11 Mart 2009 Çarşamba

TRAFİK KAZALARI..

2918 NOLU YASAYI BİLİYOR MUSUNUZ?

Burhan BURSALIOĞLU

Türkiye'de hemen, hemen kadın, erkek, yaşlı, genç demeden, herkes araba kullanmaktadır. Gün geçmiyor ki, bir kaza haberi duymayalım.
Tanrı , kimsenin başına vermesin. Diyelim ki kaza geçirdiniz. Yaralılar var. Çeşitli vasıta veya ambulansla hastaneye gittiniz veya götürüldünüz. Gittiğiniz hastane özel veya devlet hastanesi olsun, farketmez. Hastane yetkilileri, yaralıya veya yaralının en yakınına bir belge imzalatmak isteyeceklerdir. Tabii bu girişim, sizin trafik yasasını bilmediğinizi zannettiklerindendir. Belge "YAPILACAK MÜDAHALE VE TEDAVİ ÜCRETLERİNİ ÖDEYECEĞİNİZE" dairdir. Öyle bir ortamda, yaralı veya yakını, belgenin ne olduğunu dahi bilmeden, hemen imzalar. Çünkü, zaman kaybının aleyhte işlemekte olduğu düşüncesindedir. "Bir an önce müdahale olsun da ne olursa olsun" demektedir. Ama, o belgenin içeriğini biliyorsanız hastane yetkililerine, karşı teklifte bulunabilirsiniz. " BU BELGEYİ İMZALAMAZSAM, BANA MÜDAHALE VE TEDAVİ ETMEYECEĞİNİZE DAİR BİR BELGEYİ İMZALAYIP GETİRİN " dediğiniz anda, yetkililer tısacak ve sizin yasayı bildiğinize kanaat getirerek, hastanenin tüm imkanlarıyla hizmetinize koşacaklardır.
2918 nolu Trafik Kanunu na göre: "Herhangi bir trafik kazası sonucu yaralanan kişi, en kısa sürede hastaneye yetiştirilmek ve gereken tedavinin yapılmasını" emreder. Yönetmeliğe göre de " Hastane acil servisi, kendisine gelen kazazedenin maddi durumu, sosyal güvencesinin olup olmadığına ve hastanın özelliğine bakmadan gereken tedaviyi ve müdahaleyi, herhangi bir ücret talep etmeden yapmak zorunda. Bu tedavi sonucu oluşan masrafın ise Sağlık Bakanlığı, karayolları trafik döner sermaye işletmesi tarafından karşılanacağı" belirtilmiştir.
Bu durumda ve yasaya göre, trafik kazası sonucu, yaralanan ve hastaneye kaldırılarak tedavi altına alınan kazazedeler, hiçbir surette ücret ödemeyeceklerdir. Hastane kazazedeye, yukarıda belirtilen belgenin imzalatılması teklifinde bulunamayacaktır. Bulunduğu taktirde suç işlemiş duruma düşen hastane yetkilileri hakkında derhal soruşturma açılacaktır.
Umarım böyle bir ortamda bulunmazsınız. Vasıtanızı dikkatli kullanın, herhangi bir kazaya uğramayın ve meydan vermeyin. "KURT PUSLU HAVAYI SEVER " atasözünü de unutmayalım.

9 Mart 2009 Pazartesi

ATATÜRK'ten ANILAR






Geleneksel Dostluk

1933 yılında Ankara Erkek Lisesi'nde sınava giren çocuklardan biri sorulan bir soruya şöyle karşılık vermişti:- Fransa ile olan geleneksel dostluğumuz...Atatürk, derhal sözü keserek sormuştu:- Hangi geleneksel dostluk, bu da nereden çıktı, kim söyledi bunu?O zaman coğrafya öğretmeni ayağa kalkarak 'Ben söyledim Paşam' diye onun hiddetini azaltmaya çalışmıştı. Bana dönüp 'Sen söyle tarih hocası' deyince, hemen ayağa kalkarak cevap vermiştim.- Paşam, ortada bir geleneksel dostluk yoktur. Yalnız ortak hareketlere Fransız yazarları geleneksel dostluk niteliğini vermişlerdir. Örneğin Kırım Savaşı'nda olduğu gibi...- Aferin, bu gerçekten böyledir. Acınarak söylüyorum Türk'ün geleneksel dostu yoktur. Çıkarlar ortak olunca Avrupalılar buna hemen 'geleneksel dostluk' ismini vermişlerdir, demişti.Kemal ARIBURNU

İnsan gibi içmeyi

Atatürk'e hakaretten sanık bir köylü hakkında takibat yapılıyordu. Durumu Atatürk'e arz ettiler,- Mahkemeye veriyoruz, dediler, size küfür etmiş. Atatürk sordu:- Ben ne yapmışım ona? Evrakı tetkik edenler açıkladılar:- Gazete kâğıdı ile sardığı sigarayı yakarken kâğıt tutuşmuş ta ondan.Atatürk'e bunu söyleyen bir milletvekilidir. Atatürk sormuş,- Siz hiç gazete kâğıdı ile sigara içtiniz mi?- Hayır...- Ben Trablus'tayken içmiştim, bilirim. Pek berbat şey. Köylü bana az küfretmiş. Siz bunun için onu mahkemeye vereceğinize, ona insan gibi sigara içmeyi sağlayınız!.Hilmi YÜCEBAŞ



Gelin Hatayı alın

Günlerden birgün italyan Büyükelçisi Ata ile görüşmek ister ve huzura kabul edilir. O zamanın muhtelif ekonomik-siyasi konuları hakkında konuşulduktan sonra, büyükelçi "Ekselans, dün Roma ile yapmış oldugum bir görüşmede hükümetimizin Hatay'ı almak istediği kararını size iletmem söylendi" der.Odada buz gibi bir hava eser. Ata, büyükelçiye birşeyler daha ikram eder ve iki dakikalığına odadan ayrılır. Döndüğünde ayağında çizmeleri, üzerinde mareşal üniforması, belinde tabancası vardır. Doğruca masasına gider, manyetolu telefondan Mareşal Fevzi Çakmak'ın bağlanmasını ister ve Çakmak'a: " Paşa, İtalyan dostlarımız Hatay'a gelmek istiyorlarmış. Hazır mıyız" der. Fevzi Çakmak durmu anlar ve "Biz hazırız Paşam" diye yanıtlar...Ata büyükelçiye döner ve: "Biz hazırmışız. Hükümetinize söyleyin, isterlerse gelip Hatay'ı alabilirler" der.......


Üç ayda


Yeni Türk Alfabesi'nin ilk şekillerini kendisine götürdüğüm zaman, komisyonun, en aşağı beş senelik bir geçiş devresi düşündüğünü söylemiştim. Gazeteler evvelâ birer sütunlarını yeni harflerle hasredecekler, yavaş yavaş bu sütun sayısı artacak, nihayet bütün gazeteler yeni harflerle çıkacaktı. Mektepler için de, bu benzer dereceli usuller düşünmüştük. Dikkatle dinledikten sonra, bir daha sordu: - "Demek beş sene düşündünüz?" - Evet - "Üç ay!" dedi. Donakaldım: Üç ay! Üç ay içinde, bütün memleket neşriyatı Lâtin harflerine değişecekti. İlave etti. "Ya üç ayda tatbik ederiz, yahut hiç tatbik edemeyiz. Sizin Arap harflerine bırakacağınız sütunlar yok mu, onların adedi bire de inse, herkes yalnız o sütunu okur; ve beş sene sonra, tıpkı yarın başlar gibi, başlamaya mecbur oluruz. Hele arada bir buhran, bir harp çıkarsa, attığımız adımları da geri alırız." Falih Rıfkı Atay

Yarım Milyon

Birgün Müslüman memleketlerinden birinde (Mısır'da) bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal'i görmeye gelmişti. Kendisine:-"Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz?" diye sordu. Olabilecek şey değildi ama insan yoklamalarını pek seven Mustafa Kemal:-"Yarım milyonunuz bu uğurda ölür mü?" diye sordu.Adamcağız yüzüne bakakaldı. -"Fakat Paşa Hazretleri yarım milyonumuzun ölmesine ne lüzum var? Başımızda siz olacaksınız ya..." -"Benimle olmaz beyefendi hazretleri, yalnız benimle olmaz. Ne vakit halkınızın yarım milyonu ölmeye karar verirse, o zaman gelip beni ararsınız."

Geçmiş olsun
Yugoslav Kralı müteveffa Aleksandr, Balkan Atlantı'nın imzasını takip eden günlerde memleketimize gelmişti. Atatürk'le sohbeti sırasında, şahsına ve Türk Milleti'ne karşı duyduğu yakınlığı ve iyi hisleri ifade için dedi ki: "-Cihan Harbini takip eden mütareke günlerinde, İtilaf devletleri Yunanistan'dan evvel Türkiye'yi işgali bana teklif etmişlerdi. Fakat hiç tereddüt etmeden bu teklifi reddettim, bunun üzerine Yunanlıları tercihe mecbur kaldılar."Mustafa kemal muhatabının sözlerini sükunetle dinledi ve birden yerinden kalkıp, muhatabını şaşkınlık içinde bırakarak elini sıktı: "-Size ve milletinize geçmiş olsun Ekselans..." dedi.


8 Mart 2009 Pazar

TÜM MÜSLÜMAN HALKIMIZIN

KANDİLİ MÜBAREK OLSUN

DÜNYA KADINLAR GÜNÜ

8
M ART
DÜNYA KADINLAR
GÜNÜ KUTLU
OLSUN



Burhan BURSALIOĞLU


8 Mart 1957 tarihinde ABD. Nevyork kentinde bulınan cotton tekstil fabrikasının çalışan kadınları, fazla çalışma zamanlarını, düşük ücretlerini, çalışma koşullarının ilkel olduğunu, insan onuruna yakışmayan ortamlarda çalıştıklarını dile getirmek amacıyla greve başladılar. Bu olay Dünya’da ilk kez, kadınların isyanı nedeniyle önem kazanmıştır.
Bu hareketten 53 yıl sonra, 26-27 Ağustos 1910 tarihindeki,” Uluslar arası, sosyalist kadınlar konferansında, “ “ Kadınlar günü” nün kabulü önerildi ve kabul edildi. Ama gün olarak belirlenmediğinden, her devletin kadınları değişik zamanlarda kutlamaya başladılar. 1921 de Moskova’da toplanan 3. Uluslar arası kadınlar konferansında 8 Mart “Dünya Kadınlar Gü
nü” olarak kabul edildi..
1977 de BM Genel Kurulunda 8 Mart “ Dünya Kadınlar günü” resmen kabul edilerek, aynı gün “Uluslar arası Barış Günü” olarak ta ilan edildi.
Bizde, 1921 tarihinde, “Emekçi Kadınlar günü” olarak kutlanmaya başlandı.. 1975 yılında, İlerici Kadınlar Derneği tarafından geniş çapta kutlandı. 1980 darbesinden sonra 4 yıl ara verildi. Münferit olarak, küçük, küçük gruplar kutladılar.1985 den sonra, çeşitli kadın örgütleri tarafından yaygın şekilde kutlanmaktadır.
Kadın hakları, bir çok ülkede istenilen seviyeye gelmesine rağmen, bizde ve bizim gibi az gelişmiş ülkelerde, hala kadınlar 2. sınıf insan olarak sayılmaktadırlar.
Seçme ve seçilme hakkı olmayan, okuma yazma özgürlüğü bulunmayan, eşiyle aynı hizada yürüyemeyen, “Boş ol” diyen kocasıyla aniden boşanmış olan, miras hakkı tanınmayan, istediği kıyafeti giyemeyen, istediği kamu ve özel iş yerlerinde çalışma izni olmayan, hiçbir söz sahibi bulunmayan, Türk kadınına, Cumhuriyet döneminde, Atatürk tarafından tüm bu haklar kadınlarımıza verilerek, erkeklerle eşit kılındı. Medeni kanunla da, resmi nikah yaparak, “Boş ol” sözünden kurtulan kadınımız, ne yazık ki, özel sektörde aldığı ücretler yine de erkeğin aldığının yarısı kadar olmaktadır. Okur yazarlık oranı da erkeklere ulaşamamaktadır. Bunun sebebi de, hala kadını ikinci sınıf olarak gören kişilerin varlığındandır.
Son yıllarda yine kadına baskı uygulanmaya, kara çarçaf içine sokulmaya, 10 metre geriden yürütülmeye, kız çocuklarını okullara göndermemeye, iş yerlerinde çalıştırtmamaya özen gösterildiğine şahit oluyoruz. Bunun adı geriye özenti duymak, özlemek, Osmanlı da uygulanan toplumsal kuralları uygulamak, kadının erkekle aynı seviyede olmasını hazmedememektir. İstediği zaman, kadınına “Boş ol” diyemeyen erkeklerin bu sözü kolaylıkla söyleme özlemi içinde olduklarından, bazı sitelerde, resmi nikahı, “ Evlenmeden birkaç gün önce, resmi nikah denen, uyduruk formalite olarak görüp, bizim nazarımızda, İslam nikahının nikah olduğu, resmi nikahın ise beş paralık kıymeti olmayan bir formalite olduğu” şeklindeki ifadeler sıkça görülmektedir. Bunları , birazda, kadınlarımızın pasif oluşlarına bağlıyorum. Verilmiş özgürlük ve haklarını koruyamamaktalar ve iyi kullanamamaktalar. Aslında kadınımızın yapamayacağı, üstesinden gelemeyeceği şey yoktur. Ama ne yazık ki, kadınlarımız da, bu ilkel davranışlar, dayaklar, 2. sınıf sayılmalar, erkeğin hakimiyetine boyun eğmeler, onu kendi seviyesinin üstünde tutmaları , kendi hareket ve özgürlüğünü kullanmasını engellemektedir.
Bilinçli olarak, hakkını arayan,kendini erkeklerle eşit kabul eden kadınlarımızı kutlarken, bu seviyede kendini göremeyenlerin, en kısa zamanda özgürlüklerini kazanmalarını diler, tüm Türk Kadınlarının, bu güzel günlerini kutlarım.

5 Mart 2009 Perşembe

EĞİTİM SİSTEMİMİZ - 6 -

ORTAÖĞRETİM ÖĞRENCİLERİNİ KAPSAYAN ANKET SONUÇLARI

Burhan BURSALIOĞLU


Bundan önceki yazılarımda, okullardaki disiplin vakalarının arttığını, tedbir alınması gerektiğini, örneklerle belirtmiştim.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Araştırma Komisyonu, 261 ortaöğretim okulunda yaptığı anket sonucunda çarpıcı ve ilerisi için tehlike oluşturacak biçimde elde ettiği sonuçlar açıklandı. Bunları aşağıda sıralıyorum.
1 - Ortaöğretim kurumlarına devam eden öğrencilerin yüzde 15.6 sı, haftada en az birkez sigara içiyor, yüzde 5.4 ü, haftada en az bir kez alkollü içki kullanıyor.
2 - Öğrencilerin yüzde 6.9 u da şimdiye kadar en az bir defa uyuşturucu, uyarıcı maddeleri denediğini söylüyor.
3 - Sigara ile tanışan öğrenci oranı yüzde 37. Bu oran devlet okullarında yüzde 37, özel okullarda yüzde 38.2 dir.
4 - Öğrencilerin yüzde 30 unun alkolle lisede tanıştığını, bu oranın özel okullarda yüzde 50.1 çıktığı saptandı.
5 - Öğrencilerin yüzde 9.2 si, okula delici ve kesici alet, yüzde 5.9 u ateşli silahla geliyor.
6 - Öğrencilerin yüzde 55.9 u, silah taşıma nedeni olarak "güvensiz bir ortamı" gösterirken, yüzde 20.6 sı "kendisini daha iyi hissettiğini", yüzde 7 si" filmlerdeki insanları örnek aldığını " ve yüzde 3.9 u " arkadaşlarının da silah taşımasını" gerekçe olarak gösterdiler.
7 - Ortaöğretime devam eden öğrencilerin yüzde 7.7 si "çete üyesi "olduğunu söylüyor.
8 - Çete üyesi olma nedenleri arasında da yine ilk sırayı " güvenlik" alıyor. Bu öğrencilerin yüzde 42.3 ü " kendini güvende hissetmek" için çete üyesi olurken; yüzde 29.8 i "yakın arkadaşları çete üyesi olduğu için " , yüzde 27.9 u" bir gruba üye olmak adına çetelere katıldığını" bildiriyor.
9 - Öğrencilerin yüzde 2.9 u "kumar", yüzde 19.1 i "şans oyunu"," yüzde 3.3 ü de "her ikisini" de oynuyor.

Yorum okuyucuların.

ATATÜRK'TEN ANILAR


Atatürk’ün Eşitlik Anlayışı... Atatürk birgün dolmabahçe’den gizlice çikar Topkapı sarayı müzesine gelir. Müzeyi gezmek ister. Kendisini kapıcıya tanıtır, fakat kapıcı: Henüz saat 9 olmadı, memurlar da gelmedi. Atatürk değil, kim olursan ol, bekleyeceksin der. Hiç şüphe yok ki , kapıcı Atatürk'ü tanımamiş ve birden fazla bu sözlere muhatap bulunduğu için, gelenin Atatürk olabileceğine inanmamiştir. Fakat bu anekdotta mühim olan nokta, Atatürk'ün kapıcının sert cevabı karşısında israr etmeyerek, bir kenara çekilip, saatin 9 olmasını ve memurların gelmesini beklemesidir.

Yazılmayan yönleriyle Atatürk, S. Arif Terzioglu sayfa 4



Atatürk'ün bahçe mimarı Mevlüt Baysal anlatıyor: Çankaya Köşkü'nün bahçesini yapıyordum. Bir gün Atatürk, yaveri ve ben bahçede dolaşıyorduk. Çok ihtiyar ve geniş bir ağaç Ata'nın geçeceği yolu kapatıyordu. Ağacın bir yanı dik bir sırt, diğer yanı suyu çekilmiş bir havuzdu. Ata, havuz tarafındaki kısma yaslanarak karşıya geçti. Derhal atıldım:- Emrederseniz derhal keselim Paşam! Bir an yüzüme baktı, sonra: - Yahu, dedi, sen hayatında böyle bir ağaç yetiştirdin mi ki keseceksin!



Babalık Duygusu: Düğün, O'nun varlığı ile son sınırına ulaşan bir neşe içinde geçmişti. Ata, ayrılmak üzere ayağa kalkınca kendisini uğurlamak için halk iki sıra diziliverdi. Sevecen bakışlarını sağa sola yönelterek yavaş yavaş ilerlerken bir yerde durakladı, sonra durdu, elini yedi sekiz yaşlarında bir kız çocuğunun başına uzattı.çocuğun arkasında yer alan ve anası ile babası olduğu belli olan çifte yavaşça seslendi: "Öpeyim mi?"Herkesi derinden duygulandıran bu isteği ana babanın nasıl yerinde bir minnetle karşıladıkları kestirilebilir.Atatürk, çocuğu iki eliyle kaldırdı, öptü ve bıraktı. Fakat sahne bununla kapanmış olmadı.Uyanık ve duygulu çocuk: "Ben de öpeyim, ne olursunuz Atatürk, ben de sizi öpeyim." diye direndi.Ata, belki de hiç ummadığı halde kendisine babalık mutluluğu tattıran bu içten davranışı, çocuğu bir daha yerden alarak yüzüne yaklaştırmakla karşıladı.Bilmiyorum, halk bu dokunaklı sahneyi, gözleri yaşlı alkışlayarak kutlu kılarken, o çelik iradeli insanın da iki damla gözyaşını tutamadığını görebilmiş mi idi?



Üç inek hasreti: Korkunç bir kış günü... Atatürk sabaha karşı şu emri verir: "Bu kış kıyamette memleketin ne halde olduğunu görmek isterim.Otomobille görmeye çıkacağız." Bugüne göre, zaten yetersiz, bakımsız olan yollar kapalıydı, buna rağmen hareket edildi. Öndeki askeri araç dahi karlara saplanıyor, Atatürk'ün arabası, zaman , zaman kendisi de inerek, çekiliyordu. Bir tepe aşılıyor ki, tek başına bir köylünün telaşlı, telaşlı koşuştuğu görüldü, çağırttı, sordu:"Bu havada dağ başında ne arıyorsun?""İneğim kayboldu paşam.""Seni kurtlar yer bu havada.""İneğimi yedilerse ko beni de yesinler.""İneğin kaç lira kıymetindeydi?""Eh, elli altmış kağıt ederdi."Gazi, yaverine emretti:"Bu vatandaşa yüz lira verin, bir de otomobile bindirin."Köylü karşı çıktı:"Sana rastlamak benim talihimdir, ama yine de kendi ineğimi ararım. Verdiğin yüz lira ile iki inek alacağım, benimkini de bulursam eder üç... Bu benim düşümdü. Sana rastlayan bahtlı adamın üç ineği olması çok mu?"

3 Mart 2009 Salı

ATATÜRK' TEN ANILAR
















ATATÜRK' mü, FATİH' mi?

Birgün, İstanbul ve İstanbul'un fethinden konuşulurken, söz tabii Fatih'e geldi. Atatütk'ün tarihin kendi hakkında vereceği hükmü, etrafındakilere sık,sık sorduğu bir gerçektir. Söz sırası kendine geldiğinde, ortaya şöyle bir soru attı. "Tarih, acaba benim mi, yoksa ikinci Mehmet'in yaptığı işleri daha önemli bulacaktır?" Orada bulunanların hemen hemen hepsi "Siz" dediler. Atatürk, "Niçin ?" diye sorunca, genelde hepsi Atatürk'ün Fatih'ten daha büyük olduğunu söyleyip, ispatlamak için de ellerinden geldiğince kanıt toplama yarışına girdiler. Hatta, bazıları " Fatih'de kim oluyormuş" diyecek kadar ileri gidenler oldu.Fakat, ne söylenirse söylensin, verilen cevaplar Atatürk'ü hiç tatmin etmiyordu. Nihayet söz, orada bulunanların en gencine geldi."Efendim, Tarih bir sınav salonuna benzer. Karşısına gelenlere birtakım özel meseleler verir. Neticede verdiği problemleri halledişine ve bundaki başarısına göre birtakım notlar verir. Aşağı yukarı, tarihin sınavına çıkanların hepsi aynı şartlar dahilinde, ayrı ayrı problemler karşısında kalmışlardır. Bunları en iyi çözenler de tereddütsüz on numara almışlardır. Zannımca, tarihin adamı olan şahsiyetlerin karşısında kaldıkları olayları birbirleriyle karşılaştırmakla sonuçlara varmak mümkün değildir. Fatih, karşısına çıkan meseleleri en iyi şekilde hallederek on numara almıştır. Siz de önünüze konan problemleri halletmiş ve on numarayı kazanmış bir tarih büyüğüsünüz" Atatürk, bu sözleri büyük bir dikkatle dinledi ve neticede "Bravo " dedi. Sonra, biraz evvel Fatih'i küçümseyen kişiye dönerek:"Sen halt etmişsin. Ben Fatih'den büyük olabilir miyim? Çok kereler Fatih'in karşısında kaldığı meseleleri düşündüğüm zaman, ben de aynı hal çarelerine varmışımdır. Yalnız, Fatih, benim karşısında kaldığım hadiseleri nasıl hallederdi. Bunu çok merak ederim İkinci Mehmet büyük adamdır büyük..." Not: Münir Hayrı Egeli'den

27 Şubat 2009 Cuma






TEMİZLİK




Burhan BURSALIOĞLU
Kültürümüzde, hemen, hemen her konuda çok güzel Atasözleri vardır. Temizlik konusunda” “Herkes kendi kapısının önünü temizlese, her taraf temiz olurdu” şeklindeki söz ne kadar doğru bir söz. Bu güzel sözü hatırlayıp uygulayan var mı acaba? Hiç zannetmiyorum. “Bana ne” cilik, öteden beri gelmiş, gidiyor.
Biz Türk Milleti olarak, temizliği, sanal olarak seven bir topluluğuz. Ama uygulamaya gelince, neden yapmıyoruz? Anlamak güç. “Temizliğin imandan olduğunu bilen çok, ama uygulayan yok. Temizlik sadece vücut temizliği değildir. Vücut ne kadar temiz olursa olsun, çevren pisse, vücut temizliği boşunadır. Vücut pisliği kendine zarar verir, ama, çevre pisliği tüm topluma zarar verir. Unutmayalım ki, çevrenin temizliği, oradaki insanların görüntüsüdür.
Şöyle bir çevreye çıkalım. Önce, kapımızın açıldığı sokağa bakalım. Haftada 3 gün, sokaklardan belediye çöp kamyonları çöpleri toplar. O günü, akşamdan sonra, apartmanların balkon ve pencerelerinden, çöp dolu poşetler, önce etrafa bakıp, görenin olup olmadığını gözetledikten sonra sokağa fırlatılır. Gece, köpek ve kediler tarafından çöpler etrafa saçılır. Sabah araba gelene dek o çöpler sokakta kalır, kokar ve görüntüleri mide bulandırır. Saçtığı mikroplar cabası. Değer mi yani, arabaların geliş saatine doğru, birkaç merdiven basamağı inip çöpünü belirli yere koyma çok mu zor.? Gören var mı düşüncesiyle, etrafı kaçamak bakışlarla süzmek daha mı uygun? Sorun sadece bu kadar değil tabii. Parklarda, sahillerde, belediyelerin, dinlenme açlı koyduğu bankların etrafları da sokaklardan farklı değil. Yenen kabak çekirdeği, ayçiçeği çekirdeği, kabuklu, çekirdekli yiyecekler, etrafa saçılıyor, poşet, mendil, kağıt, içki şişeleri, meze artıkları da ayrı bir çirkin görüntü oluşturuyorlar. Bu çirkinliği oluşturan insanlar, çöplerini, yanlarındaki poşet ve kağıt torbalarına koyup, yakınlarındaki çöp kutularına koymak niye zor gelmektedir? Yerlere tükürmenin, yere izmarit atmanın bir müdafaası olabilir mi? Bu hareketlerin adına, görgüsüzlük mü demeli, eğitimsizlik mi demeli, adını sizler koyun.
Bunlar düzelir mi sorusu karşısında, tereddütsüz “Evet” diyebiliriz. Bugüne dek lakayt kalan, başta belediye görevlileri, zabıta,polis teşkilatı, sivil toplum kuruluşları, eğitim kurumları, kurslar açmalı, broşürler dağıtmalı, paneller, konferanslar tertiplemeli, ceza maddelerinin rakamları çoğaltılarak uygulanmasına titizlik gösterilmeli, gazeteler, ve ücretsiz dağıtılan belediye gazetelerine ilanlar ve yazılar verilmeli, özellikle halk, görülen yanlışlıklara tepkili olunmalıdır. Belediye, sokaklarda ve caddelerde, kapalı çöp kutularını, fazla meydanda olmamak şeklinde çoğaltmalılar. Okullardaki çevremiz ve temizlik konuları kapsamı genişletilip, uygulamalar yaptırılmalıdır. Görsel ve yazılı basın olayın önemi üzerinde uyarıcı yayınlar yapmalıdır. Cadde ve sokaklar bez afişlerle, halk sık sık uyarılmalıdır. “Temizlik imandandır” sözü lafta bırakılmamalıdır. Yabancı turistlere, utancımızın görüntüsü resimlerini çekme fırsatı vermiyelim.
Temizlik ve çevre temizliği konusunda, halkımızın, “eğitimsiz” yakıştırılması silinmelidir. Bu konuda, tüm sağduyulu insanlarımızı göreve davet ediyorum.




EFSANE GERİ DÖNDÜ G.S. TUR ATLADI 4 - 3

23 Şubat 2009 Pazartesi

EĞİTİM SİSTEMİMİZ - 5 -




OKULLARDA DİSİPLİN


Burhan BURSALIOĞLU



Eğitim sistemimiz 3 ü yazan arkadaşım Kerem Akçasu’ yun düşüncelerine aynen katıldığımı belirterek, konuyu biraz daha geniş açıdan irdelemek istiyorum.
Konu disiplin: Değişen yönetmeliklerin yanında, disiplin yönetmeliği de sık, sık değişmektedir. Buna mecbur olunuyor. Öyle disiplinsizlikler meydana geliyor ki, tedbir almak,vukuunda gerekli işlemleri yapmak ve cezayı belirlemek açısından , yönetmelikte ,ister istemez değiştirilmektedir.
Son yıl ve aylarda, okul ve eğitim kurumlarında meydana gelen disiplinsizlik olayları, hızla artmakta ve disiplinin bu kadar bozulduğu bir dönem yaşanmamıştır. Gün geçmiyor ki, silahlı gasp,bıçakla yaralama, öldürme,baskın, ırza tecavüz, öğretmen ve idareci dövme, uyuşturucu gibi olayları basın yazmasın.
Önce şiddet gündemde idi. Yaralama, okul basma idareci ve öğretmenlere saldırı, öğrencilere yol bağı yapmak, sınıflara bıçak, kesici alet ve silah sokmak, taşımak sık,sık duyduklarımız ve okuduklarımızın başında geliyor. Sonra uyuşturucu olayları başladı. İlköğretim okullarına kadar girip, kantinlerde el altından satılan uyuşturucu belası. Şimdi ise, taciz, tecavüz ve seks. Sınıflara kadar girebilen, şantaj tecavüz, 11-12 yaşlarındaki kız öğrencileri pazarlama olayları. Bu çocuklar, bu insanlar nerede yaşıyorlar? Bunlara bu cesareti verenler kimlerdir? Bunlarda sıkılma, utanma, arlanma, baba ,ana korkusu toplum ve yasa korkusu yok mudur? Demek ki yok. Olsa herhalde yapmazlar.
Gidiş iyi bir gidiş değildir. Bunun önüne geçmek lazımdır. Toplumca önlemler alınmalı. Disiplin yönetmelikleri yeterli olmuyorsa, başka, başka tedbirler düşünülmelidir. Başta velilerin bu konularda eğitilmesi lazım. Sık, sık okul öğretmen ve idarecileriyle, görüşmeli, sık, sık konferans, açık oturum, yapılmalı, , psikologlar, aile bireyleri, Emniyet teşkilatlarından yetkili görevliler, eğitimciler, doktorlar, sivil ve meslek örgütleri temsilcileri, öğrenci kuruluşları ve bakanlık temsilcilerinin katılacağı şuralar tertiplenmeli.
Olaylar sonucunda, gerek müfettişlerin, gerekse polis ve adli mercilerin tuttukları raporlar, neticeler, uygulamalar Bakanlığa , yetkili mercilere gönderilmeli, yönetmelikler bunların sonuçlarına göre hazırlanmalıdır.
Okul öğretmen ve idarecilerin de disiplin yönetmeliklerini, müfredat programlarını, öğretme, tanıtma ve uygulama görevlerinin dışında başka görevleri de vardır. Okullarının manevi değerleri hakkında, arkadaşlık sevgisi, birlik ve beraberlik, dayanışma, Türk Ulusunun manevi duyguları, anane, gelenek ve görenek konuları hakkında her fırsatta bilgiler verilmeli ve bunlar işlenmelidir. Öğretmen okulunda iken, liselilerle hiç geçinemezdik. Hafta sonlarında, liseliler tarafından, bir arkadaşımızın kıstırıldığını duyar duymaz, nerede olursak olalım onu kurtarmaya giderdik. Tabii liseliler de öyle yapardı. Burada önemli olan arkadaşın kurtarılması yanında, okulun şeref ve haysiyetini, onurunu korumak ve üstünlüğünü kabul etmek ve ettirmektir. Bugün bunlar yok. Bırakın korumayı, saymayı ve saydırmayı, bugün, okul arkadaşını başkalarına peşkeş çeken bir zihniyete hizmet eden insanlar var. Sevgi ve şevkattan yoksullar. Arkadaşlık ve dayanışma duyguları gelişmemiş. Bunlar çok az da olsalar mide bulundurmaktadırlar.
Sayın Kerem Akçasu’nun bahsettiği acayip kıyafet giyme gerçekten çok çirkin görünmektedirler. Şekilsiz, düzensiz kıyafetler onları gülünç duruma düşürmektedir. Bu tür giyiniş o kadar yaygın ki, “ acaba gözümden kaçan tarif var mı” diye yönetmeliklere tekrar, tekrar göz gezdirdim. Hayır bu tür giyiniş, çocukların kendi özentileri veya rahatlığı olsa gerek. Gençlik ne kadar sıkılgan olmuş, hayret ediyorum.
Yönetmeliklerde böyle bir giyiniş yoksa, öğretmen ve idareciler, teftişe gelen müfettişler, kaymakamlar, Valiler durumu görmüyorlar mı? İkaz etmiyorlar mı? Anlamakta güçlük çekiyorum.
Okul idaresi, renk ve kıyafetleri, yönetmeliğin ifade ettiği biçimde kendi seçer. Amlemini, rozetini flamasını kendi oluşturur.. Bunlara bir diyeceğim yok. Ancak, bir eğitimci olarak şunu ifade edeyim ki, Özellikle, ilköğretim okullarında, Türkiye çapında, öğrenci kıyafeti tek tip, tek model ve tek renk olmalıdır. Önerim, eskiden olduğu gibi, beyaz yaka, siyah önlük. Orta öğretim okullarında her okul kendi kıyafetini belirlemeli ama, onu öğrencilere adam gibi giydirtmelidirler
Açıkçası, okullarda bir kaostur gidiyor. Çözümleri de çok kolaydır ama, bu işe soyunacakların, önce inanmaları gerektir.. Sınıf veli toplantılarında, öğretme tarafından veli kovuluyorsa, okul müdürü velilerle görüşme yapmaktan kaçıyorsa, öğrenciler, tahta başında tek ayakta durduruluyorsa, tek parmakla duvara yaslandırılıyorsa, ödevler kontrol edilmiyor, çocuklar başı boş bırakılıyorsa, velilerce çocuklar takip edilmiyor, onlarla ilgilenilmiyorsa, yardımcı olunmuyorsa, dışarıdaki vatandaş gördüğü yanlışlıklara, “bana ne” gözüyle bakıyorsa,müfettişler, ve üst teftiş amirleri çirkinliklere es geçiyorlar sa bu işler düzelmez..

18 Şubat 2009 Çarşamba

EĞİTİM SİSTEMİMİZ - 4 -





S İ M İ T P A R A S I



"Yorumcum" dan alıntı"



Günün son dersinin sonuna gelinmişti. Öğrenciler çıkmak içinsabırsızlanıyordu. Defter ve kitaplarını çantalarına koydular. Zilçalar çalmaz, dışarı çıkmak için hazırdılar. Yalnız, Alihazırlanmamıştı. Gecikmek için de elinden geleni yapıyordu. Nihayetzil çaldı. Öğrenciler bir anda kapıya yöneldi. Ali, yerinden kalkmadı.Ağır ağır eşyasını topladı. Bir yandan göz ucuyla öğretmenine bakıyor,bir yandan da arkadaşlarının gitmesini bekliyordu.Öğretmeni, onun bu halini fark etti:- Hayrola Ali, dedi. Eve gitmeyecek misin?Ali, son arkadaşının da çıktığını görünce cevap verdi:- Sizinle konuşmak istiyordum öğretmenim.- Peki, dedi öğretmeni. Ne söyleyeceksin bakalım?- Ahmet arkadaşımız var ya...- Evet, ne olmuş Ahmet'e?- Durumları pek iyi değil galiba. Annesi, beslenme çantasına pekiyişeyler koymuyor.- Eee?- Ona yardim etmek istiyorum. Ama benim yardim ettiğimi bilirseüzülür. Günde bir simit parası biriktirip her hafta size versem, sizde ona verseniz? Cebinden bir avuç bozuk para çıkarıp öğretmenin masasının üzerinekoydu. Nurhan Öğretmen, paraya dokunmadı. Sandalyesine oturup düşündü.Ali hakkındaki bilgilerini yokladı. Bildiği kadarıyla ailesinin durumupekiyi değildi. Bu çalışkan ve sevimli öğrencisi, ne kadar da iyiniyetli ve düşünceliydi. Zengin bir ailenin çocuğu değildi. Bunarağmen yardim etmek istiyordu. Üstelik yardım ettiğinin bilinmesiniistemiyordu.Nurhan Öğretmen:- Dur bakalım Ali, dedi. Bildiğim kadarıyla sizin de maddî durumunuzpekiyi değil. Yanlış mı biliyorum?- Doğru biliyorsunuz öğretmenim. Babam gündelikçi. Çoğu zaman işbulamıyor. Ama ben de çalışıyor, para kazanıyorum.- Nerede çalışıyorsun?- Simit satıyorum.Nurhan Öğretmen yine durup düşündü. İyiliğin bu kadarına ne demeliydişimdi? Bunun gerçekleşmesi zordu. Onu, bundan vazgeçirmek için birçare bulmalıydı. Bunu yaparken, sevimli öğrencisini de kırmamalıydı.Onunla biraz daha konuşursa, belki bir yolunu bulurdu.Nurhan Öğretmen, Ali'ye dondu:- Büyüyünce ne olmak istiyorsun, diye sordu.- Çok zengin bir işadamı...- Niçin?- İnsanlara daha çok yardım etmek için... - Güzel, dedi Nurhan Öğretmen. Bak simdi Ali, Ahmet'in ailesinindurumu pekiyi değil, bu doğru. Ama sizinki de bundan pek farklı değil.İstersen acele etme. Çok zengin olduğun zaman insanlara yardimedersin. Olmaz mı?- Olmaz, dedi Ali. Şimdi yapmalıyım.- Neden olmaz?- Üç sebepten dolayı olmaz. Birincisi: Bu para zaten benim değil. İyilik ettiğim için Allah, beniinsanlara sevimli gösteriyor. İnsanlar da bundan etkileniyor, daha çoksimit alıyorlar. Bu sayede gün boyu çalışanlardan bile fazla simitsatıyorum. Hele mahallede Hasan Amca var, her gün iki simit alıpgüvercinlere veriyor.İkincisi: 'Ağaç yas iken eğilir.' deniliyor. Şimdiden iyilik yapmayıöğrenmezsem büyüdüğümde hiç yapamam. Şimdiden iyilik yapmayıp bunuzenginlik günlerime ertelersem, zengin olduğum günlerde de daha zenginolduğum günlere erteler kendimi kandırmış olurum. Üçüncüsü ise daha önemli: Büyüdüğüm zaman çok zengin bir işadamı olmakistiyorum. Zamanında yatırım yapmayanlar büyük işadamı olamazlar.Nurhan Öğretmen, karsısında büyük biri varmış gibi dinliyordu:- Bu sonuncusunu pekiyi anlayamadım, dedi.- Açıklayayım öğretmenim, dedi Ali. Şimdi, çok zengin olmadığım için,ancak günde bir simit parası kadar yardım edebiliyorum. Bundanfazlasını veremem. Allah, Cennet'i gücü kadar iyilik edene veriyor.Şimdi gücüm bu olduğuna göre, Cennet'in fiyatı birkaç simit parasıkadardır. Eğer zengin olmadan ölürsem birkaç simit parasıyla Cennet'egirebilirim. Bundan daha karlı bir yatırım olur mu? Nurhan Öğretmen'in gözleri dolmuştu. Başını 'Evet' anlamında sallarkenAli'yi evine yolladı.Sınıfa geri dönerken okulun boşaldığını fark etti. Eşyalarını toplamakiçin masasına döndüğünde Ali'nin bıraktığı paraların masa üstündekaldığını fark etti. Sandalyesine gayri ihtiyari oturdu ve paralarıeline aldı.Hiçbir para ona bu kadar kıymetli gelmemişti. Sanki elinde dünyanın enkıymetli incilerini, yakutlarını, elmaslarını tutuyordu. Hatta buparalar onlardan bile kıymetliydi. Bu paralar, bu bozuk SIMITparaları, Cenneti satın alabilecek paralardı. Sanki hiç bırakmakistemeyen bir duygu ile sımsıkı kavradı bu bozuk simit paralarını. Oturduğu yerden kalkamadı Nurhan Öğretmen. İçinin dolduğunu, Tarifedilemeyen duygulara boğulduğunu hissetti. Birden boşalan sağanakyağmurlar gibi ağlamaya başladı. Ağladı... Ağladı... Ağladı.Kendine geldiğinde aksam olmuştu. Yavaş adımlarla sınıftan çıkıpokuldan ayrılırken bekçi Sadık 'Bozuk Simit paraları ile cennetisatın almak, Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak' diyeNurhan öğretmenin sayıkladığını duydu. Bekçinin hayretler içinde, 'Nedediniz hocam?' demesini bile duymayan Nurhan öğretmen, bekçininşaşkın bakışları altında akşamın alaca karanlığına karışıvermişti Hikayeyi beğenmişseniz ve Ali'den utanmışsanız, maddi durumunuz iyideğilse bile, iki tane ekmek alıp bölgenizdeki bir fakirin kapısınabırakın.Bir okul önünde biraz bekleyip yırtık ayakkabısı olan bir çocuğa ayakkabı alın.Maddi ihtiyacı olan bir akrabanıza yardım edin.Yeter ki boş durmayın!" Ekmeği paylaşmak ekmekten daha lezzetlidir ."

16 Şubat 2009 Pazartesi

EĞİTİM SİSTEMİMİZ - 3 -








Kerem AKÇASU




Özellikle son yıllarda eğitim sistemimizin ne kadar bozuk veya bozulmakta olduğuna dair tartışmaların ardı arkası kesilmiyor. Eğitimci gözüyle Burhan Enişte’ nin yazdığı her şeye katılıyor, eğitim sistemindeki gerilemeyi kabul ediyorum. Ama bunun altındaki asil gerçeğin aile sistemimizin daha doğrusu ailelerin eğitime bakışının bozulmakta olması olduğuna inanıyorum.Örnek vereyim. Ben 1970 doğumluyum. İlkokul birden, lise sona kadar özel okulda okudum. Okula giderken forma giyerdik ve bu forma adam gibi giyilmek zorundaydı. Ve bu adam gibi giyilme kuralı evde başlardı. Örneğin forma altına lastik ayakkabı giyilmemesi okula girmenin değil evden çıkabilmenin şartlarından biriydi. Kravat adam gibi takılacak, gömlek adam gibi giyilecek, ceket mutlaka giyilecek, papaz gibi gezilmeyecek, sac ve sakal traşı olunacak. Bunlar okula gitmek için öncelikle evde koyulmuş kurallardı. Sonra öğrenmek. Aileler çocuğun sınıfı geçmesiyle değil, öğrenmesi ile ilgiliydi. Tahminen bugünkü ödev verilmeme, öğretmenin veli izni olmadan sınıfta bırakılamaması gibi olaylar bizim dönemde yaşansaydı herhalde önce aileler itiraz ederdi. Okul velinin arkasında olduğunu bildiğinden midir veya aileleri takmadığından midir nedir, öğrencileri istedikleri gibi yoğururlardı. Öğretmenin vurduğu yerde gül biterdi. Ve forma ile ilgili öğretmenlerin çok güzel bir sözü vardı. "Kendinize yoksa bile okulu temsil ettiği için bu formaya saygı göstermek zorundasınız. Ya adam gibi giyeceksiniz ya da giymeyeceksiniz"Ya şimdiki durum? Sabahları evden çıkarken okula giden orta öğretim öğrencilerine bakıyorum. Ceket omuzda, kravat göbeğe kadar açık, gömlek düğmesinin üstten en az iki tanesi açık, gömleğin bir ucu mutlaka pantolondan aşağı sarkıyor, mevsim kış ise pantolon paçaları botların için tıkılmış vaziyette. Yani erkek öğrenciler serseri havasına bürünmek, kız çocuklar ise okul yerine podyuma gidiyor gibi görünmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Ve buna her şeyden önce aileler tarafından çocukların özgürlüğü adı altında izin veriliyor. Ayrıca özellikle özel okullara bir bakıyorsunuz veliler ali kıran bas kesen ortada geziyorlar. Özel üniversitelerin bir çoğunda bile veli üniversiteye gidip öğretim görevlisine “Ben buraya bu kadar para ödüyorum, sen benim çocuğuma nasıl kötü not verirsin” gibilerden sözler söyleyebiliyor ve okulların da amaçları eğitim öğretim değil, para kazanmak olduğu için bunlara göz yumuyor.Özetle benim görüşüm, ülkemizdeki eğitimin belli bir seviyenin üzerine TEKRAR çıkması için, öncelikle aile ile başlayan öğretim seviyesinin değişmesi lazım. Aileler için önemli olanın TEKRAR çocuğunun iyi not alması, çok para kazanması değil, öncelikle adam olması haline gelmesi gerekir.

12 Şubat 2009 Perşembe

EĞİTİM SİSTEMİMİZ - 2 -



Burhan BURSALIOĞLU


Eğitim ve Öğretim sistemimizde değişen, sadece bilgi aktarımı, ödev şekli,araştırma, kitap, kaynak edinme değildir. Birçok alanda, araştırmadan, denenmeden yürürlüğe konmuştur. Ders kitapları, yardımcı kitaplar, araç ve gereçler, müfredat programları, disiplin yönetmeliği, sınıf geçme, not değerlendirmesi, mezuniyet not ortalaması, ağırlık puanları, öğretmen yetiştirme ve isthdam, okul binaları yapma ve yaptırma yönetmelikleri, zaman, zaman ve sık, sık değiştirilmektedir. Yeri geldikçe kısa, kısa bu konulara değinmeye çalışacağım.
Dünya’da, gelişen teknolojinin hızına ayak uydurmak Milli Eğitimin görevidir. Ama , bunu yaparken, yaşadığımız ortamın, içinde bulunduğumuz toplumun imkan ve durumunu göz önünde bulundurmak mecburiyetindeyiz. Kaş yapayım derken, göz çıkarılmamalıdır.
Artan nüfusumuzun gereği, artan öğrenci sayısı ve bu oranda yapılan mezunlar karşısında, iş sahalarının da artırılması gerekmektedir. Bu yapılmamaktadır. Kitleler halinde, liselerden, üniversitelerden mezun vermek , işin kolay tarafıdır. Halbuki, mezun olan bu insanlara iş sahası açmak, onları yerleştirmek Devletin başlıca görevidir. Ama durum bunun tam tersidir. Her yer , diplomalı işsiz insanla kaynamaktadır. Kamu kuruluşlarının en alt birimlerinde görev almak isteyen on binlerce üniversiteli genç, dilekçe vermekte, bunların çok az kısmı ve çok şanslı olanlar iş bulabilmektedirler. Eğitim fakültelerinden mezun öğretmenler kura ile atanabilmektedir. Bu okullardan mezun olanlar öğretmendir. Öğretmen atanmayacaksa neden eğitilirler, anlamak zor. Bizim zamanımızda, son sınıfa gelince,okuldan kovulmadığı sürece, bir okula öğretmen olarak atanacağını bilirdik. Mezun olunca da, elimize bir form verilir , atanmak istediğimiz 3 il adı istenirdi. Birde bugüne bakın. Mezun oluyor, kurada çıkmazsan işsizsin. İş sahası, çalışacak iş yok, ama pıtırak gibi açılan üniversiteler ve mezunlar var.
İlköğretim okullarında , artan nüfusu karşılayacak okul binası yapılamamaktadır. Onarılması gereken binalar onarılmamaktadır. Yeni dershane sayıları yetmemekte, mevcudu karşılayamamaktadır. Bu nedenle sınıflar kalabalıklaşmakta, verim düşmekte, disiplin olayları artmakta, kontrol ve denetim aksamaktadır. Bundan dolayıdır ki, veli tedirgin olmakta, okul okul dolaşmakta, öğretmen seçimi yapmakta, tüm imkanlarını kullanarak, inandığı bir okula veya yine inandığı bir özel okula çocuğunu vermektedir. Durumları buna pek elverişli olmayanlar, birçok ihtiyaçtan vazgeçerek, çocuğuna iyi bir eğitim verdirmeye çalışmaktadır.
Her okula giren öğrenci, mezun olacağını bilmektedir. Çünkü sınıfta kalmak, geçmekten zor. Peki mezun olunca bir üst eğitim kurumuna girme şansı ne kadar? Önce bilgi, şans ve dersane. Bu üçünü bir arada kullanan bir üst kuruma devam şansını yakalar. Geri kalan işsizler ordusuna katılacaktır. Belki de kanunsuz işlere karışacak, çevresine, ailesine ve kendisine zarar verecektir. Mezun olup, iş sahibi olamayanların da sonu farklı olmaz.
Bunların önüne geçmek, fırsat vermemek Devletin görevidir. Eğitim ve öğretim, talepleri karşılayacak şekilde yapılmalıdır. Diplomalı işsiz ordusu yetiştirmek, bu memlekete bir şey kazandırmaz. Bu yanlıştır. Eğitimimize yeniden bir çekidüzen verilmelidir.
Ülkemiz bir tarım ülkesidir. Ama tarım ürünlerimizi dışardan ithal ediyoruz. Hayvan besliyoruz, eti dışardan alıyoruz. Marketlerin rafları ithal süt ürünleriyle dolu. Sanayi diyoruz, mevcut fabrikalar, dış sermayeli. Yanlışlık yine eğitimde. Meslek okullarını çoğaltmalıyız. Bilgisayar, elektrik, motor, tesfiye gibi branşlar yetmiyor. Tarım ve hayvancılık ağırlıklı meslek okulları açmalıyız. Tarım, hayvancılık, arıcılık, marangozculuk, demircilik, bakırcılık, madencilik, sebzecilik, tekstil, terzilik sağlık gibi branşları kapsayan okullardan mezun olanlar, işsizler ordusunu azaltacaktır.
SONUÇ: Memleketimizin toplumsal ve sosyo ekonomik yapısı göz önünde tutularak, eğitime yön vermek görev bilincinde olanlar, parti ve şahıs çıkarlarını ikinci planda tutmalıdırlar.
NOT: Yukardaki resim, yıllar önce yanan, Ortaköy'deki okulun bugünkü halidir.

9 Şubat 2009 Pazartesi

EĞİTİM SİSTEMİMİZ - 1 -



Burhan BURSALIOĞLU


15 günlük yarıyıl tatili biterek, bugün eğitim ve öğretimin ikinci yarı yılı başlıyor. 15 günlük istirahat, göz açıp kapatana kadar gelip geçti. Öğrenciler bu fırsatı nasıl değerlendirdiler bilemem. Yıl sonunda belli olacaktır. Gerçi bu eğitim sistemiyle,yıl sonunun kötü olacağını zannetmiyorum. Çünkü sınıfta kalmak çok zor. İstese de öğrenci aynı sınıfı iki yıl okuyamaz. Derslerden bir buçuk aldın mı, iş bitti demektir. Gelsin bir üst sınıf.
Okulların açılması, yanında bazı sıkıntıları da getiriyor. Sabahları erken kalkmalar, servis beklemeler, çocuğun, sağlıklı gidip gelme, okulda olay çıkma stresi, kitap, defter, kalem, araç, gereç,okuldan istenen ihtiyaçların tedariki, veli toplantıları, bayram hazırlıkları, diploma töreni gösteri hazırlıkları, kıyafet sorunları, yıl sonu başarı bekleme stresi ve yoğun trafik sorunları.
Eğitim ve öğretim yönetmeliklerimiz, programlarımız her ME Bakanının kafasındaki düşüncelere göre değişmektedir. Bu da 14 milyon öğrenciye, 600 bin öğretmene ve milyonlarca veliye zarar vermektedir. Yapılan yenilikler kalıcı olmamaktadır. Değişen sistemlerin oturması için yıllara ihtiyaç vardır. Sık değişince, bocalama devresi de uzun sürmektedir. Öyle görülüyor ki, şimdiki sistemi de rafa kaldıracaklar. Bursa’da devam eden yeni bir sistem, okullarda denenmektedir. Uygun görülürse yakında bu sistem kargaşası ,da yaşanacaktır. Ülkemizde uzun deneyimler, kurullar ve şura tartişmaları sonunda kabul edilip uygulanmaya başlayan 68 programının hiçbir etkisiz tarafı yokken yürürlükten kaldırıldı. O sistemde, eğitim-öğretim, tüm sınıfın faal olduğu bir ortam yaratıyordu. Gruplar vardı. Seviyeli gruplar oluşturuluyor, herkese, kapasitesine, yeteneğine, başarısına göre konular veriliyor, okul haricinde, özellikle, canlı ve etkin kaynaklardan takviye edici bilgiler alınarak konu hazırlanırdı.. Öğrencilerde bir hareket, heyecan , kendine güven ve gurur vardı.
O sistem kaldırıldı, öğrenciye, tembelliği getiren, pısırıklığı aşılayan, duygusuz, kişiliksiz sistemler silsilesi getirildi.. Bugünkü sistemde, öğrenciden çok veli çalışmakta, veli maddi imkansızlıkla mücadele etmektedir. Bilgisayar eşliğinde ödev yapma ve çalışma... Özel olsun, Devletin olsun, okullarında verilen tüm ödevlerin kaynağı olarak bilgisayarlar gösterilmektedir. 14 milyon öğrencinin evlerinde bilgisayar mı var ki, kaynak olarak gösteriliyor. Ayrıca, bilgisayarın imkanlarından faydalanarak, yetenekleri doğrultusunda, projeler, resim ve şekillerin oluşturulması istenmektedir. Buna benzer birçok olumsuz, zararlı çalışmalar...
Tabii, sistemler değiştikçe, ders ve yardımcı ders kitapları da değişmektedir. Alel acele yazılan kitaplarda ki yanlışlıklar, imla hataları dört yıldır devam etmektedir. Sanki, Talim Terbiye Kurulu bunları kontrol etmiyor, onların “olur” larıyla baskıya verilmiyor, tavsiye edilmiyor…Yanlışlıkların yanında, seviyeye uygun olmayan bilgiler, problemler de ayrı bir konu. “milli “lik ilkesi kalktı.
Okullarımızla ilgili ileride düşüncelerimi açıklayacağım yazılarım çıkacaktır. Şimdilik bu konuya nihayet verirken, İlköğretim 3. sınıf Matematik,öğrenci çalışma kitabından örnek bir problemi! bilgilerinize sunacağım. Böyle bir sorunun 3. sınıf öğrencisine nasıl sorulur düşünün ve bizzat siz de, problemi çözmeye çalışın.
Levent ve Bülent, oğullarıyla balık tutmaya gittiler. Levent, oğlunun tuttuğu balığın iki katı kadar balık tuttu. Bülent’te, oğlunun tuttuğu balığın iki katı kadar balık tuttu.
Toplam 21 balık tutulmuştur. Levent’in oğlunun adı Mert’ti, Bülent’in oğlunun adı nedir.?”
Buyurun Matematik sorusuna.
Tüm Öğretmen ve öğrencilerimize, başarılar diliyorum.

7 Şubat 2009 Cumartesi

SEVİL ERSOY NİŞANLANDI


MUTLU BİR GECE


Bu gece, , Boyacıköy, Polis Moral Eğitim tesislerinde, Emirgan İlkokulu eski öğretmenlerinden Hanife Eroy'un kızı, aynı okul öğrencilerinden Sevil Ersoy nişanlandı.

Emirgan İlkokulu emekli öğretmenlerinden Hanife Ersoy'un kızı, çalıştığı dersanede tanıştığı, kendisi gibi öğretmen olan Taner'le , evliliğin ilk aşaması olan nişan töreniyle, yüzüklerini taktılar.

Tören yemekli ve müzikli olup, o zamanın okul eğitim kadrosu,eksiksiz olarak katıldılar. Çok neşeli geçen törene, ablası Serap Ersoy Aydın' da Londradan eşiyle birlikte gelerek, iştirak ettiler.

Genç çiftlere, ömür boyu sağlıklı mutluluk diliyorum.

4 Şubat 2009 Çarşamba

TABU GEREKLİDİR

Kerem AKCASU

TABU GEREKLIDIR. EN IYI TABU SEVGI - SAYGIDIR… Ben insan hayatinda tabularin olmasi gerektigine inananlardanim. Insani bazi seylerden alikoyan, ve/veya insani hayata baglayan bazi guclerin olmasi gerekir. Din, gelenek, gorenek, milliyet, vatan, varlik… Saymakla bitmez. Toplumdan topluma, insandan insana degisir. Ama hepsinin ortak bir yani vardir. Dozlarini iyi ayarlamak gerekir. Fazla baglanmak tum insanligin felaketlere, gerilige surukler. En kotuleri de mal varligidir. Mal varligina tapinmaya baslarsaniz, baska hicbir seyi gozunuz gormez. Tabularin arasinda bu kaideyi bozan iki tanesi vardir. Aslinda iki tane degillerdir. Cogu zaman kol kola gezerler. Sevgi ve saygi ikilisi. Fazlaliklarinin hic bir zarari olmaz. Hele sayginin nedeni korku degil, sevgiyse, degme gitsin. Hatta evrenin basina ne geldiyse bu ikisinin azalmaya baslamis olmasindan kaynaklanir. Veya sayginin sevgiye veya sevgiye saygiya bagli degil, ikisinin de cesitli korku ve endiselere dayanmasindan yani sahte olmasından kaynaklanir.Insani seven, insani sayan insana zarar vermekten korkar. Insanin aci cekmesini istemez. Paylasir. Derdine, sevincine ortak olur. Daha fazlasi icin diger insanlari kullanmaz, ezmez, oldurmez…Dogayi seven, dogayi sayan dogaya zarar vermekten korkar. Agac kesmez. Gereksiz yere su akitmaz. Elektrigi bosa yakmaz. Hayvanlari besleyerek kendine alistirmaz. Sokak kedisi bile olsa…Tabii bir de insanin kendine olan saygisi vardir. Ve aslinda kendini sevip, saymak yukaridakilerin bir cogunuda beraber getirir. Ve… Bunlarin tumunu icinde barindiran bir saygi – sevgi vardir ki… Onu da anlayan anlar. O saygiyi, sevgiyi icinde hissetmek yukaridakilerin hepsini icinde barindirdigi gibi, hepsini de gerektirir, beraberinde getirir. Ama ikinci paragrafta yazdigim gibi. O' u sevdigin icin sayacaksin, saygi duydugun icin seveceksin. Korktugun icin sevecek veya sayacaksan o zaman O, senin kabusun olur. Hayatinin guzelligi anlami degil…

2 Şubat 2009 Pazartesi

TÜM PROBLEMLERİN ÇÖZÜMÜ

Kerem AKCASU


Tüm dünyanın ve evrenin kendine göre problemleri var. Buna paralel olarak dünya üzerinde yaşayan tüm insanlarında genel ve kendilerine yönelik problemleri var. Bunların başında çevre kirliliği geliyor, dünya ve evrenin problemi olduğu için. Arkasından insanların geçim derdi, iş ilişkileri, insan ilişkileri gibi problemleri var. Bunların neredeyse tümünün çözümü bence çok kolay ve tek bir şey. Bu çözümü açıklamadan önce neden bu hallere geldik onu kendimce anlatmak istiyorum.Dünyayı bu denli yaşanmaz hale getirmemizin altında tek bir sebep yatıyor. Kişisel ihtiraslar ve çıkarlar. Paylaşım unutulup, ticaret denilen şey ortaya çıktığı günden itibaren dertler artarak çoğalmaya başladı. İnsanlar her şeyden önce şahsi menfaat ve karlarını düşünmeye başladılar. "Nasıl daha fazla?" düşüncesine bağlı olarak bencillik başladı, üç kâğıt, dolandırıcılık, başladı. İlla ki görev dağilimi, sorumluluk dağılımı başladı. Ve bu menfaat ve kar düşüncesi nedeniyle en ufak bir topluluğu bile "indirgenemez karmaşık" haline getirdik. Ve en küçük toplum bile bu menfaat çekişmesi yüzünden gittikçe büyür, ve büyüdükçe de içinden çıkılmaz problemler yumağı haline gelir oldu. Örnek olarak bir şirketi ele alın. Çaycı gelmediği zaman ortalık birbirine girer. Neden? Çünkü çayın yerini bilen yoktur. Bilen bir kişi bir kez çay demlediği zaman, çaycının yokluğunda çayı demlemek onun görevi olur. Sonra kazara biri çay almaya gittiğinde başka çay isteyen olup olmadığı sorduğunda, bu çay dağıtımı yine onun görevi haline geliverir. Herkes her şeyi yapsın demiyorum. Bir sistemde herkesin yetki ve sorumluluklarını bilmesi lazım. Ama sistemden bir unsur bir aksaklık yaptığı zaman sistemin de çökmemesi lazım. Evin hanimi hastalandığı zaman ev yaşanmaz bir hale geliyorsa, o evlilikte bir sakat var demektir. Benim önereceğim çözüm ise teoride basit ama uygulaması zor olan bir şey: Doğduğu günden itibaren her ferdi sadece kendisinden, ailesinden, işinden değil, TUM EVRENDEN SORUMLU olduğu bilen bireyler olarak yetiştirmek. Herkes TUM EVRENDEN SORUMLU olduğu bilerek yaşamalı. Mesela ben aslında geç kaldığım bir uygulamaya başladım son kuraklık senaryolarından sonra. Evde çay demledim. Artanı bir bidona döküyorum. Eşim bir tasta salata yıkadı. Kirlenen bu suyu aynı bidona boşaltıyorum. Yumurta haşladık. Kalan suyu acele bu bidona. Bidon dolunca aşağı indirip yol kenarındaki ağaçları suluyorum. Elimi, yüzümü yıkarken musluğun altına bir küçük bir leğen koyuyorum, biriken suyu klozete döküyorum. Yani sifonu 3 değil 2 kere çekiyorum. Simdi içinizden belki gülüyorsunuz "Sen tek başına yapıyorsun da ne oluyor?" diye. Güleceğinize siz de yapın… Zaten anlatmaya çalıştığım da bu !!!!!

31 Ocak 2009 Cumartesi

DOST VE DOSTLUK HAFTASI

Burhan BURSALIOĞLU

Kutlanan gün ve haftalar okadar çoğaldı ki, dileğim, yılın 365 günü, kutlanacak duruma gelmez.
Nedir dost? Hatırlayabildiğim kadarıyla, sözlükler: "Sevilen, güvenilen, iyi görüşülen, iyi ilişkileri olan kişi, yakın arkadaş, gönüldaş" olarak yazar.
Yaşadığımız ortamda, acaba bu tür dostluklar var mıdır? Çok nadir. Dost ve dostluklar yüzeysel olmuş, herkes menfaat peşinde. O eski dostluklara inanç kalmamış, unutulmuş veya hiç bilinmiyor. Dost ve dostluk duygularını harekete geçirmek, günler ve haftalar oluşturmak, kutlamalar yapmak bunun için değil midir?
İnanın o eski dostlukları arıyorum. Ama nerdeeee....
Nerde, uğruna ölünecek dostlar?
Nerde, yaşlanan gözü duygularıyla kurutan dostlar?
Nerde, hataları örtmek için çaba harcayan dostlar?
Nerde, huzur veren, varlığıyla güven veren, dostluğuyla gururlanan dostlar, nerde, nerde?
Kaplumbağa, dostuna gitmek için yola çıkmış, arkadaşı, nereye gittiğini sormuş. "_Dostuma gidiyorum" demiş. Arkadaşı:
"_Bu hızla gidemezsin, ölürsün." Diyince, arkadaşına:
_"Olsun, varmasam da, yolunda öldü derler " der.
Dost ve dostlukla ilgili, kültürümüzde, birçok Atasözlerimiz vardır.
Dost; başa, düşman ayağa bakar,
Dost; acı söyler.
Dost, beni ansın, bir koz ile, oda çürük çıksın.

Dost, karagünde belli olur.
Dost, dostun ayıbını yüzüne vurmaz.
Dostun attığı taş, baş yarmaz.
Dost, dostun, eğerlenmiş atıdır.
Dost için ölmeli, düşman için dirilmeli.
Yaşadığımız şu devirde, gerçek dost ve dostluklara ihtiyacımız vardır.
Dileğim, bu dost ve dostluk haftasında gerçek dostlar bulunur.
Haftanız kutlu olsun.

29 Ocak 2009 Perşembe

İLK AÇILIŞ

DEĞERLİ DOSTLAR

SEVGİLİ GENÇLER

Uzun müddetten beri aklımda olan, ama bir türlü cesaret edemediğim " site " oluşturma fikri, son günlerde, gönderdiğim maillerin, kapasiteyi aşmam nedeniyle kısıtlanması, düşüncelerimin gerçekleşmesine ve cesaretimin artmasına sebep oldu.

Bu işe girmeyi " Davulun sesi uzaktan hoş gelir "e benzetenler de olabilir. Hiçte öyle olmadığını, içine girince anladım. Hatta bir ara vazgeçer de oldum. Alan ve siteyi hazırlayan sayın Osman Gökmen'den sık sık bilgilenmemi yeterli görmeyerek "bu işi sen idare et " önerisinde de bulundum. Gerçekten bu iş çok zormuş. Ama bir defa işe başladık. Geriye dönüş yok.Bu nedenle, olabilecek aksak ve yanlışlıkları hoş göreceğinizi umuyorum.

Değerl Dostlar ve Gençler; herkesin kendine göre bir düşüncesi, fikri planı vardır. Ama onları derleyip başkalarına faydalı bir hale getirma imkanı bulamaz. Körelir, kaybolur gider. Blogumuz bu arkadaşlarımıza, bu konuda zemin teşkil edecektir. Basın ahlak yasa ve kurallarına sadık kalmak kaydıyla tüm düşünürlere blogumuz açıktır.

Eğitim, bilim, sanat, sağlık, gezi, anı, beslenme, güncellik gibi her türlü konularda yazılar yazar, yorumlar yapabilirsiniz

Ben de, zaman zaman çeşitli konularda, görüş ve haber türünden yazılarım olacaktır.

Umarım topluma faydalı oluruz.


Sitemizin adresi: www.burhansev.com

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ

  CUMHURİYET Burhan Bursalıoğlu Bu gün Cumhuriyetimizin 99. Yıl dönümü. 99 yıl önce bugün, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşla...