin, savaş için yığınak yapmaya başlamıştır.
27 Kasım 1950 tarihinde düşmanla ilk teması sağlayan Türk Tugayı savaşın sona erdiği 27 Temmuz 1953 tarihine kadar; savaş azim ve iradesini koruyarak, Kore Savaşının her safhasında her türlü muharebe harekatına katılmış, üzerine düşen tüm görevleri en iyi şekilde yerine getirmiştir. Türk Tugayı’nın katıldığı Kunuri, Kumyangjang-Ni, Seul Savunması ve Vegas savaşları Kore savaşının kaderini değiştiren en önemlilerdendir
Kunuri Savaşları: (26-30 Kasım 1950)

Birleşmiş Milletler Kuvvetleri 24 Kasım 1950 sabahı, General Douglas MacArthur komutasında, ana hedefi Yalu Nehri (sınır hattı) olmak üzere hücuma geçti. Bu sırada Türk Tugayı, Amerikan 9.ncu Kolordusunun ihtiyat kuvveti olarak Kunuri kentinin 3,5 km güneybatısında konuşlandırılmıştı. BM Kuvvetlerinin saldırıları 25 Kasım gecesine kadar sürmüştü. Bunun yanında 25 Kasım gecesi akınlar halinde başlayan Çin Ordusunun saldırıları tüm cephede büyük şaşkınlığa ve karmaşaya yol açmıştı.
26 Kasım günü sabah aydınlandığında ise, Çin Ordusunun cephenin merkezinde yer alan 2.nci Guney Kore Kolordusunu yararak ilerlediği anlaşılmış, şimdi ise cephenin batı kısmında yer alan Amerikan tümenlerine doğru ilerliyordu. Güney Kore Kolordusunun bölgesinden Tokchon’a doğru ilerleyen Çin kuvvetleri özellikle Amerikan 8.nci Ordusunu ve doğrudan Amerikan 9.ncu Kolordusunu tehdit etmeye başlamıştı.
Bunun üzerine 9.ncu Kolordu, yedekteki Türk Tugayını doğu ve gerisini tehdit eden kuvvetlere karşı ileri sürdü. Gün batımından hemen sonra, 26 Kasım’da Tugay, Kunuri-Kaechon-Sinnimni-Wawon-Tokchon doğrultusunda yürüyüşe geçti. Türk Tugayına Tokchon kentini alma görevi verilmişti. Tugay, normal şartlarda yedek birlik olarak kendisine göre çok kalabalık ve üstün bir düşman kuvvetine karşı ve olumsuz şartlar altında savaş alanına doğru yürüyüşe devam etti.
Geceyi Wawon’da geçiren Tugay, 27 Kasım sabahı 05:30’da tekrar yürüyüşüne başladı. Türk Tugayı, Karill Yon Dağı’nın eteklerine ulaşmaya başlamış ve öncü kuvvetleri Tokchon Vadisi’ne sarkmaya başlamış olduğu sırada (14:30), Kolordu’dan “Daha fazla ilerlemeyin, ulaştığınız yerde hemen savunma pozisyonuna geçin” emrini alarak durdu. Tuğgeneral Tahsin YAZICI ise görünüşte pek önemsiz gibi görünen “Eğer Changsangni bölgesindekiler sizin askeriniz değil ise, gözlem uçaklarımız o bolgede kimliği bilinmeyen alay büyüklüğünde bir askeri varlık tespit etmiştir” istihbaratını tehlike olarak algılayarak, Tugaya -Kolordu emrinin aksine-, 15 km geride Wawon’da savunmaya geçmesini emretmişti. General Yazıcı’nın bu kararı Türk Tugayını neredeyse mutlak bir imhadan kurtarmış ve müttefik kuvvetlerin bozguna uğramasını da engellemiş oldu.
Burada kısaca birşeyi açıklığa kavuşturmak gerekiyor. O zamanlarda kamuoyumuzda çokça dillendirilen “ABD’li general Tugayımızı yem olarak kullanıp harcadı.” savlarının doğruluk derecesi olduğunu belirtmek zorundayız. Kendi açımızdan baktığımızda, Tuğgeneral Tahsin Yazıcı’nın, Tugayın varlığını korumak ve verilen görevlerin başarıyla yerine getirilmesi söz konusu olduğu zaman sorumluluğu üzerine almaktan çekinmediğini görüyoruz. General Yazıcı hiç bir zaman, ABD’li generallerin yaptığı gibi, “Dur-Devam” benzeri kısa ve belirsiz emirler vermemiştir.
Tugayın artçı muhabere gücü olan Takviyeli Keşif Birliği, 27 Kasım gecesi 24:00’de başlayan düşman akınını 28 Kasım sabahına kadar oyalayarak düşmanın Tugaya gece saldırmasını önlemiştir.
28 Kasım sabahı 08:00’de Tugayın asıl Wawon savaşı başlamıştı. Sayıca üstün olan düşmanın gün boyu süren saldırıları sonucu ilk olarak ön hatlar, daha sonra artçı hatlar düşmüştü. Öğle saatlerine doğru, düşmanın yapmaya çalıştığı çevirme harekatları karşı saldırılarımızla püskürtülmüştü. Öğlen saatlerinde ise düşmanın, Tugayın etki sahasının ötesine asker kaydırarak Kunuri-Wawon yolunu kesmeye çalışması üzerine, General Yazıcı Tugayın Sinnimmi bölgesine geri çekilmesi için emir verdi. Bu şekilde anlaşılmıştı ki, Tugayın her iki tarafı da açıktı ve dost kuvvetler bölgeden çekilmişti. Burada, bu noktanın altını çizmek gereklidir.
Kore Savaşı boyunca düşman, her seferinde komşu bölgelerdeki dost kuvvetlerin cephelerini yararak Tugayımızın etrafını sarma şansı bulmuştur. Fakat hiç bir düşman saldırısı Türk Tugayının cephesini yarmada başarılı olamamıştır.

Akşam 18:30’da Tugayın Wawon’dan Sinnimmi bölgesine geri çekilişi başlamıştı. Sinnimmi’ye geri çekilen birlikler aceleyle savunma mevzileri hazırlamışlardı. Saat 24:00’de düşman saldırısı başladı. Müsait pozisyondaki birimler savunmaya devam ederken, Tugayın tutunamayan diğer birlikleri Kunuri’ye doğru çekilmeye başlamışlardı. Tugay Komutası’nın sert ve azimli tutumu sayesinde geri çekilenlerin bir kısmı Sinnimmi’nin batısında durdurularak yeni bir savunma mevzisi oluşturuldu.
29 Kasım sabahı, Sinnimmi’de düşman kuşatması altında olan 2.nci Tabur ve 2.nci Takımı kurtarmak üzere bir Piyade Takımı tarafından saldırı düzenlendi. Düşman kuşatması yarıldı ve birliklerin Kaechon’a geri çekilmesi sağlandı. Öğleden sonra, düşmanın Kaechon’daki mevziye yönelik saldırılarında, düşman son askerine kadar yok edildi. Buna rağmen düşmanın, Tugayın etki sahasının ötesine doğru, arkaya gönderdiği kuvvetler durdurulamamıştı.
Bu durum karşısında, General Yazıcı saat 15:30’da 2.nci ve 3.ncü Taburlara Kaechon’un batısına çekilme emrini verdi. Taburlar Kaechon’dan 2 km bile ilerleyemeden, üç yönden gelen etkili düşman ateşi karşısında küçük gruplara ayrılmak zorunda kaldılar. 29 Kasım gecesine girerken, Hacham-Kunuri yolu tutulmuş ve düşman kuşatması tamamlanmıştı. Saat 17:15’de Kaechon’dan çekilen 1.nci Tabur, Hacham kuşatmasında çatışmaya girdi. Birlikler dağılmış, irtibat ve idare olmamasına rağmen, genç subaylar komutasındaki küçük gruplar düşman kuşatmasını yarmaya başlamışlardı. Tugay bütün gece süren saldırı ve sızma operasyonlarıyla Hacham kuşatmasından çıkmayı başarmıştı.
30 Kasım 1950’de Kunuri’nin güneyinden Sunchon’a ilerleyen çeşitli gruplar burada yeni bir düşman çemberiyle karşılaştılar. Sunchon Geçidi son iki gündür düşman kontrolünde bulunuyordu. Kuzeyden Amerikan 2.nci Tümeninin ve güneyden İngiliz Tugayının yaptığı saldırılar da sonuç vermemişti. Kısa bir dinlenmenin ardından, askerlerimiz Sunchon Geçidi’nde mevzilenmiş olan düşmana karşı saldırıya geçtiler. Amerikan askerleri ve tanklarının da katıldığı bu saldırıdan sonra geçit açıldı.
Türk askerinin süngüsü gücünü bir kez daha göstermiş ve 2.nci Tümenin taştan bir duvarla karşı karşıya kaldığı Sunchon Geçidi’ni açmıştı. Böylece Tugayın Kunuri adı verilen bu savaşları başarılı bir şekilde sona ermişti.
Kore’ye geleli henüz bir ay olan Türk Tugayı bu savaşlar ile; 25 Kasım 1950’de çok üstün sayıdaki Çin kuvvetlerinin baskın şeklinde başlayan saldırısından, geri çekilmeye başlayan Birleşmiş Milletler Kuvvetlerinin yan ve gerilerini korumuş, düşmanı oyalayarak bu kuvvetlerin emniyetli bir şekilde geri çekilmeleri için yeterli zamanı (3 gün) kazandırmıştır. Bu suretle BM kuvvetleri emniyetli bir şekilde geri çekilmiş ve Çin Ordusu tarafından kuşatılarak imha olmaları önlenmiştir. Bu arada Türk Tugayı’da kendisini çepeçevre kuşatan düşman çemberini yararak, çok zayiat vermesine rağmen imhadan kurtulmayı başarmıştır. Tugay, daha ilk savaşında, savaşın gidişatına etki ederek dünya çapında bir üne kavuşmuştur.
Kurtuluş savaşından sonra Türk Askerinin ilk kez savaştığı Kore savaşlarını, o zaman, tüm Türk Ulusu radyolardan heyecanla takip ediyor, özellikle Kunuri Savaşında Milletçe heyecanımız doruğa çıkmış, zaiyata rağmen, tugayın kurtuluşu hepimizi sevinçe boğmuştu.
Bu savaşta Tugay’ımızın toplam zayiatı; 767 subay, astsubay ve er’dir. (218 şehit, 455 yaralı ve 94 kayıp)
BUGÜN, SANAYİDE, ELEKTRONİKTE, OTO SEKTÖRÜNDE DÜNYA İLE YARIŞAN KORE, İŞTE O KOREDİR. BİZİ SORMAYIN...

25 Ocak 2010 Pazartesi

E Ğ İ T İ M




KİTAP OKUMAK




Burhan Bursalıoğlu

Okumak, doğduğu andan itibaren birçok eğitim süreci geçiren insan için en kolay ve en etkili öğrenme yoludur. Sahip oldukları bilgilerin %60’ını bu yolu kullanarak edinen gelişmiş ülke toplumları, günümüzde daha fazla okuma alışkanlığına sahip olmanın sağladığı avantajları her alanda yaşamaktadırlar. okuma alışkanlığı öncelikle kişilerin kendisi için edinilmesi mutlaka gereken bir alışkanlıktır.
Kitap okumanın zihni gelişmeye katkısı aslında anne karnında başlar. Anne karnındaki bebek 6. ya da 7.aydan itibaren dış dünyayı işitebilir. Kendisine kitap okunan çocukların dil gelişimi sağlıklı olmaktadır. Kitap okuyan çocukların düşünceleri, diğer çocuklara göre çok daha zengindir. Kitap okuyan çocukların iletişim kapasiteleri artmaktadır. Okuma, çocuğun kelime hazinesini de arttırmaktadır. Okul, çocuğa her bilgiyi vermez. Bu mümkünde değildir. Aynı ortam ve şartlarda okuyan iki öğrenciden, okuyan öğrencinin bilgisi, fikri, hüküm vermesi, düşünceleri, konuşmaları, bilgi ve sözcük dağarcığı, dünyaya bakış açıları arasında ,okuyanın lehine çok fark vardır.

Kitap Okumak Neden Önemlidir?
Okuyarak olayların ve gelişmelerin iç yüzünü öğrenen bir kişi, öncelikle kendine olan güvenini artırır. Güven ise aynı zamanda düşünce ufkunu geliştirip, geniş bir görüş açısı sağlayarak, olayları inceleme yeteneği kazandırır. Ayrıca okuyan kişiler, çok okumanın beraberinde getirdiği zengin kelime dağarcığına sahip oldukları için, etkileyici konuşarak hitap ettikleri kişilerde etki de uyandırırlar. Bu etki ise insanlarla ilişkileri güçlendirmekte, kişiye daha sosyal bir karakter kazandırmaktadır. Dahası, geniş kelime dağarcığı, insanın daha fazla kavramla düşünebilmesini de sağlar. Yani düşünce kapasitesini ve kültür düzeyini artırır. Boş zamanlarını, çoğu zaman hiçbir yararlı bilgi aktarmayan televizyon karşısında geçirmek yerine kitap okuyarak değerlendiren bu kişiler, edindikleri bilgi ve kültür sonucunda aynı zamanda toplum içinde etkin bir kişiliğe sahip olurlar. Tüm bu özellikler, kişilerin öncelikle kendileri için okumaları gerektiğinin çok önemli bir göstergesidir.
Okuyarak zaman kazanmak, otobüs, tren, uçak gibi ulaşım araçlarında, plajlarda, zorunlu olarak geçen boş zamanlar kitap okuyarak değerlendirilmelidir. Bu konularda, gelişmiş ülkelerin aldığı yol oldukça fazladır. Her yerde, her zaman batılı ülkelerin vatandaşları kitap okuma alışkanlığına gösterilen en güzel örneklerdir.

Okuma olayı bir uzun yolculuktur, beşikle başlar, mezarla biter. Okuma iğneyle kuyu kazmaktır, kararlılık ister, sabır ister. Okuma bir arayıştır, hakikatı, doğruyu, güzeli bulmaktır… Umut ve heyecandır okumak.

Doğru Kitap Nasıl Seçilir?: Okuma alışkanlığı ile ilgili tüm bu ayrıntıların yanı sıra, özellikle dikkat edilmesi gereken bir nokta, okunacak kitabın seçilmesinde özen gösterilmesidir.
Bir yıl içerisinde basılan binlerce kitabın arasında elbette faydalı eserlerin yanı sıra kitap olarak değerlendirilemeyecek yayınlar da vardır. Tüm bu kitapların arasında okunacak doğru kitapları seçmek ise ancak kişileri doğru yönlendirmek ile mümkündür. Öncelikle okunacak eserlerin okuyacak kişiye heyecan vermesi ve kişinin kitabı zevk alarak okuması önemlidir. Okuyan kişinin gelişmesinde faydalı olacak içeriklere sahip kitaplar olmalıdır kolay anlaşılır ve samimi üsluptaki kitaplar, okuyan kişilerde çok daha hızlı etki uyandırır. Bu da her okuyan kişinin bilgileri kolay anlamasını ve öğrendiklerinin aklında kalmasını sağlar. Hiçbir bilimsel dayanağı olmayan, şüpheli izahlara dayanan, yalan ve safsatalarla dolu olan kitaplar elbette kişilerde olumsuz etkilere neden olur. Bu olumsuz etkiler ise ancak bilimsel gerçeklere dayanan, okuyan kişiyi yormayan, sade anlatımlı ve kolay anlaşılabilen kitapların okunması ile engellenebilir.
Kitap güzel bir hediyedir Kitabı, güncel bilgilere sahip olmak için okunması gereken dergi ve gazetelerden ayıran en önemli özellikleri kalıcılığı ve her zaman başvurulacak bir kaynak olmasıdır. Dergi ve gazetelere oranla çok daha detaylı bilgiler içeren kitap doğru seçim yapıldığında okunduğu her dönem yarar sağlayacak bir kaynaktır. Bu da okuyan kişinin ardından, sonraki nesillerin de kitaptan faydalanmasını sağlar
İnsanlarımızın çektiği ekonomik sorunlar nedeniyle, kitap fiatlarının yüksek olması günümüzde yaygın olan okumama nedenlerinden biridir. Durumu iyi olanların ise, kitaba ayıracakları meblağı fazla bulmaları ise şaşılacak bir tepkidir. Oysa, içki, sigara, kumar ,sınırsız eğlence hayatı ve fuzuli masraflara çok rahat bir şekilde gereken maddi kaynak ayrılmaktadır. Üstelik bu miktar, kitaba verilecek olanın kat kat fazlasını bulabilmektedir.
KISACA: Kitap okuma: bir ilaçtır,düşünceleri olgunlaştırır, etrafı güzel görmeyi sağlar, güvenilir bir çevresi olur, hayatı sever, okul başarısını yükseltir, anlama gücünü ve konuşma yeteneğini güçlendirir,genel kültürü artırır, meslekte başarı seviyesini artırır, zihni açar, tenbellikten, hantallıktan kurtarır, okuyanı bir ” bilen “ yapar, bilgi dağarcığını ve kelime haznesini geliştirir, sitresi azaltır, dünyaya olan bakış açısını değiştirir, düşünceyi besleyen, geliştiren, çabuklaştıran etkendir, toplumsal ilişkilerini , hayal gücünü artırır, insanı erdemli kılar.

KİTAPLA İLGİLİ BİRKAÇ SÖZ

Kalem, acemi avcıların elinde hedefini şaşıran bir ok da olabilir
. Baraccio

Hiç bir iyi kitap, birdenbire gerçek yüzünü göstermez
. Carlye

Kitapsız büyüyen çocuk, susuz yetişen ağaca benzer Çinatasözü

Okuduğunuz eser, sizi fikren yükseltir, içinizi asil duygularla doldurursa, o eser hakkında hüküm vermek için bu duygu kafidir. Pope

Kitap zevkini bir kere tadanlar, ömürleri boyunca başka bir zevk aramazlar.

Hiç solmayacak bitki mi arıyorsunuz? İşte kitap.
Herrick

Kitapla dolu bir ev çiçekle dolu bahçe gibidir. Andrew Lang

Ülkeleri yönetenler insanlar değil kitaplardır. V oltaire
Okumak sanatların en zoru fakat en faydalısıdır. Goethe

Bazı kitaplardan insan yalnız zevk alır; bazılarını olduğu gibi yutar; bazılarını geveler ve hazmeder. Bacon


BİR DE ŞİİR

Karanlıktır, bilgisize şu dünya,
Kör olana bütün renkler anlamsız.
Okuyanlar fayda sağlar her yana,
Okumayan ağaç olur meyvesiz…

Çok kötüdür, bilgisizlik, cahillik…
Okuyanlar fayda sağlar her yana,
Hiç faydasız, boş gezmek avarelik,
Kütüphane baş tacımız olmalı…
Okumakla bilgim, görgüm artıyor,
Sorulara düzgün cevap veririm.
Onun için herkes beni seviyor,
Kütüphane benim ikinci evim.
NİLGÜN ÖZİŞLER

20 Ocak 2010 Çarşamba

kadınlarımız





ÜÇ MELEK
Burhan Bursalıoğlu

Hastalığımla ilgili yazımda, bir paragrafta, hayatımıza giren üç kadından bahsetmiştim.
Annemiz, eşimiz, ve kızımız.
Yaşadığı sürece, üzerimizde emeği olan, bizi bebek gibi gören, başımız ağrısa, ne yapacağını bilemeyen, için için ağlayan, göz yaşı döken, zamanmında eve gelmediğimizde, telaşlanan, uyumayan, sağdan soldan yardım talep eden, kötü de olsa, her hareket ve davranışımıza sabır gösteren, sorunlarımız için üzülen, çözüm arayan, her çocuğuna karşı unutulmaz fedakarlıklarda bulunan, hastalıklarımızda,günlerce baş ucumuzda gözyaşı döken, uğrumuzda canını esirgemeyen, meleğimiz annemiz.
Annelerimizin elinden alarak, yaşamımıza renk katan, anlam veren, en güzel dostumuz, sırdaşımız, arkadaşımız, dostumuz yaşam ortağımız, sıkıntılarımızda, yanımızdan ayrılmayan, ortak olan, mutlulukta mutsuzlukta, iyilikte kötülükte, tasada kıvançta, zenginlikte fakirlikte, sağlıkta hastalıkta, tek paylaşıcımız, duygularımızın ortağı, çocuklarımızın annesi, ikinci meleğimiz eşimiz.
Yaşamımız boyunca, yanından ayrılmayacağımızı düşünen, bu nedenle bizimle gurur ve güven duyan, kendini sanal ve gerçek tehlikelerden koruyan kişi kabul ederek, yürürken güve kazanmak için elimizi bırakmayan, yaşamında da gördüğü ilk erkek olarak, babalarını bir kahraman olarak gören üçüncü meleğimiz, kızımız.
Bu güzel melekler, hayatımızın anlamı, canımız, ciğerimiz.
Bizleri, kalplerinde baştacı yapan, hiçbir şeyle değiştirilemeyecek değerlere sahip üç güzel, üç melek , üç güzel harika insan.
Çocuklar, eşleri ve babaları için canlarını verebilecek olan bu üç varlığı sevmek için bir tereddüte gerek var mıdır?
En içten, en samimi, en ugrevi sevgilerle sevmemiz için, annemiz, eşimiz ve kızımı olmaları yetmez mi? Başka bir alternatif aramak gerekir mi?
İşte bütün mesele burada. Biz bu üç meleği, insanca, adamca sevebildik mi? Onlara, bekledikleri sevgiyi verebildik mi? Sevgimizi ifade edebildik mi?
Kimbilir, belkide onları, beklediklerinden de fazla sevdik. Ama bunu gösteremedik, ifade edemedik. Utandık, erkeğiz dedik, ağırbaşlı olmamız lazım dedik. Yakışmaz dedik. Söylemek isteyipte söyleyemediğimiz, yüreğimizden kopup gelen güzel sözcükleri dilimizin ucunda firenledik. Bir tek çiçeği ikram edemedik.
Hangi güçler, annemize hal hatır sormayı, eşimizin yanına oturup, onun o günkü meşgalesini sormayı, kızımıza sarılıp onu okşayıp, koklaşmamızı, öpmemizi engelledi? Hangi güç, onlara güler yüz göstermemizi, arada bir sürprizler yapıp onların mutluluğunu çok gördü?
Bilemedik, onlar da bilemediler.
Aslında çok sevdik. Sevdikte, ifade edemedik ve dengeleyemedik. Üç kadını aynı seviyede tutamadık. Dozun ayarlayamadık. Orantıları doğru kuramadık. Sevgi ve davranışlarımızı, ilgilerimizi denkleştiremedik. Bir tarafa ağırlık verince ötekine ilgisiz kaldık. Bir tarafı çok sevince öteki ni boşladık. Halbuki, sevginin bir soyut kavram olduğunu kavrayamadık. Herkese yetecek kadar , kalbimizde sevginin olduğunu açıklayamadık. Yanlışlık yaptık, hata ettik.
Onlar, o üç melek, bizi karşılıksız, hiçbir çıkar beklemeden seviyorlar, Oğlu, eşi ve babaları olduğumuz için.
Gençler için geç sayılmaz, yıllanmışlar için de sevginin geç kalmışlığı olmadığına göre birkaç önerimi yazmak istiyorum.
Öncelikle, kişilerin birbirine saygılı olmaları lazım. Sabah, akşam, evden çıkar ve girerken eşinize ve kızınıza güler yüzle , yanaklarına birer öpücük kondurunuz. Sevgi ifade eden sözcükleri, ağzınıza hapsetmeyin. Telefonla hal hatır sormayı alışkanlık haline getirin. Her fırsatta “ seni seviyorum” sözcüklerini duyacakları şekilde söyleyin. Her karşılaştığınızda, gözlerinin içine bakın, güven verin. Yolda yürürken el ele olun. Evde yardım ederken konuşun, şarkı mırıldanın, günün , anlatmaya değer konularından bahsedin. Muhatabınızın da gününün nasıl geçtiğini sorun. Her fırsatta bir çiçekle sevginizi ifade edin. Hafta sonları ailece, gezintiye veya sinemaya, alış verişe çıkın. Zaman zaman, bir müzikli yerde yapma imkanınız yoksa evde, mumların, loş ışıkların aydınlattığ bir ortamda yemek yiyin. Arada bir güzel sürprizler yapın. Her fırsatta sevginizi belli edin Ev ortamını daima neşeli tutun.
Kısaca, 3 meleğin gösterdikleri sevgiye laik olmaya çalışın.

18 Ocak 2010 Pazartesi

T R A F İ K










İNSAN YIĞINI
Burhan Bursalıoğlu

Toplu taşıma araçlarının, toplu taşımasının amaçları, insanları” tıkabasa “ doldurması değildir.
Ama bizde, insanlar, toplu taşıma yapan araçlarda, üst üste, tıka basa seyahat etmektedirler.
Şehir içi otobüsler, minibüsler ve raylı taşıma araçları.
Bildiğm kadarıyla bu araçlarda seyahat etmek bazı kuralları gerektirmektedir. Bunlardan biri de aracın aldığı yolcu sayısıdır. Her aracın bir toltuk sayısı vardır. Bazı otobüslerde de tutunmak için askılı kayışlar vardır. Onların sayısı kadar ayakta yolcu almak mümkün olabilir. Ama minibüslerde bu gereçler olmamasına rağmen tıkış tıkış insanlar alınıyor.

Bütün taşıma araçları birer mikrop yuvasıdırlar. Bulaşıcı hastalıkların en çok yayılma ortamıdırlar. Buna engel olmak imkansız ama, azaltmak mümkündür.

Bu araçların kaza yapmaması gibi bir kural da yok. Bunların yaptıkları kazalarda, zarar gören veya kaybedilen insan sayısı, araçların aldıkları yolcu sayısı ile doğru orantılıdır. Bazılarının kazancı artacak diye,kapasitesinin üstünde alınan yolculara göz yummak cinayete alet olmak değil midir?

Birkaç yıl önce minibüslere kısıtlama getirmişlerdi. “Ayakta yolcu “ alınmıyordu. Ne oldu da, o kural kaldırıldı? En azından insanlar birbirini sürtünmüyor, birbirinin nefesini hissetmiyor, öksürüğüyle başkasını rahatsız etmiyor, en önemlisi de önündekini taciz etmiyordu. Şimdi bunların hepsi oluyor.
Kurallar konurken, insan sağlığı neden düşünülmez, aklım ermiyor. Çok mu zor, izdihamı azaltmak. Bir hatta 5 otobüs gidiyorsa 7 yapılsın. Bir hatta 30 minibüs varsa, ya 40 yapılsın veya rink usulu beklemeden gidiş geliş yaptırılsın. Raylı sistemle çalışanlara birer vagon daha eklesinler. Çözüm çok ama uygulatan, denetleyen, kurallara uyan nerde? Ver caydırıcı cezayı, bakalım bir daha yapacak mı. Yaptı m ı? Al arabasını hattan, bağla.

Bazı insanların kazançları azalacak, bazı araçlar trafikten men edilecek ama, bir çok insanımıza mikrop bulaşmıyacak, olası kazalarda az insanımız zarar görecek,
İstanbul’un Avrupa Kültür ve Sanat Başkenti olması nı sağlayan yöneticilerin bu kentin trafiğini ve kurallarını , kente yakışır duruma getirmelerini bekliyorum.



RTÜK NE İŞE YARIYOR?

“TEHLİKELİ YAYINLAR “ yazımda “ RTÜK“ ne işe yarıyor ? “ diye sormuştum. Hemen cevap geldi.
Bakın FOX tv. de, komedyen Levent Kırca Habur kapısından girip, serbest bırakılan PKK lılar için sahneye koyduğu “öpüşün- barışın “ skeçi nedeniyle RTÜK, “ YAYIN İLKELERİNE TERS” gerekçesi nedeniyle, FOK sa uyarı cezası veriyor.

Levent Kırca, skecinde kendisi hakim rolünde, tecavüz ve saldırı suçu işleyen suçluları yargılıyor ama, suçlu ve şikayetçiyi “ Bunlar ufak şeyler, hadi bakayım öpüşün barışın “ diyerek serbest bırakıyor. Arkadan da nedenini anlatıyor. “ On binlerce bebeği, kadını, genci katledenler, zafer kazanmış kahramanlar gibi karşılanıyor, Fak-Fun-Fon dan yararlanıyor. Onlar suçsuz ise, o zaman bunlarınki hiç suç değil “

FOX sa gelen ceza galiba “ Açılım “ nedeniyle olsa gerek.

15 Ocak 2010 Cuma

K Ü L T Ü R

TEHLİKELİ YAYINLAR

Burhan Bursalıoğlu


Ben, öyle televizyonkolik insanlar gibi TV karşısına geçip, erlinden düşmeyen kumandayla, kanal kanal dolaşan insanlardan değilim. Haber, spor ve ilginç roportajlarla belgesellere takılırım.
Şu son 10 günlük hastalığım nedeniyle, mecburen evde kaldım. Zaman zaman kumandayı alarak kanallarla ve programlarıyla tanıştım.
Neler var neler. Ne saçma programlar, ne beyin yıkamalar, ne hakaretler, ne çelişkiler, ne isyan ettirecek kadar insanın yaşantısıyla, beslenmesiyle işiyle, gücüyle alay eden programlar. Neler, neler, nelerrr.


Hiçbir kanal, Vatandaşın çektiği, ekonomik, yerleşim, iş- güç yaşamından bahsetmiyor. Her şey süt liman. Kaygı, tasa yok. Problem yok. Herkes işine gücüne gidiyor, hafta sonu çoluk çocuğunu alıyor, lüks arabasına veya uçağına biniyor, şöyle yakın ülkelerde tatilini geçiriyor, gezip gezip geliyor. Veya ormanlık alandaki villasına gidip , şöminenin karşısında içkisini yudumluyor. Kısaca, Halkımız çok mutlu, refah ve saadet içinde. TV ler söz birliği yapmışlar gibi, tüm programları hemen hemen birbirinin aynı. Bekar, dul, genç-yaşlı kadınlara koca, bekar karısından ayrılmış veya ayrılmakta olan erkeklere kadın bulan programlar, malzemesi çok ama, yemek çeşitleri bilmeyenler için, ağzı sulandıracak, ancak ac insanları isyana götürecek kadar , alay eder gibi yapılan çeşitli yemek ve bunları beğenmeyen ac gözlü yarışmacıların gülünç iddiaları.


Sanki Halkımız, bu şaşaalı yaşamından, mutluluğundan, kurtulmak istiyor. Heyecan arıyor. Sokaklara, meydanlara dökülüyor. Buz gibi havada soyunup havuzlara girip hak aramıyor, mutluluğumuzu, gelirimizi azaltın, bize iş vermeyin, çoluk çocuğumuz savaş görmedi, macera arıyoruz, birileriyle savaşalım diyorlar. Halk ağıt yakmiyor, intihar etmiyor, bir kısım aydınımız Ergenekon davaları nedeniyle tutuklu değiller, diğerleri rahat ve tedirgin değiller, Ulusumuzun bekçisi, Atatürk İlke ve İnkilaplarımızın koruyucusu Ordumuzun içine ve komuta kademesine çomak sokmuyor, bir kısım insanlarca,” asker olmak istemiyoruz” denmiyor, memur, emekli, dul, yetim zam istemiyor, çiftçi tohum ve mazotun ucuzlatılmasını, ürettiği sebzenın pahalı alınmasını istemiyor, vergi sorunu yok, kredi kartı borcu olan yok, trafik sorunu yok, keşmekeşlik yok, herkes kardeş kardeş , en yüksek düzeyde geçinip gidiyor (!)

Görsel medyamızda bu zenginliklere (!) karşı,” halkın heyecanını artırayım, monoton zengin, problemsiz, mutlu yaşamdan biraz uzaklaştırayım,” diyerek, her kanala vurdulu-kırdılı, cinayetli, oyunlu, entrikalı, intiharlı, toplu-tüfekli, mayınlı-tabancalı, yaralanmalı- ölümlü diziler koymaya ve devam ettirmeye karar veriyor.

Yukarda olmasını arzuladığımız bir yaşamın tamamen tersini yaşadığımız bu Ülkede , medya yayınladığı dizilerle, halkın moralinin düzelmesine yardımcı olacağına aksini yapmıyor mu? Üstelik, geleceğimizi de karartmıyor mu? Türkiye sanki Teksas. Her gece ve saatte, büyük-küçük demeden, zararlımı - faydalımı demeden, bu tür diziler her kanalda yayınlanmaktadır.
Aklımda kalanları sayayım:

HESAPLAŞMA, VALİ, KAHRAMANLAR, EZEL, BU KALP SENİ UNUTURMU, KURTLAR VADİSİ, SAKARYA FIRAT, ARKA SOKAKLAR, PARMAKLIKLAR ARDINDA, KASABA, KAPALI ÇARŞI, ADANALI, ASİ, MASKELİ BALO, GENÇ SAVAŞÇILAR.
Bunlar sadece bir kısmı. İnsanlarımız bu yükü taşıyamaz. Nitekim, eline bıçağı silahı, maskeyi alanlar, ben Polat’ım, ben polısim, ben Ezel’im, ben şuyum, ben buyum diye, gasp, tecavüz, soygun ve cinayet işliyorlar.
Neden? Kahraman olmak.Dizilerdeki yöntemleri uygulamak, meşhur olmak için. Çocuklarımızda, yarın aynı yolu izleyeceklerdir. Sakın haaaa, dizi öncesi ekrana gelen kısıtlamayı herkes uyguluyor zannedilmesin. O olay bir gösteridir.

Bu olumsuzlıkları medya patronları bilmiyor mu? Bilirlerde, çok para kazanmak, bol reytink almak için bunu yapıyor ve yapmaya da devam ediyorlar.
Bu dizileri yazan senaristler, Karaiplerden mi, yoksa Teksas’tan mı geldiler. Hep aynı konular, aynı sahneler.

Peki, Türkiye’yi savaş alanı gibi gösteren bu dizileri izleyen bir kuruluş yok mu? Sakıncalıdır diyebilen, yasaklayabilen, men eden bir kuruluş yok mu. Var tabi RTÜK. Burdaki görevliler, bu dizileri seyretmiyormu? Yoksa onların hoşuna mı gidiyor? Sıcak odada, rahat koltuğuna uzanıp, elinde kahve fincanı veya içki kadehi ile bu pembe (!) dizileri izlemek için mi varlar? Yoksa, Ulusa, Vatan’a, çocuklara, geleceğimizi karanlıklara gömecek zararlı yayınlari tespit etmek, engel olmak, yasaklamak için mi göreve getirilmişlerdir?
Bunlar ne yapıyor bimiyorum.

Bu yayınları göremiyorlar sa, yerlerini dalga geçen değil, görev yapacak, o işin erbabına bırakmalılar. ( Bir idare kursunda, hocamız,” yanınıza alacağınız kişilerin , o işin manyakları olmalıdır ki, başarılı olasınız “ demişti) İşe göre adam atamak lazım.

TOPLUMU VE GELECEĞİMİZİ, KARARTAN, ÇOCUKLARIMIZA ZARAR VEREN DİZİLERİN SENARİSTLERİNİ, BUNLARI YAYINLAYAN, YAYINLAMAKTA ISRAR EDEN, BUNLARI GÖRMEYEN VE GÖRMEMEKTE DİRENEN, GÖREVLİLERİ, YÖNETİCİLERİ, MEDYA PATRONLARINI PROTESTO EDİYOR, VE BU YAYINLARIN HALKIMIZ TARAFINDAN DA BOYKOT EDİLMESİNİ ÖNERİYORUM.

13 Ocak 2010 Çarşamba

A T A T Ü R K


Sevgili dostlarım, hala yataktayım. Yazı yazamadım. Ama NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE Blogu sahibi sayın Mehmet Bilgehan'ın kendi blogunda yayınladığı ATA'ya MEKTUP imdadıma yetişti ve kendinden izin alarak hemen blogumda yayınlıyorum. Bilgehan Bey'in de ifade ettiği gibi "her sabah" değil her gün iki kez okunmasıni diliyorum.


ATA'ya MEKTUP


Satır aralarında ve gazete köşelerinde kalamayacak bir mektup. Herkese ulaşması ve her sabah yeniden okunması dileğiyle;

Değerli Büyüğümüz, Liderimiz, Sevgili Atamız,

Bugün sen doğalı 128, Cumhuriyet kurulalı 86, seni kaybedeli 71 sene oldu.
Geçen senelerde çok çalıştık, hiç durmadık.Vatanımız güllük gülistanlık.Her köşesini demir ağlarla ördük.Çevremizdeki komşularımızla oluşturduğumuz barış çemberi devam ediyor.
Emperyalist güçler hala bize diş geçiremediler.Madenlerimizin hepsini bulduk, ekonomimize kazandırdık.Osmanlı bankasından aldığımız dersle milli bankalarımızı koruyoruz.Türk sermaye birikimi zorlukla oluştu, fabrikalar kurdu, onların yüzyıllık fırsatçı uluslararası sermaye önünde ezilmemesine dikkat ediyoruz.
Bilim adamlarımızın geliştirdiği yeni ürünlerle dünyanın her yerinde aranan mamulleri üretiyoruz. Bu yüzden işçilerimiz refah içinde ve mutlu.
O çok önem verdiğin eğitim sistemimiz süper, bırak okuma-yazma bilmeyen kalmamasını herkese fırsat eşitliği, kaliteli eğitim, uzmanlaşma en üst düzeyde.Toplumun eğitim düzeyi yüksek, boş zamanlarında herkesin elinde bir kitap!
Güzel sanatlar ve spor hayatımızın içinde, herkesin ilgilendiği bir uğraşısı var.Her şehirde tiyatrolarımız, sanat gruplarımız hem halkımızı devamlı eğitiyor, hem de sosyal ortamlar sağlıyorlar.
Hele kütüphanelerimizi görmeni isterdik.Çiftçimiz her zamanki gibi baş tacımız, köyde olmak eğitimsiz olmak anlamına gelmiyor. Kendi tarlalarımızda kendimize yeterli olmak için çok çalışıyoruz.
Milletimizin birliği, ortak dilimiz sayesinde pekişti. Devletin parası hepimizin ortak varlığı, yokluk günlerini unutmadık, çok titiz bir şekilde harcanıyor.Borçlarımızın hepsinden kurtulduk, hatta bazı ülkelere boyunduruk altına girmesin özgür kalabilsin diye borç bile verebiliyoruz.
Halkımızın maneviyatı sağlam, istediği gibi ibadetini yapıyor, kimsenin kulu değil, çünkü dininin kurallarını Türkçe öğreniyor, ibadetini Türkçe yapıyor. Bu konuda fırsat olmayınca, onları kandıracak ruhban sınıfı da kalmadı.
Kurduğun tarih kurumları sayesinde, kendi tarihimizi hem materyalist çıkarcı batı bakışından, hem islamik arap emperyalizminden, hem tek yanlı kindar Çin söylemlerinden kurtardık.

Değerli Atam,

Lütfen kızma, seninle eğlendiğimizi düşünme. Senin zaten gerçekleri bildiğini biliyoruz.Bütün bunları; 71 yıldır atılan o gösterişli, ağlak nutuklardan, samimiyetsiz törenlerden sıkılmışsındır, mektubun girişinde seni birazcık gülümsetebilirmiyiz diye yazdık. Çünkü senden hatıra kalan resimlerdeki o içten tebessüm sana çok yakışıyor.
Doğrusunu istersen, senin gibi liderler artık bu günlerde pek muteber sayılmıyor. Seni bekarlık partilerindeki dansözler gibi pastadan çıkarıyorlar.
Açık konuşmak, düşünmek, yorulmadan çalışmak değer kaybetti.Artık fikir tartışmaları bile farklılaştı, halkın kimin ne demek istediğini anlamasına imkan yok. Toplum mühendisliği öyle gelişti ki, artık tutarlılığa bile gerek kalmadı. Öyleki fikrin başlığı, sloganı ve içeriği tamamen farklı olabiliyor. Barış isteyerek savaş, birlik isteyerek ayrılık, eşitlik isteyerek sömürü, demokrasi isteyerek baskı kolayca yapılandırılabiliyor. Ama sen bunların olacağını zaten biliyordun.Bize nelerle karşılabileceğimizi açıkça söylemiştin.“Ey Türk Gençliği” diyen sesin hala kulaklarımızda.Gençken bu hitabeyi her okuyuşumuzda hepimiz içimizden “üzerimize düşeni yaparız elbet” demiştik.Şu anda kaçımızın hala aynı fikirde olduğunu tahmin etmek biraz zor.Neyse! Senin ideallerine inanan, seni putlaştırmamış, her olayı bilimin penceresinden değerlendiren bizler buradayız.Eskisi kadar çok değiliz. Senin gösterdiğin yolun değil de, senin yarattığın gücün etrafında toplananların hepsi yolda döküldü. Kimisi paranın gücüne, kimisi iktidar nimetlerine dayanamadı.Kimisi dünyada popüler olmayı, ülkesinde onuruyla yaşamaya yeğ tuttu.Kimisi korktu. Anlık rüşvetleri, çocuklarının geleceğine tercih etti.Kimisi hümanist kesildi. Tarihin neden tekerrür ettiğini unutup , ülkesine başkasının gözlükleriyle bakmaya başladı.Kimisi sivil toplum örgütçüsü oldu. Parayla fikir ithalatçılığı yaptı. Kimisi kendine iktidar alanı açmak için, bugüne kadar bu ülkeyi yüzlerce kere dolandırmış kişilerle işbirliği yapıp, onları idare edebileceğini sandı.Ama hepsinin vicdanı, 128 yıl önce doğan senin görüşlerinin, günümüzde de hala geçerli olmasını kaldıramadığından, bütün yapılanların senin görüşlerine uygun olduğunu anlatmak için neler uyduruyorlar neler, yaratıcılıkta sınır yok, keşke görebilseydin.
Artık yolumuza onlarsız devam ediyoruz. Bu anlattıklarımı sakın bir şikayet, veya bir çaresizlik ifadesi olarak düşünme.Sadece bize gerçekleri görmeyi, ona göre politikalar üretmeyi, kendine ve milletine güvenerek onurlu davranmayı sen öğrettin.Sen aramızdan ayrıldıktan sonra ulusal hedeflerimize konsantrasyonumuzu kaybettik, birbirimizle uğraştık, küçük kurnazlıklarla vakit kaybettik, düşmanlarımızın ülkemizin planlarına müdahil olmasına izin verdik. Kişisel çıkarlarını siyaset diye yutturanlarla, milleti için fedakarca çalışanları birbirinden iyi ayıramadık. Ağaları, şeyhleri, savaş zenginlerini, saltanat meraklılarını, din bezirganlarını yeniden hortlattık. Senin yönetimine diktatörlük diyenlerin, demokrasi diye diye nasıl kendi krallıklarını kurduklarını zamanında farkedemedik.
Ama artık daha tecrübeliyiz. Kolay kolay, gazete haberlerinin, kimin çektiği belli olmayan filmlerin, yalancı kahramanların tuzaklarına düşmüyoruz. Bütün hatalarımıza rağmen uğraşıyoruz, didiniyoruz, anlatıyoruz, uyandırmaya çalışıyoruz. Bizimle dalga geçiyorlar: Emperyalizm çağının bittiğini, dünyada bütün ülkelerin barış içinde, uygarlık yolunda yürüdüğünü artık bizi millet yapan, bu vatanda birarada tutan bu fikirleri bırakmamız gerektiğini söylüyorlar.
Üzülmüyoruz, yılmıyoruz, tekrar uğraşıyoruz, tekrar anlatıyoruz. Biz, daima burada olacağız.
Ama, seni özledik.Senin ufkunu özledik.Yol göstericiliğini, milletine her zaman güvenmeni, senin onurunu özledik. Senin sarı saçını, mavi gözünü, dostluğunu özledik.
Vatanın için verdiğin emeği, yaptığın fedakarlığı,bizleri hep biraraya getirmeye çalışmanı özledik. Her kelimeni dikkatle seçişini, kim olursa olsun karşındakine gösterdiğin saygıyı, sözlere yüklediğin anlamın derinliğini özledik.
Bağımsız karakterini, barışa hasretini, gerektiğinde çizmelerini çekip savaşa hazır olma kararlılığını özledik.Kendi kendini eğitmeni, okumadan, bilenlerle tartışmadan karar vermeyişini özledik.
“En hakiki mürşit ilimdir” diyen sesini,bilim adamlarına verdiğin desteği özledik.
Davet edilmeden hiçbir uluslararası kuruluşa yüz vermeyişini,dış seyahatlere gitmeden bütün kralların seni ziyarete gelişini, milletine uşak dedirtmeyen özgüvenini özledik.
Uzak görüşlülüğünü, çocuklara olan sevgini,gençliğe güvenini, geleceğe olan inancını özledik.
“Ne mutlu Türküm diyene” deyişini özledik.
Seni Özledik!
Senin inançlarını, yaptıklarını, her şeye rağmen, üniversitemizde yaşatıyoruz.Hedeflerimizi hiç değiştirmedik,Halkımızın refahı, Vatanımızın bütünlüğü, Vicdanımızın özgürlüğü, Birey olmanın özgüveni, Bilimin ışığı.Atam, hepimiz, öğrettiklerini, seni, unutmadık.

Sen rahat uyu!

En derin saygılarımızla ve en içten sevgilerimizle!10 Kasım 2009.

Pamukkale Üniversitesi Öğretim Üyeleri, Elemanları, Öğrencileri ve Memurları adınaProf.Dr.Fazıl Necdet ArdıçRektör

11 Ocak 2010 Pazartesi

S A Ğ L I K

BEKLENMEDİK HASTALIK

Burhan Bursalıoğlu

8 Ocak 2010 Cuma günü sabahleyin, arabamı peryodik bakım için servise götürdüm. Öğleye yakın çıktım ve eve geldim. Herşey normaldi.
Saat 14 sıralarında boğazımda bir yanma, arkasından da öksürük başladı. Gündemde domuz gribi var ya, endişelendim, hemen doktora gittim.
Durumu anlattım, boğazıma baktı, oturdu, reçete yazmaya baqşladı. Bir taraftan da konuşuyor.
_ Önemli birşey değil. Bir antibiyotiğin var, sabah akşam 5 gün içeceksin. Bir gargaran, günde üç defa gargara yapacaksın.Bir öksürük şurubun var, onu da üç kez alacaksın. Bir de hapın var, onu da üç kere 8 saatte bir alacaksın.

Reçeteyi elime sıkıştırdı. Doğru eczaneye gittim, ilaçları yaptırdım. Akşam olmuştu. Şöyle bir ilaç tanıtımlarına bakayım dedim. 1000 lik antibiyotik AMOKLAVİN, Soğuk algınlığı ve gripte BENİCAL, öksürük için LEVOPRONT, gargara için de OROHEKS PLUS.
Aslında antibiyotiği kullanmak istemiyordum. Çünkü onun bir arkadaşıma verdiği zararı bildiğimden tereddüt ediyordum.

Tereddütümü gidermek için kalp doktorum, Kardiyoloğ Prof. Dr. Serap Erdine'yi ( Öğretmen okulundan fizik öğretmenim Fazıl Berki Erdine'nin kızı ) aradım, durumu anlattım ,ilaçların adlarını söyledim, yorumunu rica ettim.Bana Benikal i hiç almamamı, tansiyonun çıkar ve kalp çarpıntısı yapar, diğerlerine hemen başlamamı, bol su ve sulu şeyler almamı, ateşin çıkarsa MİNOSET almamı söyledi.,teşekkür ederek ilaçlara başladım.
Eşim Candan'a ," benim odamı değiştirin. .Kuşların odasına g,itmek istiyorum." dedim. İtiraz etmedi. Odadaki, indir yat, koltuğunu (çekyat değil) hazırladılar , o günden itibaren kuşlarımla birlikteyim.

Gece yarısında, boğaz ağrım fazlalaştı, boğazıma sanki bir şey tıkanmıştı. Öksürük te çoğalmış, sanki boğazımı yırtacak gibi sertleşmişti. Kuru bir öksürüktü. Tesellim ateşim olmamasıydı. Domuz gribinde ateşin baş rol oynadığını bildiğim için endişelenmekte haklıydım. Gerçi ölümden korkmuyordum ama, bir domuz uğruna da ... Niyazi olmak istyemiyordum.

Hani derler ya, "Her erkeğin yaşamında 3 kutsal kadın vardır" Bü teşhise şapka çıkarılır. Anne, Kızı ve Eşi. Bu üç kutsal kadınlardan olan eşimden bahsedeceğim.
2009 12 Ağustos' ta , evliliğimizin 50. yılını kutladık. Dile kolay , yarım asır. İyi ve kötü günlerimiz oldu. Önemli olan birbirimize ihtiyacımız olduğu zamanki davranışlardır. Mutluluk ve sıkıntılarımızda tek paylaşıcımız, destekcimiz, hayatımızın, olmazsa olmazı. 50 yıllık deneyimimizde, Candan'ın bana karşı olan titizliğini ben ona , onun kadar gösteremediğimi belirtmek istiyorum. Bu da galiba, erkekliğin sertliği mi desem, gruru mu desem, erkeklik rolümü desem, ne derseniz deyin.

Yattığımdan beri, bugün üçüncü gün, her dakika, "ilaçlarını aldın mı, saatli ilaçların hangisi, karnın acıkmıştır, çorba getireyim mi,komposto getirdim,portokal suyu getirdim, ıhlamur getirdim bunu iç, göğsüne sıcak yaşmak koyayım, viks süreyim, sırtın açılmış, ayakların üşür, yorganın altına çek, mandalina ye, muz getirdim ye, ateşine bakalım... böyle ilgisi devam edip gidiyor. Soru sorması bahane, Bir şeyi sordu mu emrivaki uyguluyor. Binlerce lira maaş verip bir hemşire tutsak, Candan kadar iyi bakamaz. Bazı kaprislerime Candan tahammül eder ama hemşire bırakır gider
.
Tanrı kadınlara büyük bir dayanma gücü vermiş. Biz erkekler onlar kadar dayanıklı değiliz. Gelen telefonlara neşe ile, moral bozmadan cevap vermesi, çarşıya, pazara alışverişe koşması da caba.

Bu kadınlar halikaten birer melekler. Tabi aralarında, kocasını evden kovan, döğen, yaralayan hatta öldüren canavar kadınları istisna olarak kabul ediyorum. Onlar denizde bir bardak su gibi.

Benim erkek va kadınlara tavsiyem olacak.

Her iki taraf da eşlerinizi el üstünde tutun, olanlarla iktifa edin, münakaşalarınızı saygı çerçevesi içinde yapın. Sesinizi yükseltmeyin. Sorunlarınızı birlikte çözün. Çocuklarınız sorunlarınızdan uzak tutun. Birbirinize sevginizi zaman zaman söyleyin. Diliniz yamulmaz, Bir çiçekle batmazsınız. Fikirlerinizi zorla kabul ettirmeyin. Muhakkak bir orta yolu vardır. Hele ,hele ayrılmayı hiç aklınıza getirmeyiniz. Bu günkü ortamda evlili yapmak cambazlık demektir.

Bu gün yatakta oluşumun, Cuma'yı saymazsak 3. günü. Yavaşta seyretse, öksürük ve boğazlarım iyiye doğru gitmektedir. Umarım, 2 gün sonra tamamen iyileşirim.

Hastalığımın mikrobik olduğu kesin. Adına bronşit diyelim. Bronşit tedavi edilmezse,Fananjite çevirir. Ailemizde hasta olmadığına göre bu mikrobu, toplu taşıma yapan araçlardaki sıkışıklıklardan almışımdır. Bu konuya ileride değineceğim.
Hoşca kalın, sağlıkla kalın.

5 Ocak 2010 Salı

B A Ğ L I L I K








GALATASARAY'IN EFSANE TARAFTARI

Burhan BURSALIOĞLU


Türkiye fuıtbol liglerinin tatilde olduğu , statlarda karmaşanın yaşanmadığı, küfürlerin olmadığı, başkan ve yöneticilerin birbirlerini kırıcı laflar etmediği, basının kışkırtıcı haberlerinin olmadığı şu günlerde, siyasetten uzakta, ülkemizin karabulutlarından uzak bir gün yaşamak amacıyla, geçmişin çok uzaklarına gitmek istiyorum.

Gençliğimizin, tam bir fanatik taraftarından söz etmek istiyorum. Tüm takımların taraftarlarının sevdiği, alkışladığı bir Galatasaraylı Karıncaezmez Şevki'den.
Şevki'nin statlarda boy gösterdiği dönemlerde, maç yapan takımların taraftarları yan yana oturur, attıkları sloganları saygı ile karşılar, güzel hareketleri birlikte alkışlar, tek bir küfür duyulmazdı. Son yıllarda, küfürü bir tarafa bıraktık, ölüm olayları, tutuklanmalar, statlardan uzaklaştırmalar, bu nedenle de, saha kapatma, para cezaları, yöneticilere hak mahrumiyeti ve seyircisiz oynama cezaları verilmektedir. Günümüzdeki olumsuzlukları hepimiz biliyoruz. Fazla kurcalamaya gerek yok.
Karıncaezmez Şevkiden söz edeceğim.
Şevki Hasta denecek kadar bir Galatasaray taraftarıydı. Kendini, ilk İstanbul'a geldiğim tarih olan 1955 de tanıdım. O tarihe kadar gazetelerden ve radyo haberlerinde adına rastlardım. Çünkü o, Galatasaray'ın sembol simalarından ve Türkiye'nin de en tanınmış futbol taraftarıydı.

Şevki Güney, 1919 da doğdu. Mesleği şoförlüktü. 15 yıl da İETT otobüslerinde şoförlük yaptı. Otobüsün şoförmahallini çiçeklerle süsler, sarı kırmızı renklerle donatır, yakasına çiçekler takardı. 15 yıl sonra görev alan amirlerinden biri, Şevketin bu kıyafet ve davranışlarının, yönetmeliklere aykırı diyerek, Şevketin işine son verdi.
48 model bir opel kaptıkaçtı arabası vardı. Taksim-Karaköy, Taksim-Dolapdere hattında çalışıyordu. Galatasaray'ın maç günlerinde, şimdiki İnönü stadının , o zamanki adı Mithatpaşa stadına ücretsiz taraftar taşırdı.
Kullandığı arabanın her tarafı sarı-kırmızı renklerle ve futbolcuların resimleriyle doluydu. Taksiyi sarı-kırmızıya boyamıştı. Jantlardan biri sarı diğeri kırmızı, çamurluklar, farlar,ön arka kaput, dikiz aynaları, kapılar sarı-kırmızıydı. Taksinin içi de tavana ve yan duvarlara yapıştırılmış gazete küpürleriyle doluydu. Metin Oktay'ın volesi, Turgay Şeren'in plonjonu, Candemir'in, Mustafa'nın, Coşkun'un, Kadri'nin, Suat'ın,Yılmaz'ın, Turan'ın, Ayhanı'ın Ergün'ün İsfendiyar'ın, Uğur'un ve birçok futbolcunun değişik pozdaki resimlerinin yanında, oryantal danslı kızların resimleri arabayı süslerdi.
Galatasarayın galibiyetlerinde, arabasının dışını da süsler, çiçeklerle donatırdı. Sair zamanlarda " Ayıptır, Galatasaraylılardan başka taraftarlar da var. Arabanın dışıyla kimseyi rahatsız etmem. Arabamın içi benim dışı vatandaşındır" derdi. Kendi kıyafeti de tamamen sarı-kırmızıydı. Çoraplarının biri sarı diğeri kırmızı. Ayakkabıları da aynı. Gömlek yerine forma giyerdi. Yakasında sarı-kırmızı gül eksik olmazdı. Bere veya şapkası sarı-kırmızıydı.
Karıncaezmez Şevki, sarı-kırmızı renklere olan aşkını bir tesadüf olduğunu söyler. Birgün Yeşilköyde, bir köşkün bahçesinde sarı-kırmızılı bir avrupa gülü görmüş. Rengi öyle çekiciymiş ki, yaklaşıp koklamış. Kokusu da çok hoşuna gitmiş. İşte o günden sonra şevki'de çiçek sevgisi, koku sevgisi ve sarı-kırmızı sevgisi başlamış. Koku nedeniyle arabasında her zaman bir şişe esans kokusu bulundururdu.
Bir fenerbahçeli olan gazeteci Tevfik Yener bir yazısında Şevki'yi şöyle ifade eder " Karıncaezmez sarı-kırmızı forması ve bayrağı ile yuhalanmaz, alkışlanırdı. Bizle el şıkışırdı. Onu herkes severdi. İster fenerli, ister Beşiktaşlı olsun. Çünkü o efendi adamdı. Futbolun bir oyun bir eğlence olduğunu biliyordu. En önemlisi, sportmenliğin barış, kardeşlik ve de centilmenlik olduğunu hissediyordu."
Karıncaezmez Şevki şoförlüğü süresince hiçbir kaza yapmadı. Kimseyi incitmedi. Zaman zaman da İstanbulun en "Kibar şoförü" seçilmiştir.Bu nedenledir ki, ona "Karıncaezmez" lakabını zamanın İstanbul Emniyet Amiri, ve sonradan İç işleri Bakanı olan Orhan Eyüboğlu vermiştir.
Karıncaezmez Şevki, bugün bildiğimiz amigolara benzemezdi. Kendinden büyük bayrağını, maç başlayana kadar trübün korkuluklarına çıkarak arkası seyırciye dönük vaziyette, slogan atmadan, sallar ve seyirciyi selamlardı. Seyirci de ona " yaşa varol " diye bağırır, o da bu tezahürata karşı çok mutlu olurdu. Takım sahaya çıkınca, Karınca ezmez yerinde duramaz, korkuluklardan oyuncuları selamlardı. Maç bittiğinde elindeki bayrakla, kalabalığın önünde, Beyoğlu, Hasnun galip sokağındaki Galatasaray kulüp binasına kadar yürürdü.
1965 yılında, Şevki'in, 18 yıllık eşi Mediha Güney boşanma davası açtı. Kızı Sıdıka ve oğlu Nuri ile hakim karşısına çıkan Mediha," kocasının ev ve çocuklarıyla ilgilenmediğini" söyledi. Karıncaezmez " Maddi durumumun kötü olduğu doğrudur. Beni bu hale düşüren Galatasaray'a olan aşkımdır. Bu aşk beni maddeten yıkıyor, fakat manen ben bir milyonerim" diyerek boşanma talebinin reddini istediyse de, tepeden tırnağa, sarı-kırmızı donanmış Şevki'yi gören hakim ikisini de boşadı.
Karıncaezmez'in, 1968-69 sezonunda kazanılan şampiyonluk, onun belleğinde çok büyük bir değer kazanmıştı. O sezon Karıncaezmez'in tribünde yaşadığı son şampiyonluk ile, Metin Oktay'ın, gol kralı olduğu ve futbola nokta koyduğu sezondu.

Karıncaezmez ölene kadar,o şampiyon takımı bir çırpıda sayardı.
Kalede Nihat, Ali, Ergün, Muzaffer, Talat, Turhan Mehmet, Ayhan, Gökmen, Metin Uğur.
Karıncaezmez'in hiç yorulmadan selam verişleri vardı. Beyoğlunda, Galatasaray Lisesi önündeki ambleme döner saatlarca selam dururdu. Trafik kilitlenirdi. Kimsede ses çıkarmaz, beklerlerdi.
Kapalı çarşıdaki Şark kraathanesine uğradığında, duvarda asılı duran, İran Şahı, Pehlevi'nin babası Rıza Pehlevinin resminin karşısına geçer, sandalyenin üzerine çıkarak yarım saate yakın bir süre selam dururdu. Ayrıca, resmi elbiseliye, her gördüğü heykele, meyhanelere, ve sarı-kırmızı gördüğü her nesneye selam verirdi.

Artık işler tersine gitmeye başlamıştı. Galatasarayın, Fenerbahçe'ye 3-2 yenildiği bir maç sonrasında, G alatasaraya uğursuzluk getiriyor diye, Karıncaezmez'i tribünden aşağıya attılar. Sağ kolu kırıldı. Maçlara almadılar. O da kırık kolla, şimdiki kaçak denen gökdelenin bulunduğu yamaca çıkar, sağ konunu havaya kaldırarak seyirci ve oyuncuları 90 dakka , yapmur, kar, soğuk, sıcak demeden selamlardı.
Kolu kaynamadı. Aylarca alçı içinde kaldı. Birkaç kez daha aynı yerden kırıldı. İltihap ve kangrene dönüştü. Paşabahçe SSK Hastanesinde, Dr. Ergün Dizdaroğlu ve Dr. Ali Uras tarafından kolu kesilerek kurtarıldı.
Tekrar maçlara gitmeye baişladı ama o eski heyecanı kalmamıştı.

Bir müddet sonra hastalandı. Merterde, kızkardeşi Nuriye Haskatar'ın 10 nüfuslu evinde çile doldurmaya başladı.
23 Mart 2000 de, Galatasaray'ın Mallorca yı elediği tarihte, Samatya SSK Hastanesinde vefat etti. Ne yazık ki , o büyük Avrupa kupasının alınışını göredi.

Karıncaezmez Şevki, kendini , kendi yazdığı şiiriyle şöyle tarif ederdi.
Çiçek server, Esans sürer, Karıncaezmez, Gönül kırmaz, Acele iş sevmez, 30 km. den fazla gitmez, Galatasaraydan dönmez, Yakasında çiçek görmezse yaşıyamaz, Şoför Şevki Güney.

Karıncaezmez Şevgi Güney'e Allah'tan rahmet diliyorum. Nur içinde yatsın.















2 Ocak 2010 Cumartesi

S A Ğ L I K











İŞPORTADA İLAÇ




Burhan Bursalıoğlu



Sayın Başbakan Tayip Erdoğan,” bundan böyle ilaçların bakkal ve marketlerde satışının yapılması için çalışmalarımız devam ediyor “ diyerek, sanki yeni yıl mesajı veriyordu.. Ne imiş, ABD de bu böyle imiş. Ne kadar kopyacı bir millet olmuşuz. Birisi bir şey yapmasın, hemen onu kopyalayıp kendimize adapte etmeye çalışıyoruz. Bu işi de, onların bitirdikleri bir zamana denk getiriyoruz. Sanki nöbet değişimi yapıyoruz. Bir ara, Eğitimde de kopyalama yapılıyordu. Örneğin, İlkokul matematik konuları içine giren Kümeler gibi.. Bu konunun kime faydası oldu? Yaşamda , karşımıza mı çıktı? Hayır.


Bir diğer dikkati çeken, hep ABD den örnekler almamız ve onların uygulamalarını kendimize yakıştırmamız.


İstiklal Savaşından önce, Osmanlı İmparatorluğunun çöküş döneminde, bazı aydınlarımız, Ulusun kurtuluşu için ABD mandalığını benimseyip, onların emrine girmeyi öneriyorlardı. Bugünkü durum, bana o geçmişi hatırlatıyor.


Gelelim ilaç meselesine. İlaçlardan anlayan, hastaya, doktordan sonra yardımcı olan, ilacın ne işe yaradığını, nasıl kullanıldığını, nelere dikkat edileceğini, ufak tefek yaralanmalarda ilk müdahaleyi yapan, Eczacılık tan diploma alan eczacıların işi değil mi? Elbette onların işi. Peki, market tezgahında bulunan kişiler pansuman yapabilecekler mi, ilk müdahaleyi yapabilecekler mi, iğne yapabilecekler, reçeteyi doğru okuyabilecekler mi, tüm ilaçların hangi hastalıklarda nasıl kullanılacağını bilebilecekler mi? Tabii ki hayır. Diyeceksiniz ki, marketler, ilaç reyonuna eczacılığı bitirenleri alır. Alır da acaba yıllarca dirsek çürütmüş, eczacılık yapar diploması alan 3 kuruş karşılığı tezgahtarlık yapar mı? Gerçi bugün üniversite mezunları, manav, çöpçü, branşlarıyla ilgisi olmayan, ekmek parasına çalışanlar var, var ama bu iş toplumun sağlığı ile ilgilidir. Onun için, büyük mesuliyet alan kişiler, üç kuruşa çalışmazlar. Bu günkü uygulamaya göre, diplomasını satar. Doğru bir şey mi ? Hayır.Yanlış. Eczacılığın E sinden anlamayan , satın aldığı diplomayı yürürlüğe koyarak eczane açıyor. Öte yanda, parası olmadığı için, eczane açamayan dürüst insanlar mağdur oluyor.


Şimdi ise daha kötü olacak,. Bir çok eczane kapanacak. Birçok insan işsiz kalacak. Yeni zenginler türeyecek. İlaç pazarlayan birkaç zengin sektör türeyecek. Market zincirleri gibi, eczane, veya market ilaç reyonları zinciri oluşacak.


Peki bunlara gerek var mı?


Başkalarının düşüncelerini bilemem ama, şu bir gerçek ki, bir ülkede ekonomi aşağı doğru yuvarlanmaya başlayınca, önünü kesmek için ufak tefek takozlar konmaya başlar. Eczacıların devletten alacaklarını alamıyorsa, ilaç yüzdeleri düşüyorsa, birçok kırtasiyecilik yaptırılıyorsa, bunların düzeltilmesini istemek de eczacıların hakkı olsa gerek. Bu girişimler bazılarını rahatsız etmiş olamaz mı? Gözdağı verilerek, ilaçların bakkal ve marketlerde satılması tehdidi yapılamaz mı? Olabilir. Akla yatkın.


Ama ne olursa olsun, ne düşünülürse düşünülsün, halkın sağlığı ile dalga geçilmez. Halkımız zaten yeteri kadar hasta. Tüm hastanelerde adım atacak yer bulunmuyor. Tedavi için her gün sabah saat 05 de kuyruğa giren insanlarımız doğru dürüst tedavi de olamıyorlar. Birçok hastane özelleştirildi ve özel hastaneler açıldı. Orta ve düşük gelirli hastalar bu özel hastanelere gidememektedir. Gitseler de muayene ücretinin % 70 ini ödeme durumundadır. 300 liralık muayene ücretinin 210 lirasını hasta ödeyecektir. Tabii bunlar sağlık sigortalarından birine dahil ise. Oralardan ancak durumu iyi olan tuzu kuru olan istifade edebilmektedir.


Devlet hastanelerinde çalışan bir doktor en az günde 50 hastaya baktığını düşünürsek, onların kullanacağı ilaçlar da o nispette artacaktır. Marketlerdeki ilaç reyonları bunlara cevap verebilecek midir?


Eczanelerin kapatılmasını sağlayan bu tehdit vari nutuklardan olumsuz olarak etkilenen halkın sağlığı ile oynanmasını kafam almıyor. Bana kalırsa e n iyisi, çarşıda pazarda ne kadar esnaf var ise , fırıncısı,manavı,terzisi, ayakkabıcısı, tüccarı,yemişçisi, kasabı, işportacısı bu ilaçları satmalı. Evlere de yakın olur, eczane eczane aranmamış olur.


Dolayısı ile, eczaneleri kapatınca, ilaçlar market ve bakkallarda satışı başlayınca, yeni, yeni zenginler türeyince, cenaze levazımcıların da çoğalması, cenaze levazımı zincirleri oluşur. Buna paralel olarak da yeni mezarlıkların açılması lazım.” Yer yok” deyip dikine gömülme veya yakıp küllerin savrulması durumuna düşmeyelim.

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ

  CUMHURİYET Burhan Bursalıoğlu Bu gün Cumhuriyetimizin 99. Yıl dönümü. 99 yıl önce bugün, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşla...