26 Nisan 2010 Pazartesi

G E Z İ

23 NİSAN’DAN FAYDALANDIM


Burhan Bursalıoğlu

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’ni geride bıraktık.

Devlet ve özel okullar kimisi okullarda, kimisi de çeşitli açık ve kapalı yerlerde törenler,  gösteriler düzenledi.
 Çocuklar günlerdir bayram ve gösterileri için heyecanlı hazırlık içindeydiler. Tabii biz de bu arada aynı hevecanı duyuyorduk.

.Şevval’in okulu Ata Koleji, Profilo alış veriş merkezindeki İstanbul Tiyatro salonunda hazırladığı gösteriyi sunmayı planlamıştı. Şevval de, çeşitli yörelerden derlenen folklor gösterisinde görev almıştı.

 23 Nisan sabahı erken kalktık. Ufak bir kahvaltı, itinalı hazırlık ve yola düştük. Salon hınca hınc doluydu. Herkes çocuklarını seyre gelmişti, Saat tam 11 de gösteri perdesi açıldı. Biri erkek iki öğrenci programı taktim için görevli olarak , bitene kadar sahnede idiler.

Saygı ve İstiklal marşından sonra, koro çeşitli şarkılar sundular. Daha sonra Türkçe ve İngilizce olarak 23 Nisan’ ın anlamını iki öğrenci anlattılar.

 Trakya yöresinden halk oyunları; İngilizce olarak, yabancı basında Atatürk; dersimiz 23 Nisan draması; horon,; Fransızca olarak Atatürk'ten vecizeler; Michael Jackson’un dansından bir grup öğrencinin gösterileri; 23 Nisan Çiçekleri dramasıİ İngilizce şiirler; kalabalık öğrenci grubundan karete gösterisi; bale ve şiirden sonra, son gösteri folklordu.

 20 kişilik ekibin iyi hazırlanmış olduğu, oyunlarının seyirciye zevk verdiği, son finalde Şevvalin bir erkekle kişisel gösterileri, haklı olarak bol bol alkış aldılar.
 Program bittikten sonra eve döndük.
Havan ın güzel olması, biryerlere gitme, gezme isteğimizi kabartıyordu. Şevval ve annesi yorgun olduklarını söyleyince, eşimle birlikte, bir ziyarete yapmaya karar verdik.
 Bayan öğretmen arkadşlarımdan Gönül , Üsküdar, Bağlarbaşında, bir ay önce restorant, daha doğrusu kebap salonu açmıştı. Oraya şans dilemeye gitmek için, Yeniköy’den dolmuş motoruna bindik.
Hava güzel olduğu için denizde çırpıntı dahi yoktu. Sadece, boğazdan geçen şilep ve gemilerin oluşturduğu dalgalar motora çarparak patlıyordu. 20 dakika sonra Beykoz’a çıktık. Beykozda, 15 F otobüsüne binerek, yoğun trafik kuyruğuna girdik.

 Boğazın, Anadolu yakasında, sıra ile, Paşabahçe, burunbahçe, Çubuklu, Kanlıca, Körfez, Dolaybağ, Anadolu Hisarı, Spor Akedemisi, Küçük Su, Kandilli, Vanıköy, Subay evleri, Kuleli, Çengelköy, Havuzbaşı, Yalıyolu, Beylerbeyi ve Çayırbaşı bölgelerinden geçerek Altunizade’ye geldik. Bir durak sonra Bağlarbaşında indik.

 Allame sokağından aşağıya doğru yürüyerek, 32/ B yi bulduk.
Haberli olan Gönül Hanım bizi kapıda karşıladı. Tabela dikkatimi çekti. “Gönül Çelen”.
 Çok şirin, güzel, tertemiz. Yemek   masaları,   lekesiz, pırıl pırıl örtüler ve  masa üstü malzemelerle döşenmiş.  İki katlı , bahçeli bir yer. Fırın ve mutfak bölümlerini dolaştık.
 Ev yemekleri, döner, kebap pide ve lahmacun çeşitleri yapılıyor. Siparişimizi verdik.
 Gönül, kendini işe alıştırmaya çalışıyor. Bilmediği ama çok istediği bir iş. Gönül tam olarak mutlu değil. Kaygılı. İşe gözü kara olarak girmiş ama “acaba, yanlış mı yaptım” sorusunu da kendine sormuyor değil. İlerisi için ümitli.
 Babası yardımcı oluyor. Ustası var, bir taraftan da motorlu eleman görüşmeleri yapıyor. Paket servis işine girmek için. Yaz içinde birkaç günlük tatil de düşünüyor. Bodrum’a davet ettik. Hatta Gap’ı da düşünüyor. Kendisine “ Bu dükkan senin Gap’ın. Gapı daha sonra düşün.” Dedim. Gülüştük.

 Siparişlerimiz geldi. Tıkabasa yiyip, çayımızı içtik. Vakit te geç olmuştu. Vedalaştık. Üsküdar’a doğru yürüyerek , yediklerimizin hazmedilmesine karar verdik.
 İskele uzaktı, yokuş aşağı olduğu için inmeye başladık. Sağda solda alış veriş mağazaları, insan kalabalığı, yolun sağında ve solunda park etmiş arabalar. 40 dakikada Üsküdar’a indik.
 Üsküdar’dan, Beşiktaş dolmuş motorlarına binerek Beşiktaşa çıktık. İskele yanındaki otobüs terminalinde 15 dakika bekleyerek 40/B Beşiktaş- Sarıyer otobüsüne bindik. Vaktin geç olması nedeniyle trafik akışı normaldi. 20.15 de Yeniköy’e indik.

Eve gelerek, bu günün değerlendirmesini yaptım.
 Geçmiş yılların ve çalıştığım yılların 23 Nisan’larını düşündüm. Genel olarak hava yağışlı, soğuk, rüzgarlı geçerdi. Çoğu Bayramları, ya başka güne erteler veya okul içinde yapardık. Çocuklar üşür, veliler hırka , kazak, bir çeşit örtülerle çocukları soğuktan korurlardı. Kimse de bayramdan bir şey anlamazdı. O günün heyecanı ertelenen güne devredilirdi.
 Bu yıl hava çok güzel ve herkesin yüzünde mutluluk ifadesi vardı. Biz de mutluyduk
Şevval’in başarısı, birbirinden uzak noktalara giderek, küçük devri-alem yapmış olmamız mutluluğumuza yetiyordu. Yeniköy-Mecidiyeköy, Mecidiyeköy- Yeniköy, Yeniköy- Beykoz, Beykoz- Bağlarbaşı, Bağlarbaşı-Üsküdar, Üsküdar- Beşiktaş, Beşiktaş- Yeniköy. Şimdi diyorsunuz ki “Bukadar yol katedildi mi? “ Edildi. Sadece, (Yeniköy-Mecidiyeköy ve Mecidiyeköy- Yeniköy) güzergahı hariç , toplu taşıma araçlarıyla.
 Sizlerin de güzel geziler yapmanız dileğiyle, nice 23 Nisan’lar diliyorum.

NOT- Resimler, Ata Kolejinin gösterisinde ve GÖNÜL ÇELEN de çektiklerimdir. Şevval'in gösterisini  videoya aldığım için resim olarak bulunmuyor.

23 Nisan 2010 Cuma

23 Nisan 2010 Ulusal Egemenlik ve çocuk Bayramı'nın, tüm Ulusumuza hayırlı ve uğurlu olmasını, TBMMeclisimizin, 90 yıl önceki Meclisimiz gibi, kararlı, azimli, adil, Ulus çıkarlarını, ve "Egemenlik Kayıtsız Şartsız Ulusundur" düsturlarının, ilke olarak unutulmamasını dilerim.

22 Nisan 2010 Perşembe

TARİHİMİZDEN

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ


Burhan Bursalıoğlu


1919 un 19 Matıs’ında, Kurtuluş Savaşiını başlatan Mustafa Kemal Atatürk Ankara’ya gelir. Savaşın kazanılması için, bir meclisin ve bir hükümete ihtiyaç olduığuna inanarak, gereken girişimlere başlar. Son Osmanlı Mebuslar Meclisi'nin kapatılması ve İstanbul'un işgali üzerine, Türk Milletine yayınladığı beyannamede:

“ Yedi yüz senelik Osmanlı Devleti'nin hayat ve hakimiyetinin sona erdiğini, Türk Milletinin medeni kabiliyetini, hayat ve istiklal hakkını ve bütün istikbalini korumaya çağırıldığını” bildiriyordu.

Artık memleketi yönetecek bir makam kalmamıştı.Bunun için de Ankara'da milletin seçeceği temsilcilerinden oluşan, tam yetkiye sahip bir meclis gerekiyordu. Mustafa Kemal tüm birimlere, meclisi oluşturacak olan halk temsilcilerinin seçilerek Ankara’ya gönderilmesini, bir genelgeyle bildirildi. Ayrıca Osmanlı Mebusan Meclisinde iken dağıtılan vekillerin de aynı haklarla,kurulacak mecliste yer alacaklarını, tüm haklara sahip olduklarını bildirdi.

Mustafa Kemal Meclisin açılışı için hazırlıklarla meşgulken bir taraftan da İstanbul Hükümeti ve Anadolu'daki İtilaf Devletleri kuvvetleriyle mücadele ediyordu. Önce, elindeki kuvvetleri toplayarak, elle tutulur birlikler oluşturdu. Afyon ve Eskişehir’de bulunan İngiliz birliklerinin buraları terk etmesine mecbur bıraktı.

Türkiye Büyük Mille Meclisinin açılması , binanın hazırlanması için tüm Ankara halkı imece usulu , el birliği ile çalıştılar. Açık olan çatının kapatılması için, Ulucanlarda ilk okul için getirtilen Marsilye kiremitleri, vatandaşın kucağında meclis binasına getirtirildi. Bunlar yetmedi, halk kendi evlerinin çatılarından söktükleri kiremitlerle binanın çatısı kapatıldı. Okulların sınıflarında bulunan sıralar getirilerek toplantı salonuna kondu. Marangozlar ellerinde tahta, çivi, keser be testereyle gelerek kürsü yaptılar.

Milletin bağrından çıkan milletvekilleri, akıllı, kültürlü, vatan ve yurt sevgisdiyle dolu bağımsızlığına tutkuyla bağlı insanlardan oluşmaktaydı.

Kimisi işgal altındaki İstanbul'dan, kimisi sürgüne gönderildikleri Malta'dan, kimisi düşman güçlerinin kontrolündeki vatan topraklarından zorlu yolculuklar sonunda Ankara’ya ulaştılar.

23 Nisan 1920 Cuma günü, başlarında Mustafa Kemal olmak üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri Hacı Bayram Camiinde öğle namazı kıldıktan sonra, hep birlikte merasimle Meclis binasına gelinmiş, orada Vatan ve Milletin selameti ve bağımsızlığı için dua edilmişti. Meclisin en yaşlı üyesi olan Sinop Mebusu Şerif Bey Meclis Başkanlığına getirilmiş, böylece Türkiye Büyük Millet Meclisi açılarak vazifesine başlamıştı.

Mecliste ilk sözü alan , Ankara Mebusu Mustafa Kemal Mondros Ateşkesinden o güne kadarki , Türk Milletinin geçirdiği mücadele safhalarını anlatarak demiştir ki:

"Hayat demek mücadele, müsademe demektir. Hayatta muvaffakiyet, mutlaka mücadelede muvaffakiyetle mümkündür. Bu da manen ve maddeten kuvvete, kudrete istinat eden bir keyfiyettir."

Aynı gün Meclise verdiği önergede:

1-Hükümet kurmak zorunludur.

2-Geçici kaydıyla bir hükümet başkanlığı tanımak doğru değildir.

3-Milli iradenin temsilcisi Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir.

4-Memlekette Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin üstünde hiç bir kuvvet yoktur.

5-Kanun yapmak, kanunları yürütmek Büyük Millet Meclisi'nin hakkıdır.

6-Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından ayrılan bir heyet hükümet işlerini görecek, Meclis Başkanı bu heyetin de başkanı olacaktır.

Meclis bu önergeyi aynen kabul etti. Böylece Türkiye Büyük Millet Meclisi bir "Kurucu Meclis" karakterini almış ve yeni bir rejimin temelleri atılmıştı. Osmanlı Mebuslar Meclisi'nden gelen milletvekillerinden birçoğu meclisin adının TBMM. Değil, Osmanlı Mebuslar Meclisinin bir devamı olmasını istiyorlardı. Reddedildi.

Başkan seçimi de mecliste tartışma konusu oldu. Bir heyet Mustafa Kemal'e ordunun başına dönmesini, başkan seçilmemesini önerdi. Bu öneri Mustafa Kemal tarafından kabul edilmedi. Meclis , muhalefete rağmen çoğunlukla Büyük Millet Meclisi Başkanlığına Mustafa Kemal'I seçti (24 Nisan 1920). Mustafa Kemal'in Başkanlığında ilk Bakanlar Kurulu kuruldu (3 Mayıs 1920). Bu hükümete; Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti denildi.

Milletimizin tarih yolculuğundaki en zor imtihanını geçiren Meclis, kurtuluşa kadar kesintisiz toplanma kararı alarak kimi zaman gaz lambası, kimi zaman mum ışığı altında sabahlara kadar çalışmıştır.

Tüm olumsuz şartlara ve imkansızlıklara rağmen zaferin kazanılacağına olan inanç nedeniyle, zafere ulaşmanın yolu tüm yetkilerin tek elde bulunmasına inanan Mustafa Kemal, meclise verdiği önerge ile, “zafere kadar, Meclisin tüm yetkilerini geçici süre için kendisine verilmesini istedi. Her ne kadar, karşiı çıkanlar olduysa da, oy çokluğu ile yetkiler verildi.

TBMM. görev süresi içerisinde 338 kanun ve 389 karar çıkarmıştır.



Meclis, kapalı oturumlarda çok hararetli tartışmalara sahne olmuştur. Ama, açık oturumlarda birlik ve beraberliğin örneklerini vermiştir. Ulu Atatürk, üstün dehasıyla Meclis'teki çeşitli düşüncede olan millet vekillerini bağımsızlık ve vatanın kurtarılması söz konusu olunca bir araya getirmeyi başarmıştır. Aksi taktirde ne çalışma olur, ne de Vatan kurtulurdu.

Bugün bizler bu Vatan topraklarında yaşıyorsak bunu, Meclis'te hayat bulan milli iradeye ve milli mücadeleyi yürüten kahramanlara borçluyuz.

Meclisimizin hayat bulduğu 23 Nisan, cesaret ve kahramanlıklarla dolu Milli Mücadele'nin Önderi Mustafa Kemal Atatürk tarafından geleceğimizin teminatı çocuklarımıza bayram olarak armağan edilmiştir.

23 Nisan’ların çocuk bayramı olarak armağan edilmesinin bir de hikayesi vardır.

23 Nisan 1920 den sonra, Merclis o günün Ulusal Egemenlik Bayramı olarak kutlanmasına karar verir. Karardan bir yıl sonra, 23 Nisan günü yaklaşırken, bütün Anklara Egemenlik Bayramını en güzel şekilde kutlamak için yoğun bir hazırlığa girer. Koşuşturmaların başında da, yeni kurulan Öğretmen Okulu mezunları Derneği gelmektedir. Öğretmenler, kutlamaların coşku içinde geçmesi için, kız- erkek ayırımı yapmadan tüm öğrencilerin bir tören alanında toplanması gerektiğini düşünmektedirler. Bunun için o günkü Zıraat Okulunun yanındaki meydanı çam dallarıyla süsleyerek, tüm erkek ve kız okullarına çağrı gönderip, kutlamaya katılmalarını isterler. Zamanın Ankara Valisi ve Milli Eğitişm Müdürü, öğretmenlerin bu kutlama çağrısından hiç hoşlanmaz. Okulları dolaşıp, kızlı erkekli bir kutlamanın yapılmayacağını, bu tür kutlamaya kimsenin katılmayacağını, katılan öğretmenler hakkında tahkikat açtıracağını, hatta işten çıkartılacaklarını söylerler. Karşılaştıkları bu durum, öğretmen okulu mezun öğretmenleri çok üzer. Kendi aralarında toplanıp, ne yapabileceklerini düşünürler. Sonunda bu durumu Mustafa Kemal’e duyurmaya karar verirler. Kutlamalara çok az bir zaman kaldığı için, Mustafa Kemal’e hep yakın olmuş Yunus Nadi’den yardım isterler. Aracılık yapmayı kabul eden Yunus Nadı, hemen Mustafa Kemal’e gidip, yaşananları tek tek anlatır. Y.Nadi’yi dinleyen M.Kemal kısa bir suskunluktan sonra, “Öğretmenler haklı” der ve ekler: “ Bu bayram, bütün çocuklar tarafından kutlanmalı.. Söyleyin, kutlamalara ben de katılacağım “ Vali ve Milli Eğitim Müdürü Mustafa Kemal’in tavrını öğrenince, bütün okulların kutlamalara katılmalarının serbest olduğunu duyurmak zorunda kalırlar. 1921 yılının 23 Nisan günü, Zıraat okulunun önündeki meydan, kız, erkek bütün öğrenciler tarafından doldurulur Sevinç çığlıkları göklere yükselmektedir. Konuşmalar yapılır, şiirler okunur. Kutlamalar coşkuyla devam ederken, M.Kemal de alana gelir. Herkesi selamladıktan sonra, okunan şiirleri dinler. Sonunda kürsüye çıkıp, kısa bir konuşma yapar. “…. Bu bayramın adı Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olsun” diyerek bitirir.

Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı 1935 de çıkarılan “Ulusal Bayramlar “ yasasıyla resmiyet kazanmıştır.

23 Nisan, bugün her ülkeden çocukların sevgi ve dostluk duygularıyla kaynaştığı evrensel bir bayram haline gelmiştir.

Çocuklarımız, ülkemizin gelişmesi ve demokrasimizin güçlenmesi için birlik ve beraberlik içerisinde çalışarak kendilerine bırakılan bu muazzam mirasa layık olacaklar.

Çocuklarımızın ve Milletimizin 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nı en içten dileklerimle kutluyorum.

Başta Meclisimizin ilk Başkanı, Milli Mücadelemizin Önderi Aziz Atatürk olmak üzere kahraman milletvekillerimizi şükran ve minnetle anıyorum.






20 Nisan 2010 Salı

G E Z İ

TURİZM MERKEZİ KİLYOS


Burhan Bursalıoğlu
18 Nisan Pazar günü, İstanbul’da, hava sıcaklığı biraz düşük ama, güneşin aydınlık ve ısıtma enerjisini boşa çıkarmayalım, gezelim diyeyerek, arkadaşım Ahmet Karslı ve eşini Göztepeden, Yeniköy’deki evimize çağırdık. Torunum Şevval’i de yanımıza alarak eşim de dahil 5 kişilik bir grupla, güzel ve açık günü değerlendirmek, karar verdiğimiz Kilyos’ a doğru yola çıkıp, uyanan tabiatın, yeşeren çevrenin saçtığı kokusunu içimize çekmek için, yola çıktık.

Bahçeköy ve Belgrat ormanlarının içinden, baharın kokusunu soluyarak Zekeriya köyü sapağından köy içine girdik. Burası köy değil, bir kasaba havasında. Her taraf villa tipi sitelerle dolmuş. Etraf tertemiz, yollar asfalt, bahçeler çiçek ve çimlerle bezenmiş. Bu güzellikler arasından geçerek Kilyos’a ulaştık.

15 senedir Kilyos’a gitmiyordum. Merkezde fazla bir değişiklik görmedim. Ama etrafta, birbirinden güzel , 2-3 katlı yalı tipi siteler oluşturulmuş. Çoğunun da boş olduğu görülüyordu. Hepsi kışlık olarak yapılmış, ama görüntüye göre yazlık olarak kullanılıyorlar.

Arabamızı park ederek, şöyle bir etrafı görelim dedik. Sahilde, müfettişmişiz gibi etrafı tetkike başladık. Sahil çok bakımsızdı. Taşlar, çöpler toplanmamıştı. Sahile yakın , insanların yüzme yapacağı yerde batan bir geminin iskeletinin görüntüsü çok çirkindi. Kilyos gibi, özellikle İstanbul’un temiz deniz plajının kumsalı geniş ve müşteriye rahat, tehlikesiz şekilde hizmet vermesi gerekirken, kumsaldan çalınarak 1.5 metre yüksekliğinde ve kumsala paralel, boydan boya beton setin neden yapıldığını anlayamadık. Görünüşe göre, Kilyos yaza henüz hazır değil.

Sahildeki kısa gezimizden sonra, dinlenme çayı için çay bahçesine çıktık. Çay bahçesi yüksekte olduğu için, çirkin görüntülü kumsal, batan geminin iskeleti, açıkta, boğaza girmek için bekleyen 20-30 civarında yük gemileri kuş bakışı görünüyorlardı.

Çaydan sonra etrafı gezmeye çıktık. İlk hedef kale idi. Kalenin girişine vardığımızda, iki nöbetçi askerle karşılaştık. Kale içine askeri birlik yerleşmiş. Onun için içeriye giremedik.

“Kilyos kalesi Cenevizliler tarafından yapılmış. Giriş kapısının üzerinde 2. Mahmut’ un tuğrası, her iki yanında da iki top, karşısında 1460 tarihini taşıyan çevre gövdesi 5-6 metre olan çınar ağacı bulunuyormuş. Kalenin burçlarında da, Almanların verdiği Krup Kamalı, çelik topları ve ayrıca etrafta da 8 adet daha top bulunmaktaymış.” Bu bilgileri internetten aldım.

Kilyos, tatil yapacak olan, turistlere ve misafirleri için tam bir tatil cenneti. Hepsi, denizi gören 5 yıldızlı oteller, ihtişamlarıyla, güzellikleriyle, plajların aksine, yaza hazır olduklarını haykırıyorlar.

Kilyos, bir turistin her türlü ihtiyacını karşılayacak alış-veriş mekanlarına sahip. Onun için buraya gelen bir turist pişmanlık duymaz, geri gitmez, başka bir yer aramaz. Çevreyi dolaşmamız biterek arabamızın yanına gelirken, vitrininde mısır ekmeğini gördüğümüz bir fırına girerek, simit büyüklüğünde olan mısır ekmeklernden aldık. Serde Karadeniz’lilik var ya, karadeniz yiyeceğini görünce

dayanamıyoruz. Fırının önünde, beşimiz, kurabiye, kek yer gibi onları bitirdik. Dönüş yolunda, kısa sürelerle uğradığımız ve her biri birbirinden güzel Uskumru, Kısırkaya ve Zekeriya köylerindeki değişimleri ve daha önce bozkır havasında olan yerlerin yeşillenip yüzlerce seranın kurulduğunu gördük. Yol boyunca yazlık ve kışlık yapılan yüzlerce siteler, Sarıyer çevresine çok yatırım yapıldığının işareti idi.

Aynı yollarla ve aynı güzellikler arasından geçerek, gezimizi tamamladık.

17 Nisan 2010 Cumartesi

EĞİTİM

KÖY ENSTİTÜLERİ 70 YAŞINDA
Burhan Bursalıoğlu

17 Nisan. Köy Enstitülerinin kuruluşunun 70. Yılı. Milli Eğitimin birçok kurumlarında anma toplantıları, paneller, münazaralar yapılıyordur. Köy Enstitüleri kapatılacak kadar kötü ise, bu toplantılar neden yapılır bilinmez. Kapatılmasına sevinen insanlar bile kürsüye çıkar stayişle ,Enstitülerin ülkeye kazandırdığı faydalardan dem vururlar. Sanki bir mecburiyetmiş gibi. Ama faydalı olduklarına inanan ben gibilerin sözleri, yazıları gerçeği yansıtma bakımından değerlidirler.
Ben, bu yazımda,herkesin bildiği kuruluşundan bahsetmeyeceğim. Köy Enstitülerin çalışma, ve kapatılma nedenleri ile , bazı Avrupa devletleri eğitimcilerinin görüşlerini huzurunuza getireceğim.

Köy Enstitülerinden yetişen Öğretmenler, köylülere hem örgün eğitim, hem de okuma yazma ve temel bilgileri kazandırıyor, hem de modern ve ilmi tarım tekniklerini öğretiyordu. Kitaba deftere dayalı öğretim yerine iş için, iş içinde eğitim ilkesi tatbik ediliyordu. Her köy enstitüsünün kendisine ait tarlaları, bağları, arı kovanları, besi hayvanları, atelyeleri, araç-gereçleri, atları, arabaları vardı.
Ders ve konuları.
Genellikle:
a)Güzel sanatlar (Kız ve erkek öğrenciler için), b) Yapıcılık ( Erkek öğrenciler için), c) Maden işleri ( Erkek öğrenciler için) d) Hayvan bakımı (Kız ve erkek öğrenciler için), e) Kümes hayvancılığı (Kız ve erkek öğrenciler için), f) Tarla ve bahçe ziraati (Kız ve erkek öğrenciler için), g) Zirai İşletme. Kız ve Erkek öğrenciler için) ayrılır ve her konu ile ,ilgili kol görevlileri vardı.

Derslerin %50 bölümü temel örgün eğitim konularını içeriyordu. Geri kalanı ise uygulamalı eğitimdi.

1940-1946 aralığında köy enstitülerinde 15,000 dönüm tarla tarıma elverişli hale getirilmiş ve üretim yapılmıştı. Aynı dönemde 750,000 yeni fidan dikilmişti. Oluşturulan bağların miktarı ise 1,200 dönümdü. Ayrıca 150 büyük inşaat, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 20 uygulama okulu, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık, 12 elektrik santralı, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 3 balıkhane, 100 km. Yol yapılmıştı. Sulama kanalları oluşturularak enstitü öğrencilerinin uygulmalı eğitim gördüğü çiftliklere sulama suyu öğrenciler tarafından getirilmişti.

“Öğrencisi, öğretmeni, usta öğreticisi ile Köy Enstitülü’ler İsmail Hakkı Tonguç’un önderliğinde bir destan yarattılar. Yarattıkları efsane; yeşeren toprak, yükselen yapı, ışığa dönüşen su, dayanışma, paylaşma, aydınlanma, özgürleşme demekti. Onlarınki yalnızca eğitim değil, bir yaşam biçimiydi. Onlarca yazar sanatçı, bilim insanı ve milyonlarca öğrenci yetiştirdiler.”

Köy Enstitüleri yalnızca öğretmen yetiştiren kuruluşlar olmayıp,bulunduğu çevreyi araştıran, geliştiren ve çevrenin kalkınmasını da üstlenmiş kurumlardı. Çok önemli bir işlevi yerine getirdi. Başka biçimde söylersek Köy Enstitüleri kırsal yörede toplumsal, ekonomik ve kültürel kalkınmayı sağlamak; bu alanda ilgili gerekli elemanları yetiştirmek için kurulan yapılardı.

Kapatıldığı 1954 yılına kadar Köy enstitülerinde 1308 bayan ve 15,943 erkek toplam 17,341 köy öğretmeni yetişmişti. Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Pakize Türkoğlu, Hatun Birsen Başaran, Ali Dündar, Mehmet Uslu , Dursun Akçam, Ahmet Uysal, Refet Topuz, Mustafa Ozan, Naszif Karaçam ve Recep Bulut gibi, tüm dünyaca tanınan, taktir edilen yazarlarımız ve düşünürlerimiz bu okullardan yetişenlerden bazılarıdır.

Ülkemizin bağımsızlığını yitirmesine karşı durdular. Halkla bütünleştiler, verdikleri emeklerin büyüklüğü nedeniyle unutulmadılar, unutturulmadılar. Unutulmayacaklardır.

Köy Enstitülerinin programları akademik, teknik ve tarım okullarının programlarından tamamen farklıydı. Enstitüler yıl boyunca açıktı ve öğrenciler 45 günlük bir tatile sırayla giderlerdi. Ancak tatilde bile öğrencilerin Enstitü ile ilgili sorumlulukları vardı. Öğrencilerden tatil dönüşünde köylerinden topladıkları bitki ve hayvan türleri örneklerini, el zanaatı işlerini, halk türküleri örneklerini Enstitüye getirmeleri istenirdi. Bunun yanı sıra öğrencilerden, köyleri konusunda bilgi toplamaları ve Enstitüyü köylerinde temsil etmeleri de tenbih edilirdi
Aşağıda Köy Enstitülerinde uygulanan öğretim programları kısaca tanıyalım.

1943 Öğretim Programı

1. Öğrenim süresi beş yıl olan Enstitülerde bu sürenin 114 haftası “kültür dersleri”ne, 58 haftası “ziraat dersleri ve çalışmalarına, 58 haftası “teknik dersler ve çalışmaları”na ayrılır.
2. Enstitüler haftalık, aylık, mevsimlik çalışma planlarını, kendi özelliklerine, işlerinin durumuna, öğrencilerinin düzeyine ve sayısına, öğretmenlerinin özelliklerine, iş araçlarının çeşitliliğine, iş alanlarının genişliğine, hayvanlarının cins ve sayısına göre düzenlerlerdi.

3. Enstitüler, öğretim ve uygulama çalışmalarını; ”kültür”, “tarım”, ve ”teknik” alanlarla ilgili dersleri yarım gün, tam gün veya hafta esasına göre düzenlemekte serbesttiler.

4. Bina, yol, köprü yapımı veya su arkı açılması veya bitirilmesi yahut ekin yapılması veya hasat kaldırılması gibi önemli işler çıktığı zaman bütün çalışmalar o iş üzerinde yoğunlaştırılır. Önceden planlanan ders ve uygulama kayıplarının uygun bir zamanda telafisi yoluna gidilirdi.

1947 programı: " İş içinde eğitim” felsefesine dayalı bir öğretim yaklaşımından mümkün olduğu kadar uzaklaşıldığı, Enstitülerde uygulama çalışmalarının sayısının azaltılarak kuramsal çalışmalara ağırlık verildiği, böylece klasik eğitim anlayışına geçiş yapıldığı söylenebilir.

1953 Öğretim Programı

Köy Enstitülerinde uygulanan üçüncü program, İlköğretmen Okullarını kapsayan ortak bir programdır. Bu nedenle 1953 programı “Öğretmen Okulları ve Köy Enstitüsü Programı” olarak adlandırılmaktadır. Köy Enstitülerinde 1950-51 öğretim yılında karma eğitime son verildiği için 1953 Öğretim Programında Erkek Köy Enstitüleri ile Kız Köy Enstitüleri için iki ayrı ders dağıtım çizelgesi düzenlendiği görülmektedir Bu programla aynı zamanda İlköğretmen Okulları ile birlikte Köy Enstitülerinde yabancı dil öğretimine de son verilmiştir


Enstitülerde Günlük Yaşam

Genel olarak tüm Enstitü şafak sökerken ya da saat altıda kalkardı. Yıkanma ve giyinmeden sonra öğrencilerin ve öğretmenlerin tümü topluca bedeneğitimi hareketlerine katılırdı. Daha sonra çoğu kez bu etkinlik bir halk dansı ile son bulurdu.
Kahvaltıdan sonra öğrenciler, günlük çalışmalar başlamadan önce, bir saat kadar boş bırakılırlardı. Bu süre içinde yatakhane ve derslikler temizlenir, havalandırılırdı. Nöbetle görevlendirilen öğrenci, çamaşırları çamaşırcılara götürür. Elektrik, hoparlör bulunan yerlerde haberler, müzik, ya da Enstitünün programı yayınlanırdı
Saat 8:30’da toplanılarak yoklama ve günlük işlerin dağıtımı yapılırdı. Bu arada küme başı, teftiş yapar gibi, öğrencilerin giysilerini gözden geçirirdi. Hasta olanlar revire, elleri, tırnakları kirli olanlar temizlenmeye yollanırdı. Olağanüstü bir durum olmadıkça, öğrenciler öğretmenleriyle birlikte, marşlar söyleyerek dersliklere, işliklere, tarlalara dağılırlardı..
Öğle yemeğinden sonraki çalışmalar her okulun kendine has programı uygulanırdı. Öğrencilerin yapacakları yönetim işleri, derslerde olmayacakları zamanlara göre ayarlanmıştı. Derslerin yapıldığı zamana denk gelen görevler, bir öğrenciye verilirdi. Bu öğrenci nöbet görevi yapar ve o günkü ders konularından da sorumlu tutulurdu. Enstitülerde, spor, müzik çalışmaları, bireysel çalışmalar, yazın ve sahne etkinlikleri, öğleden sonra ile akşam yemeği arasındaki kümelerin tartışmalı okuma toplantıları yapılırdı. Bu ”küme” toplantıları, alışagelmiş “ders çalışma” etkinliğinden çok farklıydı. Burada önemli bir yapıt yüksek sesle okunur, tartışılır, sorular sorulur, günün konuları üzerinde düşünce alış verişi yapılırdı .
Akşam yemeğinden sonra bir ”ders çalışma“ süresi verilirdi. Etüt dediğimiz bu süre genellikle saat 21.30, bazı okullarda da 22.00’de sona ererdi. Yönetici öğrenci ve öğretmenler tüm öğrencileri yatırırlar, uyudukları kontrol edilir ve genel olarak bir öğrenci yangın vb. gibi tehlikelere karşı nöbetçi kalırdı.

Enstitünün haftalık programı: Cumartesi günü saat 12.00’de hafta sonu tatili başlardı. Bayrak töreninden sonra genel bir toplantı yapılır, nöbetçi ekip görevi yeni ekibe devreder ve bu ekip, tüm okulun temizliğini yaptırır ve kontrollerini yaparak, aksayan yönleri gidertmeye çalışırlardı.

Köy Enstitülerinin Kapatılışı

II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle bir çok ülkede olduğu gibi Türkiye’nin de siyasal yaşamında köklü değişiklikler başladı. Türkiye çok partili döneme geçti. Yabancı sermaye ile işbirliğine, ABD ile ikili ilişkilere girildi. 1946 seçimlerinde Hasan Ali Yücel 5 Ağustos 1946 da kadro dışı kalırken, Tonguç ve ekibi de görevden uzaklaştırıldı. Bu gelişmelerin hedefi, zaten adları çoktan “solcu yuvası”na çıkarılan Köy Enstitülerini yıpratmaktı. Bu yıpratma hareketi öncelikle yeni Bakanlık kadrosu tarafından başlatıldı

a) 1946 yılından sonra Enstitülerde varolan iş içinde eğitim anlayışı sistemli bir şekilde değiştirildi ve amacından saptırıldı. 1947 yılından sonra, Enstitülerdeki değişiklikler birbirini izlemeye devam etti. Enstitü öğretmenleri, ellerinde bulunan tüm araç ve gereçleri geri vermeye zorlandılar. Okullara tohumluk, bitki ve diğer tarımsal maddelerin verilmesi askıya alındı. Enstitü öğretmenleri, köylerine yerleşmiş üretici öğretmenler iken, yeni değişiklikler sonucunda tümüyle devlet tarafından ödenen bir ücrete mahkum oldular. Bu gelişmelere paralel olarak, Köy Enstitülerine karşı olumsuz tutuma sahip olan yeni Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer öncülüğünde, Enstitülerin temel ilkeleri birer birer ortadan kaldırıldı. Hatta, Enstitü programıyla yetişip son sınıfa gelen toplam, 2000  öğrenci sınıfta bırakılarak  mezun olmaları, yani köylere gitmeleri engellendi. Bunlar ve diğer öğrenciler, Öğretmen okulu programlarına tabi tutuldular.  Köy Enstitülerine öğretmen yetiştiren  Yüksek Köy Enstitüleri  “Benzer başka okullar olduğu gerekçesiyle”1947 yılında  kapatıldı. 1947 Programı ile bir önceki 1943 Köy Enstitüsü Öğretim Programı değiştirilerek, üretim ve iş ilkesi zedelendi, öğrenciler, Enstitü yönetiminden dışlandı, Enstitülerdeki serbest okuma saatleri kaldırıldı ve birçok kitap yasaklanarak Enstitülerden toplatıldı.
b) Enstitülerin kapatılma sürecini, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’nin işbaşına gelmesi daha da hızlandırdı. Yeni Bakan Tevfik İleri ilk iş olarak Enstitüleri, Kız ve Erkek Köy Enstitüleri olarak ayırdı, Kızılçullu, Beşikdüzü Köy Enstitülerini kapattı. 1951 yılında Bayan Wofford başta olmak üzere birçok ABD’li uzman çağrılarak Enstitüleri yıkmaya zemin oluşturacak raporlar hazırlatıldı. 1953 de de tamamen tabelalar indirilerek, öğretmen okulları programları uygulanıp, “Öğretmen okulu “ tabelaları eski tabela yerlerine monte edildi.
KISACA, "İSMET   İNÖNÜ' nün OKULLARI " DENEN KÖY ENSTİTÜLERİ YİNE İSMET İNÖNÜ TARAFINDAN  KAPATILDILAR.

Çok kısa ömürlü olmalarına karşın öğrencisi, öğretmeni, çalışanıyla aydın, özgür üretken, araştırmacı, sorgulayıcı, Atatürk İlke ve İnkilaplarına, Laik Cumhuriyete inanan ve bu yolda yürüyen bireyler, yurttaşlar yetiştiren, bugün dahi birçok ülkeye örnek olabilecek üretime dönük eğitimi öngören strateji uygulayan Köy Enstitüleri;
-Laik eğitimin başlamasında öncülük etmiştir.
-Yüzyıllardır biriken feodal toplumun üretim ve yaşam biçimini ortadan kaldırmaya başlamıştır.
-Feodal toprak rejiminin değişimi, toprak ağalarının, kendilerinin ortadan kaldırılma tehdidini hissetmelerine neden olmuştur.
-Sanat, Edebiyat, Bilim ve teknolojide olumlu beklentiler oluşmuştur.
-Bilimsel ve felsefi alanda laik eğitim başlamıştır.
-Sanayi için eğitilmiş nitelikli iş gücünün oluşmasına yardımcı olmuştur.
-Ataerkil toplumdan çekirdek aile toplumuna dönüş başlangıcı olmuştur.
-Atamızın özlediği demokratik toplum ve kültür için kurumsal alt yapı oluşmasına neden olmuştur.
-Ezbercilikten uzak sorgulayan, analitik düşünen bireyler yetiştiren, demokratik ve üretici eğitimin başlamasına öncülük etmiştir.

Yurt Dışından  Görülen Köy Enstitüleri

Ülkemizde, kendi eğitimcilerimizin yarattığı Enstitülerin değerini anlamayarak - ya da anlayarak –yok etmeye çalışılırken, yabancı eğitimciler, Köy Enstitülerini araştırma konusu yapmış, kurulduğu yıllardan başlayarak Enstitülerin çağdaş eğitime dünya ölçüsünde yenilikler getirdiğini açıklamışlar. Aşağıda yabancı eğitimcilerin Köy Enstitülerine ilişkin görüşlerinde bazılar yer almaktadır:

Ünlü Amerikalı eğitimci Dewey, Köy Enstitüleri için, “hayalimdeki okullar Türkiye’de kurulmuştur” demektedir.

İsviçre’de A. G. Verlag-Bern yayınevinin “Lexion der Pedagogik” (Pedagoji Ansiklopedisi) adlı yapıtında, “Tonguç, İsmail Hakkı” olarak yer alan 300 kelimelik tanıtımda, Tonguç’un meslek hayatına, çalıştığı kurumlara değinilerek "Türk eğitimine getirdiği katkı, ülkenin gerçeklerine uygun olarak kurduğu Enstitülerden alınan sonuçlar ve Enstitünün özgün" yanları anlatılmaktadır
Köy Enstitüleri ve Tonguç üzerine araştırma yapan yabancı eğitimcilerden biri de, Amerikalı eğitimci Kirby’dir. Yazar, “Türkiye’de Köy Enstitüleri” adlı yapıtını Columbia Üniversitesi’nde doktora tezi olarak hazırlamıştı. Amerikalı eğitimci, “Köy Enstitülerinin Batılı eğitimcilerin fikir ve sistemlerinin bir kopyası olmadığını, bu kurumların Türkiye’nin eğitim arayışlarıyla, politik çıkar gözetilmeden, II. Mahmut’tan bu yana yapılan araştırmaların sonucunda varılan çıkar yolu olduğunu” belirtmektedir. Yazar, aynı zamanda, “ Bu uygulamanın, yalnızca eğitim davasını çözümlemekle kalmayarak Türk toplumu üzerinde hiçbir eğitim kurumunun yapamadığı kadar etkin olduğunu “ vurgulamaktadır
Hamburg Üniversitesi’nden Hausmann Yüzyılımızın Eğitimine Türkiye’nin Katkısı” adlı yazısında Köy Enstitülerini şöyle değerlendirmektedir “Avrupa örneklerine göre yön saptama çabalarını sürdürürken, kendi koşullarına uygun özgün yolu bulmuşlardır. Köyün eğitim yoluyla değiştirilmesi düşüncesinin bütünleştirici öğesi olarak tümü Türk kökenlidir. Bu niteliği ile yüzyılımızın eğitimine Türkiye’nin bir katkısıdır.”

Günümüzde, İran, Hindistan, Pakistan, Flippinler, Nikaragua, Tanzanya gibi bazı Asya, Latın Amerikası ve Afrika ülkelerinde, Türkiye’deki Köy Enstitüleri uygulamasından esinlenerek çalışmalar yapılmaktadır.

SONUÇ:

Eğer bu okullar kapatılmış olmasalardı bugün;

-Gidilmemiş köy, okulsuz çocuk, işlenmemiş tarla, aç ve açık insan, fabrikaları kapanmış, Avrupada yabancılara çalışmak için kuyruğa giren işçilerimiz olmayacaktı. Töre cinayetleri, intiharlar, boşalmış köyler, PKK sorunu olmayacaktı. Kapalı- açık sorunu olmayacaktı. Banka kapılarında bayılan insanlar olmayacaktı; iş bulma kurumlarının kapıları aşınmıyacaktı. Köyler boşalıp, kentlerin varoşlarında, sefil bir yaşam sürmeyeceklerdi. Tarım, zıraat, hayvancılık, bu günkü ağlanacak duruma gelmeyip, bunları dışardan ithal durumuna düşmeyip, milyonlarca dolarımızı dışarı kaptırmıyacaktık. Değil dış borcumuzun olması, dış ülkelerden alacağımız dövizler için ikinci bir Maliye Baskanlığı açma mecbuıriyetinde kalabilirdik.

Ne yazık ki, biz bu şansı kaybettik.


Eğer, Köy Enstitülerini kapatmasaydık, eğitime siyaseti karıştırmasaydık, işlenen çorak toprağı sahipsiz bırakmasaydık, her şeyi Devletten beklemeseydik, şimdiye kadar çoktaaaaan çağ atlardık.

Nesli tükenmekte olan Sevgili, tüm Köy Enstitülü öğretmen arkadaşlarımdan, yaşamını yitirmiş olanları saygı ile anıyor, Tanrıdan rahmet diliyorum, Yaşamda olanlara sağlıklı uzun yıllar diliyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.



16 Nisan 2010 Cuma

BİRAZDA ŞİİR - 6-

MUSTAFA KEMAL



ATTİLA İLHAN



Dağ başını efkâr almış,

gümüş dere durmaz ağlar,

gözyaşından kana kesmiş gözlerim,

ben ağlarım, çayır ağlar, çimen ağlar,

ağlar, ağlar, cihan ağlar.

Mızıkalar iniler, ırlam ırlam dövülür,

altmış üç ilimiz, altmış üç yetim,

yıllar gelir geçer, kuşlar gelir geçer,

her geçen seni bizden parça parça götürür,

Mustafa'm, Mustafa Kemal'im.



Diz dövdüm,

gözlerim şavkı aktı Sakarya'nın suyuna,

Sakarya'nın suları nâmın söyleşir.

Hemşehrim Sakarya, öksüz Sakarya.

Ankara'dan uçan kuşlar,

Kemal'im der günler günü çağrışır,

kahrolur bulutlara karışır,

gök bulut, yaşmak bulut,

uca dağlar, dev boyunlu morca dağlar

divan durmuş bekleşir,

Mustafa'm, Mustafa Kemal'im.



Nasıl böyle varıp geldin, hoşgeldin,

çıngı kaymış yalazlanmış gözlerin,

şol yüzünde güneş südü sıcaklık,

ellerinden öperim, Mustafa Kemal.

Senin dalın, yaprağın, biz, senin fidanların,

biz bunları yapmadık,

sen elbette bilirsin, bilirsin Mustafa Kemal.

Elsiz, ayaksız bir yeşil yılan,

yaptıklarını yıkıyorlar Mustafa Kemal.

Hani bir vakitler Kubilay'ı kestiler,

çün buyurdun kesenleri astılar,

sen uyudun asılanlar dirildi,

Mustafa'm, Mustafa Kemal'im.



Karalar kuşanmış, Karadeniz akmam diyor,

dokunmayın, ağlamaktan bıkmam diyor,

bu gece kıyamet gecesi, bu vapur Bandırma vapuru,

yattığı yer nur olsun Mustafa Kemal,

ben ölümden korkmam diyor,

korkmam diyen dilleri toz oldu, toprak oldu,

değirmen döndü dolandı, yıllar oldu,

bir kusur işledik bağışlar mı kimbilir,

o bize öğretmedi kazan kaldırmasını,

günahı vebali öğretenin boynuna,

erdirip oldurana ana avrat sövmesini,

yüreğim kırıldı kanım kurudu,

var git Karadeniz var git başımdan,

mızıka çalındı düğün mü sandın,

bir yol koyup gideni gelir mi sandın,

Mustafa'm, Mustafa Kemal'im.



Ankara'nın taşına bak,

tut ki baktım, uzar gider efkârım,

çayır ağlar, çimen ağlar, ben ağlarım,

gözlerimin yaşına bak,

Ankara Kalesi'nde, Rasattepe'de

bir akça şahan gezer dolanır,

yaşın yaşın mezarını aranır,

şu dünyanın işine bak,

Mustafa'm, Mustafa Kemal'im...




İSTANBUL'DA TEVKİFHANE AVLUSUNDA


Nazım Hikmet Ran

İstanbul'da, Tevkifane avlusunda,

güneşli bir kış günü, yağmurdan sonra,

bulutlar, kırmızı kiremitler, duvarlar ve benim yüzüm

yerde, su birikintilerinde kımıldanırken,

ben, nefsimin ne kadar cesur, ne kadar alçak,

ne kadar kuvvetli, ne kadar zayıf şeyi varsa

hepsini taşıyarak :

dünyayı, memleketimi ve seni düşündüm...



ANIŞ

Oktay Rıfat

Her dakikasını ayrı hatırlarım

Erenköy'de geçen zamanımın.

Rüyama girer bir arada,

İstanbul, bahar ve Türkânım..



Bir odamız vardı etrafı sarmaşık,

Bostanlara bakan penceremiz,

O, güller kadar taze,

Ben, ona deli gibi âşık..



Bir yastıkta dinlenir başlarımız,

Saçlarım saçlarına karışırdı,

O güzel bir kızdı, ince, alımlı

Ne giyse yakışırdı..



Yeter ki gönüller şen olsun,

Şarkılar söylerdik yolda.

Hep karşıma otururdu, ellerini tutardım,

Akşam üstü eve dönerken paraşolda..



Ağaçlar çiçekteydi,

Türkânım sağ, beraberimde.

Kalbim sevda içindeydi,

İstanbul bahar içinde...





14 Nisan 2010 Çarşamba

A T A T Ü R K


ATATÜRK'TEN   ZAMANLI VE GERÇEK  ANILAR

Derleyen: Süleyman Bulut'tan (Büyük Atatürk'ten Küçük Öyküler)
Burhan Bursalıoğlu

Mustafa Kemal Nasıl ATATÜRK oldu?


Mustafa, Mustafa Kemal olmakla kalmadı. Sonraki yıllarda yeni adlar almaya, yeni şanlar kazanmaya devam etti.

Çanakkale Savaşından sonra rütbesi paşalığa yükseltilince, adı Mustafa Kemal Paşa oldu. Kısaca Kemal paşa diye anılmaya başlandı.

Sarı paşa diyenlerde oldu.

Sakarya savaşından sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi O’na Gazi rütbesini verdi. Adı Gazi Mustafa Kemal Paşa oldu. Bu ünvanı okadar benimsedi ki, herkes ondan kısaca Gazi Paşa diye söz etmeye başladı.

21 Haziran 1934 te soyadı kanunu çıkınca, herkesin aklına, doğal olarak, ilk O geldi. Gazi Mustafa Kemal’in soyadı ne olacaktı. Herkese soyadı bulan Gazi, kendisine nasıl bir soyadı bulacaktı?

Mecliste, gazetelerde her gün ortaya yüzlerce öneri atıldı…. Konuşuldu, tartyışıldı, ama bir karara varılamadı. Günler , haftalar geçti… Sonunda herkesin merakını gideren, üzerinde anlaştığı öneri, Saffet Arıkan dan geldi. Daha sonra Milli Eğitim Bakanlığı da yapacak olan Saffet Arıkan, Atatürk soyadının nasıl ortaya çıktığını şöyle anlatmaktadır.

"1934 senesi,
 Dil kongresinde Dil Tetkik Cemiyeti Başkanlığına getirildim. Kongreden bir müddet sonra, 26 Eylül tarihi dil bayramı idi. Bunun için bir nutuk hazırlamam lazım geliyordu. Bu Nutuk (Ulu Önderimiz Atatürk Mustafa Kemal) diye başlıyordu. Atatürk o tarihe kadara, soyadı kanunu çıktığı halde henüz soyadı almamıştı.

Nutku kendine gösterdim. Atatürk kelimesini görür görmez üzerinde durdu. Birçok kereler bu kelimeyi tekrar etti.

Çok güzel bir buluş ama çok iddialıdedi. Müsveddede düzeltmeleri yaptığı halde, Atatürk’e dokunmadı. Müsveddenin sonlarında bir de “Türk Atası” diye bir terkip kullanmıştım. Bunu daha fazla iddialı bularak Atatürk tarzında düzeltmemi emretti. Başka bir şey söylemedi. Ben nutkumu verdikten epey sonra, Gazi Mustafa Kemal, Atatürk’ü soyadı olarak aldı “



DAĞ BAŞINI DUMAN ALMIŞ


Yıl 1919… Ülke işgal altındadır.

19 Mayıs 1919 da Samsun’a çıkan Mustafa Kemal, İngilizlerin istediği gibi çalışmasına izin vermeyeceklerini gördü. Anadolu içlerine doğru ilerlemeye karar verdi.

İlk durak Havza olacaktı. Yaverinden hemen bir otomobil bulunmasını istedi. Araştırıldı, Soruldu…Sonunda, Benz marka. Çok eski bir otomobil bulunabildi.    

Mustafa Kemal.Tamam” dedi. Arkadaşlarfı “Ama çok eski” diyerek kuşkularını belirttiler. Mustafa KemalOlsun “ dedi. Arkadaşları “Her an arıza çıkarıp bizi yolda bırakabilir” diye uyarmak istedi.ler. Bunun üzerine Mustafa Kemal: “Başka otomobil var mı?” diye sordu. Arkadaşları: “yok “ dediler.“Öyleyse bununla yola çıkacağız

Samsun’dan çıkıp Havza’ya doğru yol almaya başladılar.

Korkulan sabaha karşı başlarına geldi. Motor su kaynatmaya başladı… Suyun soğutulması ve değiştirilmesi beklenirken, Mustafa Kemal otomobilden indi.

Şafak yeni sökmekte… Dağların bulutlara değen tepeleri yeni yeni pembeleşmekteydi. O anda Mustafa Kemal, daha önce kimsenin duymadığı bir marşı söylemeye başladı.

Dağ başını duman almış,
 Gümüş dere durmaz akar.
 Güneş ufuktan şimdi doğar,
Yürüyelim arkadaşlar.



Sesimizi yer, gök, su dinlesin,
 Sert adımlarla her yer inlesin.


Bu gök, deniz nerede var?
 Nerede bu dağlar, taşlar?
 Bu ağaçlar, güzel kuşlar,
Yürüyelim arkadaşlar.


ATATÜRK BİZDEN BİRİDİR


Yıl 1935
Cumhuriyet’in 12. Kuruluş Yıldönümü kutlamaları yapılacaktır.
 Gazeteler, milletvekilleri,  halk.. .Bunun için binlerce slogan önerisi atılır ortaya. Sonunda bütün öneriler toplanır Atatürk’e sunulur.. Atatürk, ortaya konan önerileri tek tek okumaya başlar.

 ‘’Atatürk bizim en büyüğümüzdür!’’ Üstünü çizer." Atatürk milletin en yükseğidir! ’’Üstünü çizer. ‘’En büyük Türk Atatürk!’’ Üstünü çizer” Türk Milleti. Asırlardan beri bağrından bir Mustafa Kemal çıkardı” Üstünü çizer…Çizer…Çizer..

Önüne getirilen bütün önerilerinin üstünü çizen Atatürk sonunda şu cümleyi yazar. “ Atatürk bizden biridir “

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ