31 Ekim 2010 Pazar

T A R İ H T E N

Che'nin Çantasından Çıkan NUTUK

Küba Devrimi’nin öncülerinden ve Fidel Castro’nun yoldaşı Arjantinli devrimci doktor Che Guevara, 1967 yılında Bolivya’da yakalanıp öldürüldüğünde sırt çantasından; “Atatürk’ün Büyük NUTUK’u” çıkmıştır...”
 
NUTUK’un Küba Devrimi’ndeki yeri aslında daha önceki yıllara dayanıyor. Sosyalist Küba Cumhurbaşkanı Fidel Castro, 12 Mayıs 1961 tarihinde Havana’da görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşir’den “Atatürk’ün Büyük Nutuk Kitabını” ister. ABD’nin bilgisi olmaması ricasıyla yapılan bu istek, Bilal Şimşir tarafından uzunca bir süre sonra yerine getirilebilir. İşte, Fidel Castro’nun Atatürk hayranlığının kaynağı; İngilizce “Nutuk” kitabını özümseyerek okumasında ve devrimci M.Kemal ATATÜRK’ün ilk antiemperyalist savaşımını zafere eriştiren “1919 Ruhu”ndan esinlenmesinde yatıyor.

12 Aralık 1996’da bir ödül töreni için gittiği Küba’da Fidel Castro ile görüşen Dursun ÖZDEN kendisine “Türkiye’de solcu, ilerici ve devrimci gençler; Che Guevara ve Fidel Castro’yu çok seviyorlar ve sizleri mutlak önder olarak kabul ediyorlar...” der. Bu sözlere Castro’nun verdiği yanıt çok anlamlıdır: “Devrimci M.Kemal ATATÜRK varken, Türk gençleri neden kendilerine başka önder arıyorlar?... Devrimci ATATÜRK bizim ve tüm mazlum halkların esin kaynağıdır...

Mart 1997 de Habitat Toplantısı için İstanbul’a gelen Fidel Castro, yaptığı konuşmada şöyle der: “Asıl devrimci M.Kemal Atatürk’tür. Ben bir devrim yaptım, ama O’nun yaptıklarını asla başaramazdım. Sakın kendinize başka esin kaynağı aramayın... Fidel Castro’nun bu sözleri karşısında heyecanlanmamak mümkün mü?

Bu bağlamda son yıllarda Latin Amerika ülkelerinde esmekte olan “ulusalcı ve antiemperyalist rüzgarda” Mustafa Kemal ışığının etkisi yok mudur sizce?...

O Mustafa Kemal ışığıdır ki; doğudan batıya, güneyden kuzeye, birçok halk hareketini ve halk önderini etkilemiştir. Örneğin, çağdaşları Lenin ve Churchill kendisini hep takdir etmişlerdir. Örneğin, 1935’teki Uzun Yürüyüş öncesinde Şankay Meydanı’nda toplanan binlerce Çinliye seslenen Mao’nun ilk sözleri şöyledir: “Ben, Çin’in Atatürk’üyüm..” Ve 1948’den bugüne dek, Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki 8. ve 9. sınıflarda Yakınçağ Tarihi derslerinde Atatürk ve Cumhuriyet Devrimleri okutuluyor.

Peki, Atatürk ışığı dünyanın dört bucağını aydınlatırken Türkiye’de neler oluyor? Ne yazık ki ülkemizde bir yandan gericiler ve yobazlar diğer yandan Che, Castro, Lenin, Mao gibi devrimci liderleri sözde örnek aldıklarını sanan “uçuk solcular”, Atatürk’ü ve düşüncelerini yıpratmak için herşeyi yapıyorlar. Emperyalistler ve yerli işbirlikçileri de Atatürk’e karşı olan her türlü gerici ve bölücü hareketi destekliyorlar. Bu tür çalışmalar yurt dışında da sürüyor. İşte sizlere iki örnek:

Birincisi, Küba polis şefi Carlos Fernandez’in yaptığı açıklamaya göre: “Başkent Havana’daki 13/K parkında, birçok dünya liderinin büstlerinin olduğu yerde bulunan Atatürk büstü, Havana Karnavalı için çeşitli ülkelerden gelen ‘Kürt kökenli gençler’ tarafından 26 Temmuz 2007 günü yerinden sökülerek yok edilmiştir...”
İkinci örnek ise çok düşündürücü: “Annan Planı gereğince KKTC’deki ortaöğretim okullarının ders kitaplarından Atatürk ve Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı konuları çıkarıldı...”
·        
Son yıllarda ülkemizin üzerine çöken kara 

bulutların dağıtılabilmesi 

için; öldürüldüğü gün Che’nin sırt çantasından çıkan 

NUTUK’u 

kendimize rehber edinmemiz gerekiyor.

Cemal Sağmen

29 Ekim 2010 Cuma

MİLLİ BAYRAMLAR




CUMHURİYET’ İMİZİN        
                                      87 ci  YILI,  

 CUMHURİYET’E  İÇTENLİKLE     BAĞLI 

   TÜM  TÜRK  ULUSUNA  KUTLU  OLSUN
 BURHAN  BURSALIOĞLU

27 Ekim 2010 Çarşamba

Y A K I N T A R İ H İ M İ Z


İZMİR’İN  İŞGALİ

Buırhan Bursalıoğlu


Birinci Dünya savaşından sonra imzalanan Sevr antlaşması hükümleri gereği Anadolu’nun dört birt tarafı  galip devletler tarafından işgale  başlanmıştı. Yunanlılar Anadolu’ya çıkmak için hazırlık yapılıyor, gazeteler   şayia haberleri olarak yayın yapıyor, dolayısile herkes kuşkulanıyordu. Nadir Paşadan evvel orada kumandan olan Nurettin Paşa, Yunanlıların bir çıkarma hareketine karşı tedbirler almağa çalışmış ve gazatelere yaptığı beyanatta "Yunanlıların yapacakları bir çıkarma hareketi, kan dökülmesine sebep olacaktır.” Demişti.

Antlaşma şartları nedeniyle, İzmirde kolordu karargâhına  gelen bir İngiliz subayının verdiği talimat sebebiyle alaylarda yalnızca dörder makineli tüfek bırakılarak, kalan makineli tüfekler sandıklanıp sevkedilmek üzere istasyonlara gönderilmişti. 56 ncı tümenden hiçbir top, İngilizlere teslim edilmemişse de, bütün cephaneleri liman yakınındaki Yenikale tabyesine depo edilmeğe başlanmıştı. İstanbuldan gelen emirde, tümende yalnız iki bin silâh bırakılarak, kalan silâhlar İngilizlere teslim edilmek üzere sandıklanıp istasyonlara sevkedilecekti.
Yunanlılar çıktıkları zaman silâhların ekserisi sandıklanmış, istasyonlarda depo edilmiş bulunuyordu.
Ayvalık'daki kıyı bataryaları içeri alınmış, İzmirdeki kale toplarının kamaları kaldırılmıştı.

14 Mayıs 1919 akşamı, İngiliz Akdeniz filosu kumandanı Amiral Galdrop, "İzmir şehrinin müstahkem ve askeri mevkilerinin müttefikler namına Yunan askerî kuvvetleri tarafından işgal edileceğini" kısa bir nota ile Valilik makamına bildirdi. Fakat, Vilâyet bu haberi gizli tutarak açıklamadı. Bilâkis, 15 Mayıs sabahı erkenden Valinin imzası ile Köylü gazetesinde yayınlanan  beyanatta: "Bazı bedhahlar, İzmirin Yunanlılar tarafından işgal edileceği tarzında şayialar çıkarmışlar. Yalandır. Tekzip edilir" gibi hezeyanlarda bulunuyordu
 15 Mayıs sabahı erkenden iki büyük ve iki küçük, dört Yunan vapuru, başlarında bir İngiliz torpidosu ve yanlarında da birkaç Yunan torpidosu olduğu halde limana girdiler. 10 mil kadar geride de on iki kadar nakliye gemisinin geldikleri görüldü
İzmirin, Yunanlılara işgal ettirilmesi daha Mondros mütarekesinden önce tasarlanmış ve Yunanlıların, harp esnasında müttefiklere yaptıkları hizmete mukabil İzmir vilâyeti kendilerine vadedilmişti. Umumî sulh ile beraber Yunanlılar da kendi hisselerini kapmak için hazırlanmağa başlamışlardı.
 Sahile yakın adalara gönderilen ve oralarda teşkil edilen Yunan çeteleri, yolcu olarak İzmire gelmeğe ve İzmir metrepolidinin emri altında burada esaslı bir teşkilât kurulmaya başlanmıştı. Yunan askerinin İzmire çıkacağını bütün Rumlar, Fransız ve İtalyanlar ve herkes biliyordu. Bunu bilmek istemiyen veya bildikleri halde halktan ve etrafından saklamağa çalışanlarsa, Ferit Paşanın İzmire gönderdiği vali ve memurlardı.
İşgal sabahının gecesi, Nadir Paşa, bütün subayların evlerine adamlar salarak bunlara, kışlada toplanmaları emrini verdi. Böylece, subayların büyük bir kısmı daha geceden kışlada toplattırıldılar ve ertesi günü kışla pencerelerinden feci işgali seyreylediler ve sonra aşağıdaki yazılacak feci âkibetle karşılaştılar.



Büyük iki vapurdan dubalar vasıtasiile dışarı çıkarılan Yunan askerleri rıhtımda İzmir metrepolidi tarafından takdis edildiler ve orada bir geçitresmi yaptılar. İlk çıkan kıta, Miralay Zafiryos kumandasındaki Yunan tümeni imiş.
İlk önce tekmil bir alay rıhtıma çıkarılarak burada toplandırılmıştır.
Toplantı bittikten sonra iki Efzun taburu öncü olarak hareket etmiş, Kokaryalıya doğru yürümüşlerdir. Yürüyüş kolunun etrafı heyecandan muvazenesini kaybetmiş yerli Rumlarla sarılıyor. Türkler korku ve nefretle, diğer ecnebiler hayretle bu yürüyüşü seyrediyorlar. Türk halkı birdenbire sersemlemiştir. Öncüdeki Efzun taburu, üstü otel ve altı kahve olan ve adına Askeri otel denilen binanın önüne geldiği vakit otelden bir silâhın patladığı işitildi. Bu silâh sesi üzerine tekmil Efzun taburu yüzgeri ederek darmadağın rıhtımdaki toplanma noktasına doğru kaçmağa başladı. Bu kaçış, görülmeğe lâyıktı. Efzunların püskülleri, ufkî bir vaziyette arkalarında uçuyordu. Bu silâhı, Hasan Tahsin isminde bir gencin patlattığını ve kendisini de orada Yunan askerlerinin öldürdüğünü herkes söylüyor.
Söylemeyi unuttuğumuz bir nokta var: Daha önce, yani sabahleyin erkenden, mülkiye hapishanesi boşanarak mahpuslar dışarı kaçmış, askerî hapishanesindeki mevkuflar da boşanmak istediklerinden, 174 üncü alaydan sürülen birkaç asker, askerî hapishanenin etrafını sarmış ve kapıyı kırmakla meşgul mahpuslara karşı silâh davranarak ateş etmekle tehdit ediyorlardı. Civarda toplanan ahali de, bir taraftan, askerî eşya ve techizat ambarını yağma etmekte idiler.

Yukarıda bahsettiğim ve Efzun taburunun baştaki mangasına karşı yönlendirilmiş  ve onları paniğe uğratmış olan Hasan Tahsin’den  başka diğer bir kahraman da var ki, bunun hikâyesini de aşağıda göreceğiz.

Kendisine güvenilen bir zat, gözleriyle gördüğünü bir olayı  anlatıyor.
Yunan Efzun alayı, tam askerî mahfel önüne geldiği zaman, hapisten yeni kurtulup çıkmış olduğunu sandığım genç, uzun ve yağız bir delikanlı, sokağın başına çömeldi. Nişan aldı. İlk kurşunda Efzun alayının sancağını taşıyan uzun boylu, yapılı bir Yunan erini, yani sancakteri yere düşürdü. Yunan sancakçısı, kurşunu alnından yemişti. Ben, bu manzarayı hükûmetin üst kat penceresinden seyrediyordum. Yağız Türk nişancısı, daha dört, beş kurşun, yani mavzerin şarşurunu ,boşalttı. Yunan sancaktar muhafız kıtası yere yatmış, mukabele ederken, arkadan Yunan bölükleri rıhtıma doğru kaçtılar, sonra orada tekrar toplanıp mevzie girdiler.
Yağız delikanlı 5 kurşundan sonra sokağa daldı. İki, üç yüz metre kadar geriledi. Sonra, işittiğime göre, tekrar çömelmiş ve sokak boyunca Yunanlıların üzerine atış yapmakta devam etmiş. Cephaneleri tükenmiş. O esnada civar evin penceresinden bakan yaşlı bir Türk kadınına dönerek: "Nine, gördün ya, yarın ahirette şahidim sen ol. Kurşunum, cephanem tükendi, onun için tüfeğimi omuzladım, geri gidiyorum."
Bu yağız kahraman kimdi? Tek başına bir Yunan alayına karşı koyan, maddî, manevî bütün mes'uliyetleri yüklenerek ilk kurşunu atan bu mechul kahraman nerededir? Bu o kadar övünülecek, iftihar edilecek bir iş mi ki, bundan bahsedeyim düşüncesiyle bu kahraman, kimseye bir şey söylememiş de olabilir. Belki de sağdır, yaşıyor da olabilir


Silâh sesi üzerine yüzgeri ederek heyecanla geriye kaçan Yunan taburu, alayın toplanma yerinde düzene girerek, kışlanın üzerine şiddetli bir piyade ateşi açıyor.Donanmadan indirilen nordanflit tüfeklerinin de katılması ile, bu ateş, hiçbir cevap görmeksizin iki saate yakın bir müddet devam ediyor



Kışla içindeki subaylar, meselenin fenalaşmakta olduğunu görerek pencerelerden türkçe ve rumca ateş kes! diye bağırmağa başlamışlarsa da, Yunanlılara meram anlatamamışlardır. Kolordu ve tümen komutanları, Yunanlılara ateş kestirmek için Celâl (Dincer) adlı bir telefoncu subaya, pencereden beyaz bir mendil sallatarak ateş kestirmek istiyorlar. Celâl yaralanıyor ve geriye çekiliyor. Nihayet ateş hafifliyor ve bir Yunan piyade bölüğü süngü takmış olarak kışlanın içine giriyor. Bunların önünde de İzmirin azılı yerli Rumlarından yüzlerce başıbozuklar var.
Askerlik Dairesi Başkanı Albap Fethi, kendisinden kaputunu isteyen ve zito Venizelos diye bağırmasını isteyen  bir Yunan soyguncu neferinin, dilini anlamıyarak kaputunu çıkarmadığından dolayı, süngülenerek öldürülüyor.
 Önce iki saat devam eden tüfek ateşinin tesirile dört er ölmüş ve on beşi de yaralanmıştı. Şimdi de teslim olduktan sonra ilk olarak Albay Fethinin kanına giriyorlar.
Sonra subaylar ikişer yapılarak Rıhtıma götürülmek üzere bir bölük süngü takmış Yunanlı ile sarılıyor. Kışladan dışarı çıkarılır çıkarılmaz binlerce yerli Rum, bu kafilenin etrafını alıyor ve muhafızlar arasında yürüyen subay ve erlere sopalarla, taşlarla, demirlerle, kudurmuşçasına saldırıyorlar. İlk ağızda Kolordu Başhekimi Yarbay Şükrü ile kolordu karargâhından bir kurmay subay ve on beş subayla altı er bu mütecavizler tarafından öldürülerek cesetleri rıhtım boyunda sürüklenip denize atılıyor. Birçokları da kafalarından ve diğer yerlerinden ağır ve hafif yaralanıyorlar.
İşte, altı yüz yıldan beri kıllarına bile dokunulmayan, zengin edilen, mes'ut edilen yerli Rumların kendi vatan kardeşlerine verdikleri mükâfat budur.

Yürüyüş kafilesinden, ayağı kayıp düşenler veyahut dipçik darbesinden sendeliyenler mutlaka, mutlaka süngülenip öldürülmüşler ve arasıra elleri yukarı kaldırtılarak (Zito Venizelos!) diye bağırtmışlardır.

. Ansızın gökten bir yağmur sağanağı boşanıyor. Bu yağmur o kadar şiddetlidir, ki kafileyi tamamile yoketmek üzere saldırışlarını ve kuduzluklarını arttıran sopalı, demirli, bıçaklı Rumlar, yağmurdan ıslanmamak için saçaklar altına ve dükkanlar içine çekiliyor. Kafile muhafızları da, ıslanmamak için kafileyi koşar adımla yürütüyor. Yağmurdan sokak tenhalaşıyor, boşalıyor. Kafile, Pasaport dairesinin önünden geçerken oraya yanaşmış olan Leon adlı Yunan torpidosu efradı, eğlence için kafilenin üzerine nordanflit ateşi açıyorlar. Burada beş, on kişi şehit oluyor.
 Bu torpidonun hemen yanında bulunan İngiliz torpidolarındaki subaylar, İngiliz neferlerine, bu namussuzca kasaplığı seyrettirmemek için, güvertede bulunan erleri içeri kamaralara kapatıyorlar. Kim bilir,  belki de İngilterenin himayesindeki Rum kasaplığını İngiliz halkından gizlemek için.
Kafile, Patris adlı Yunan vapurunun yanında durduruldu. Sağ kalanların üstleri ve başları tekrar yoklanarak ceplerinde sıkışıp kalmış olan son kuruluşları da muhafızları tarafından alındıktan sonra vapura tıkıldılar. Sonra bir Yunan subayı gelerek, kafiledeki Kolordu Komutanı ile Kurmay Başkanını ve Tümen Komutanını alıp tekrar kışlaya götürüyorr ve yapılan katliamdan dolayı teessüflerini  beyan ederek bunları serbest bırakıyorlar ve kendilerinden de işbu kasaplığın kasden yapılmadığına dair bir de vesika alıyorlar.



Böylece 56 ncı tümen subaylarının bir kısmı lüzumsuz ve sebepsiz olarak Yunanlılar tarafından öldürülüyor, yaralanıyor, esir alınıyor, küçük bir kısmı şehrin arkasından memleket gerisine, Aydın ve Manisa istikametine çekiliyor Geri kalanları da Yunan vapuru ile Mudanyaya getiriliyor.Bunlar buradan Bursaya giderek yeniden  tümeni kuracaklardır.

 Subayların İzmirde kalan evlerine ve ailelerine ise yerli Rumlar saldırıyorlar. Bütün subay evleri yağma ediliyor, subayların kadın ve çocuklarına tecavüzler yapılıyor.
 Eğer, o zaman İzmirdeki 56 ncı tümenin başında aklı erer ve vatanperver bir komutan veya birkaç büyük rütbeli subay bulunmuş olsaydı, hiç olmazsa Yunan işgalinden birkaç gün önce tümenin bütün kıtalarını toplıyarak şehir içinde, hükûmetin emir ve izni olmasa dahi, bir saldırıya kalkışmasa dahi, tümeni Manisa istikametine, geriye çeker, ileride yapılacak saldırı için ilk çekirdeği el altında bulundurmuş olurlardı..

21 Ekim 2010 Perşembe

BODRUM'DAN

 BODRUMDAN  SON  İLETİ
 Burhan Bursalıoüğlu

2010  yazı geldi gitti. Mayıs'ta geldiğim Bodrum'dan, 24 Ekim'de ayurılacağım.
Zaman zaman Bodrum'dan haberler verdim. İyi ve kötü durumları açıkladım. Sizlerle birlikte oldum. Artık ,çok sıcak geçen, bunaltan yazı geride bıraktık. Yağmurlar başladı, sıcaklık düştü, yazlıkcılar yurtlarına döndüler. Bize de  dönme kaldı.
Son hazırlıklarımızı tamamladık. Pergolelerimizi vernikledim, dışarı koltukları,sehpaları, masayı tik yağı ile  yağladım.  Gerekli yerlere sutut sürdüm. Çiçek ve meyva ağaçlarını budattım, ufak tefek eksikleri tamamlattım, çantamızı hazırlıyarak hareket günümüzü beklemeye başladım.
Yollarda herhangi bir sürprizle karşılaşmazsak İstanbul'a merhaba deriz.
Görüşme dileğiyle sağlıcakla kalınız.

17 Ekim 2010 Pazar

YAKIN TARİHİMİZ



KARADENİZ VAPURU - 1926

ATATÜRK'ÜN ÖNERDİĞİ PROJE   Dünya’da bir ilk:

Burhan Bursalıoğlu

Karadeniz Vapuru Projesi, Cumhuriyet'in ilanından 3 yıl sonra Atatürk'ün önerisiyle hayata geçirildi.
Türkiye'yi tanıtan çeşitli ürünlerin sergilendiği gemi, 12 Haziran 1926 tarihinde İstanbul'dan demir aldıktan sonra 12 ülkede 16 şehri ziyaret etti. Karadeniz Gemisi, 86 günde 10 bin mil yol katettikten sonra 5 Eylül 1926 tarihinde İstanbul'a döndü.

Karadeniz Gemisi'nin yolcuları arasında 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın oğlu Refi Bayar, Anadolu Ajansı'nın kurucularından Şair Kemalettin Kamu, İstiklal Marşı'nın bestecisi Zeki Üngör, ilk Türk kadın gazetecilerden Bedia Arseven, ilk Türk kadın milletvekillerinden Mebrure Gönenç ve Şair Orhan Veli Kanık'ın babası müzisyen Veli Kanık da yer aldı.

1926  Atatürk  sabah saat 8.00'de Bursa'dan hareketle Mudanya'ya, buradan da Karadeniz vapuruyla Bandırma'ya gelmişti. Atatürk'ün, Karadeniz vapurunda açılan gezici sergiyi ziyareti ve geminin hatıra defterine yazdıkları:
"Sergi, başarıya ulaşmış bir eserdir. Bende gayet iyi izlenimler meydana getirdi. Sunuş tarzı çok iyidir. Hazırlayıcısını takdir ve tebrik ederim."                                                                                                                 
 
BİR ULUS KENDİNİ TANITIYOR

"Karadeniz: Seyr-i Türkiye" belgeseli, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin, bin bir fedakarlıkla Avrupa’nın büyük limanlarına yolladığı seyyar sergi gemisinin ibret verici öyküsünü anlatıyor.
Marsilya Limanı tarihi günlerinden birini yaşıyor. Zaten her zaman hareketli olan liman, bugün sosyetenin akınına uğramış. Beyaz ve ağır ketenlerden dikilmiş "denizci yakalı" elbiseler içindeki güzel kadınlardan hoş bir parfüm kokusu yükseliyor. Şehir Bandosu "Marselyez" marşını son bir kez çalıp zarif bir vals prelüdüne geçerken, saatlerdir heyecanla beklenen gemi, limana doğru süzülüyor. Bembeyaz ve yüksek güverteli, renk renk yüzlerce bayrakla süslenmiş, tek bacalı, yaklaşık 5 bin gros tonluk gemi, limana yanaşıyor.

Rıhtımdaki Fransızlar, gemiye ve geminin çeşitli yerlerine asılmış olan bayrağa bakıyorlar. Güzel tonlu bir kırmızı üzerine bembeyaz bir ay ve yıldızın işlenmiş olduğu görkemli bir bayrak bu. Rıhtımdakiler güverteye baktıklarında ise, küpeşteye dayanmış kendilerini seyreden kadınlı erkekli yolcuları görüyor ve gözlerine inanamıyorlar. Onlar, Türkiye’den yani kendi düşüncelerine göre "Doğu"dan gelen bu gemideki yolcuların bir "Orient esintisi" sunacağını beklerken, karşılarında bambaşka bir görünüm var. Alt ve üst güvertelerden kendilerine bakan, gülen, el sallayan bu "Doğulu" konukların, kendilerinden hiçbir farkı yok. Erkekler koyu renk takım elbise, pırıl pırıl beyaz gömlekler giymiş ve çoğu zarif bir iğne ile süslenmiş boyunbağları takmışlar. Yanlarındaki kadınlar, erkeklerden daha şık. Siyah ağırlıklı ipek ve muslin elbiseler içindeler. İyice dalgalı, "alagarson"a yakın kısalıkta kesilmiş saçları, Marsilya güneşi altında parıldıyor. Gemi uzun ve neşeli tek bir düdük ile Marsilyalıları selamlıyor. Yanları halatla desteklenmiş ahşap merdivenler, gemiden sarkıtılıp rıhtıma yerleştiriliyor. Fransızlar gemiye çıkmaya başlıyor. Bir subay onları sergi salonuna götürüyor. Bir kış bahçesi ile kalabalık bir orkestranın çaldığı salonu geçerek sergi bölümüne gelen ziyaretçiler, hayranlıktan konuşamaz bir şekilde, sergilenen eşyalara bakıyorlar. Türk mavisi sırlı Kütahya çinileri; binbir nakış ve renkli Osmanlı, Yörük, Selçuklu ve Acem halıları; gül, tarçın ve sakız kokulu Hacı Bekir lokumları; yeşim, yakut, firuze gibi değerli taşlarla süslenmiş, tamamıyla elle yapılmış çeşmibülbül, laledan, gülabdan gibi cam ürünleri.

Tarih 21 Ağustos 1926. Fransızların büyük bir hayranlıkla içinde sergilenen ürünleri seyrettikleri, gönderinde ay-yıldızlı bayrak dalgalanan geminin bordasında kocaman harflerle "Karadeniz" yazıyor ve henüz üç yaşına basmış olan genç Türkiye Cumhuriyeti, "yeniden var edilen bir ulus’un neler yapabileceğini herkese göstermek için bu gemiyle Avrupa’nın en önemli limanlarında aylardır" sancak gösteriyor".
 
"KARADENİZ: SEYR-İ TÜRKİYE"
Netherlands Culture Fund’ın sponsorluğunu üstlendiği Karadeniz belgeselinin gerçekleştirilme öyküsü de ilginç.
Hollanda’daki Fatusch firmasında çalışan araştırmacı Eray Ergeç, gazete arşivlerini tararken, 1926 yılında Hollanda’ya gelen bir Türk sergi gemisinin haberini görmüş. Haber, Atatürk’ün isteğiyle, genç Türkiye Cumhuriyeti’ni tanıtmak amacıyla Avrupa limanlarını dolaşan seyyar sergi gemisi Karadeniz’in, Amsterdam limanına gelişini anlatıyormuş. Bu pek bilinmeyen tarihi olayın araştırılmasına zamanla Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden Prof. Dr. Bülent Çaplı da katılmış. İki yıl kadar süren çalışmalar sonunda, Karadeniz gemisinin Avrupa limanlarındaki ziyaretlerini gösteren görüntü, fotoğraf ve belgelere ulaşılmış ve hazırlanan belgeselle belki de tarihin tozlu arşivinde kaybolup gidecek olan bu olay gün ışığına çıkarılmış.
Genel koordinatörlüğünü Gülay Orhan’ın üstlendiği belgeselin koordinasyon çalışmaları için Amsterdam kullanılırken, Bülent Çaplı ile Bülent Özkam çalışmalarını Ankara’dan yürütmüş. Belgeselin senaryosu, Tannur Arat ve Nedim Olgun tarafından kaleme alınırken, "seyir defteri" bölümleri Kaptan Süreyya Gürsu, Celal Esat Arseven ve Orhan Kızıldemir’in anılarından derlenerek hazırlanmış. Emre Irmak’ın özgün müziklerini bestelediği belgeselin yönetmenliğini ise Soner Sevgili yapmış.

SEKSEN ALTI GÜN SÜREN YOLCULUK
Belgeseli izleyenler, Avrupa yolculuğu öncesi Haliç’te üç ay süren özel bir bakıma alınmış Karadeniz gemisinin  dümen suyuna kapılıp, tam seksen altı gün süren yolculuğu, sefere katılan sanatçı, gazeteci, milletvekili, öğretmen, müzisyen ve denizcilerden oluşan toplam 285 kişinin, genç Türkiye Cumhuriyeti’ni “dosta düşmana tanıtmak için” nasıl olağanüstü bir çaba gösterdiğini, henüz üç yaşındaki Türkiye Cumhuriyeti milletvekillerinin buna kaynak bulmak için nasıl çırpındıklarını ibret ve gururla izliyor. Ticaret Vekili Ali Cenani Bey’in meclis kürsüsünde, “Efendiler... Bir ticaret sergisi meydana getirmek kolay bir şey değildir. Bunun yerine bir seyyar sergi teşkilini düşündüm. Seyr-i Sefain’den bir vapur alalım. Mesela Karadeniz Vapuru’nu...” diye başlayan konuşmasının yarattığı ateşi, hummalı çalışmaları ve sonunda Marmara’nın solgun mavi sularını köpürterek yola çıkan beyaz bir geminin, Dolmabahçe’deki bir yatta, mavi gözleri çakmak çakmak, sarışın bir adam tarafından beyaz bir mendil sallanarak nasıl uğurlandığını görüyor. O sarışın adamın daha yedi yıl önce 19 Mayıs 1919’da ülkeyi kurtarmak için Samsun’a böyle bir vapur yolculuğu yapmış olduğunu düşünenler de bir cumhuriyetin nasıl doğduğunu görüp alabildiğine gururlanıyor.

II
KARADENIZ VAPURU
Yıl 1926... Günlerden 12 Haziran… Yer,  bugünkü Tophane rıhtımı...Taksilerin yanıbaşında çift atlı faytonların da yolcu bekledikleri görülüyor.... Bayraklarla donanmış, beyaz bir vapur harekete hazırlanmakta. .. Seyr-i Sefain  İdaresinin yeni satın aldığı bu  Karardeniz   gemisi çok önemli bir sefere çıkmak üzere... Üç aya yakın sürecek bu gezide el sanatlarımızdan örnekler ile başta gelen ürünlerimiz tanıtılacak... Ama asıl amaç, Batı Avrupa ülkelerine genç Türkiye Cumhuriyeti’ni tanıtmak! Bu niyetle düzenlenen sergi seferi boyunca gemi 12 Avrupa devletinin limanlarına uğrayıp üçer beşer gün kalacak…

Kömür almak için gireceği Cezayir’in Bona (sonraki adıyla Anaba) limanını saymazsanız, bakın hangi limanlara uğrayacak: Barcelona, Le Havre, Londra, Amsterdam, Hamburg, Stockholm, Helsinki, Leningrad, Danzig, Gdynia, Kopenhagen, Anvers, Marsilya, Cenova, Napoli...
Her limanda gemimizi gezmek isteyen ziyaretçiler kabul edilecek... Davetler, resepsiyonlar verilecek.... Gemideki Riyaset-i Cumhur Orkestrası da konserler verecek... Balolarda görevli zevat ile ziyaretçilerin kaynaşmaları sağlanacak... Cumhuriyet Türkiye’sinin Türkler’i tanıtacak.
Geminin süvarisi, genç yaşına rağmen dirayetli bir denizci olmasıyla ün yapmış olan TOPUZ lakaplı meşhur Lütfi Kaptan… Birkaç yıl öncesine kadar Gülcemal’in süvarisi iken, artık Karadeniz  de görev yapıyor. Gemideki genç zabitanın hepsi de özellikle seçilmiş pırıl pırıl genç denizciler.. . İlerde hepsi birer büyük kaptan olarak Denizyolları’nın gemilerinde kaptanlık, ya da idarecilik yapacaklar.
Karadeniz gemimiz ise 1905 Hollanda yapımı.. 4.765 gros tonluk. 120 metre boyu, 14 metre eni var. Tam istim tuttuğu zaman 12 mil hız yapmakta. Sergi için baştan sona özel olarak düzenlenip dekore edilmiş.
Yıllarca sözü edilen bu tarihi gezi 86 gün 22 saat sürüyor. İstanbul’da döndüğü gün takvimler 5 Eylül gününü gösteriyor. Toplam 9.981 mil yol kat eden gemi bu uzun sefer boyunca 2.778 ton kömür tüketmiş. Kullandığı tatlı su miktarı da 971 ton.

Bu sergi seferinin Türkiye’nin tanıtılmasındaki payı gerçekten çok büyük oldu. Geminin gittiği her ülkenin basınında Atatürk Türkiye’si hakkında çok güzel haberler çıktı, çok değerli yazarlar yayımlandı. Bu büyük başarıda, Seyr-i Sefain İdaresi'nin de önemli bir payı olduğu asla göz ardı edilmemeli.
Yıllarca iç ve dış hatlarda yolcu taşımaya devam eden KARADENİZ ise 46 yıllık bir gemi oluncaya kadar aralıksız hizmet etti. 50’li yıllarda, ticaret filomuzun yeni satın alınan gemilerle takviye edilmeye başlanması üzerine, 1951'de kadro dışı bırakılarak bir kenara bağlandı. Sonra da sökülmek üzere satıldı.
Günümüzde de böyle bir gemiyi donatıp bu amaçla uzun bir dünya seferine çıkartabilseydik keşke...
Kaynak : İstanbul’un Unutulmayan Gemileri, Eser Tutel

15 Ekim 2010 Cuma

Y A Ş A M

ÇOCUKLUĞUMUZU ARAMAMAK MÜMKÜN MÜ?
Burhan Bursalıoğlu

Benim çocukluğumda annelerimiz çalışmazdı. Babamın geliri bize yeterdi. Çünkü o memurdu.
Okuldan eve geldiğimde kapıyı her zaman annem açardı. Anahtarın yerini bir tek annem bilirdi. Babamda da anahtar olmazdı.

Annemin dışarıda hiç işi yokmuş, komşuya gitmezmiş gibi, her eve gelişimizde onu evde bulurduk.
Okuldan geldiğimde çantayı bir tarafa atar doğru tuvalete giderdim. Nedense dışarıda asla ihtiyaç gidermezdim. Şimdi de öyleyim ya.
Çocukluğumuzun en  büyük eğlencesi sokaklarda oynamaktı. Sokaklarda oynamak, okula gitmek gibi sanki bir mecburiyetti. Yemek yemeden sokağa fırlar, akşama kadar, babamızın geleceği saate kadar oynardık. Hem de ne oyunlar.
Çocukluğumda sigara paketlerinin kapakları biriktirilir, 2-3 kişi birlikte oynarken,  sigara paketlerinin kapaklarını  bir, birbuçuk metre yukardan duvara vurur bırakırdık. Bunu sıra ile yapardık. Kimin resimli kapağı yerdekilerden her hangi birinin üstüne düşerse, yerdekilerin hepsini alırdı.
O dönemde, kalın ve çeşitli resimli sigara kapakları vardı. Bizler için onlar çok değerliydi. Çünkü oyun araçlarımızdı.
Küçük baş hayvanların eklemlerinden çıkan aşık kemiğiyle de çok oynardık.Uzağa atılan aşık kemiğini vurmak oyunun kuralıydı. Misketin de çeşitli oyunlarını oynardık.“Mendil kapmaca, ebem sende” gibi koşma gerektiren oyunlarda yorulmazdık. Oynadığımız alanlar çok genişti. Yakalanmamak için bazen mendil elimizde koşar kovalayanla saatlerce koşardık.
Lastik top bulamadığımız zaman çaputtan top yapar oynardık. Bir diğer eğlencemiz de uçurtma uçurtmaktı. Amaç uçurtmanın çok uzaklara gitmesini sağlamaktı.
Okula giderken, gelirken arkadaşlarla birlikte olurduk. Servis diye bir kavram yoktu. Yaya ,sohbet ederek, okul sonrası plan yaparak gider gelirdik.
Başka yerlere uğramazdık. Okul dönüşünde eve uğramadan da oyuna daldığımız olurdu. Bunu bilen annemiz, kardeşimiz veya komşu çocuğuyla, ekmek diliminin üzerine sürdüğü tereyağı, onun üzerine de serpiştirdiği tulum peynirini  bize gönderirdi.
Gerçi mahallemizdeki abla ve teyzelerin annemizden bir farkı yoktu. İstediğimizde ekmek arası yapar verirdi. Kapıyı çalar su isterdik. Hepimiz bir bardaktan içerdik. Çi
şi gelen eve giderdi. Dönüşte annesi oğluna veya kızına verdiği yiyecekten  diğer çocuklara da gönderirdi.
Oyun oynarken önlüğümüzü çıkarır bir köşeye korduk. Bazen ceketimiz, önlüğümüz çalınırdı. Çalıntı işini yapanlarda diğer mahallenin çocukları olurdu. Sanki şaka yapıyor olurlardı. Çünkü ertesi günü çalınan eşyalar aynı yere bırakılırdı.  Demek ki babaları anneleri  müsaade etmiyorlardı. Mahallelerimiz ve sokağımız çok güvenliydi. Muhtaç olanlara yardım yapılırdı. Ama asla kendi malı olmayan eşyaya el sürmezlerdi.
Ayakkabılarımız çabuk delinirdi. Biraz azar işitir ama yenisi hemen alınırdı.
Oyun oynarken , takılır düşer, bir tarafımız kanarsa , komşular hemen gelir, kaldırır, kan varsa siler, az da olsa ilk yardımı yaparlardı.
Kavga da etsek gelir barıştırırlardı. Kimse kimseyi şikayet etmezdi. Polis gelip tutanak tutmazdı. Anne babanız kapılara gitmezdi. Haklı da olsak  velilerimiz bize “haksızsın “ derdi. Sonra kavgalarımız da öyle ustura, bıçak,falçata, muşta  ile olmaz, onlar nedir bilmezdik bile, asla kanla falan da bitmezdi, en fazla saçlarımızdan çeker, hayvan adları sayar, tekme atar, bir şey olmamış gibi yine oyuna dalardık.
Azar işitip, acillere taşınmazdık. Düşerdik, yaralı yerlere ekmek çiğner basarlardı, oyuna devam ederdik. Röntgenlere, ultrasonlara girmezdik.
9 yaşındaydım, Bahçenin  korkuluğuna yaslanmıştım. Korkuluk koptu ve 3 metreden aşağıya düştüm. Haftalarca koyun derisine sararak yatırmışlardı. Yattığım sürece de hiçbir arkadaşım sokakta oynamadı. Hep yanımdaydılar.
Çocukluğumuzda , hiçbir baba,anne okula gidip öğretmeni, müdürü veya bir çocuğu şikayet etmezdi. Babam beni  Okula kaydettirirken, baş öğretmen Hikmet Beye “Eti senin , kemiği benim” diyerek davranışını belli etmişti.
Ben bizim çocukluğumuzu çok özlüyorum. Aşık bile olmuştum. 2. sınıftaydık. Yıl sonu müsameresine hazırlanıyorduk.  Perihan öğretmenimiz dans gösterisi için, sınıfımızda bulunan Milli eğitim müdürünün kızı Okan’ la beni eşleştirmişti. Uzun müddet birlikte çalışmıştık. Çok iyi anlaşıyorduk. Okan güzel kızdı, konuşkandı, hareketliydi. Onu hep koruyordum. Yahut öyle görünüyordum.
Ne oduysa öğretmen bizi ayırdı. Başkalarıyla eşleştirdi. Bu duruma çok üzülmüştüm. Okula gitmez oldum. Hastayım diyerek evden dışarı çıkmıyordum. Annemin sıkıştırması sonucu gerçeği anlattım. Bana çok gülmüştü. Annem okula giderek Perihan öğretmenle konuşmuş. O günü akşama doğru Öğretmen evimize geldi. Bana sarıldı öptü “Yarın provalarımız var Okula gel.” Dedi. Ben gelmeyeceğimi söyleyince,bana “Burhan müsamereye az kaldı. Son çalışmaları yapacağız. Sen Okan’la gösteri yapacaksın. Siz iyi dans ediyorsunuz.  İyi yapamayanları öğretin diye sizi ayırmıştım” deyince çok sevindim. Bir sene sonra babası başka yere  atandığı için Okan’da gitti. Çocukluk aşkımızda bitti. Ama o günleri ve çocukluğumu arıyorum.
Şimdiki insanlarda, çocukluğumun insanlarının samimi dostlukları, komşulukları yok. Herkes ruhsuzlaşmış. Aynı binanın  dairelerinde oturanlar birbirleriyle tanışmiyorlar. Evimin camından, baktığımda karşı komşuyu tanıyamıyoruz. Kapının önünde  tahta iskemlelerimizde oturan yaşlılarımız, onlara dede, nene diye
hatırını soran çocuklarımız yok artık.
Evlerimiz var, içinde yaşayan yok. Parklarımız var, içinde oynayan çocuk yok. Sokaklarımız var, oynayan çocuklar yok. Sokaklar arabaların park yeri olmuş. Aşınmadan, eskimeden her yıl sökülüp yenisi yapılan kaldırımlar, gökdelenler, pırıl pırıl, ışıl ışıl parlayan vitrinler. Son model lüks arabalar. Kaldırımlarda yürüyen, asansörlerle, etrafında birçok koruyucularla lüks konutlarına çıkan, vitrinleri bulanık gözlerle seyreden, direksiyon başında, kulakları sağır edercesine açtığı teypteki müziğe eşlik eden buz gibi, ruhsuz insanlar olduk.
Bizim insanımız bu değildi. Ne oldu bize?

Kışın kuzinelerde, külde pişirdiğimiz patates, sobada patlattığımız mısırlar, kestaneler, loş ışıkların altında dikkatle dinlediğimiz büyüklerimizin hoş  sohpetleri, okunan hikaye kitaplarını özlüyorum. TV lerin karşısında konuşmayı da unuttuk. Sohbetin ne olduğunu çocuklarımıza izah edemez olduk.
Reklamlarla desteklenen beyni, ruhu ele geçirilmiş insanlar olduk.


Birbirimize yabancı olduk. Kalabalıkta yalnızlığa mahküm olduk.
Birbirimize yabancı olduk.
Acıyorum bugünkü çocuklara. Çocukluğunu yaşamadan robot gibi büyüyenlere acıyorum. Acıyorum geleceklere,endişeliyim gelecekten.
Bu durumu biz mi istedik?
Hayır hayır. Biz istemedik.
Birileri bunu istemiştir.
İnanın ben istemedim. Çocukluğumu özlüyorum.
Galiba bu durumu hak ediyoruz.  Ettiğimizi de buluyoruz. Ne demişler “Her toplum hak ettiği gibi yönetil
ir.”

MİLLİ BAYRAMLARIMIZ